SANTORİNİ:
PROLOG:
“Eski zamanlarda adalardan bahsedildiğini duymuş ve kendi gemisini yapmaya girişmiş küçük şehirleri düşündü. Gemileri umutlarını taşısın diye. İnsanlar umutlarının açık denizlere yelken açtığını görebilsinler diye. Bu insanlar bir gemiyle büyükleşmiş, kendi kabuklarını kırmış, bir gemiyle kurtulmuşlardı. Amaç belki hiçbir şeyi haklı çıkarmaz, ama eylem ölümden kurtarır. Bu insanlar varlıklarını gemileriyle değerlendirdiler.” Antoine de Saint Exupery, Gece Uçuşu/Vol de Nuit
A-Ah o gemide ben de olsaydım…
Z-Ne yapardın?
A-Neler yapmazdım ki.
Z-Bak ben o gemideyim şimdi ama senden farklı bir şey yaptığım yok. Yemek yiyorum, içiyorum, kafam kıyak dolaşıyorum, insanlarla konuşuyorum, önce kendi kendimin sonra başkalarının canımı sıkmasına ve yakmasına izin veriyorum. Tek farkımız aynı şeyleri benim yüzen bir şeyin içinde yapıyor olmam. Varlığımı dört tarafı sularla çevrili bir yüzen Ada’ya bağlamışım gidiyorum.
A-Biraz hafife almış olmuyor musun?
Z-Hiç değil. Şu adaya bak önce kaldır kafanı da.
A-Off dağ başını… Adayı çatıya kurmuşlar. Gözlerime inanamıyorum.
Z-Güldürme beni pardon kendini, yani bizi.
A-Yukarıdan aşağıya mı inmişler?
Z-Tabii ya. Gökten zembille inmiş Ada(salaklığın sınırları keskin hatlarla çevrilmeli ve bu gibilerin toplumla kaynaşmasına izin verilmemeli).
A-Bak Allah’ın işine.
Z-O kul işi akıllım.
A-İkisi aynı kaynaktan doğmuyor muydu?
Z-Yeryüzü sana da mı gösterildi?
A-Kim tarafından?
Z-Kimi zaman bir tenekeyle konuştuğunu, her gün ayrı görünüp yanıltan aynı sabahlara uyandığını düşünmüyor musun?
A-Teneke ben miyim?
Z-Teneke biz miyiz?
A-Ne demek şimdi bu?
Z-Yansıtıyorum. Hepsi bu.
A-Terslik var. Ben o gemide değilim. Gemide olan sensin. Mantıken benimle konuşuyor olamazsın.
Z-Mantığının almayacağı milyon tane şey yaptın bugün, hatırla bakalım.
A-Umumi tuvalete tünemem gibi mi? Sarhoşken verdiğim sözler mi? Buldum, belki de bir daha asla görmeyeceğim insanlara gereksiz yaltaklanma çabam olabilir. O da mı değil?
Z-Uyu sen biraz.
A-Olmaz. Geldik bile.
Z-Offf.. Hala biz, hep biz. Ben biz değilim Allah’ın cezası.
A-Ben senin cezanım.
Z-Zihnimle konuşuyorum ben galiba. Birileri bana mukayyet olmalı. Aynı ya da benzer birileri beni bu açmazdan kurtarmalı.
A-Ben senin cezanım.
Ben senin cezanım.
Ben senin cezanım.
…
İLK İNTİBA:
“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar…”
Bu bir Trakya türküsü idi bildiğim kadarıyla ama esin kaynağının Santorini’ye dayandığını düşündürtebiliyor insana, gemimiz Ada’nın yakınlarında bir yerlere demir attığında ve bizler de transfer işlemi başlamadan önce uzun uzun beklemeye koyulmuş, Ada’yı uzaktan kesip, neye benzediği ve nereye gideceğimiz hususunda fikir yürütürken. Omuzları kıştan kalma karlarla kaplanmış gibi görünüyor gözüme. Gördüğüm adalar içerisinde uzaktan en asil görüneni; konumundan ötürü ise mesafeli ve ayrıksı. Bana ulaşmak kolay değil der gibi sanki. Şimdiye kadar gördüğüm adlar içinde Suriyeli mülteci görmediğim tek ada. Yıllar, yüzyıllar önce patlayan volkanın yok ettiği bir uygarlığın eşsiz kalıntılarını ve haritadan baktığınız zaman gördüğünüz ejderha ve biraz ötesindeki yavrusunu çağrıştıran şekliyle kopmayı ama asla unutmayışı, gücü, asaleti, ateşi, romantizmi ve aynı zamanda bereketi, doğurganlığı ve anaçlığı çağrıştırıyor. Ve evet burada bir nikah kıyılabilinir. Ne olduğunu anlamayabilirsin. Ben bile burada manzaranın, havanın, mavi çatılı evlerin, günbatımının ve güzel şarabın etkisiyle evet diyebilirim, Ada’dan ayrıldıktan sonra hayır deme hakkım baki kalmak suretiyle. “Ada nikahı” yetkililerden talebim. Sonrası zor bilirim(-sin mi demeliydim?).
Nihayet gemiden küçük teknelerle alınıp iskeleye götürülüyoruz posta posta. Deniz çalkantılı. İçim dışıma çıkıyor karaya ayak basana kadar. Ama varıyoruz sağ salim nihayetinde. Önümüze seçenekler sunuluyor. Ya yüzlerce basamağı tabanvay tırmanacağız, ya eşeklere bineceğiz, yahut da teleferik bizi taşıyacak Ada’nın merkezine. Beş euro’ya teleferiğe biniyoruz. Bulantımı körükleyen her şey önüme seriliyor ve kabul ediyorum, biraz akşamdan kalmayım. Kışın deniz daha dalgalı olurmuş, kalanlar için çok zor olsa gerek Ada hayatı, ulaşım, transfer, onca basamak… Teleferiğin kalktığı yerde Ada’nın ve en eski yerleşim sahiplerinin, başta da eşeklerinin, katırlarının sergilendiği fotoğraflar var. Adamlar ayakları çıplak, eşeklerse her yerde eşek yani kahır sahibi nemli gözlü romantikler gibi ve sanki dünyanın tüm derdini çekiyormuş gibi bakıyorlarlar. Ada ise hayli turistik olduğundan yerli halk göze çarpmıyor günümüzde. Midilli gibi az gideyim evleri karşıma çıkar nasılsa durumu söz konusu değil. Ege Denizi’ndeki Adalar arasında bir beraber anılan ama aralarında gizli bir rekabet olduğunu düşündüğüm Mikonos ve Santorini’yi karşılaştırmaya çalışıyorum. Deniz ve eğlence turizmi açısından Mikonos ön sırada olmasına rağmen ben gezdiğim adalar arasında çok ve en yorucu olmasına rağmen Santorini’yi sevdim. Terden yapış yapış, güneş tepenizdeyken bile atmosferden, manzaradan ötürü romantik hisler besleyebiliyorsunuz. Yükseklik beraberinde yücelik duygusunu getiriyor sanki. Ne yaparsanız yapın, kendinizi zirvede hissediyorsunuz. Kral gibisiniz, kraliçe gibisiniz burada ve tahtınız da bu Ada. Atlantis burada mıydı acaba?
Mikonos havaalanı için müsaitti ama Santorini’de bir havaalanının varlığını kabullenemiyor insan. Ada gökyüzüne yakınken, uçakların inebileceğini hayal edemiyor ki insan. Biz zaten gökyüzündeyiz burada. Bu kış için kendime bir söz vereceğim(verdim demiyorum) ve kış ayları içerisinde yerleşimin olduğu bir adada yaşamaya çalışacağım ve nasıl olduğunu göreceğim.
-İlk ve genel intibam mı?
-Çok özel. Çünkü gökyüzüne yakın, bulutlarla kolkola bir Ada olamaz. Ama olmuş ve buraya özel. Sır gibi.
SANTORİNİ’DE NE YAPMALI?:
Güneşe daha bir yakın olduğunuz düşünüldüğü takdirde donanımlı olmalı. Denizi ve sahili, volkanik bir ada olmasından ötürü çok tavsiye edilmeyip, anın, günbatımının, nefes kesen manzaranın ve uyandırdığı hislerin tadını çıkarmalı. İster on euro’luk turlarla, ister bir euro seksen cent’lik Fira’dan kalkan otobüslerle, ister kiraladığınız motor ya da arabalarla Oio’ya ulaşıp, çok daha sersemletici bir manzaranın tutsağı olmalı. Ama muhakkak olmalı. Duygusal olarak tutsaklık kişiye özeldir ve öyle kalmalıdır. Santorini’de yaşadıklarınız da, deneyimledikleriniz de sizinle yürüyecektir. Hislerse yürüyemezler, taşınırlar sadece oradan oraya siz ölene kadar. Ben şanslılardanım sanırım, deneyimlediklerimi ve hissettiğim her şeyi paylaşıyorum ki insanlar kafamın içimde sakladığım bir sürü garipliği öğrenebiliyorlar bu sayede. Hayat tuhaf işte ve tüm tuhaflığıyla sizi yaşlandırarak yani borçlandırıp bedel ödeterek, kısaca arsız maliyeciler gibi sizden çalarak yaşıyor. Bir bakıma yaşam arsızı olan kendisi. Uzayda ölemeyeceğimize göre burada ölüp, gömülüp ya da yakılıp gene ona dönüşeceğiz ve bundan kurtuluş yok ve bu kısırdöngünün içinde bir parça keyif almaya bakmalı. Yoksa dönüşte benzer gündem, aynı dertler, kopamadığınız çevreler ve bir sürü sevimsizlikle boğuşuyor olacaksınız usandığınızı belli etmemeye çalışarak.
YÜCEL:
Yanımda Yücel var. Kendisi pozitif yaşam felsefesi kovalayıcısı. Kısaca ben gibi kalbini kirletmeden, geçmişi yıpratmadan, hayata karşı şükran duygularını duyurmaktan hem bizi hem kendini hem de koskoca evreni esirgemeyen, arada sırada kafasına üşüşen kötü düşünceler olduğunda burnunu oynatmak suretiyle zihnini sıfırlayabilen, aklından geçen tüm soruları ardarda sorabilen, çılgınca pazarlık yapma potansiyeline sahip, dil bilse tüm dünya milletleriyle, olmadığından gezimiz boyunca sadece benimle ve genel olarak yedi düvel gemi erkanıyla barışık ve kardeş gibi hareket eden bir kadın. Olumlamaları ve aşırı iyimserliği beni ara sıra çıldırtsa da vaziyeti karşılıklı olarak idare ediyoruz, kendimin de çok çekilir çile olmadığımı bildiğimden(kişi kendini bildiği sürece bir sorun yok demişti büyüklerden biri). Hep arkadaş buluyor kendine Yücel. Başımı bir başka yöne çevirdiğimde, o koyu bir sohbete dalmış oluyor çoktan hiç tanımadığı kimselerle. Hiç durmadan soru soruyor. Kendisine sorulduğunda ise benim gibi kaçmadan, kaçınmadan sabırla, inatla, açık yüreklilikle cevaplar verebiliyor. Oda arkadaşını, beni ve tüm gemiyi ve hatta tüm dünyayı tatlı tatlı idare edecek potansiyeli olduğunu hissediyorum. Bir an ürküyorum. Cidden. Tanrı bana Yücel’i gönderdi diyorum sonra da. Kabul ediyorum. Dünya üzerinde hiçbir şeyin ziyan olmasını hazmedemeyen bir insan var yanımda. Buna barda otururken Hintli barmenin hazırladıktan sonra artakalan kokteyl karışımlarını döktüğü lavabonun önünde No No diye çırpınarak engel olmaya çalışmasından ve dökülen ve dolayısıyla heder olan her bir damla kokteyl karışımının ardından yeis içine düşmesinden de anlayabiliyoruz birer bar kelebeği olarak. İçmekle arası yok pek, insanlarla çene çalıyor habire. Barmen önce ne yapacağını bilemese de, bir zaman sonra Yücel’in yoluna geliyor çaresiz ve daha temkinli davranmaya başlıyor ve her defasında daha az kokteyl lavaboya gitmiş oluyor, oradan da Ege’ye. Ama Yücel yine de hüzne boğulmaktan kendini alamıyor.
NOT:Çok ziyan var bu gemide dedi durdu Yücel. Doğrudur. Saçma sapan bir tüketim söz konusudur. Godard’ın “Film Socialisme”sini akla getiriyor. “Fikirler bizi ayırır, hayaller birleştirir” diyordu bay yönetmen ve filozof(ikinci sıfatın daha çok yakıştığı adamdır). Bize gelince hayallerinden biri gemiyle seyahat etmek isteyen insanlar olarak, fikirlerde ayrışsak da beş öğün yemek yemek için bu gemide mi buluştuk yani? Dedim ya hayat cidden çok tuhaf.
KAPTAN:
Önümüzde uzuun bir dönüş yolculuğu var ve akşam en geç saat yedide gemide olmamız gerekiyor. Saat başı kalkan teknelerden birine biniyoruz. Dönüş yolculuğu daha az çalkantılı geçiyor. Son yerlerden birine geçiyoruz ve başımı kaldırdığımda kaptanla gözgöze geliyorum. Şöyle bir bakıyor sadece. Sonra da ayağa kalkıyor. Dayanamayıp bu anı ölümsüzleştiriyorum bir fotoğrafla. Kaptanların dümenlerini yani gemilerini nereleriyle kullanabileceğine dair bir fikir sahibi oluyorum aynı zamanda. Elbette Titanik’de değiliz. Enikonu otuz kişiyiz. Zaten gemi yavrusu içindeyiz. Ama gene de kaptanımıza teslimiz. Teslim olduğumuz adamın fiziksel özellikleri yanında sertliği dikkat çekici. Kaba saba bir adam, iri yarı ve uzun boylu; pervasız bir şekilde kullanıyor teknesini. Yılların deneyimiyle şoför koltuğuna geçmiş titrek dedelerin tecrübesi var üzerinde. Ama güven veriyor. Ve titremiyor. Sadece çalkalıyor. Bizi batırmayacağını düşünüyorum. Gamsız olduğundan son dakikaya kadar batıyor olduğumuzu belirtmeyeceğine dair bir fikir uyanıyor aklımda. Yunan erkekleri hoşlar. Üstelik onun hakkında konuştuğumuzu anladığı andan itibaren pis pis sırıtıyor. Fakat gemisini de yürütüyor. Kaptan biraz çapkın sanki. Biraz da nasıl derler? Bizim oralarda terbiyesi elvermeyenler sadece çapkın der geçerler.
DÖNÜŞ:
Tahmin edersiniz gibi yukarı yani kuzeye doğru yol alıyoruz ve ufak çapta da bir fırtına var. Dalgalardan güverte havuza döndüğünden ve insanlar tam gaz içtiğinden aynı sayıyla ülkemize dönememe korkusuyla kaptanın emriyle geminin içine tıkılıyoruz. Kumarhanedeki makinelerde yer yok. Barlarda tabureler dolu. Kübalı grubun seyircisi ve coşkusundan gemi inliyor. Antalya’dan gelen diş hekimi hanım ben dans etmek istiyorum diyerek Hintli ya da Pakistanlı mürettebatla dans etmek üzere terliklerini bir köşeye fırlattı bile. Yücel arkadaş çevresini iyice genişletmiş durumda. Kimse kendisine engel olamıyor. Sabah kahvaltısında meyve bölümündeki muzları olası öğle yemekleri için çantasına koyacak hanımlar grubu da pek havalı. Ben muz sevmiyorum. Potasyum açısından yüklü. Elma ya da mürdüm eriklerini odama atmayı tercih ediyorum.
NETİCE:
Sorsan aksi olduğu hususunda itirazları olacak bir sürü akıllı geçinen deli yollara düştük. Göbeklerimizi şişirdik durduk. Adaları gördük ve Adalardan döndük. Benim beğenide sıralamam sondan başa doğru. Sırasıyla ilk önce Çanakkale’yi, sonra gündüz Venedik gece Milano’yu ve en nihayet Santorini’yi gördük. Şimdiye kadarki tüm gezilerimden eksilerek değil çoğalarak dönmenin haklı gururuyla, gece boyu sallanmaktan sersemlemiş vaziyette yurda döndüm ve beni limanda ilk karşılayanlar Suriyeli mülteciler oldu. Zaten ben onlarla gittim, onlarla da döndüm. Deniz olmayan memleketten çıkıp, ıkış tepiş doluştukları şişme botlarla kendilerine kucak açtıklarını sandıkları ülkelerin çağrılarına kulak vererek binbir ümitle karşıya geçemezken, yüzücülük ve engin denizcilik bilgilerine dayanmak yerine Allah’a emanet olmaya çalışmakla hayatta kalınamayacağını gösterdiler tüm dünyaya. Dünya uzun zamandır adil bir yer değil. Kur’an uzun zamandır çocukların yakarışlarını duymaktan uzak. Söyleyeceğimi söyledim diyor. Daha da konuşmuyor. Daha da karışmıyor. Derin bir sessizlik içerisinde. gerçek peygamberlerin toprağı olan Ortadoğu’da kimse tahtını kuramayacak ve barış olmayacak. Daha çok insanlar ölecek, sürülecek, yersiz yurtsuz kalacak. Huzur ve barış Kuzey’in mutsuz çocuklarına mahsus. Elden ne gelir!
Bir Cevap Yazın