SAUL’UN OĞLU / SAUL FiA
…İkiniz yüzünden öleceğiz.
Saul : (Biz) Zaten ölüyüz.
Yaşayanları bir ölü uğruna terk ettin.
Çok geç kaldığım bir film Saul’un Oğlu. Bu senenin en iyilerinden ve hepsinden öte bir ilk film, Laszlo Nemes’e ait. Belki de yüzlerce kez işlenmiş İkinci Dünya Savaşı merkezli, Nazi zulmünü ve toplama kamplarında yaşanan dehşet ve vahşeti tüm çıplaklığıyla, bu sefer de bir Macar yahudisinin çaresizliğinin yüzü ve omuzları üzerinden anlatıyor yönetmen. Tüm bu yaşananlar 1944 yılında Auschwitz, Birkenau’da geçiyor, Nazi Almanyası’nda kurulmuş olan en büyük toplama, zorunlu çalışma ve imha kampında. 7005 numaralı Saul Auslander, Naziler tarafından kötünün iyisi demeye bin şahit bir durum için seçilmiş bir Sonderkommando yani bir sır taşıyan. Sonderkommandoları diğer Yahudilerden ayırmak için ceketlerinin sırtına kırmızı boyayla birer çarpı işareti koyarak damgalamışlar, tıpkı zamanında evlerine yaptıkları gibi. Toplama kamplarındaki cesetleri toplayıp temizlik yapan bu mahkum işçiler, kampta kalan esirlerden ayrı yerlerde tutulup, güç gerektiren bir iş yaptıkları için bir kap da olsa yemekle besleniyor, birkaç ay sonra da öldürülüyorlar. Mevsimlik işçileri anımsatıyor bu halleri. Hayat sigortaları yok. Yaşamak için daha çok gayret etmek mecburiyetinde kalıp, bir sürü zulmün canlı şahidi olduktan sonra, aynı anda hem suça ortak olup hem de öldürülüyorlar neticesinde. Sessiz birer tanığa dönüştürülmek üzere kamplara getirilen Yahudileri soyup, gaz odalarına kapatıyorlar. Onlar içeride kan kusup bağırırken, üstlerini arıyorlar teker teker altın ve kıymetli eşyalar bulmak için. Sonra da izleri yok ediyorlar, kanları ovuyorlar yerlerdeki ellerinde tahta fırçalarla, çırılçıplak cesetleri taşıyorlar kollarından bacaklarından tutup sürüye sürüye o aynı fırınlara atıp yakmak için ve nihayet kalan külleri yani insanlardan geriye kalan külleri karıyorlar küreklerle, tüm delilleri yok etmek için. İsimsizler ordusu yatıyor boylu boyunca ve küle çamura dönüşüyorlar kısa sürede. İşte Saul’un hikayesi de burada başlıyor. Çevresinde yaşanan trajediden ayırıyor onu bu özel durum. Kendisinin olmayan bir oğlun cesedi için bir rabbi yani Musevi din adamı bulup, Kaddiş okumasını sağlamak ve onbinlercesi gibi yakılarak değil, gömülmesini sağlamak hayatının amacı oluyor. Olmayan sesler duyuyor, onu tanıyanlar senin oğlun yok ki diyorlar. Fıdıltılar bıtakmıyor peşini. Ayaktaki bir ölüye dönmüş Saul’un tutunduğu dal önce peşine düştüğü, sonra beraber koştuğu çuvala sarılı bu ceset oluyor. Sanki o dal koparsa orada o da onunla ölecek. Hem kendinin, hem başkalarının hayatını tehlikeye atmaktan çekinmiyor bu uğurda ve zaten yaşayan birer ölü olduklarını söylüyor. O kamplardan sağ kurtulmak mümkün olsa da, tüm bu yaşananların izleri silinmeyecek elbette.
Hareketli kamera bir sis perdesini aralıyor ve Saul’un yüzü netleşiyor ve bundan sonra arka planda ne yaşanırsa yaşansın hepsi flu kalıyor. Saul’da bu yaşananları flu görüyor çünkü. Sadece ona verilen görevi yerine getiriyor yoksa dayanamayacak ya da kendini öldürtecek belki de. Bir makineymişçesine hareket ediyor. Bakıyor ama görmüyor. Herşey, herkes bulanık etrafındaki. Ve yüz, aktör Geza Röhrig’in yüzü çok şey anlatıyor. Kimi ifadeleri insanın içine işliyor, anları unutulmaz kılıyor. Çaresizliği, aşağılanmayı, şefkati, umudu ve öfkeyi görebilmeniz mümkün bu yüzde.
Kanın, ırkın, tarihin, ataların yanıbaşında ölüyorlar ve sen onların ölüm çığlıklarını dinliyorsun kapının arkasından. Aralarından bir tanesi kurtuluyor ve bu bir oğul, senin olmayan ve asla sahip olamayacağın bir oğul bu. Alman doktor kalan cılız nefesini alıyor ciğerlerindeki ve uzaktan çaresizce izliyor Saul. Çaresizliğe bir ağıt bu film. Kelimelere değil, bir adamın hazin çırpınışına bel bağlıyor. Anlayışlı bir doktor buluyor, kendisi gibi tutsak olan. Ondan oğlanı açmamasını istiyor. Cesedin bütünlüğü bozulmasın, tek parça olarak toprağa karışsın istiyor. Sonundaysa nehrin akıntısına kaptırıyor omuzundaki cesedi. Bir türlü gömemiyor oğlunu. Ama o bir oğul buluyor kendine yine en sonunda. Biz görmesek de yüzünde bir gülümsemeyle öldüğünü hayal ediyor insan.
İnsanoğlunun temel güdülerinden biri olan aktarım yani gelecek neslini yaratma, senden bir şeyler bırakmak geride, bunu gerçekleştiremediğinden belki de bu umutsuz çırpınışı Saul’un. Öyle ya da böyle ölüp gideceğinin bilincinde ama ondan geriye bir şey kalsın istiyor belki de. Umut olmadan yaşanmıyor. Nasıl ki kaçıp bir kulübeye saklanan diğer Sonderkommandoların umudu Halk Ordusu üyelerini bulmak, bir başka sonderkommandonunkisiyse (bu kelime sonsuza dek uzayabilir gibi görünüyor) yaşananları fotoğraflamak ve unutulmamasını sağlamak ya da bir diğerininkisi tüm bunları yazdığı kağıtları gömerek bir gün bulunup okunmasını sağlamaksa, Saul’unki de bir oğul, sadece bir oğul; ölü ya da diri…
Böyle bir hayat olabilir mi diye soruyor insan kendi kendine. Ama oluyor işte ve olmuş işte. İnsanlar çığrından çıkmış. İnsanlar aklını kaybetmişçesine hareket etmişler. Bir adamın aklına uyup neler yapmışlar böyle. Şafak sökene kadar gelen binlerce Yahudiyi nasıl öldüreceklerinin planını yapıyor SS’ler. Her bölüme iki adam, bir kadın, bir de çocuk koyacaklar, külleriyse her iki seferde bir, on iki dakika boyunca havalandırılacak. Fırınlar yetmez olduğundaysa çukurlara gönderiliyor gelenler. Parlak ışıklar altında yürüyor genci, yaşlısı, kadını, erkeği. Bebeklerin çığlıkları, insanların yakarış dolu dualarına karışıyor gece gece. Birer kurşunla gönderiliyorlar çukurun içine. Tanrı neredeydi o zaman diye sorarım şimdi size usulca…
Saul oğlunu bulmak için girdiği odada Nazi subayları tarafından yakalanıyor. Bereket öldürülmüyor. Sadece aşağılamakla yetiniyorlar bu seferlik. Onu sırtından bir atmışçasına dans edip sürüyen zalim SS, Schindler’in Listesi’ndeki acımasız Amon Goeth’u akla getiriyor. Karşısındaki bir insandan çok faydasız bir böcek sanki(ve siz değerli okuyucu, bu ve benzeri benzetmeleri bulabileceğiniz bir başka film yazısı olmayabilir).
Saul otopsi odasında ölü bedenler arasında oğlunu arıyor hiç durmadan. Arka plandaysa diğer sonderkommandolar hızla fırına veriyorlar ölüleri. Cehennem gibi bir yerde araftaymış gibi süzülüyor Saul.
Filmdeki tek rahatlama anıysa uzun ve uyanma ihtimalinin olmadığı, kabus gibi geçen günün akşamında kendilerine tahsis edilen yerde sonderkommandoların bir anlığına rahatlamış göründükleri anlardan ibaret. Fakat bu kadar itilip kakılmaktan mı bilinmez kendi aralarında birbirlerine davranışları da son derece kaba saba. Fırsat bulduğu anda yakasına yapışıyor biri diğerinin. Naziler fiziksel olarak güçlü adamları seçmişler bu iş için ve bu güçlü adamlar da gerektiğinde dişlerini birbirlerine göstermekten çekinmiyorlar daha uzun süre hayatta kalmak ve mümkünse ölmemek için.
Sonuç olarak aralarında Grand Prix, Altın Küre ve Oscar’ın da bulunduğu kırk küsur ödül alan, çok önemli bir yönetmen olan Bela Tarr’ın da asistanlığını yapmış gelecek vaat eden bir yönetmenden insanı Her saniyesiyle geren ve ulusça şu geldiğimiz noktada gelecek için kara kara düşündürten bir film olmuş “Saul’un Oğlu”. Aldığı bütün ödüllerİ hak eden, değişik bir üslup denemesiyle kırılıp bükülmeden derdini anlatabilmiş seyircisine. Ve de kıssadan hisse, düşünmek gerek bu günleri, geleceğimizi ve bir ders çıkarmak gerek daha da geç olmadan, daha da yok olmadan kendi içimizde.
Bir Cevap Yazın