“Birkaç kişi mutluluğu bulabilsin diye birçokları acı çeker” FERNANDO PESSOA
“Seni kısacık bir an için bıraktım; ancak büyük bir merhametle geri toplayacağım.” TORA
“Masumu da suçluyla birlikte ortadan mı kaldıracaksın?” diye sorar Avraam; TORA
“Eğer size (Uhud savaşında) bir yara değmişse, (Bedir harbinde) o topluma da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz… Allah zalimleri sevmez.” AL-İ İMRAN SURESİ
Tüm bu alıntıları yapman şart mıydı, diziyle bağlantısı nedir diye soracak olursanız sekiz bölümlük BBC Dizisini izlerken ve izledikten hemen sonra ve halen daha kafamın içinde kuşlar gibi sıkışmış kalmış kanatlarını deli deli sağa sola çırpmakta(yön belirtmek zorunda mıydım?) olan çok da derin olmayan düşüncelerime birer cevap olabileceklerini umduğum için, biraz da duruma uyum sağladığı için kullandığımı belirtmekte fayda görüyorum. Noktayı koyduktan sonra da bu zevksiz ve keyifsiz başlangıç cümleme, dolayısıyla içerisinde çılgın bir kuş beslediğim koca kafesime pardon kafama katlanma gücü gösterdiğiniz için siz sayıca az okuyucuma da oturduğum yerden, tembel bir teşekkür gönderiyorum. Ama Pessoa’nın sözüne ekleyeceğim birkaç cümlem de yok değil. Çünkü birkaç kişinin bile mutlu olduğuna inanmıyorum bu dünyada. Birkaç mutlu ve kısa an var sadece. Bazıları için onlar da yok. Varsa bile anlamadan geçmiş o kıymetli anlar. Bir çeşit bilinçsizliğin kurbanı olmuşlar. Çook yazık olmuş o anlara.
Kutsal kitaplardan yapmış olduğum alıntılara gelince, hiç gelmemeyi yeğliyor ve aynı coğrafyanın farklı dönemlerde gönderilmiş kitaplarının ve nebilerinin ve onların günümüz temsilcilerinin ve körü körüne inananlarının ama en çok da Yaradanın şimşeklerini üzerime üzerime çekmek istemediğimden yorum yapmama hakkımı kullanıyorum. Gene de “merhametle toplama” kısmındaki sıfatla ilgili endişe ve sıkıntılarım devam etmekte. Roman neyse de, yoktan var ediyorsun neticesinde, çekilmiş bir dizi için birkaç kelam etmek isterken şu meşhur anot ve katotları çekmeyeyim hassas bünyemin üzerine. Hala kendi kendine tüm bu gevezeliklerin nedeni nedir ve diziyle ne alakası vardır diye sormayan kaldıysa eğer; bir teşekkür daha gönderebilirim kendilerine, tam da buradan, dünyanın merkezi olan popomun konumlandığı yerden, sırf yazdıklarımı okuma sabrını gösteriyorlar diye.
İsrail-Filistin mücadelesinin gölgesinde kah Ortadoğu’da, kah güneş batmaz Birleşik Krallık’ta suikastler, elçilikler, ajanlar, korumalar arasında ömürleri geçen yetim kardeşlerin küçüklüklerinde tanık oldukları suikast sonrası, özellikle kızkardeş Nessa’nın iyiniyetli bir barış elçisine dönüşüp, hassas dengeler üzerine kurulu kanlı coğrafyada bir umut ışığı olabilecekleri doğrultusundaki naif isteğinin ne kadar boş olduğunu, sadece paranın her zaman yeterli olmayacağını, kendilerinin dışında gelişen olaylar karşısında bir süre sonra nasıl da kolaylıkla harcanabilecek piyonlara dönüştüklerini izliyoruz bölüm bölüm. İşin içine elçilikler, dolayısıyla hükümetler ve onların kimin kimden olduğu kolay kolay anlaşılamayan ajanları da giriyor. Kimlikleri deşifre olan ajanlar, süratle infaz ediliyorlar. İşin Ortadoğu ayağına gelindiğinde ise ne kazanan var, ne de kaybeden. Toprakları işgal edilen, kendi ülkesinde mülteci konumuna düşen ve halen daha olayların başlangıcıyla ilgili bir şaşkınlık yaşayan öfkeli Filistinliler her şeylerini kaybetmelerinin acısını yaşıyorlar. İsrail tarafıysa hep huzursuz ve diken üzerinde. Dikenli tellerle çevrili aynı toprakların benzer insanları ezeli birer rakipler ve fırsat buldukça etmediklerini bırakmıyorlar birbirlerine. Sular durulmuyor ve durulacak gibi de gözükmüyor. Mesele Ortadoğu olduğunda, düşmanların yaptıklarındır dendiğinden, bir birey olarak kimse yaşananlardan sorumlu tutulmuyor; ama toplumun bireyleri olarak ele alındığında herkes sorumlu yaşananlardan. Tüm yakın komşular da buna dahil.
Bunca dramın ve öfkenin karakterler bazında dışa vurumuna gelirsek, ne zaman ki bir taraf diğerine iyiniyetle yaklaşsa, sonuç kendisinin ya da sevdiğinin mahvına yol açıyor diyebiliriz. Bir parça merhamet unutulmayacak acılar şeklinde geri dönüyor bir bumerangmışçasına. Bir şeyler eşelenmeye görsün, bombalar patlıyor, insanlar kıyma makinesinden geçiriliyor. Olaylar günümüz ve sekiz yıl öncesine dayandırılarak anlatılıyor. Kimse kendi kaderini belirleyemiyor. Hep bir üst mercii var, ülke menfaatleri doğrultusunda nazik dokunuşlarını sunmaktan çekinmeyen. Bir sır var biri İsrailli, diğeri Filistinli iki kadın arasında yıllarca özenle saklanmış olan. Maggie Gyllenhaal’in kontrollü ve ipeksi sesinden dökülen kelimelerle başlayan her bir bölümle beraber, sona doğru ilerledikçe tek tek tüm düğümler çözülüyor. Kasim’in bir tecavüz çocuğu olduğunu öğreniyoruz. Doğum imkansızlıklarla ve acıyla başlıyor ama her doğum gibi de, mucizesiyle birlikte geliyor. Çünkü birbirine düşman iki ülkenin insanlarının kanlarını taşıyacak Kasim. Her ne olursa olsun bir çocuğun masumiyeti örtbas ediyor hepsini. Gerçek hayatta pek sık karşımıza çıkmayan bir durum olarak, dizinin son bölümünde, bir sürü diğer dizilerde ve filmlerde olduğu üzere kurbanlarıyla yani mağdurlarla hesaplaşıyor mağduriyet halini yaratanlar. Nedenleri, sonuçlarıyla bir çeşit vicdan muhasebesi yapıyor taraflar ve bir kez daha anlıyoruz ki bir kazanan yok, ne ilk ne de son kez. Defalarca vurulmuş olan Filistinli Atika yerde uzanmış son duasını etmek varken, az sonra öleceğini bile bile “Vatanımdan defol git!” diye haykırıyor var gücüyle. Dünyanın göçmen yaptığı Arap kadının son sözleri oluyor bunlar. Dizi boyunca iki kardeşin de zaafı oluyor Atika. Nessa Stein, ikinci tecavüzden sonra bile onun ismini veriyor şifre olarak, ilk aklına gelen o olduğundan. İlk akla gelen isim olmanın önemini anımsatıyor ve gülümsetiyor kısa süreliğine bu hal. Ephra ile birlikte olduktan sonra Ephra, “Şalom” derken; Atika, “Selam” diyor ve Babil Kulesi geliyor akıllara. Ama yaşananları asla unutturmuyor sevgi sözcükleri.
İlk bölümde son derece başarılı ve ulaşılamaz görünen, aynı zamanda milyon dolarlık yatırımlar yapan bağışçı kuruluşlarının sözcülüğünü yapan ve yüksek sosyeteden oluşan hayırsever ve zengin çevreye hitap eden ailenin hayatına baktığımızda gördüğümüz gıptayla karışık hayranlık yerini yavaş yavaş acıma hissine bırakıyor. Korumalarla çevrili hayatlarında; sütüne havale edildikleri adamlara ve kadınlara güvenmenin mümkün olmadığı, dost ve düşmanın belli olmadığı, zaten pek dostun da olmadığı yaşantılarında hep arka kapılardan açılıyorlar bir tutam özgürlüğe. Nessa’nın dizi boyunca sıkışmış olduğu ve içinde var gücüyle çırpındığı kapan, arabanın arka koltuğundaki hüzünlü bakışlarına yansıyor mütemadiyen. İlk tanıştıklarında Atika’nın kullandığı arabanın ön koltuğunda özgür ve mutlu görünüyor sadece. Hayat henüz tam manasıyla üzerinden geçmemiş olduğundan ve gençliğin coşkusundan olsa gerek. Sürüklenircesine taşınıyor bir yerlere. İplerin kendi elinde olduğunu düşündüğü her anda çok fena duvara tosluyor. Kendilerini mahvedebileceğini düşündüğü sırlarını açık etmeden yaşamaya çalışıyor Nessa ve bu sırrın yarattığı bağımlılıktan Atika’ya duyduğu zaaf daha da büyüyor gün geçtikçe. Tüm kriz anlarını onunla aşıyor. Kanını emanet ettiği kadın onu darağacına götürse gidecek hale geliyor. Çünkü yakın korumaları hemen kendilerini ifşa ediyorlar ya da yok edilmek suretiyle öldürülüyorlar. Tek dostu, yegane sırdaşı oluyor Atika. İslami mahkemenin karşısında Atika’nın da onunla beraber gelmesi için yalvarıyor kadıya. Herkesin bir foyası, sakladığı sırları ve kendisinden beklediği yüksek menfaatleri varken, onca keşmekeşin içinde Atika’yı masum buluyor bile denebilir. Tecavüzüne ve doğumuna tanıklık ettiğinden, belki de kaderlerini benzettiğinden(ikisi de hem öksüz, hem yetim), sonunda ihanetini öğrense de çok zor kopuyor ondan. İnsan sırdaşını ve en yakın dostunu mu yoksa kardeşini mi kaybedince daha çok üzülür sorusu geliyor akıllara. Abisinin kendisine olan düşkünlüğü, Atika’da yok. Polisse tam bir fiyasko ve biçare. MI6, sırasıyla Mossad, Kidon, Hamas, Hizbullah ve FKÖ’den şüpheleniyor. Kimi zaman kendilerinden bile şüphe ettiklerinden şüphe eden adamlar bazen çaresizce televizyonlardan öğreniyorlar yaşananları herkesle beraber. Kadın ajanlarsa erkek egemen böylesi bir dünyada var olmanın sancısını atlatmışlar çoktan, sistemin acımasız birer parçasına dönüşmüşler kısa zamanda. Kadınlar pek fena. Kalpleri katılaşmış, terfi için, güç için, iktidar için yapmadıklarını bırakmıyorlar. Ama onlar da çuvallayabiliyor ve hayatlarıyla ödüyorlar bedelini.
Bir Cevap Yazın