URLA/KLAZOMENAİ:
“Ve ruh
kendini tanıyacaksa eğer
Yine bir ruhun
içine bakmalı.
Aynada gördük yabancı ile düşmanı.” Argonotlar/Yorgo SEFERİS
Gavur İzmir’in gizli hazinesi. Aynı zamanda çok özel bir Nobel konuşması sahibi, dünyanın büyük ve küçük yerleri yoktur diyen Yorgo Seferis’in doğduğu, Tanju Okan’ın ise öldüğü topraklar. Sokaklarında çöp bulamayacağınız, her sabah saat 10’da balık mezatında balıksever emeklileri başcağızına toplayan, ara sokaklarında çok cevherler gizli, hoşgörü sahibi halkı sayesinde temmuz ayının ortalarında ancak yarım yamalak döşenmiş asfaltıyla hem esnafını hem de sakinlerini deliye çeviren(Çeşmealtı bahsi geçen) ama Belediyesi’nden de bir türlü vazgeçemeyen(her şey hizmet olmamalı, bazen zihniyette bir faktördür), güzel şarapların yapıldığı, anasonun önemsendiği, Mübadele zamanında gitmek zorunda bırakılan Rum komşularını halen daha sevgi ve saygıyla anan, Rumca bilen insanlarla karşılaştığınızda bu tatlı dilin cazibesiyle başa çıkmakta zorlanacağınız bir şirin ilçe Urla, geçmişten gelen ismiyle Klazomenai.
Bozcaada’da cumartesi sabahı Gemlik’ten gelip de yanaşmakta olan arabalı vapurdan ağır aksak inen araçlar ve yayalar, sanki çok eski bir tarihte sessizliği top ve tüfek arabalarının uğultularıyla yırtıyormuşçasına akın eden istilacılar gibi giriyorlardı Ada’ya. Bomboş sokaklarında buldukları gölgelerde kedilerin bir keyif bir keyif cirit attığı yollarda, ardı arkası kesilmeyen bir araba trafiği oluşuveriyordu ister istemez ve miskin kediler süpürgeler misali sokaklarını temizledikleri kuyruklarıyla beraber yerlerinden kalkıyorlardı isteksizce, büyük gövdeli insanoğlunun kendisine ne pahasına olursa olsun yer açıp, yemek bulma gayretine izleyici kalarak. Benzer bir durumsa haftasonları ve bayramlarda, Urla’da, en yakını Güzelbahçe olmak üzere İzmir’in tüm ilçelerinden ve farklı illerden gelmekte olan tatilcilerin arabalarıyla çılgınlaşıveren ve garip bir trafiğe gark olan ilçenin başına geliyor her seferinde. Devlet Demir Yolları Kampı’nın önünde sıra sıra dizilmiş araçlardan neredeyse yarı balıkadam kostümleriyle inen insanlar bir kostüm balosuna gelmiş gibi görünüyorlar. Soyunmak için bir kabin aramak telaşı duymadan kendilerini gizlediğini düşündükleri açık bagaj kapılarının ardına sığınarak kostümlerini değiştiriyorlar. Deniz pırıl pırıl ve ne beklemek ne de bekletmek istiyor sakinlerini. Bayram günleri ve haftasonu dönüşlerde ağaçlı yol araba mezarlığına dönüşüyor. Ucu bucağı gözükmüyor trafiğin, sonsuz gibi. İzmir’in sıcağından çıldırıp, kendini bir an önce serin sulara atma telaşındaki yerli halk dönüş yolunda yine çıldırarak dönebiliyor ancak evine(halksan çıldırmalısın yaşadığın müddetçe, işin fıtratında var bu, kayıtsız şartsız teslim olmalısın seni deliliğe sürükleyen halk işi çılgınlığın güvenli güvensiz kollarına).
URLA’DA DURAKLAR:
Cuma ve cumartesi kurulan Sanat Sokağı’ndaki tezgahlarda hem ev hem el yapımı türlü türlü reçeller(enginar reçeli mesela), süs eşyaları, bez bebekler, çantalar, kıyafetler tezgahlarda müşterilerini beklemekte. Pembe saçlı hanımlar bile var tezgahların başında(herkes sarı saçlı, siyah saçlı olmak zorunda değil ya) ve hanımlar var çoğunlukla stantların başında. Sokakta Gaye Ve Hakan’ın işlettiği Boho Chic Butik var. Kendileri İstanbullu ve bir daha arkalarına bakmamaya and içerek kurumsal şirketteki işlerinden ayrılıp yerleşmişler Urla’ya. Burada büyütüyorlar çocuklarını, burada yaşıyorlar hayatlarını. Otantik kıyafetler satıyorlar. Dışarıdan Nişantaşı butiklerini andırıyor. Dedim ya İstanbullu imiş sahipleri. Uğrayanlar, selamımı söylersiniz belki!
Plaj her yerde plaj, kumsal her yerde kumdan, insan her yerde su ve topraktan. Şehirlerde çiğleştikçe, dar sokak aralı mahallelerde huzur buluyor insanlar. Komşuluk, insanlık, hoşgörünün tükenmeyecek gibi göründüğü sokakları var Urla’nın. Tırmandıkça tırmanıyorsun keçiler gibi benzer sokaklarından süzülerek. Pamuk tenli insanların cenneti buralar. İki katlı evlerinde, serin mutfaklarında iş yapıyor teyzeler. Evlerinin önlerine attıkları sandalyelerine oturuyorlar ellerinde örgüler. Kimisi hiç konuşmuyor plastik sandalyelerinin üzerinde. Gelen geçen olursa bakıyor öylece. Kimisiyse sohbete muhabbete gelmiş. Kadınlı erkekli oturuyorlar. Hep bir esinti var akşam üzerleri. Serin tutuyor bu da kafaları, bedenleri.
Malgaca Pazarı, adını alış şekliyle gülümsetiyor insanı(bir rivayete göre mal gaça mal gaça derken olmuş sana Malgaca Pazarı). Kokoreççisinden, kasabından, manavından, askıda ekmek barındıran dolayısıyla aşsızları da düşünen fırınından, baharatçısından tutun da halihazırda envai türde malzeme bulunduran esnafıyla, yaz kış konserlere evsahipliği yapan meydanı ve kafeteryaları kapsayan alanıyla, Urla’nın orta yerindeki sıcak kalbi Malgaca Pazarı. Normal ve makul fiyatlar talep ettikleri. Küçük bir şehir burası Urla’nın geçmiş ve günümüz tarihindeki. İlerisinde Han Otel var ve de sıra sıra, küçük çapta şöhreti yakalamış restoranları.
Ramazan’dı ilk çıktığımda Urla’nın yokuş yollu sokaklarından. On beş on altı yaşlarında bir genç ayakkabılarının arkasına basa basa elinde tepsi üzeri hoşafından cacığına, etli pilavından çorbasına, sırtı rüzgarla aralanan gazete kağıdıyla çevrili iftar menüsünü taşırken ne kadar nostaljik olduğundan habersiz, beni görünce düştüğü mahcubiyeti saklamaya çalışarak iniverdi öylece. Gavur İzmir oruç da tutarmış böyle. Bir başka kız çocuğu iki üç yaşlarında bir eli annesinde, yürüyor ağır aksak. Ahh ne güzel eteğin var öyle, uçuşuyor rüzgarda böyle..
ÇEŞMEALTI:
İçerik olarak Çeşmealtı: Yazlık yazlık yazlık…
Resmi olarak Urla’nın nesi olmakta?: Köyü
Sonuç: Başka olur Ege’nin köyü.
Ara ara siteler halinde ama genellikle müstakil evlerle bezeli, denizinden dalgası, havasından rüzgarı eksik olmayan; İzmir’in yerlisinin zamanında ekonomik şartlarda edindiği şimdiyse bir mutfak, bir banyo daha diyerek iyice genişlettiği, insanı hoşsohbet, akşam oldu mu çoluk çocuk, kalabalık sofralarından bereket eksik olmayan, bir yandan da mangalların değişmez konuklarının kemiğinden, derisinden sokak kedilerine ve köpeklerine de bir sofra yaratan yazlıkçıların bir çoğunun yazlıkçı kavramını genişleterek kah emekliliklerinde kah şehir kaçağını oynadığı dönemler içerisinde hem yaz hem kış rahatlıkla kalabildiği bir yer Çeşmealtı. Bu satırları yazdığım pazar gününün miskinliğini öyle kolay kolay üzerimden atmam mümkün olmadığından, parmaklarımın çalışkanlığını sokuyorum devreye. Bir evin, bir odasının içinde döne döne yazıyorum ben de. Dünya saatiyle neredeyim ben böyle? Etrafım kimlerle sarılı çepeçevre? Düşünmek için bol zaman gerek. Bugün pazar ve benim de önümde bir sürü sıcak geçen saatim var. Dolayısıyla ben de başlıyorum yazmaya: Sağ komşu Karşıyakalı, sol komşu Karataşlı. Sağ evin beyi sizlere ömür, sol evin beyi seksen yaşında. Sağ komşunun ortanca çocuğu da sizlere ömür, yıllar önce, otuzlarının başında. Şimdi babasıyla beraber sakin sakin yatmakta Çeşmealtı, Güvendik mezarlığında. Yedi yıl boyunca karısıyla beraber sürüklenmiş durmuş mezarlığa oğlunun peşisıra ve o yolunu çoktan yapmış aslında. Sağ evin komşusunun bir kız torunu iki yaşında, sol evin bir kız torunu Benim Küçük Günışığım’ın Abigail Breslin’ı. Sağ eve nispet yaparcasına gün itibariyle bir cenaze de sol evden çıkıyor. Allahtan uzak akraba. Herkes cenazeye gitti, oradan da mezarlığa. Genç ölüm var, düşman başına. Bir ev daha var ötede, mobilyacı kendisi. Üç katlı evinin her bir katına mutfak yaptırmışlar inip çıkma derdi olmasın diye. “İzmirli sandım Manisalı çıktı” diyor karısı için, Manisa’ya taşınmışlar İzmir’den, “Ben hanım köylüyüm ondan böyle oldu” diyor. Yemeklerden, ucu kendilerine dokunan esprilerden ve itiraflardan hiç gocunmuyorlar kısaca. Evin beyi porsiyonları az koyan gelinine karşı bir parça sitemkar ve de Maraşlı(bir Maraşlının kendi malzemeleriyle yaptığı kısırı görüp yediğinizde anlayabilirsiniz ancak ne demek istediğimi, kahverengi olur onların kısırları, İzmir’in hafif ve pembemtırak bulgurlarından çook uzak, apayrı). Sol taraftaki evin adı Nesrin Hanım, sağ taraftaki evin adı Şadan Hanım. Evlerini bir bekçi gibi, mutfaklarını bir aşçı gibi beklemişler bunca yıl. Kedilerden feyz alıp evlerine, köpeklerden feyz alıp eşlerine sadakat göstermişler. Mütevazı ve hatırşinazlar. Bugünlere isimleriyle beraber gelen evler getirmişler. Her ev bir kadın aslında dünlerden bugünlere gelen. Ev sahipleri ölseler bile, evler onların isimleriyle anılıyor yıllar üzerinden geçse de. Evin erkekleriyse misafir sanatçılar sadece ve sadece, yaşadıkları müddetçe.
RAKI’NIN KADEHLERİ:
Benim elimde manileşen aşağıdaki dörtlük, sağ taraftaki evin hayatta kalan oğlunun ağzından çıkmış olup, baba kaybından sonra bir erkeğin acısının acısını çıkartabilmek için neler yapabileceğini söyledikten sonra söylenivermiştir öylece. “Biz erkekler” demişti.. Ahh evet ya siz erkekler! “Biz erkekler bazen dağıtmak isteriz. Mesela kendini kaybedercesine içtikten sonra kaldırımda yatmak isteriz.” Aferin size siz erkekler, tabiatınız böyledir, daha da elden ne gelir? Tüm erkeklerin içip içip ister kaldırım tepelerinde, ister sandalye tepelerinde hep tatlı ve hep güzel kalmaları dileğiyle..
“İlk kadehte tatlıyımdır
İkincide bir başka güzel
Karar derler çevremdekiler üçüncüye erişirsem eğer
Olduğum yerde ben, ben olarak kalabilirim ancak
Dördüncü kadehin rezilliğini paylaşmazsam eğer.”
MURAT VE GÖKÇE:
Ayaklarında parmak arası terlikleriyle iki kardeşten, ağabey olan Murat masmavi gözlü, küçük kız kardeşi Gökçe ise ağabeyine tutunmuş vaziyette bir parça yabani görünse de, aslında ürkek bakışlarıyla süzüyor beni ve çevresini. Evlerini gösteriyor ağabey Toptepe sırtlarındaki. Eskiden top buradan atılırmış. Annesi bakıyor evlerinin balkonundan kuşbakışı. Sonra da kaldığı yerden devam ediyor görevini ifa etmeye. Balkonunu süpürüyor elindeki çalı süpürgesiyle. Murat ve Gökçe eşliğinde minaresi kopmuş Kamanlı Camii’ne doğru yol alıyoruz. İnli cinli hikayelere konu olmuş burası bir zamanlar. Issız bir tarlanın ortasında uzaktan bile bir başka görünüyor. İçerisinde çok hikayeler barındırıyormuşçasına duruyor yüksek yüksek otların ortasında. İnsanın içini ürpertiyor duruşuyla. Tıpkı bir başka gelişimde karşıma çıkıveren Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesine konu olmuş Fatih İbrahim Bey Camii gibi. Bir de yemyeşil bir yatır vardı onun ön bahçesinde. Kaldı ki Camii’nin bahçesinde bir sürü başka mezarlar da vardı Osmanlı’dan kalma. Yatır manzaralı evlere sorduğumdaysa tatminkar bir cevap almam mümkün olmuyor. İnsanlar dünya telaşında unutmuşlar ötesini. Rutin manzaraları olmuş gözlerinin önündeki. Hayat, insanı fazla düşündürtmüyor ki! Önümdeki iki miniğe çeviriyorum başımı. Önlerinde belirsizliklerle dolu bir yol var. Birbirlerine sığınarak yürüyorlar. Setsuko ve Seita gibi Murat ve Gökçe’de. Tüm hayatları boyunca eski kuşakların eylemlerinin sonuçlarına katlanmak zorunda kalacak olan bir başka neslin çocukları onlar da.

mükemmel olmuş, emeğinize sağlık
BeğenBeğen
Şimdi gördüm. Teşekkür ederim. Çook sıcak bir yazdı. Gözüm bir şey görmemiş.
BeğenLiked by 1 kişi