BEASTS OF NO NATION:
“Yaşamdan tek umulacak şey, insanın biraz kendini öğrenmesi – o da geç gelir hep – ve sönmek bilmeyen bir yoğun pişmanlık. Ölümle dövüştüm ben. Düşünebileceğiniz en can sıkıcı karşılaşmadır bu. Elle tutulmaz bir pusun içinde yer alır, ayağının altında bir şey yoktur.” KARANLIĞIN YÜREĞİ/Joseph Conrad
“Mermi her şeyi yer bitirir. Yaprakları, ağaçları, toprağı, insanları. Her şeyi yer. İnsanın her yere kan akıtmasını sağlar.” Agu
“Ben sadece mutlu olmak istemiştim hayatta.” Agu
Uzodinma Iweala’nın aynı adlı romanından Cary Fukunaga’nın beyazperdeye uyarladığı filmin küçük Agu’su, Afrika’da, tampon bir bölgede, kendi halinde, onu seven ailesi ve çocukluğunu paylaştığı kardeşleriyle mutlu bir çocukluk geçirirken, önce ailesinin, sonra da kendi parçalanışının gerçekleşmesini izliyoruz iki saati geçgin bir süre boyunca. İyi bir ailenin, iyi bir çocuğuyum derken hem ailesine şükran duyduğunu, hem de hayata iyi bir insan olarak başladığının bilincinde olduğunu görüyoruz. Ama Tanrı bir nedenden ötürü onu dinlemez oluyor, en azından Agu öyle söylüyor. Ve o kadar korku ve üzüntü çekiyor ki, insan ister istemez hak veriyor ona ve içerliyor tüm bu sağırlık neden diye. Farklı bir coğrafyada doğmuş olsa, onu çok daha iyi bir gelecek bekliyor olacak şüphesiz. Ama işler her yerde aynı şekilde yürümüyor ve çocuklar da harcanabiliyor. Bu film umutları, masumiyetleri, gelecekleri, herşeyden önce çocuklukları ellerinden alınmış, eve geri dönüş yolunu bulamayacak çocuklara bir ağıt en acımasızından. Çok kolay saatler yok önünüzde; çünkü anlatılan her şey korkunç ve acımasız. Çok az mutlu an var gülümseyerek hatırlayacağınız. Film bittikten sonra da düşünceler bırakmıyor yakanızı. Düşündürten, kimi zaman üzen, sarsıcı bir film “Beasts of no Nation”.
Yazgının değiştiği anlar vardır insan hayatında. Agu’nunkisi annesinin ve kızkardeşinin yanında yaklaşan savaştan kaçmak için, arabada yer bulamadığında farklı bir yöne doğru ilerliyor. Geride kalıyor çocuk haliyle. Savaşın ortasında. Kendisinin olmayan bir savaşın ortakçısı olmak mecburiyetinde bırakılıyor. Köyünü yağmalanmaktan kurtarmaya çalışan ama savaşı ve savaşmayı bilmeyen babasının da dahil olduğu grubun arasında kalıyor. Annesi ve kızkardeşi bir bilinmeze doğru yol alıyorlar. Babası ve erkek kardeşi öldürülüyor hiç uğruna. Bir ormanın ortasında tek başına kalıyor, ta ki gerçek kötülük onu bulana dek. Bir çocuk, daha büyümeden çocuk asker olmak mecburiyetinde kalıyor. Bir çocuk, daha büyümeden bir adamın canını almak zorunda bırakılıyor. Okulları iç savaş yüzünden kapanmış olduğundan eli kalem tutması gereken yaşta, tüm bu yaşananlardan sonra, kalaşnikoflarla eğitim almaya başlıyor. Aşağılanıyor, küçük görülüyor, tacize uğruyor, ailesi için gözyaşı dökecek fırsat bile bulamıyor. Çok kötü kabusları var, tek arkadaşı “suskun” Strika ile yaşamaya çalışıyorlar ormanın ortasında aslında kendileri gibi bir sürü çaresiz çocuğun arasında, öyle annesiz babasız, öyle yetim… Kimsenin katil olmak için doğmadığını, bunun bir tercih meselesi olmadığını, yaşamak için öldürmek zorunda kalınabilineceğini, Tanrı’nın bile başa çıkamaz olduğu bize uzak coğrafyaların var olduğunu görüyoruz. Dünya o kadar kötü bir yer ki, bazen tamamiyle yok edip, baştan başlatmaktan başka çare olamayacağını düşünmeye başlıyor insan. Çocuklar ruhlarının son kırıntısına kadar kirletiliyorlar. Agu savaştan ölmeden kurtulamayacağını düşünür hale geliyor. Agu gibi tüm diğer çocuklar bir çıkış yolu arıyorlar aslında. Her an ölebileceklerinin de farkındalar. Çoğu kokain gibi uyuşturucu maddelere sığınıyor. Bilen bilmeyene öğretiyor korkunç hayatlarına katlanabilmenin geçici devasını. Tüm yaşananların bir hiç için olduğunu anladıklarında ise ölmekte oluyorlar çoktan ve geriye dönüş ne yazık ki yok. Güneşi yok etmek istiyor Agu. Her şey karanlığa gömülsün istiyor. Yaşanan korkunçlukların gözükmemesini diliyor. Üstündeki gökle yaşayamadığını söyleyen Rilke gibi Agu.
Bir çocuğun mezarı ne kadar yer kaplayabilir ki bu dünyada kurtlar ve solucanlar bedenini yemeye başlamadan? Küçük Strika’yı Afrika’ya özgü bir ağacın iki iri yaprağının arasına koyup kapatıyorlar, öldükten sonra. Tek kurşun bitiriyor işini. İki yaprak bir çocuk bedenini gizleyecek bir süreliğine. İki yapraktan bir mezar yapıyorlar arkadaşlarına hemencecik, onun minik bedeni için. Son bakışta dev bir istiridyeyi andırıyor içinde bir zaman önce kıymetli bir inci barındıran.
Agu ölmenin çekmekten daha kolay olduğunu bir şekilde biliyor çocuk aklıyla. Bir ev baskınında kullandığı uyuşturucular yüzünden önce annesi sandığı kadına arkadaşları tecavüz ederken, kadını bir anda vuruveriyor başından. Bof. Kadının çığlıkları kesiliyor bir anda. Sessizlik. Agu önce Tanrı’yla konuşuyor. “Görüyor musun yaptıklarımızı?” diyor. Bir cevap gelmiyor ve Tanrı’yı oynama sırasının kendisine geldiğini düşünerek, baskın yaptıkları evin penceresinden Afrika’nın değişmez manzarasına bakıyor kuşbakışı. Binaların arasına tıkılmış kalmış bir parça yeşillik ve kendisinden olmayan her bulduğu canlıyı öldürmek gayretindeki eli silahlı insanoğlu… Gerisinde ise ellerinde ateşli silahlar taşıyan küçük adamlar. Bu çocuklar bu silahları nereden buluyorlar sorusunun cevabı ise bir başka filmin konusu. Bir beyaz adam var bir elinde Kutsal Kitabı, evindeki karısının boynunda elmas ve pırlanta tarlası, yanında taşıdığı sandıklarda ise ateşli silahları. Güçlü olan mı yoksa haklı olan mı kazanacak sorusuna insanın içini ısıtacak bir yanıt bulmak bir hayli zor. Çünkü bir kazanan yok. Kaybedense insanlık. Dünya bir bütün olarak var aslında iki yarımküreden oluşan. Ve bir yerlerde bir yaprak kımıldıyorsa, rüzgarının gelmesi çok da uzun sürmüyor.
Filmin sürprizi ise ilk karelerde Agu ve arkadaşlarının 3D televizyon satmak üzere türlü şebeklikler yaparak, karşılığında yiyecek almayı başardıkları Birleşmiş Milletler askerinin, filmin sonunda Agu’nun tekrar karşısına çıkıyor olması. Agu onu hatırlıyor hemen. Aralarındaki mesafe kaybolan çocuk masumiyeti kadar. İnsanın aklına Bosna Hersek’te yaşanan katliamdan sonra ancak, olay yerine ulaşan Birleşmiş Milletler askerlerini getiriyor. Evet geliyorlar ama hep geç geliyorlar. Engel olunacak bir şey kalmamışken. Zaten karşı taraf kendisi geliyor tıpış tıpış teslim olmak için. Afet sonrası arama kurtarma ekibi gibi çalıştıklarını anımsatıyor bu da.
Birleşmiş Milletler Barış Elçileri vardır dünyada dönem dönem değişen, eskidikçe yerine yenisi gelen. Ne şahane ve uzun bir titrdir öyle. Çok yakışmaktadır genç hanımlara ve beylere. Dünyada engel olabilecekleri bir kötülük olmasa bile. Onların demesiyle barış da gelmediği sürece.
Commandant:Idris Elba tarafından canlandırılıyor. Her lider gibi hitabeti kuvvetli ve zaten kafası karışmış yetimleri kandırması çok güç olmuyor. Zaten hayatlarında bir baba figürü eksik olan erkek çocukların üzerinde birkaç kelimeyle sihirli bir etki yaratıyor. Sizler benim ailemsiniz, ben sizin babanızım dedikten sonra da, çocukları taciz etmeyi ihmal etmiyor. Küçük çocuklardan faydalanıyor. Her birinden bir katil yaratıyor. Karşılığında ise ödüllendiriyor. Yukarı kademenin gözünden düştüğü anda, kendi yerine gelecek olan I-C’yi yok ediyor derhal. Çünkü o birinci adam. Çaptan düşmeyi, ötelenmeyi hazmedemiyor. Bazıları yönetmek, bazıları takip etmek, bazıları da ölmek için doğar ve o, yönetenlerden; takip etmek ölmekle eşdeğer onun için. Nitekim kendi küçük ordusunu ormana ve dolayısıyla felakete sürüklerken bile bunu kendisi için yapıyor. Nerede olursa olsun ister ormanın derinliklerinde, ister bir kulübede son sözü söyleyen, yani efendi, yani çoban o olmalı, kim ne bedel ödeyecek olursa olsun, sürüsüne ne olursa olsun. İsterse telef olsun.
Filmin giriş, gelişme ve sonuç bölümlerine baktığımızda uzuun bir gövdeyle karşılaşıyoruz. Agu’nun tampon bölgedeki ailesiyle beraber mutlu geçirdiği zamanlar ve ailesinin dağılmasından sonra ormana kaçışına kadar geçen bölüm giriş bölümü. Zalim Commandant’a ve düzensiz ordusuna katılışı ise hikayenin gövde kısmını oluşturuyor. Rahat bir nefes almamızı sağlayan son bölüm ise Agu’nun yakalanışıyla geliyor. Ormandaki uzun kamp dönemi bitmiş artık. Birleşmiş Milletler tarafından kurtarılmışlar. Çarşaf geçirilmiş bir yatakta yatıyor Agu. İnsan gibi. Gömlek ya da beyaz tshirt giyiyor. Yaşadıklarını anlatması istendiğinde, bir zamanlar mutlu bir hayatı varken bir canavar ve bir iblise dönüştüğünü itiraf ediyor en nihayet. Bir zamanlar onu seven bir ailesi olduğunu söylüyor. Geleceğini düşündüğünü itiraf ettiği eğitimci kadını bir yandan küçümserken, azar azar çözülüyor. Çünkü savaşı gören o. Dolayısıyla çocuk olan karşısındaki bu kadın, kendisi değil. Geleceği düşünse bile, neler olacağı, neler yapacağı ve nasıl yeni bir hayata dahil olacağı hakkında hiçbir fikri yok. Kameraya bakarak konuşuyor ve düşünüyor yaşadıklarından ötürü ağırlaşmış, en nihayet hayatının ve yaptıklarının hesabını kendi kendine verecek kadar zamanı olan bu küçük adam. Ve bir sürü çocuk kendilerini serin denize ve onun dalgalarının kollarına bırakıyorlar. Zıplayıp, oynuyorlar. Tıpkı çocuklar gibi. Hayat devam ediyor çünkü. Savaş geride kalıyor. Baş etmeleri gerekense kendileri bundan sonra. Uğruna savaşmaları gereken tek kendi hayatları var bundan sonra, devamlı bakmaktan ötürü en nihayet unutacakları umulan.
Bir Cevap Yazın