MEMORIES OF MURDER
Dedektif: “Tecavüz vakalarında olay mahallinde geriye kalan birkaç kıl olur her zaman. Demek istiyorum ki suçlunun aşağıda oralarda hiç kılı yok. Köse. Tamamen kılsız biri.”
Şef: “Hiç kılı olmadığı için mi arkada kıl bırakmıyor yani?”
On üç yıllık bir gecikmeyle, kuzey güney fark etmez Kore olsun, Çin olsun, Japon olsun diyen bir arkadaşımın uzak uzak Doğu’lardan gelen tavsiyesi üzerine, önce şaşkınlıkla sonra kabullenmişlikle, en nihayet beğeniyle ama bitkin bir ruh haliyle izleyip bitirdiğim ve sizlerle paylaşayım, aksi takdirde ne kaybederim “ki” diyerek başlıyorum güzel Türkçemize “Cinayet Günlüğü” olarak çevrilmiş filmimize. Yönetmen Joon-ho Bong’un izlediğim bu ilk filmi için ne çok seksenlerden kalmış derken ve bir yandan demode mekanlarda, uçan tekme meraklısı Bruce Lee taklitçisi, çoğu sevimsiz ve zevksiz karakterlerine sövmeme neden olurken, kendi bilinçsizliğimin cezasını çektiğimi idrak ediyorum usul usul oturduğum yerden. Zira askeri diktatörlük döneminde geçen film gerçek bir hikayeye dayanmakta olup, Güney Kore’nin Gyeong-gi eyaletinin kırsalında 1986’dan 1991’e dek işlenen on cinayetin ekseninde geçiyor. Bu geç gelen ama iyi ki de geç gelen bilgi sayesinde filme bir başka gözle bakmaya başlıyorum ve geriye kalan dakikalar kıymetleniyor gözümde. Kırsala rengini veren sarı buğdaylar bir tablo gibi en mühim ve en özel arka planı oluşturuyorlar göründükleri her karede. Filmin başında cesedi bulan küçük bir erkek çocuğu olurken, yıllar yıllar sonra cinayet mahalline dönen katiller gibi gelmiş olan polisimizin başına bu kez de küçük bir kız çocuğu dikiliyor ve ona bir süre önce katilin burada bulunduğunu müjdeliyor tatlı tatlı. Kurgu karakterlerle aktarılan bu gerçek olayda da katil gizemini korumakla birlikte filmin katili bulmaya odaklı bir film olmadığı anlaşılıyor belli bir süre geçtiğinde. Karakter odaklı ve hem dönemin hem de insanlarının ruh halini yansıtıyor yönetmen bu vesileyle. Yerel polislerin bel altı(birleşik yazmamı ister miydiniz acaba belin alttan kesilmeden ayrılamayacağı düşünülürse?) esprileri, o esprilerdeki özne kadın olduğunda sığlık denizinde nasıl kolaylıkla boğulmayı becerebildikleri, üniversite öğrencilerinin oryantasyona gittiklerinde hiç tanık olmadıkları olası yaşanmışlıklarla ilgili fantezileri ve bunların dile dökülmesi, bir sapığın dokuz dilim şeftaliyi genç bir kızın genital bölgesine tıkıştırmasından daha vahim geliyor sonra sonra.
Gelelim filmdeki ilk iki cesedin bulunması esnasında olay yerinde yaşanan kara komediye ve özellikle de daha önce bu tip bir vakayla hiç karşılaşmamış, hatta hatta ülke tarihinde işlenmiş olan bu ilk seri cinayetlerin ihalesinin bu şaşkın polislerin mesaisine denk gelmesiyle bir kat daha talihsiz bir yol alan soruşturmanın seyrine. Olay yeri tam bir facia. Cinayet bölgesinin etrafı iplerle çevrilmediğinden halk delilleri yok edebilmek adına var gücüyle çaba sarf ediyor sanki. Çocuklar birbirini kovalıyor, yaşlı yaşlı kadınlar gruplar halinde kikirdeşiyorlar. Panayır yerine dönen bölgede en nihayet dedektifin bulduğu tek ayak izinin de üzerinden bir traktör geçiyor hunharca. Adli tıp bir türlü olay yerine ulaşamıyor, ulaştığındaysa çok geç oluyor. Onlar da kaya düşe varıyorlar olay yerine. Herkes öyle şaşkın ki… Dedektifler ona durun buna etmeyin diye bağırmaktan helak oluyorlar. Bir başka garip sahne de özürlü genci olay yeri tatbikatına götürme esnasında yaşanıyor. Sözde suçluyu yakaladıklarının ispatı olarak şefleriyle beraber gazetecilere sol elleri yumruk olmuş havada, otuz iki dişleri dışarda poz veriyorlar büyük bir gururla. Dereyi görmeden paçayı sıvayan ekip, olay yerine vardığında işler iyice çığrından çıkıyor. Özürlü gencin babası oğlum masum diye feryat ediyor. Özürlü genç kontrol edilemiyor. Cinayet canlandırması yapılırken utanç pazarına dönüşüyor ortalık ve gazetelere manşet oluyorlar “topluca”. Basına sansür yokmuş demek geliyor insanın içinden ve sonuç olarak bir şef gidiyor, bir başka şef geliyor ekibin başına.
Olayı çözmekle görevlendirilen iki yerel dedektiften tombik olan, insanların ona sende şaman gözü var demesiyle içgüdüsel olarak katili göreceğine inanır hale gelmiş bile. Zanlı fotoğraflarına uzun uzun bakarak nihai sonuca ulaşacağına inanıyor. Güya. Gözleriyle insanları okuyabiliyor. Güya. Kız arkadaşı ne söylüyorsa yapıyor. Hanımköylü laf aramızda ve de batıl bir çaresiz.Dedikoduların izinde insan avına çıktığı gibi, çaresizlikten şaman kadının dediklerini yapıyor hiç nazlanmadan. Öte yandan biriminin ve kendisinin ellerindeki tek ekipman silahları, en büyük zaafları uçan tekmeleri, ellerine düşen zavallı zanlıları konuşturabilmek için tek yaptıkları dayak, ipe asıp ters sallandırmak, küçük düşürmek ve ağzını burnunu kırmak suretiyle de ifadelerini almak oluyor. Karakolda yaşananlardan halk haberdar. Hal böyle olunca da cinayetler tüm acımasızlığıyla yürüyor kaldığı yerden. İkinci bölge dedektifiyse yüzleri çizilmesin diye sağ ayakkabısının üzerine geçirdiği kumaş galoşla tepiyor önüne geleni. Tetanos iğnesi olmadığından kesilecek olan ayağının, galoşlu olana tekabül etmesi kaderin bir cilvesi sanki. Bir yandan da senaryonun tabii. Bir süre sonra olaya dahil olan üçüncü dedektifimizse başkent Seul’den geliyor gönüllü olarak. Dört yıllık akademi mezunu, erdemli, vakur ve bilinçli. Ön plana çıkmaktansa, olayı çözmeye odaklı, gerekmedikçe ve sataşma olmadıkça şiddet meraklısı hiç değil. İlk değişim geçiren o oluyor tüm bunlara rağmen. Olaylar dallanıp budaklandıkça, katil bulunamadıkça ve katilin maktüller üzerinde uyguladığı şiddetin dozu artıp kendisi tüm bunlara tanık oldukça, bir yara bandı fitili ateşliyor en nihayet ve kendine hakim olamayıp, yöntemini değiştiriyor, zanlının boğazına yapışıyor öfkesi burnundan akarken. Amerika’dan gelen DNA sonuçları aksini söylese de, katilin o olduğuna inandığı adamı vurmaya niyetleniyor, ağzını burnunu dağıtıyor. Hiç tasvip etmediği meslektaşlarına dönüşüyor. Masum katline karşılık çığrından çıkıyor. Bu davaya bulaşmış herkes ya bir şekilde karakter değiştiriyor ya sakat kalıyor ya ölüyor ya da tombik dedektifimiz gibi meslek değiştiriyor ve polisliği bırakıp meyve suyu sıkma makinesi satmaya başlıyor.
Filmin bir başka enteresan yanı savunma tatbikatlarının gölgesinde, tüm evler ve binalar için karartma uygulanırken ve çoluk çocuk sığınaklara doğru koşsunlar diye megafonlardan ama sanki gökten iniyormuş gibi bir ses tarafından tembihlenirken, katilin yağmurlu günlerde hiç umurunda değilmiş gibi işlediği cinayetlere devam ediyor olabilmesi. Katil kusursuzken, standart prosedürler işlerine yaramıyor. Yine yağmurlu bir günde, olası katil aynı radyo istasyonundan “Hüzünlü Mektup” parçasını istediğinde biliyorlar ki avcı yola çıktı bile. Şef acil durum ilanı veriyor hemen ve merkezden iki garnizon eleman istiyor istihbarat aldık diyerek. Fakat müsait adam bulamıyor çünkü tüm ekipler Suwon’daki gösteriyi bastırmaya gitmişler çoktan. Ve evet standart prosedürü beklemekle katil yakalanmıyor. Olanlar oluyor. Bir bacak, birkaç hayatın hunharca yok edilmesi, bir istifa ve daha bir sürü trajediye sebep oluyor. Bürokrasi ve baskıcı rejimin, başta mizahi bir dille anlatılan işkence sahnelerinden sonra Kore halkının üzerindeki endişeli ve hiç geçmeyen bir büyük kara bulut gibi kalmış olduğunu idrak ediyoruz bir zaman sonra. Yönetmen bu döneme dikkat çekmek istemiş sanki; şiddete, zulme, baskıya, yozlaşmaya, geri kalmışlığa. Filmden geriye biri galoşlu, biri NICE marka ayakkabılar kalıyor hafızalarda. Bir de ızgarada pişen etler var midelerce sahiplenilmeyi bekleyen. Bunca aptallığı izlemek zorunda mıyım ben şimdi kendi ülkemde dik alası yaşanmış ve yaşanıyorken diyerek başladığım filme, izleyiciye reva görülen bunca aptallığın bir sebebi varmış diyerek ve oturduğum yere mıhlanarak izlemiş olduğumu söylemeden geçmek ayıp olur diyorum sadece. Geç olan ve dolayısıyla geç gelen kıymetlidir derler. Benim kıymetlilerimden olacaktır”Cinayet Günlüğü”, uzak uzak Doğu’lardan gelen.
Dedektif : “Gözlerime bak.
Bilemiyorum.
Sen de bizim gibi bir insan değil misin?”
Çok güzel bir filmdi bu
BeğenBeğen