ÖNERİLEN HAYATLAR:
Sunulan tüm hayatlar bu kapsam dahilinde. Televizyondaki saçmalıklar, apartmandaki komşular, zorunlu din dersleri, danışıklı evlilikler, olası çocuk sayıları olmazsa sperm sayıları, organları olmadı uzuvları olmadı öncesi ve sonrasıyla tam teslimiyete düştüğümüz doktorları, kendini tanrı sanan kanun koyucuları, tatil planlayıcıları, ezberbozanları, kendini kral sananları, garip patlamaları, anlaşılmaz söylemleri, olmazsa olmazları, tutunmak için bir sürü yalakalıkları..
—-.—-
Evrene kendimi aklamaktan vazgeçtim. Ben buyum. Bu kadarım. Kimse benden daha çok ya da az bu kadar değil. Bulduğuyla yetinmesi gerek. Ben ondan çıktım. Ben onunla evrildim. Karşılıklı sürpriziz. Manevralarımız belirsiz. Karşılıklı son sözü söylemek için çırpınıp, dikleneniz. İzlerinin peşindeyim, o ise bulmacaları sever. Yukarıdan aşağıya beş harfli…
—-.—-
Kuyruğunun yarısı yok bir kedi geçti önümden. Yavru bir kedi idi. Kimi zaman kuyruğu olmayan yetişkin kediler görüyorum. Hangi akılla kedilerin kuyruğunu kesersiniz? Bir kediye onca yaklaşmak için güvenini kazanmanız gerek çok. Muhteşem riyakar oyuncular sizi.
—-.—-
İnsanlar savaşır, sonra sayıları azalır, sonra hayıflanır, hırsla ürerler; sonra gene savaşır, azalır ve çoğalmak için hayıflanır ve tekrar ürerler. Delilik bu.
—-.—-
Dünyanın anlamı nerede biter?: Ölmeye yüz tuttuğun yerde; kendi yatağında ya da oturma odandaki televizyonun tam karşısındaki tekli koltukta, herhangi marka bir arabanın ön koltuğunda ya da arka, şehirlerarası bir otobüsün on üç numaralı koltuğunda, doğumda, acil serviste, savaşta, dağda, ovada, depremde, yolda yürürken, ülkenden çok çok uzakta, metroda, banyoda, lavaboda, sevimsiz bir otel odasında, denizde, havuzda, kırmızı ışıkta durmazken, yeşil ışıkta beklerken, elin sol göğsünün üzerindeyken, ayaklarınla toprağı hissederken, bir anesteziste kendini teslim etmişken, en sevdiğin yemeği yerken, bardak bardak yağmur suyu gibi şarapları içerken, soğukta tir tir titrerken, bir hapishane köşesinde kendine kendine neden diye defalarca sorup sonra da kaçırdığın gökyüzleri için ağlarken, tetiği çekerken ya da çekemezken, dövüşürken belki sevişirken, dünyanın en rezil insanıyla karşı karşıya gelmişken, savaşta-barışta-iyi bir günde-kötü bir günde-gündüz saat birde-gece saat üçte, türlü çeşitte insan senin hakkında bir sürü gereksiz yorum yaparken bir gün bir yerde. Her an ve hemen hemen her yerde bitebilecek bir şeyin anlamı için ağlamakta olan bir sürü aciz insan tanıyorum.
Kendini anlamaya başladığın anda başa dönüyorsun ve en iyi yapabildiğin şey hayıflanmak oluyor geçirmiş olduğun sarsakça zamanlar için. Ben koca kocaman bir sarsağım, böyle olmayı istemezdim ve herkes ya kibirden ya fakirlikten ölürken ben olanca sarsaklığımla sarsakça öleceğim. Şimdiki aklınla bunca kaybedilmiş ve harcanmış zamanı ne güzel kullanırdın; ama büyük şakacının istediği de bu sanki. Biraz eğlenmek istiyor ve aklını başına ondan geç veriyor. Sense sınırlı miktarda kullanabildiğin minik beyninle işi fazlaca ciddiye alıp, kendini fazlaca önemseyip, konunun üzerine fazlaca eğilip, fazlaca tanrıyı oynamaya kalkıyorsun. Böylelikle kendi şakanın içine etmiş oluyorsun. Sonrası şöyle oluyor kanımca: içine edilmiş milyarlarca şaka dünyanın içine ediyor. Buradan bakınca acıyı biz yaratmışız sanki.
Televizyonda bizi izleyin diye yalvaran bir sürü sunucu var. Şimdi izleyin, devamını izleyin, yarın izleyin ve ondan sonraki yarın; tüm yarınlarıma programının süresi boyunca ambargo koyuyorsun. Ortada da bir şey olsa.. Evanjelist yayın yapan kanallar gibi ekranlar. Bunun nesi kötü? Çok fazla propagandası yapıldığında Kur’an’dan başka kitap okumayan bir zümre oluşuyor da ondan. Çok fazla baskı insanı saplantılı yapabiliyor sanki. Ben iyi bir müslümanım diyen insana değil, ben iyi bir insanım diyen insana gerek var. Yoksa Kur’an en güzeli, her okumada yeni müjdelere gebe.
Bana tövbe edin diyen insanlar türemiş mahalle aralarında, kişiler mevzuya hakim değiller sanıyorum. O İslamiyette yok. Camiyle kiliseyi, imamla rahibi, günah çıkarmayla tövbeyi karıştırıyorsan; aklından zorun olması gerek ya da cin gibisindir, kim bilir?
—-.—-
Kendinden hoşnut olmama hissiyle yataktan kalkıyorsun ve küçük avuntuların olmasa akşama çıkamayacağını biliyorsun. Bu eşini aldatmanı mazur gösterir mi dersin? Ya da oburca yemek yemeni?
—-.—-
Parmak izlerimiz salyangozların kabuğu gibi.
—-.—-
Paul Auster’ın Türkiye’ye gelmeme nedeni benim bu ülkeyi terk etme nedenim. Aynı dertten muzdaribiz.
—-.—-
Bir arkadaşımla yaptığım bir saatlik telefon görüşmesinden zihnimde kalanlar kadarıyla aktaracaklarımı karşılıklı diyaloglar halinde yazıyorum. Arkadaşım erkek, beyaz, 38 yaşında, evli, barklı, çocuklu, çalışıyor, iyi okullarda okudu(ne oldu göreceli mi buldunuz?), sanatın bir dalına yeteneği var.
-“Yazdıklarını okuyorum ama sen olduğun ve seni tanıdığım için. Yoksa okumam. Çok fazla kendini anlatıyorsun. Aforizmalar kalıcı değil. Bertrand Russell severim, Nietzsche sevmem. Birden hepe çıkarıyorsun. Çok fazla genelleme yapıyorsun. Hala imla yanlışların var.”
Cevap veriyorum: “Çok incesin. Sağ ol okuduğun için. Ben henüz herkesin okuması için hazır olduğumu sanmıyorum. Sanıyorum bir süre İngiltere ya da Amerika’da yaşamam gerek. Birkaç yıldan da çok belki. Sürekli aynı ülkeyle konuşmaktan sıkıldım. Ne anlatayım peki? Herkes kendini anlatmış. İkisini de severim. Sokağa çıkıp yüz kişiye fikrini soramam ya. Ben de kendi fikirlerimi yazıyorum. Evet var. En fenası noktalamalar. Uzun bir cümle kurarken acı içinde kalıyorum.”
-“Semra Can var Penguen’de yazar ve çizer. Mesela ben bıktım onun kedilerinden.”
-“Ama onun hayatı o.”
-“Dostoyevski kendi hayatını mı yazmış?”
-“Evet. Ben Tolstoy’u daha çok severim.”
-“İşte ben de tam da onu demeye çalışıyordum. Tolstoy, Anna Karenina mıydı da bir kadının çektiklerini o kadar iyi anlatabildi? İşte sen de onun gibi yazmalısın.”
-“Tren raylarına atarak mı?”
-“Kendi hayatına ait olmayan, içinde senin olmadığın bir şeyi yazmalısın! Zweig gibi mesela. Satranç ya da Amok Koşucusu gibi bir şeyler yazmalısın.”
-“Tanrım, nasıl yazarım? Zweig değilim, Yahudi değilim, Gestapo yok tepemde, yıllar, coğrafyalar, tarihler, farklı türde acılar ve coşkular var aramızda. Anna Karenina’yı da öyle yazmazdım ve yazamazdım, herkesin Karenina’sı kendince.”
-“Dostoyevski gibi de olur.”
-“Mevsimleri bilmeden mi? Ruhla kafayı bozmuş o da. Ama netice itibariyle her kardeşte kendi evrelerini anlatmış, kendi ruhunda kopan fırtınalardı onlar. Karamazov’u altmışında yazıp, ölmüş zaten. Hem benim ruhum o kadar da fırtınalı olmayabilir. Nazik esen rüzgarları kim sevmez? Burası da Saint Petersburg değil. Kars’a mı gitsem acaba sürgün niyetine? Şu eksiler geçsin, düşünsem mi?(Sanıyorum paniğe kapılıyorum, Dostoyevski olmak için ne yapmam ger.. Neler saçmalıyorum?)”
-“Demek istediğim onlar nasıl yapmışlar, sen de yap. Erkek gibi düşünebil. Erkekler bunu yapabiliyor, sen de yap.”
-“Düşünmeye gayret ediyorum ama yapamayabilirim.”
-“Beauvoir gibi yaz.”
-“Tanrım. Yatakta çok ateşli bir öğrencisi vardı vazgeçemediği.”
-“Konuyu buraya getirme. Önemli olan yazması. Cinsellik ve cinsiyet önemli değil.”
-“Değil de o da nihayetinde kendi gözlemlediğini yazmış, takıntılarını yazmış. “İkinci Cins”de kadınların evrelerini, durumlarını anlatmamış mıydı, çok oldu okuyalı.”
-“Olsun onun gibi yazabilirsin. kadınlar burada tıkanıyor işte. Hepiniz aynısınız.”
-“Bunun nesi kötü? Türler birbirine benzerler. Tabiatımızdan hep.”
-“Asla bir Juliette Vernes çıkmayacak sizden. Frida Kahlo dışında akılda kalan bir kadın ressam yok. O da bakmış bakmış kendi resmini yapmış. Kendini ne çok beğenmiş.”
-“Ama o da kazadan sonra yatmış yatmış, aynadan kendine bakmış.”
-“Sonra kalkmış ama gene kendini resmetmiş. Hepsi aynı. İnsan doğaya bakmaz mı hiç? İki portakal, üç elma çiz daha iyi.”
-“Van Gogh’da kendini çizmiş ama(korkunç bir nesli ve nefsi müdafaa yapıyorum).”
-“İki kez. Sadece. Sonra ayçiçeklerini yapmış. Dışarıya bakmış. Siz hep aynada kendinize bakıyorsunuz. Kendinize aşıksınız. Ben ben ben diyorsunuz mütemadiyen. Ondan diyorum Tolstoy gibi yaz.”
-“Ben erkek karakterleri yazarken bile kendim gizliyim içlerinde. Ama tam manasıyla bir adam gibi, erkek gibi düşünüp, yazamayabilirim. Her karakter bende gizli. Empati kurabilirim ama mantığımız çok farkli. Ondan farklıyız.”
-“Böyle asla bir başyapıt çıkartamazsın.”
-“Başyapıt?!?”
-“Evet.”
-“Evet.”
-“Yapabilirsin. Yap.”
-“Ama ben biraz melankoliğim ve ruh halim bu, yakamı bırakmıyor. Normal zekaya sahibim. Hiçbir deha göremiyorum kendimde ve hatta sınırlı yeteneğim. Başyapıt çıkartabilir miyim bilemiyorum şu vaziyette. Bir kitap yazdım, basılması fikri bile ödümü patlatıyor. Kimse de bastırmıyor. Beni bekliyor bir köşede. Bazen geri çekiliyorum. Her yazı iki üç saat sürüyor. Kitap dört ayda bitti. Üzerinden bir sene geçti. Buradan da sıkıldım, yaz yaz nereye kadar? İnsanlar kafamın içindeki tüm manyaklıkları öğreniyor, şimdi şu an bile ve sonra da bizimkinde hiç yok böyle şeyler deyip kendilerini normal gösteriyorlar. İnsanlık adi, ben ne yapayım? Başyapıt ha, aklıma gelmezdi. Kendi yaptıkların arasında en iyisi, geçtim dünya çapında olmasını.”
İşte böyle benim iyi niyetli arkadaşımın beni iyi niyetle yönlendirmeye çalıştığı şu konuşma, maalesef ki ruhumda derin yaralar açmış durumda. Kafamda yeni yeni düşünceler filizlendi sınırsız baskı yapan. İç sesim der ki; “Rusya’ya git, Prag’da olur, olmadı Kars’a, sürgüne git, kara, buz gibi soğuğa git, mümkünse Sibirya’ya ya da Yakutistan’a git, Alaska’da olur, daha çok soğuk daha çok gizli acı sanki Afrika’ya inat, insanlarla sürtüş-tartış(sanıyorum en kolay yapabileceğim), acı çek, daha çok acı çek, en büyük acıyı çek, delir, ama geri gel gittiğin yerden, İsrail’e de gidebilirsin -hem iklim ılıman-, iki örgü yap yanlardan, belki zamanı geldiğinde seni de tutup götüren olur gökyüzüne doğru, çok derin aşklar yaşa yasak olsunlar hem çekmiş hem çektirmiş olursun böylelikle ve acın katmerlenir; ama nihayetinde tren raylarından uzak dur!” Tek bir telefonla şu geldiğim noktaya bakar mısınız? Umursamaz görünüyor insan ama herkesin ağzından çıkan her cümle beyninde yuva yapacak bir yer buluyor ve her yeni söz daha çok kuş sesi ve kuş türü demek oluyor. Çok kalabalık yaşıyorum. Tanrım kafamda kuşlar ordusu var sanki. Bir kedi alsam, uzun seyahatlere dayanıklı bir kedi alsam ve kafamdaki kuşları bir bir avlasa, hayatımı kolaylaştırsa, kimse benim kedimin kuyruğunu koparamaz, istersem bir insana karşı çok barbar olabilirim, adiler bunu sokak kedilerine yaparlar hep, sahipsizlere.
—-.—-
Bir Cevap Yazın