SÖYLE NELER YAPMIYORSUN?:
Bir gece öncesinden kendine vermiş olduğun bütün o sözleri, sabahına unutuyorsun.
Berbat besleniyorsun.
Çok fazla sigara içip, çok alkol alıyorsun.
Paranı çarçur ediyorsun.
Borçlarını ödemek yerine erteliyorsun, tıpkı hayatını bir bütün olarak ertelediğin gibi.
Kısaca hayatınla ne yapacağını hiç bilmiyorsun.
Doktorun vermiş olduğu hapları avucuna her koyuşunda değerli elmaslarını kendisi gibi değerli bir mücevher kutusundan çıkarıp gözleriyle okşayan sonradan görme zenginlere benziyorsun.
Ama hapı yutuyorsun.
Ama akşam ne yiyeceğini bilmiyorsun.
Buzdolabında ne var ne yok, onu bile bilmiyorsun.
Biraz fazla boşvermişlik olmuyor mu?
İncittiğin kız arkadaşının gönlünü almayı umursamıyorsun.
Biraz ayıp olmuyor mu?
Bir aile kurmak istediğine karar veriyor
Sonra…
Şerefli bir ölüm dileyip, bedenine değer vermiyorsun.
Bazı geceler hiç uyumuyorsun.
Bazı günler hep uyuyorsun.
Bazı günler ve geceler hiç evden çıkmıyorsun.
Saatlerce televizyona bakarak günleri ve geceleri tüketiyorsun.
Her defasında saat takmadan ya/ya da güneş gözlüğünü almadan dışarı çıkıyorsun. Bazen bunlara cep telefonunu da ekliyorsun.
Tüm randevularına geç kalıp, başının kelleşmeye başlamış yerleri kızarmış vaziyette eve dönmeyi başarıyorsun.
Bu halinle şapşal ama tatlı görünüyorsun.
Günlük fallarını okuyor ve tüm o zırvalıklara inanıyorsun.
Bir bebek gibi.
Tabiatının özünü burcunun özelliklerine bağlıyorsun.
Bir ahmak gibi.
Bazen oburca yemek yiyorsun, bazen tek lokma yemek istemiyorsun.
Tüm dünyaya karşı hiddetlendiğin anlar oluyor.
Özellikle kızdığın, itinayla seçtiğin ülke başkan ve başbakanlarına küfürler yağdırıyorsun, kendininki de bu listede.
Bazen herkes canını sıkmayı başarıyor, bazen dünyayı umursamaz oluyorsun.
Zenginleri çok snop ve kibirli, fakirleri gariban ve anlaşılamaz buluyor, orta sınıfı ahlak kumkuması ilan ediyorsun.
Kabul et bir sınıfa bile dahil değilsin şu aşamada.
Kabul et kafanda inşa ettiğin çok sağlam bir kast sistemi var.
Ve tüm bunları düşünmekten kendini alıkoyamıyorsun.
Sınıf atlamanın imkansızlığından bahsedip duruyorsun.
Bir sürü şeyin imkansızlığından bahsedip duruyorsun.
Önce Yahudilere kızıyor, sonra zamanında sana iyiliği dokunmuş Akşoti’yi düşünüp canlı cansız tüm Araplara kızmayı yeğliyorsun. Hep bir suçlu arıyorsun. Sonra vicdanın sızlıyor Edward Said’i düşünürken. Onun ve Daniel Barenboim’ın tüm çabalarının bir pul gibi harcandığı düşüncesi canını sıkıyor. Dünyanın anlamsızlığına karşı gıkın çıkmıyor.
Çünkü dünya anlamsız bir yer.
Uzun zamandır bu böyle.
Bilip de bilmezlikten geliyordun sadece.
Çünkü değiştiremeyeceğin bir sürü şey var.
Etrafındaki insandan çok yalakanın varlığından belli bu.
O konuda hiçbirine kızamıyorsun, nedense!
Biliyorsun ki herkes birine inanmak istiyor.
Tanrı her zaman avutmuyor.
Çok var ama çok yok.
Sırtını dayamak kuvvetlice etten kemikten bir insana
Duvara dayar gibi, istediğin buydu.
Onlarsa hep vardılar.
Arkasız yürünemeyeceğini dahi bilenler olarak, bırak koşmayı
Onaltıncı yüzyılda, onyedinci yüzyılda, onsekizinci, ondokuzuncu, yirminci ve son yüzyılda, Fransa’da, İtalya’da, Türkiye’de, her yerde.
Şiir sanatının efendisiz yaşayamayan saray şairleri gibi.
Malherbe’in kemikleri sızlamakta mıdır ki?
Bir şairin kalbi bir başkasının aşkı için de atardı belki, sevişen iki kişinin aracısı olunurdu belki.
Kim bilir?
Şimdiyse gerçek ustasını bulamamış çırakların dönüştüğü çaylaklar ordusu var karşında ve sen de onlara dahilsin.
Değiştirebilecek misin ya da yok edebilecek misin bunca pespayeliği, kendininkiler dahil?
Gık.
Söylediklerin arasında iyiye giden bir şey var.
Yapılan iyiliği unutmamışsın.
Akşoti’yi de.
Bu iyiye işaret.
Merhamet ve minnet duygularının karışması bile bir şeydir.
Kötüye giden bir sürü şeyin yanında ve tam karşısında tek bir şey varmış.
Ve sen varmışsın.
İyi ki varmışsın.
SELİMİYE:
Marmaris merkezden bir saat uzaklıktaki Selimiye Koyu ve Köyü artıları ve eksileriyle tam karşımda. Artı çünkü sakin ve huzur veriyor. Eksi çünkü sakin ve huzur verdikten kısa bir süre sonra aşırı sükunet ve fazla huzurdan “Huzursuzluğun Kitabı”nın dışarıda fırtınalar kopmamasından ötürü, insanın beynini kemiren saçma sapan düşüncelerin yansımasından meydana geldiğini düşündürtüyor ve benim üzerimde uzun bir pardösüm olmasa da gün geçtikçe dallanıp budaklanmış, salkım saçak olmuş huzursuzluklarım mevcut.
Burada insanlar fısıltıyla konuşuyorlar sanki. Çünkü hiç müzik sesi yok ve konuşmalar basık havanın da etkisiyle bir bulut gibi yağmadan bekliyorlar başımızın üzerinde. Bir yandan da o kadar iyi biliyorum ki başımın tam üzerindeki bulut benim atmosfere yaydığım basınçtan oluşup bekleşmekte ve mekanlar, insanlar çare değil benim ruh huzursuzluklarıma ve bıraksam sağanak halinde yağacak olan gözyaşlarıma.
İsviçre’den yatlarıyla gelmiş bir çiftle konuşuyorum. Motel ücretinden, odaların nasıl olduğuna kadar bilgilendiriyorum kibar çifti. Avrupa’nın kibar bir ülkesinin, kibar bir şehrinden gelen kibar tipli ve midye dolmasever(özür dilerim hangi kelime bitişik ya da ayrı bilemiyorum; acaba sever mi tamlayan olacaktı burada, bilen ya da bilgiç okuyucuya bırakıyorum son sözü) çiftiyle geçirdiğim sakin ve kibar diyalog üç ayrı çocuklu ve üç ayrı kocalarını evde ve işte bırakmış haftasonu kaçamağı yapan üç bayan tarafından bozuluyor. Kibar çiftimiz ve ben güneşlenmekte olduğumuz şezlonglardan bu bayanları dinliyoruz. Gelmeden hepsi de saçlarını boyatmış ve taratmışlar. Değişen saç renkleri iltifat konusu oluyor. Çocukları midye dolma ve sucuklu tost istiyor. Plajda harcanan Prada çanta iltifat konusu oluyor. Çocukları midye dolmalarının ve sucuklu tostlarının yanına kola ve ayran istiyor. İsviçre’den gelen çift ve ben kendimizi mekanın ilk sahipleri olarak hem ev sahibi hem yaşlanmış hissediyoruz. Bir tanesinin eşinin korkunç kıskanç olduğunu öğreniyoruz. Bizi çok ilgilendirmiyor kıskanç bir eş. Hele ki İsviçre’de uzun yıllar yaşamış çiftimizin batı medeniyeti ve kıskanç eş kavramlarını çok fazla bağdaştırıp, içselleştirdiğini düşünemiyorum. Neden tüm bunları dinlediğimize gelinceyse denizin bile ses çıkarmayıp, sessiz sessiz karaya dokundurmasından ve dolayısıyla bizim her sesi duymamızdan kaynaklı. Bir tanesi de ismini ısrarla belirtmekten kaçındığı bir hastalıktan muzdarip olduğundan beri gamsızlaştığından bahsediyor. Sonra da o hastalığı edinip evcilleştirdikten sonra(bu benim yorumum evcilleştirmek filan), hayata bakış açısının nasıl değiştiğinden bahsediyor. Çocuklar ara ara mızmızlanmaya, madde madde isteklerini belirtmeye geliyorlar. Kibar çift ayrılıyor aramızdan, benimse uykum geliyor. Yeter ne çok dinlemişim ben sizi.
Sahilde yürüyüşe çıkıyorum. Önce koyun güneyine doğru yürüyorum. Aurora(restorandır kendisi, bir versiyonu için bkz.Endora)’nın önünden geçiyorum. Yatları ve yatseverleri seven bir restorandı kendisi ve bunu da hiç gocunmadan söylerdi. Derdi ki; “Varsa pulun, çoktur kulun”, dolayısıyla da sizde gocunacak hal bırakmazdı ve zaten en başından tavrını koyup, mesafesini koruduğundan baştan boş verip yolunuza giderdiniz aklın yolu henüz birken(baştan rencide olmanın verdiği hafiflik çok baştan çıkarıcı olabiliyor sonradan). Sardunya restoranının önüne geldiğimde ise nedense baş garson olarak tasavvur ettiğim garsonlardan bir tanesi tam ben önünden geçerken akşama tüm masalarımız doldu diyor. Sesinde gurur var azcık, azcık böbürlenme ve bir tutam da büyüklenme. Burayı da defterden siliyorum. İnsanları muhatap alıp konuşsam, değer mi söyle? Güney bir tuhaf, kuzeye geçmeye karar veriyorum. “Parageda” el değiştirmiş ve şirin önlükler takan Oylum yok artık. Akşam yemeğimi kaldığım pansiyonun önünde demirlemiş teknenin uç kısmında bana özel hazırlanan özel sofrada yiyorum. Rüzgarın insana kendini güzel hissettirdiği anlar vardır. Bu onlardan. Zamana dursun dediğim anlardan biri budur. Bir andı geçti çok şey hissettirterek.
Öğleni buluyor Selimiye’den ayrılmam. Dolmuşa biniyorum. En arka sıraya ve cam kenarına oturuyorum. Bir yandan da şoföre tembihliyorum beni iki otobüsüne yetiştirmek için inmem gereken yeri söylemesi hususunda. Sonra da dahiyane bir iş yapıyorum. Kulaklıklarımı takıp, müzik dinlemeye koyuluyorum. Önümde genç bir çift, yanımda genç bir oğlan var. Manzara, müzik, rüzgar hafif. Marmaris’e yaklaştığımı hissettiğim anda bir havalarla kulaklıklarımı çıkartıp kavşağı geçip geçmediğimizi soruyorum. Şoför dahil bir tam dolmuş dolusu kafa bana dönüyor ve kırk kez sordum diyen şoför doğrulanıyor bir bir. Yanımdaki çocuk da teyit ediyor ve benim yerime iki otobüsünü durdurmak için sağı solu arıyor. Ben mi? Tek tek sorulan soruları cevaplıyorum. Bir kadın ben hep döndüm döndüm size baktım, çok rahat görünüyordunuz, siz olmadığınıza kanaat getirdim diyor. Herkes bir şey söylüyor. Ben mi? Ben kendimi dolmuştaki benden fersah fersah endişeli kaygı küplerine emanet edip bu sefer tek kulaktan müzik dinliyorum. Yanımdaki çocuk bilet numaramı soruyor. Ona bilet almadığımı söylüyorum. Almamış diyor şaşkın şaşkın telefonun diğer ucundaki tok sese. Herkese teşekkür konuşmamı yapıp son durak olan garajda iniyorum. Şoför beni bineceğim dolmuş otobüsün kapısına kadar bırakıyor. Sanki bu sefer başarılı olmamı ister gibi.
Sesimin en nazik ve umursamaz tonuyla sorduğum beni neden beklemediniz sorusuna on dakika oldu dayanamadık kalktık diye kahkahayla karşılık veriyor yeni şoförüm. Saatime bakıyorum ve tam sekiz dakika geriden geldiğini görüyorum. Bir sonraki otobüse biletimi alıyorum umarım kaçırmam diyerek. Ben sizi bulurum diyor şoför. Derhal kendime güvenim geliyor gittiği yerden. Bir sürü lokanta var garajda ve ben rastgele bir tanesine oturuyorum. Benim için canla başla sağa sola telefon açan çocuk da orada. Beraber oturuyoruz. İsmi Fatih ve Bozburun’da dalış eğitmenliği yapıyormuş. Şoför haklıydı diyor kırk kere seslenmişler. Bozburun’a dalışa gelmez misin diyor. Ona efsanevi ilk ve son dalış hikayemi anlatıyorum. Hayatımda bir defa hayır Kızıldeniz’de değil, Ege Denizinde denemiş olduğum dalışta bir anda nasıl paniğe kapılıp bana arkası dönük olan eğitmene paniğe kapıldığımı göstermek için sırtını yumruklamaya çalıştığımı ve fakat sonradan düşündüğümde figüratif bir takım dans hareketlerine benzeyen el kol hareketlerimle amacıma ulaşamayınca ağzındaki maskeyi kaşla göz arasında can havliyle kopartırcasına çıkarıp yukarı yukarı diye anlamsızca çırpınışımı anlattığımda yanlış ellere düştüğümü düşünmekle beraber hakkımda bir takım fikirlere sahip olmasına da yardımcı olmaya çalıştım ve başarılı da olduğumu düşünmekteyim, tıpkı panikten ağzındaki hortumu çektiğim eğitmen gibi. Vurgun yiyorduk az kalsın demişti. Çıktığımda sakinlemiştim. Aşağıda da bir şey görmedim. Görecek halim de yoktu zaten.
Sekiz dakika geriden gelmeyi tercih eden saatime bakıyorum ve konuşurken konuşurken vaktin geldiğini anlıyorum. Hesabı ödemek için masadan kalkarken bana ara ara ama dikkatli daikkatli bakan amcanın yanından geçiyorum. Kendi yaptığı boncuğu koluma dolayıveriyor nereli olduğumu sorarak. Fethiye diyorum. Buradaki, bizim Fethiye mi diyor. Başka Fethiye mi var diyorum ve dedikten sonra da tuhaf bir şüpheye düşüyorum bir başka Fethiye daha mı var diye. Bakışıyoruz. Karşılıklı bipolarlaştık bile. Ben tam Fethiyeli bile değilken neden az bir kısmımın ait olduğu yere memleketim dediğimi düşünmeye çalışıyorum bir parçam da Giritliyken ve ben ısrarla Girit’i hiç görmemişken. Yurt fikri abartılmış bir mefhum olabilir mi acaba? Bazen yersiz yurtsuz olmak daha iyi geliyor. Nerelisin? Gözlerimi kapatıyorum. Kendi etrafımda dönüyor duruyorum. Duvarda asılı olan dünya haritasında parmağımın uzandığı ilk kara parçası yerim olsun yurdum olsun diyorum. Okyanuslar çıkar bana hep. Ben dalmadığım sürece iki taraf için de sorun olacağını sanmıyorum. İyisi mi yarım pirinçlik aklımı başka şeylere kullanayım diyorum. Boncuğumla ayrılıyorum restorandan sonra da Marmaris’ten.
Merhaba soyadim aksoti ve tahmin edersiniz ki turkiyede aksoti bulmak zor.. merak ettim bu yazinizda ki aksoti kim..
BeğenBeğen
Merhabalar Lucy Hanım, babaannemlerin zamanında yaşamış kendisi. Ben hiç görmedim. Ama adını hiç unutmadım ve birkaç ayrıntıyı daha bana anlatılan. mericaksu@windowslive.com a bir mail atarsanız ya da maritsaevros@gmail.com‘a,sizi bilgilendirmeye çalışırım. Çook iyi bir adammış ama anlatıldığına göre.
BeğenBeğen