TRAKYA
“Herkesin beni konuşmasına ciğerlerim el vermeyebilir.”
Ben giderken mevsimlerden yaz, aylardan ağustos. İstanbul’dan Edirne’ye giden otobüsün içerisinde, okumak istemeyen bluğ çağındaki oğluyla başı dertte bir kadının yakınmalarını dinlemekle o kadar meşguldüm ki, bir an başımı çevirdiğimde gördüğüm ayçiçekler aklımı başımdan almaya yetti. Ayçiçek tarlaları git git bitmedi kilometreler boyunca. Başları gökyüzüne dönük, binlerce.. Renkleri, suskunlukları, titreyişleri, zarif duruşları, bir ince sapla hayata tutunuşları umut verdi. Tekrar yan koltukta oturan kadına çevirdim başımı. Adımı öğrenince Trakyalı sandı beni. “Dayım koymuş” dedim. Meriç Sümen’i çok beğenirmiş. “Dayının adı neydi?” dedi. “Ayçiçek” dedim. Ben kaynağıma geldim.
Sonra bana ikinci kocasının fotoğrafını gösterdi. Çok güzel bir adam bulmuş(kendisi buldum dedi üzerine basa basa). Emlakçıda tanışmışlar. Aşık olup, evlenmişler. İkisininde ilk evliliklerinden tek çocukları var ve kadın itiraf ediyor. “Bu sefer çok başka sevdim, tutuldum.”diyor. “Ne güzel.” diyorum. İlk kocası da iyi insanmış ama bu başka deyişinden, gözlerinde adamı her anışındaki pırıltıdan belli oluyor aşkının korunmuşluğu. Mutluluğunu kıskandım bir an. Mutlu mu bilmesemde. Aşkını kıskandım diyelim, aşık olma şeklini. Ama bunu size söylediğimi unutun. Hiç kıskanmadım, hiç tanımadım belki ben onu. Hiç açmadı bana sırrını, bende ona benimkini. Sustuk biz. Yol boyunca hiç konuşmadık. Sizler öyle bilin.
Garajdayım ve yol arkadaşımla ve yolcularla kuru, sıcak, bunaltıcı bir iklimde servisin gelmesini bekliyoruz. Bir sürü şey daha anlatıyor bana aşık kadın; şehri, insanlarını, iklimini. Onu bırakıp gitmek gelmiyor içimden. Burada İstanbul gibi yapış yapış olmazsın diyor. Evet ama haşlanıyorum ben şu an. Hiç böyle bir hava beklemezken, birde bana buraların kışını anlatıyor. Evde kalorifer yoksa, sobalı bir evde, sobanın yanmadığı bir odasında uyuyup uyandığında ayakların buz kesermiş yün çorapların içinde. “Sivas gibi mi?” diyorum. “Hiç gitmedim.” diyor. Enteresan bir şekilde çizgilerle bölgelere ayrılmış ülkemin havaları da enteresan, soğuğun nereden çıkacağını kestiremiyor insan(Balkanlar ve Rusya bu konuda çok cüretkar olabiliyor bize karşı), bunca sıcağın akşam akşam nereden geldiğinin bilinemezliği gibi.
Selimiye Cami, Mimar Sinan’ın ustalık işi eseri. İkinci Selim’in talimatıyla yaptırılmış. Büyük bir avlusu var, aynı zamanda müezzinliğini yapan imamı içerideydi. Turistik olduğu için ziyaretçilere açık her zaman. Sinan, Koca Sinan işinde pek maharetliymiş. Nereye giderseniz gidin bir şekilde Selimiye’ye çıkıyorsunuz şehirde ve dört minaresiyle size daima yol gösteriyor. Bir caminin etrafında kurulmuş şehir izlenimi veriyor insana. Esnaf, turistler, sokaklar hep Selimiye’ye ayarlı. Beş veya on dakikalık mesafedeki karşılıklı müzelerinden birini seçiyorum. Arkeoloji Müzesi’ymiş. Çok fazla eser yok. Yalnız Atatürk’e ait Yunanca bir harita var. Görevliye soruyorum “Atatürk Yunanca’da biliyor muymuş?” diye. O da bilmiyor, “Hediye galiba” diyor. Çok padişahlar geçmiş buradan. Ama Edirne akla en çok Atatürk’ün pırıl pırıl gözlerini getiriyor benim aklıma(sevdiğim en ve tek mavi gözlere sahip insan). İçimdeki Atatürk sevgisini atmam mümkün değil, çok işlemiş. Devri geçmiş lider diyenlere inat, Nutuk’ta Ortadoğu’da yaşanacak kargaşadan bahsediyor 100 yıl sonraki. Nutuk hakkında ufak çapta bile olsa bilgiye sahip olmak gerekiyor Atatürkçü’yüm ben diyebilmek için.
—-.—-
Ertesi sabah bol bol cami, köprü, nehir, bağ, bahçe, mesire yeri olan şehirde yarım günlük tur atıp, ayrılıyorum sessizce. Saniyelik aralıklarla ezanlar okunmaya başlıyor şehrin dört bir yanındaki camilerden ve sayısız köprü geçmişim hissine kapılıyorum Karaağaç’a giderken. Meriç Nehri’nin karşısındaki belediyenin tesislerinde kahvaltı ediyorum. Garson masama gelip, yalnız mısınız dedikten sonraki beşinci dakikada arıların istilasına uğruyoruz tostum ve ben. Arıların da bir ruhu var mıdır acaba? İğneli, bal yapan, kanatlı kuşumsu böcekler. Ekmeğimi paylaştım ben onlarla, daha ne yapayım? Gene bir telefon trafiği yaşanıyor tam da Kırklareli’ne gitmek için yola çıkmışken. Ne işin var orada, Venedik’in suyu mu çıktı(bekar kız arkadaşım), Kırkpınar ne zamandı(gay arkadaşım), havalar nasıl, esinti var mı(babam).
Edirne’den Kırklareli’ne geçiyorum. Kadınlar gecenin bir vakti sokaklarda gezebilirlermiş bir başlarına. Trakya’nın medeniyetini seveyim. Güvende hissetmek güzel oluyor. Nispeten daha küçük bir çarşısı var Edirne’yle karşılaştırınca. Trakya’nın Paris’i de Edirne olsa gerek. Eski ama bana daha sevimli görünen çarşısında dolaşıyorum. Güzel, temiz esnaf lokantaları var. Kasaplar Sokağı’nda Kırklareli köftesi yiyorum. Bir dolmuşla Kavaklı’ya gidiyorum. Buranın da Belediye Başkanı kadın ama tek çivi çakılmıyor. Görünüşe bakılırsa ihtiyaç da yok. Sınırlı sayıdaki insana yönelik yaşamda fazla gürültü patırtı çıkarmadan çalışıyor anlaşılan belediye. İnler cinler top atıyor derler ya; ya gerçekten atıyor iseler.. Evlerin arasından tek başına geçiyorum. Sağıma soluma bakıyorum. Bir Allah’ın kulu yok. Zaman durmuş gibi, evlerden çıt çıkmıyor. Ortalıkta çocuk, genç, yetişkin kimse yok. Kahvelerde boş. Otobüs şoförü ve durakta bekleşen üç beş kişi var. Bana ne işin var ki buralarda der gibi bakıyorlar. . Bilmiyorlar ki benim bu soruyu kendime her gittiğim yerde binlerce defa sorduğumu. Ayşe diyorum, Ayşe Hanım’ın evini aradığımı söylüyorum. Verdiğim tarifle nihayet buluyorum evini. Zayıf bir kadın, koyu renk olan saçlarına beyazlar düşmüş. Gözlerinizi gözlerinden alamıyorsunuz. Kaşık kadar yüzünde gözlerini belirginleştiren yaygın, kalın ve kıvırcık kaşları var. “Ne işin var burada? Hem benim adım Yaşa, Ayşe değil.” diyor.” “Olsun babaannemin adı Ayşe, severim bu ismi diyorum”(sıcakta mantıksızlaştığımı kabul ediyorum, kadınla abuk sabuk konuşuyorum). Beni içeri alıyor genede. Yere oturuyor. Ara ara beni süzüyor, Sanki bir şeyler arıyor. Ağzını açıp tüm o tuhaf cümleleri, değişik vurgularla olanca çıplaklığıyla söylemese alelade bir kadın aslında. Hatip gibi konuşuyor, birde diktatörlüğü var, kuralları burada ben koyarım, benim dediğim olur der gibi. Ve o anlatırken ben ikincil duyuyorum sözlerini sanki, bir başkasına daha söylüyor ve bana aksediyor boş bir duvara vurup geri dönen kelimeleri efsunlu kadının. Evin içinde ikimiziz ama sanki çok kişiyiz. Aklım karışıyor, zihnim bulanıyor.”Ben fal için..” Bıçak gibi kesiyor sözümü. “Ben falcı değilim, şifacıyım.” “Otur!” diyor. Kusu kusu çöküyorum önüne. Ocağını yakmak için hamle yapıyor. Çakmak arıyor. “Birde dağınık olmasan, aklını toplayabilsen neler yapacaksın, değil mi?”(bir keresinde ceketimi büyük bir mağazanın giyim reyonunda, nüfus cüzdanı ve benzeri tüm kartlarımı en az iki defa, pasaportumu defalarca kaldığım otellerde, annemi ise arabada unutmuşluğum var) diyor. Fiziksel hastalıklarımı ve kaynağını gösteriyor. Tüm oklar beynime çıkıyor, fiziksel olarak turp gibiymişim. Kurşun döktürüyorum. Standart olarak o bunu yapıyor. Ekmek parçaları atıyor bir tasın içindeki suya. Bana yaşayacaklarımı söylüyor bir bir. “Burası kalabalık değil mi?” diyorum. “Yok benim oğlum öldü, gelinle torun da yok.” diyor. Kazada öldüğünden ve oğlunun tabutunun kapağını açıp, onu kucakladığı gibi masaya yatırışından bahsediyor. Çocuğum olup olmadığını soruyor. “Ne güzel işte derdin yok, bak ben benimkini gömdüm, derdi bitmiş mi oldu şimdi, en büyük yaramı gömdüm, gözümü gömdüm, oğul’umu gömdüm ben.” derken duvardaki fotoğrafına bakıyor oğlunun. Bir kaç kez daha yapıyor bunu farkında olmadan. Oğul duvarda fotoğrafının çekildiği yaşta. Oğul bizimle. Hemen yanımızda. Gömdüm diyor oğlumu. Ama Oğul burada. Gayba inanan ve gaybtan ürken bir insan olarak Tanrım kafalarımızı karıştırma, huzur ver ruhlarımıza, bizi dünyevi işlerle meşgul et sıkça ki uğraşamayalım öteki tarafla diye mırıldanıyorum. Yaşa seçilmiş, yoksa bilemezdi çok şeyi, mutlu mu, nasıl olsun, nasıl olabilir? Seçilmişe mutluluk yokken, sıradan insan ne yapsın? “Ruhların Evi” ve “Yüzüklerin Efendisi” geliyor aklıma. Son zamanlarda izlediğim “Hereafter”var konuyla ilgili, bir referans olarak geldi aklıma. Tüm o orklar, elfler, kıllı ayaklı, koca kulaklı hobbit’ler(bakar mısınız Tolkien’e sen git bilim adamı ol, sonra da köyünün üç harflilerini, dört harflilerini yedir yuttur okuyucularına. Acaba bir çeşit Gandalf’la karşı karşıya olabilir miyim bende şimdi, şu an?). Yok değil. Mihaly Hoppal’in “Avrasya’da Şamanlar” kitabındaki şifacılar gibi Yaşa Kadın. İşaretleri okuma yetisi bahşedilmiş ona ya da o bir şekilde öğrenmiş kapıları zorlayarak. Benim günlük hayatta üzerinde durmadığım bir sürü ayrıntıyı görüyor. Çünkü üçüncü gözü açık. Besmelesini çekiyor, Elhamdülillah müslümanım diyor. Sonradan hepimiz olduk tamam da, peki ya öncesi..
Netice itibariyle hepimiz biraz batılız, Freud bile(17 rakamının hayatındaki uğursuzluğuna inanırdı). Bizi, hepimizi ilgilendiren cinsel hayatımızla ilgili bir sürü fikri vardı ve o devirlerde henüz daha etkin bir doğum kontrolü olmadığından, karısından uzak durmaktaydı(diline vurmuş derler o hesap, dertliymiş adam, ne yapsın?). Ve Dostoyevski yıllar yıllar öncesinden bilmiş ve açıklayıvermişti gaybı: “Hayaletlerle, hortlaklar başka dünyaların parçalarıdır, başlangıcıdır. Sağlıklı bir adamın hortlakları görmesine sebep yoktur. Çünkü sağlıklı bir adam her şeyden çok yeryüzünün çocuğudur. Yaradılış kanunları gereğince, yalnız bir dünya yaşamı sürmek zorundadır. Ama sağlıklı bir adam biraz hastalanıverince, organizmadaki normal yeryüzü düzeni bozuluverir, hemen başka bir hal alır. Adamın hastalığı arttıkça öteki dünya ile olan ilişkisi artar. Böylece insan öldüğü zaman öteki dünyaya göçer. Bu öteki dünyaya inanmaktır.” ==> Suç ve Ceza
İğneada’ya giden bir dolmuştayım. Değişik kadınlar, anlattıkları tuhaf şeyler zaten karışmış aklımı iyice karıştırıyor. Biri geveze, öteki kekeme iki kadınla oturma ihtimalim vardı öncesinde. Gevezeyi kaldıramayabilirim. Öteki zaten uğurlamaya gelmiş. Şans eseri yanıma bir Kürt kadın oturuyor. Nasıl uslu anlatamam. Sormazsan sormuyor, konuşmazsan susuyor ve düşünüyor. Ne düşünüyorsun dediğimde bana çok sayıdaki(tam rakam aklımda değil ama çok işte, altı artı filandı) çocuklarından birinin hastalığını düşündüğünü söylüyor. İçten bir kadın. “İyi ki sen geldin yanıma.” diyorum. “Neden?” diyor, sonra benim cevabımı beklemeden “O çok konuşuyor, hep öyle o.” diyor, gülüşüyoruz. Nereden geldiğini anlamadığım yiyecekler ikram ediliyor bize, bana “Al al!” diyor, ben yanımdakileri tutuyorum, anlayacağınız yiye içe gidiyoruz. Önce Demirköy’den geçiyoruz. Uslu kadın burada iniyor. Kızı karşılıyor onu. Bir tek ev onlarınki bayırdaki. Ve civardaki. Nerelerden nerelere gelip, ne şartlarda nereye ev yaptıklarına bakıyorum. Aklım almıyor. Ama indiğinde kızını gördüğünde yüzüne yayılan tebessümü.. Unutmam. Anneliğin en özel tarafı, çok sevebiliyorsun çocuğunu, çok çok, anlatılmaz derecede çok. Canım kızım, canım oğlum diyorsun ona, göğsüne sıkı sıkı bastırır gibi. Öperim kızı öperim, öperim oğlu öperim…
Longoz ormanlarının arasından geçiyoruz, yeşeriyoruz gelirken. Istrancalar çıkıyor karşımıza. Başın öne eğilmesin “Kürk Mantolu Madonna”.
İğneada’yı bir Bodrum, bir Marmaris olarak hayal etmeyin. Ama fiyatlar uygun. Ondan olsa gerek tatilin de verdiği rehavet üzerine eklenince bir sürü insanın kendini yemeye içmeye verdiğini görüyorum. Çekirdekler çitleniyor, kafelerde çaylar, biralar gırla gidiyor. Akşamları canlı müzik oluyor, herkes plastik sandalyesinde önce şöyle bir kaykılıp, çok fazla nazlanmadan kendini dans pistinde oyun havaları eşliğinde göbek atarken buluyor. Yıllar olmuştu salonlarda yapılan düğünlere katılmayalı. Figürlerde bir ilerleme yok, aynı el kol hareketleri.
Öğle üzeri denize girmek üzere şemsiye, şezlong örtüsü, litrelik kola, ekmek araları ne varsa kapıp akın akın civar muhitlerden gelmiş neşeli ailelerin peşisıra sürükleniyorum bende maviye doğru. Kolay barınamayacağımı düşünerek hemen denize girip kaçmayı planlarken önümden geçmekte olan ambülansın acı siren sesiyle irkiliyorum. Ne olduğunu anlamıyorum. Toplanan kalabalık yavaş yavaş dağılırken, bugün tam 4 gencin boğulduğunu öğreniyorum. Ölmüşler. İnanamıyorum ama ne gelir ki elden?
Salına salına ilerliyorum dalgalı denize doğru. Nazlanıyor bedenim; ayaklarım, bacaklarım derken kalçama kadar batıyorum ve hop beklenen son: zarif bir şekilde dalıyorum suyun altına. Atıyorum kulaçları, dalıyorum çıkıyorum derken bir ses duyuyorum önce üzerime alınmadığım. Öfkeli ve çaresiz bir ses bu: “Geç sağa, topluluktan ayrılma, uğraşamam ben.” diyor. Bana. Cankurtaran. Yerinden fırlamış düşmanca bakıyor. Uğraşamamışın zaten sen, onlarda ölerek uğraşmışlar. Çocuk gibi azarlıyor beni. Az evvel yer açıp da yüzemediğim dubalarla çevrilmiş, güneşin altında kızışmış bedenlerin fin hamamına çevirdiği ıkış tıkış bölümde çimlenen yüzler suyun yüzeyinde kalma gayretine ek olarak beni izliyorlar. Buradaki ilk ve son deniz faciam da kapanmış oluyor böylelikle.
Denize, güneşe, ayara doymuş bedenim, fazla d vitamini depoladığından ertesi gün tekrar yola çıkıyorum. Garip bir güzergah çiziyorum kendime. Kırklareli’nden Tekirdağ’a geçiyorum. İyi ki gelmişim diyorum görür görmez. Trakya’nın asıl Paris’i burası galiba. Hem denizi de var. Tekirdağ köftecilerinin önünde orta üst kesimin aileleriyle beraber gelip yemek yedikleri bir sürü restoran var. Sahilde çay bahçeleri, ötesinde de keyifli balık restoranları. Şimdilik alkol satışları da var. Dayan Tekirdağ.. Adına kuvvet..
Bir Cevap Yazın