“Haydi… Sen şimdi su olduğunu düşün ve kendini, su gibi hisset. Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı. Su gibi yaşam kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu anımsa… Su gibi, küçük bir bardağın içine sığdır ki kendini, insanların damarlarına girebilmeyi öğren, Yaşam ver, vazgeçilmez ol…” Mevlana AMASYA’YA HAZIRLIK: Saat sabahın körü ve ben fena halde erkenciyim. Yedi otobüsüne binmeden önce biletimi almak üzere firmanın önüne geliyorum ve girmemle çıkmam bir oluyor. Neden mi? Dokuza kadar Samsun’a arabaları yok. Ama dün vardı. Sabahsa yok. Çaresiz söylene söylene Sinop Birlik’e giriyorum. Onların otobüslerinin kalkış saatinin yedi buçuk olduğunu öğreniyorum. Servis yarım saat önce ve daha dükkanlar açılmaz, insanlar yola çıkmazdan önce ben bir acentenin içinde emeklilik için gününün dolmasını bekleyen yaklaşık 25 yıllık otogar ve şimdi şehir içi acente sorumlusu Ahmet Bey’le konuşuyorum. Konumuz başka iller ve Sinop. “Sinop dışında İzmir’de yaşamak isterdim en çok.” diyor. Alsancak’ı çok beğenmiş ve Karşıyaka’yı. “Konak’da güzel.” diyor. Oradan Konya’ya geçiyor. Orada çok iyi ağırlandığından bahsediyor. “Turistlerin en çok tercih ettiği yerlerden biri Amasra’dır.” diyor. Yirmi beş yıllık tecrübe konuşuyor. İçime de kurt düşmüyor değil. Ben şimdi Amasya’ya gidiyorum ama Amasra daha güzel ve ilham verici olabilir mi acaba diye düşündürtüyor. Her neyse biz konumuza dönelim, “Ankara derli toplu ama deniz yok ki.” diyor. Epey bir şehrin üzerinden koşar adım geçiyoruz. Bizi durduran tek gözlü bir adam oluyor. Balıkçıymış. Neden bir gözünün olmadığını soruyorum. “Hiç sormadım bunca yıl tanırım.” diyor. Kısaca iyi niyetinden, yüzüne vururum endişesiyle hiç sormamış. Herhalde hiç merak etmemiş de. Böyle bir Ahmet Bey’le konuştuktan sonra düşüyorum yola. O an içime bir kurt daha düşüyor. Bundan sonra seçtiğim hiçbir güzergah ve o güzergahlardaki insanlar Sinop insanına benzemeyebilir ve bende hayal kırıklığı yaratabilir. Bindiğim otobüsün muavini buranın yerlisi. Samsun’dan Trabzon’a geçsem yolum kısalacak ama yumuşak bir geçiş istiyorum, henüz Trabzon için hazır değilim. Kendisine soruyorum bende, hangi ili seçsem diye. Yakınmış uzakmış yollara alışık olduğundan önemsemiyor bile. Amasya güzel diyor. Trabzon’lularla geçim zor diyor. Canım söz dinlemek istiyor. Samsun’da iner inmez soluğu gençten bir çocuğun yol göstermesiyle, Amasya’ya giden minik bir dolmuşta alıyorum. Unuttuğum bir güzergahtan bir kadın biniyor. Hizamdaki ikili koltukta oturuyor konuşmaya koyuluyor. Evlenmiş, ayrılmış, iki de çocuk yapmış. Şimdiki aklı olsaymış önceden boşanırmış sorumsuz kocasından. “Ne çekmişim, boşuna çekmişim.” diyor. “Memleket kadın cinayetleriyle nam salacak nerdeyse, senin koca nasıl kabul etti boşanmayı?” diyorum. On üç buçuk yaşındaymış evlendiğinde, koca da yakındır herhalde, adam da sıkılmış olacak ki olaysız boşanmışlar. Oğlu on yedi yaşında ve annesiyle kaldığından babası çekiniyormuş. Aileler evlendirmiş, çocuklar evlenmiş. Kızım on sekiz yaşında, konu komşunun evde kaldı senin kız demesine aldırmıyormuş. “Ben evlendim de ne oldu ki?” diyor. Ben hiç bilmiyorum. Yol boyunca karşılaştığım kadınların kocaya varma yaşı taş çatlasın on altıyken, ne diyebilirim ki? Nasıl geçindiğine gelince yevmiye usulü, günlük 28 liraya tarlada çalışıyormuş. “Ellerini uzat!” diyorum. Çekinerek uzatıyor. “Nasırın yok.” diyorum ama o ellerle ne tutsa kopartır gibi geliyor. Güçlü elleri, dolgun parmakları ve dayanıklı kolları var. Ekleştirdiği paralarla evini yapıyormuş tekrar. “Duvarlarını örmüyorsun ya.” diyorum. “Kendi evimi kendim yapıyorum ki.” diyor. Mat oluyorum. Çatısına başlayacakmış yakında. Yapar. Anadolu kadını böyledir hakikaten, yapar. Ben de ahmakça sorularım ve bir karış açık ağzımla bakar dururum böyle. AMASYA: Sinop’tan sonra havanın ısındığını minik dolmuşun içerisindeki çıkartılan ceketlerden, vedalaşılan yeleklerden fark ediyorum. Bunaltıcı bir hava var ve bir elin içerisindeki kıpkırmızı elma karşılıyor sizi şehre gelir gelmez. Kendi evini kendi yapan kadınla yollarımız burada ayrılıyor. Gökyüzü bir başka mavi, dağlarca çepeçevre sarılmış Şehzadeler Şehri’nin. Bulutlarsa birer fon sanki. Yeşilırmak usul usul akarken Yalıboyu Evleri “eliböğründe”lerle desteklenerek dışa taşırılmış vaziyette şehre bir yandan tarihi bir boyut katarken, diğer yandan estetik bir hava veriyor. Şehrin genel havasına bakıldığında ise ne tam bir Karadeniz kentindeyim, ne de tipik bir Anadolu şehri burası. Dağlar rüzgarı kesiyor ve gündüz yaprak kımıldamıyor. Akşam oldu muydu da bir esinti başlıyor ama üşütmüyor. Yazları çok sıcak olmadığı söylense de pek emin olamıyorum. Kaş’a benziyor sanki. Esintiyi engelleyen dağlar var ve Akdeniz’in yerini Yeşilırmak almış burada. Şehrin turistik ve yerlisinin serbest dolaşım alanları var ve köprüler dolayısıyla Yeşilırmak bu ayrımı belirginleştiriyor. Turistik otellerin olduğu aynı zamanda Kralkaya Mezarlarını’da barındıran tarafta yerli yabancı turistler ve tezgahlarda hediyelik eşya satan çoğu kadın olan satıcılar var ve sizi hiç telaşlandırmıyorlar. Ama köprünün öte tarafında tam bir Anadolu erkeği profili var ki, gençleri güruh diyebileceğim gruplar halinde geziyor ve sözlü sataşmalara eğilimleri var bariz bir şekilde. Müze, manzara umurlarında değil, tuhaf eğlence anlayışları ve yaşlarının verdiği umarsızlıkla her şeyi ve herkesi birer eğlence objesi olarak görebildikleri gibi saatler biraz geçse muhatap aldığınız gruplarla tatsız bir dialog içine girebileceğiniz duygusuna kapılıyorsunuz.
İlk durağım “Kralkaya Mezarlıkları” oluyor. Dizlerinizi titretiyor tırmanış. Bir de inişi var daha güç olan. Zamanında hapishane ve cezalandırma merkezi olarak da kullanılmış ve güzergahımın güzide durakları oluyor türlü çeşitli hapishaneler. Bir de inişi var derken, başımın döndüğü bir anda kırmızı bir tişört giymiş bir beyden yardım istiyorum ingilizce. İkimizden başka da kimse yok etrafta. Can havliyle soruyorum panikten(beraberinde türkçe meali): -“Do you speak English?” => İngilizce bilir misin? -“Yes.” => Evet. -“Where are you from?” => Memleket? -“Thailand.” => Tayland. -“Is there a good view from there? Because I’m in a bad mood and I can’t get there anymore and also I can’t return back, I can’t move on, either. A bit vertigo came. This sometimes happens to me. Ahaha.” => S.O.S. -“Are you a local people?” => Buranın yerlisi misin? -“Yes but not from here, from İstanbul.” => Aslen İstanbul’luyum. -“O.k.” => Tamam. -“O.k.?” => Tamam? -“Fine, it is. Come and repeat after me. Very easy. Very easy.” => Ala. Yürü ve tekrarla, çok kolay çok kolay. -“Very easy, very easy, ya!”=> Gözün çıksın! Bir elini bile vermedi kırmızı tişörtlü bir hayli kırıtan arkadaş. Beni beklemedi bile. Ama sonra ben kendisini meydandaki yaşlı ve lokal amcaların oturduğu yerdeki sandalyelerden birinden kırıtarak kalkarken gördüm. Amasya’da monotonluktan sıkıl sıkıl oturan ahali için efsane bir sohbet konusu olmak çok daha cazip gelmiş olsa gerek kendisine. Hiç ingilizce bilmeyen adamlarla ne konuştu, ne anlattı onlara, nasıl anlaştılar bir bilinmez olarak kaldı benim için. Bana bir serçe parmağını bile çok görmüşken ve tacını almaya giden bir güzellik kraliçesi edasıyla yürürken.. SABUNCUOĞLU ŞEREFEDDİN TIP VE CERRAHİ MÜZESİ:
Bana indirimli bilet kesen Mehmet Bey’in rehberliğinde gezdiğim müze çok daha fazla anlam kazandı benim için. Bir sürü bilgi sahibi oldum sayesinde. Es geçebileceğim her bir ayrıntı, titizlikle ve sabırla aktarıldı. Hem babası hem de dedesi hekimbaşlık yapmış ünlü hekim, hiç evlenmemiş ve Amasya doğumlu. Buradaki bimarhanede çalışmış on dört yıl boyunca ve bu da benim gezdiğim üçüncü darüşşifa olmakta. İlki Kayseri Merkez’deki Gevher Nesibe Darüşşifa’sı, ikincisi Sivas Divriği’deki Divriği Darüşşifası’ydı. Tek farkla burada müzikle yapılan terapinin baş mimarları cansız mankenlerle konserdeymişçesine karşınızdalar ve Sabuncuoğlu’nun dişçilik, ortopedi, üroloji, kadın doğum gibi alanlarda kullandığı yaklaşık 228 farklı alet bölüm bölüm sergilenmekteler camekanların içerisinde panzehir ve narkozun mucidine ithafen, saygıyla. Sanıyorum en sevimsizi kadın doğum bölümündeki aletler idi. Kerpetenler vardı sanki. Bu dünyaya çocuk getirmeye karar verirsem biri beni vursun yahut başıma külünk insin.
Amasya aynı zamanda bir müzeler şehri. Özel Şehzadeler Müzesi, Ferhat ile Şirin Aşıklar Müzesi, Maket Amasya Müzesi, içerisinde 14. yy’a ait İlhanlı dönemine ait erkek, kadın ve çocuklara ait mumyalar ve Hititlerden günümüze kalan tek tanrı heykeli olduğu için literatüre de girmiş olan “Hitit Fırtına Tanrısı: Teşup” heykelciğini de barındıran Amasya Müzesi var şehrin sınırları içerisinde. Ayrıca çıkartılan küp ve çömlek mezarların içine ruh deliklerinin açıldığı gözlemlenmiş. Bu da öldükten sonra yeniden dirilme inancı olduğunu göstermektedir. Bir zamanlar insan olan bu mumya ve kemikler de bedenin kifayetsizliğini hatırlatıyor insana. Derisi sapır sapır dökülmüş mumyanın gözler önüne serilmiş kaburga kemikleri Afrika’ da aslan sürüsü tarafından yenmiş, çoktan öğütülmüş bizondan geriye kalanları anımsatsa da, tek gözüyle ben de insandım bir zamanlar der gibi bakıyor ve dudaklarında korkunç bir şeyler donmuş sanki zamanında.
Ferhat ile Şirin bu topraklarda yaşamış. Amasya Sultanı’nın kızkardeşiyle(zengin kız), nakkaş Ferhat(fakir ama gururlu genç) aşk için bahane aramaksızın aşka düşüvermişler bu topraklarda. Şirin’in ablası olan Mehmene Banu ise gizliden daha çok sevmiş Ferhat’ı ve kendine istemiş. Engeller koymuş Ferhat’ın aşkıyla Ferhat arasına. Ve bir külünk girivermiş Ferhat’la aşkı arasına ama aynı külünk küllerinden bir efsane doğurmuş yöre halkının dilinden günümüze dek ulaşan. Ama bu da bir efsane sonuçta ve her efsane gibi yoruma açık olup, menşeisine bakıldığında bir İran halk öyküsü olan Hüsrev-ü Şirin’den konusunu almış bir halk oyunudur esasında. Çeşitli yorumlarla günümüze kadar gelmiş, ülkeden ülkeye, yorumcudan yorumcuya farklılıklar göstermiş, Nazım Hikmet tarafından da bir tiyatro oyunu olarak uyarlanmış ve Devlet Tiyatrolarınca sahnelenmiştir defalarca. Size saymış olduğum müzelerden sadece Ferhat ile Şirin şehrin biraz dışında. Onun dışında tarihi ve turistik her yer yürüyüş mesafesinde. Şehrin içinde sorarak bulduğum tek müze ise Amasya Müzesi oldu. Onu da şu bizim Taylant’lıdan feyz alarak, birbirine tıpatıp benzeyen ucu tostoparlak, gerisi patates burunlu, kasketli, muhakkak bıyıklı, siyah ceket pantolon içine beyaz gömlek altına siyah makosen ayakkabı giymiş lokal insanlara sordum. Çok da canayakın buldum kendilerini. Taylant’lı işini bilirmiş, bir yeri oranın yerlisine sormak gerekmiş ama lokal olmayanına el vermemesi affedilir gibi değildi. Sanıyorum bana biraz koymuş. Nihayetinde Strabon’un memleketindeyim. Bir filozof, tarihçi ve coğrafyacı. Dünyanın en önemli bilim adamlarından ve en eski hekimlerinden Sabuncuoğlu bu topraklarda doğmuş, kendini yetiştirmiş. Osmanlı döneminde çok fazla önemsenmiş burası, yükseliş döneminde tahta geçmiş bütün padişahlar burada Sancakbeyliği(Valilik) yapmışlar. Gündüz bıraksa gece göz göz olmuş Kralkaya Mezarlarıyla geçmişe göz kırpıyor her daim. Benimse şimdiye kadar gördüğüm en sinematografik şehir olmuştur Amasya.
AMASYA

Bir Cevap Yazın