THE TUNNEL / TÜNEL
“Bir kadın diğer tüm kadınların yerini tutar mı?” Elise
“Seçimlerini haklı çıkarmak için duygularının arkasına sığınıyorsun.” Elise
“Problem aldatmış olman değil, yakalanmış olman.” Elise
“Yanımda birisi varken uyuyamam. Nefes alıp verişleri beni rahatsız eder.” Elise
“İnsanlar neden internette yazan her şey için yorum yapma ihtiyacı hissediyorlar?” Karl
Biri orjinal olmak üzere üç alternatif arasından bir tanesini seçmem ve izlemem icap ettiğinde, hem Fransızca hem de İngilizce duymak istediğimden İngiltere Fransa ortak yapımı The Tunnel’ı seçtim. Dizinin orijinali olan Bron/Broen’un IMDB puanının yüksekliği ve ilk oluşu ve kuzey ülkelerinin krimi’deki başarısını bilmeme rağmen birkaç kelime Fransızca işitme isteğime yenik düştüm. Ve hayattaki birçok şey gibi bu tercihimin de-adı üzerinde tercih, kişisel olduğunu şahitsiz bir kez daha deneyimlemiş oldum. Ahh çok pardon benim şahitlerim sizlerdiniz… Bir an aklımdan çıktıysa da tekrar varlığınızı hissettim hem de hiç pişmanlık duymadan ve varlığınızın hiç de fena olmadığını anladığım şu anlarda bu çok gereksiz düşüncelerimi uzun uzadıya sizlerle paylaşma dürtümden vazgeçirmeye zorluyorum kendimi zihnimden geldiğince. Ha bu arada orada olmaya devam ediniz, etmeniz temennimdir aynı zamanda. Gelelim dizinin bu versiyonunun isminin neden “Köprü” olmadığına. Olayların fitilini ateşleyen parçalı ceset İngiltere ve Fransa’yı denizin altından birleştiren Manş Tüneli’nin iki ülkeyi ayıran ortak noktasına bırakılıyor ve olay mahalline gelen İngiliz ve Fransız dedektifler de kararsız kalıyorlar cinayeti üstlenmekte. Sofia Helin’in canlandırdığı İsveçli dedektif Saga orijinal dizide Danimarkalıları pasifize ediyordu. Amerikan versiyonundaysa Diana Kruger, El Paso yani Teksas ve dolayısıyla Amerika adına sahipleniyordu cinayeti Chihuahua’lı dedektife posta koyarak. Öncelikle cesedin ait olduğu milliyet ve başının olduğu taraf yani Fransa ve sonrasındaysa biz kadınların tırnakları ve dişleri, güçlü tarafın kim olduğunu gösteriyordu daha ilk dakikalardan itibaren, yani Fransa. Karşı tarafın dedektifleriyse bıkkınlıkla ve kuyruklarını kıstırarak yarıda kalmış uykularını kovalamak üzere tam da kuş tüyünden yataklarına kavuşacaklarken, olay mahallinde daha önce bir mezbahada ya da ameliyat masasında özenle ikiye bölünmüş, bağırsakları temizlenmiş olan ceset olay yeri ekibi tarafından taşınmak üzere kaldırılırken dağılıyordu bir anda. İtinalı bir şekilde tam da cenaze töreni için hazırlanmış gibi duran ve çizginin üzerine yerleştirilmiş cesede giydirilmiş pantolonun içindeki bir çift bacak bir tarafta, gömleğin içinde kalmış üst gövde diğer tarafta kalırken, vücut bütünlüğü bozulmuş cesedin bir buz parçası gibi sessizce ayrılışına tanık oluyordu şaşkınlıkla dedektifler de.
Dizinin yıldızı olmayı başaran kadın oyunculukları üstünkörü bir karşılaştırmayla değerlendirdiğimdeyse The Tunnel’daki Elise rolündeki Clemence Poesy’nin, Saga’dan aşağı kalmadığını ve yavaş yavaş diziye oturmak yerine, dizinin kendisine oturduğunu hissettirttiği anda donuk yüzü, soluk makyajı ve Asperger’in verdiği hiç bitmeyen dürüstlüğü ve olayları ve kelimeleri dolaysız algılayıp, kinayesiz ve acımasız bir şekilde yorumlaması sayesinde kendini yavaş ama derinden kabul ettirebildiğini hissediyorsunuz. Poesy’i hakkını yemeden sevdim ben de işte bu yüzden. Çok hırçınlaşmadan oynadı üzerine düşen rolü. Normalde insanların en kırılgan ve acılı anlarında bile yalan söylemeyi redderken, finalde Karl için yalan söyledi ilk defa. Dokunulmaktan ve dokunmaktan hoşlanmasa da ilk Karl’a sarıldı teselli vermek için donuk bakışlarıyla kurumsal hapishanesinde yaşamaktan memnun görünen ve kimsenin kendisine sadık kalabileceğini düşünmeyen kuralcı Elise. Çocukları daha küçük insanlar olarak görüp, insanların onları kalplerine dokundukları için sevdiklerini söylerken ve dünyada yeterince çocuk var derken, kısaca kendi dünya görüşünü özetliyordu dolaysız yollarla. Tensel ihtiyaçlarını, içgüdülerine göre doyurup yoluna devam edebiliyordu kolaylıkla. Tüm bunlarsa genç kadını itici yapmaktan çok kendine has bir aura oluşturuyor ve bu haliyle de sevdiriyor kendini.
Cesedin bir yarısının Fransız kadın milletvekiline, diğer yarısının bir İngiliz fahişeye ait olduğu anlaşıldığında cinayeti diplomatik açıdan beraber yürütmeye başlıyor iki ülkenin dedektifleri. Maktül diyelim-bu sefer, üzerinde kontrollü, titiz ve temiz çalışılmış olduğuysa bağırsakların bir başka yerde temizlenmiş olmasından anlaşılıyor. Dedektifler düğümü çözmeye çalışırken beraber geçirdikleri uzun mesai saatleri yüzünden yavaş yavaş birbirlerinin hayatına karışmaya ve birbirlerini tanımaya başlıyorlar. Elise’ın boğularak ölmüş bir ikizi olduğunu öğreniyoruz. Babaları denizde boğulmakta olan diğer kızına ulaşmayı başaramamış ve hayatta kalan ikizlerin teki Elise olmuş. Hep aynı acabayla yaşamış bu yüzden genç kadın. Acaba babasının bir seçme şansı olsa kimi kurtarırdı bir büyük soru işareti olarak kalmış hayatında. Dizinin en anlamlı sözünü söyleyen Karl’ın bunu kendi hayatında uygulayıp uygulamadığını bilmesek de bir acaba’nın, bir keşke’nin maalesef ki göksel anlamda kayıtdışı kaldığını ifade etti aslında kendince. İşler, hayat, kendi hayatlarımız ya da yakınlarımızın hayatları bir başka olasılık üzerinden yürümüyor nedense. Tek bir gerçek ve gerçeklik var ve o anda bunu kavramak, o an önemliyse eğer bunu idrak etmek çok mümkün gözükmüyor. Hayatımız her zaman seçimlerimiz olmuyor. Hayatımız böyle oluyor işte. Biliyorum stoacılara benzedim bu günlerde. Memento mori! Çünkü işler sadece bu şekilde yürüyor. O şekilde değil. Öteki şekilde de değil.
Karl’sa daha yeni ameliyat masasından kalkmış da gelmiş. Üç eş ve beş çocuk sığdırdığı hayatının bundan sonrasına iki çocuk daha sığdıracağını öğreniyor dizinin ilerleyen bölümlerinde hamile olan karısından. Ceketini atsa eşlerini hamile bırakan Karl için varoluşun sonsuz döngüsü, tatlı çapkın bakışlarının altına gizlediği libidosuyla birleştiğinde bum bum etkisi yapıyor ve bir Yunan tragedyasından fırlamış da gelmiş gibi duran intikamcı tanrılar yine intikamcı bir adamın kılığına girip sinsice hayatına süzülüyorlar Karl’ın. Karl hamile karısını aldatıyor ve evden kovuluyor. Hayatının kontrolünü kaybediyor. Ailesinin kontrolünü kaybediyor. Kuzuların başında olmadığından kurt sürüyü dağıtıyor. Kader çarkları Karl’a ceza kesiyor. O geçmişi bıraksa, geçmiş onu bırakmıyor. Bir baba acı çekmeden ölen oğlu adına teselli bulmaya çalışıyor. Zamanında hesap edilmeyenler bir sürü keşke’ye dönüşüyor. Acı insanı suskunlaştırıyor. Sen susuyorsun, iç sesin konuşuyor her fırsatta. Her tür müzikle dans etmeyi seven adam içine kapanıyor böylelikle. Sevdiği biricik oğlunu onun sevdiği şeylerde arıyor. Oğlunun çocukken en sevdiği kitabı onun yatağına uzanarak okuyor. Karl suskunlaştıkça, içine kapanıyor. İlk sezonun başlangıcında merak uyandıran Elise olurken, son bölümlerde çekim merkezi Karl ve ailesi oluyor. Bu ise tam da bir klişeye sürüklendiğimizi düşünürken ve bu aslında tam da bir klişe iken, bir parça daha etkileyici bir sonla nihayetlendiriliyor dizinin ilk sezon finali. Bir fahişenin kendisine sosyetik demesi üzerine, ben sosyetik değilim, iyi eğitimliyim diyen Karl,boyalı basın yani tabloid gazetecisi olan ve aslında piçin teki olan Danny Hillier’i sıradan kişiler hakkında yazan-ki bu sıradan insanlar göçmenlerdi onun gözünde, kafiyeli argo kullanan, kitap okumayan ve emirleri yüksek yerden alan bir adam olarak tanımlarken gizli kibrini gözler önüne seriyordu bir kez daha. Yaşaması için kendi hayatını feda edebilecek oğluna kızıp odasına gittiğinde ona gerçek teröristinin yaptıklarını neden küçük kızkardeşlerine gösterdiğini sorduğunda en güzel cevabı alıyordu oğlundan. Magazin haberlerini izlemenin daha kötü bir şey olduğunu söylüyordu Adam. Dizinin ermişi Adam bu ve benzer sözleriyle ayrıldı babasının hayatından. Bazen anlamsız gibi gelen sözler vardır. O an kıymetsiz gelir, telaştan, anın sıcaklığından… Kendinden yaşça küçük ve deneyimsiz bir oğlun sözleri çınlar durur bundan sonra bir babanın kulaklarında.
Kendisine “Gerçek Teröristi” dedirten adam, telefonun ucundan bazen Danny Hillier aracılığıyla mesajlarını iletiyor ve nihai sonucuna ulaşıp intikamını almak için hedefler gösterip, amacı doğrultusunda insanları öldürmekten, isteklerini sıralayıp eğer gerçekleştirilmezse rehineleri öldürmekle tehdit etmekten, bir parça beyaz fosforla insanların tutuşmasına kadar bir dizi eyleme imza atıyor. İnsanları terörize ederek, sesini duyurmayı başarıyor. Kaybedecek bir şeyi olmadığından, başkalarının kaybını umursamıyor. Bir adamın elinden ailesini aldığında, intikam duygusuyla karışan hastalıklı ruh halinin yapabileceklerinin ulaştığı uç noktaları izliyoruz. On bölüm boyunca masum katli yaşanıyor. Çocukların masumiyetleri alınıyor ellerinden. Yeri geldiğinde insanların tutuşmasını planlayan bir adam, cehennemi seriyor insanların gözlerinin önüne. Eski bir Ahit tanrısı gibi meydan okuyor ve kendi dünya düzenini kurmaya ve dikte ettirmeye çalışıyor insanlığa. Kendine yaşatılanlardan hoşnut kalmadığından olacak, şimdi o yazıyor kendi el yazısıyla başka başka sonlar dizginleri eline aldığı ilk andan son anına kadar.
Özellikle Clemence Poesy’nin oyunculuğu için, Asperger’in aslında bir sendrom değil olması gereken ideal insanın belki de bir aspergerli olmasının hiç fena bir fikir olmayacağını ve kimi zaman seksin ve aşkın birbirinden ayrılması gerektiğine dair Elise’in bakış açısı ve davranışlarının yaşamı kolaylaştırabildiğini gösterdiği için, baba oğul hikayelerinin en acıklısı olabileceğini hatırlattığı ve suçluluk, aile, sadakat, aldatma ve kayıplar üzerine de söyleyecek pek çok sözü olduğu için 2013 yılı yapımlı “The Tunnel”ı izlemenizi tavsiye ederim.
Bir Cevap Yazın