BİR YERDE
“Gölgem değil, özlemim avutsun seni gittiğin yerlerde.”
Yerine ben mecnun oldum ve çöllerdeyim yine(bu işte bir terslik olmasın sakın!). Burası ne sıcak, ne soğuk.. en azından İstanbul’un soğuğu kadar işlemiyor insanın içine. Marakeş’ten sonra sevecek yerler biter sanmıştım halbuki ve yine tam da umudu kesmişken, bir coğrafya daha göz kırptı bana. Sanki sen gibi, seni anımsattı bir şey burada bana. Tam adını koyamıyorum ama çöl mimarisi ve hepsi benzer sonuçta, daha bilemiyorum, gidiyorum sadece. Hindistan’da olacağım çok yakında. Sonra belki Endonezya. “Gravity”de “Ganj Nehri’nde güneşi görmelisin, olağanüstü.” der yerçekimsiz ortamda bu dünyanın dışında bir adam bir kadına giderayak/ölürayak. Hayatının son zamanlarında hepimiz hayatla dalga geçmeyi bırakıp, alayı-kini-öfkeyi-bağımlılıklarımızı bir kenara atıp kendimiz olacağız ve biz bilmesek de Tanrı bunun için de son bir kez göz kırpmış olacak. Son sarf ettiğimiz cümleler(ne çok son diyorum bakar mısınız, korkum mu beni şüpheye düşürüyor yoksa şüphe mi beni kör kuyunun diplerine çekiyor?) bizi anlatacak, bir hayatın manifestosu olacak o cümleler. Son zamanlarda ne zaman önemli bir şey söylüyorum hissine kapılsam, ölmeme az kaldı diye düşünmeye başlıyorum. Bende “Ölüm bitti, o yok artık.” diyebilecek miyim acaba? Ölmek de bir iş değil mi nihayetinde? Hastalandığını öğreniyorsun ve başlıyorsun beklemeye, emekiliğine gün sayar gibi tekrar tekrar hesaplar yapmaya, birikitirdiğin insanlara, ötelediklerine, kıyıda köşede kalmış yenmemiş paralarına bakıyorsun, kefen paran-doktor paran-kalanlarda varsa çocuklarına, eşine, dostuna; sonra.. sonra her iş gibi bir gün senin nihai işinde son buluyor, kısaca işin bitiyor. Acısız olmasını diliyorsun, tatlı tatlı uykuda gelse keşke ya da ölüm bizi gündelik işlerimizde bulsa diyorsun. Bense cebime doldurduğum taşların ağırlığıyla bir nehirde boğulma cesaretini gösterebilecek kadar cesur değilim henüz, o yüzden sürpriz bir sonum olacak şaşırtıcı derecede sıradan bir şekilde.
“Mehr Licht” mi”Mehr Nicht” mi diye uzun uzun kafa yormuş öfkeli dolayısıyla kırılgan Bernhard “Goethe Öleyazıyor”da(bunca yakışıklılıkla yazar olunmaz ki), Goethe gibi bir dehanın son zamanlarına denk gelen pespaye Krauter’in şansını anlatırken ironi dolu satırlarında. “Hayatımın İnsanı” dediği bir kadın vardı, o kadının yerinde olmak isteyen çok kadınlar tanıdım(bir tanesi için çok uzağa gitmeye gerek yok, tam karşınızda, platonik aşkın sonsuz gücüne -vuslata erilemediğinden sonsuz tabirini kullandım- inanmış bir insanın sevgiyi paylaştırmasının sevap olduğunu düşündürtmesidir referansım; tıpkı miras gibi, hak geçmesin kimseye, eşit dağıtmalı herkese, bazen bonkör bazen cimri bu hayatta insanoğlu ve böyle bir çeşidiz bizlerde işte).
Java’daki Nilüfer Çiçeği şeklindeki en büyük Budist tapınağı olan Borobudur’da ise tasavvufa da kaynaklık etmiş olan vazgeçiş, teslimiyet ve tevazu sözcükleri fısıldanır kulaklara. İnsan hırsların hatırlatılmadığı yerde mutlu oluyor ve bırakmak gerekiyor, istememek gerekiyor, isteyince, direnince ve diretince ve sonunda elde edince de mutlu olamıyor ki insan. Ama kalbimi bırakmam mümkün olmadığından, sen de geliyorsun benimle beraber tıpış tıpış, mecbursun buna. Yoksa sen bilirsin ve görürsün ıssızda kalmak neymiş? Ben kaldım, çok fena oluyor. Gene gel benimle, gücenme bana, kızarsın geçer unutursun biter.
“Yanmaktır, efendim, biricik çâresi aşkın;
Bir kitap okudum sıkışık zamanlarda kalakalmış insanlar üzerine. Bir adamın tecavüzünden kurtulabilmek için fahişe olduğunu söylemen gereken bir coğrafya bahsettiğim ve o coğrafyanın savaşmaktan sevişmeyi unutmuş adamları ve burkalarının arkasına gizlenip, çile çeken kadınları üzerine. Gizleri kalbine mühürlenmiş kadın, sadece bitkisel hayattayken, bir çeşit suni teneffüsle yaşatmaya çalıştığı adamının kulağına fısıldayabiliyor sırlarını. Görülmeyen, isimsiz bir kadın o da diğerleri gibi, çünkü hiç sevilmemiş ve burkası onun kadifeden perdesi. Hiç sevilmemiş bir kadını sevebilmenin kutsaliyetini anlatmaya başlıyor aynı adlı filmi de ikinci yarıdan sonra. Mümkün müdür acaba? Benzer temalı bir Suudi Arabistan filmi var, tüm kalbimle oscar’ı almasını dilediğim ama aday bile olamayan. “Wadjda”. Simsiyah çarşaflara bürünmüş kadınlar ve çarşafa girmelerine az kalmış kadıncıklar var başrollerde. Kadın kadının kurdu oluyor erkek egemen dünyada bu kez. Namaz kılarken omuz omuza veriyorlar iyice, şeytan geçemesin diye; et ete değiyor ama. Hayatta Vecide’ler kazansa keşke. Ve Şili’den “Gloria”, Romanya’dan “Child’s Pose”da aday olamadılar. Çok yazık. Halbuki dans etmeyi seven iki kadından Gloria güzel gülüyordu, Cornelia ise içli içli ağlıyordu ve erkekler kaçarken onlar duruyorlardı. Erkekler Tanrı’nın kaçış halindeki suretleri olmasınlar sakın? Sakın ola büyük konuşma, olmaz olmaz deme bu hayatta; olur olur.. bir bakmışın kaçar vaziyetteki bir surete aşık olmuş bulunmuşsun, kim bilir? Hadi bakalım, ayıkla pirincin taşını.
http://m.youtube.com/watch?v=3koigluYOH0
http://m.youtube.com/watch?v=Ax8lYeZIh44
http://m.youtube.com/watch?v=-KGu9OJxsxQ
—-.—-
Beni o kadar çok sev ki, kendimi bir şey sanayım.
Hayatı hazmedemediğin zamanlar vardır ve kaçacak yer arar durursun kendine; oraya mı gitsem, şurada mı olsam diye. Tesellisiz ağla derim ben böyle zamanlarda. Ama ağla. Rahatlarsın çünkü. Gözyaşı dökmek güzeldir, tuzlu tuzlu. Biriktirdiklerin de beraberinde çıkarlar fışkırarak. Sev gözyaşlarını her zaman, çünkü çok yaşananlar gizli o gözyaşlarında..
Radyoda bir şarkı var ve aklımı başımdan almaya yetti. “How long will I love you?/Seni daha ne kadar seveceğim?” diyor ve ben inan bilmiyorum, belki sonsuza kadar, belki sadece ölene kadar. Tek çiçekle bahar gelmiyor diyordu Tolstoy ve aralık bitmek üzere olsa da, daha çok var bahara. Avuntu olmadan yaşanmıyor, kışın sonu bahar hem de ilkbahar. Öleceğimi bilsem tek avuntum olacaktır mevsimleri hissedebileceğim bir yere gidiyor olma fikri. Ben orada da bekler dururum baharı ve yazı ve sonra her bahar aşık olurum. Bir ölünün sevebilmesi mümkündür çünkü ve ruhlar da hissederler mevsimleri. Güzel havalarda onlar da coşar. Buğulanmış bir cama isimlerini yazarlar. Tek nefeste hissedersin eğer o sana hissettirirse. Bir süre sonra camdaki isim akmaya başlar, buğular çözülür. Tesellisiz ağlayanların gözyaşlarıdır onlar. Ben de böyle yapmalıyım. Tesellisiz ağlamalıyım, içtenlikle, kimse veya hiçbir şey avutamamalı beni. O zaman gerekli bedelleri ödemiş, cezamı çekmiş olurum, kalbime gömülenler açığa çıkar. Artık daha çok sevmeye, daha çok vermeye gönüllü olurum. İşte o zaman ben olurum, işte o zaman insan olurum. İnsan olmak her ne demekse.. Merak edip bakıyor insan haliyle, işte size insanın sözlük anlamı: Memeliler (Mammalia) sınıfının,insangiller (Hominidae) familyasından, iki ayağı üzerinde duran ve yürüyen, kolları kısa, vücudunun birçok yerlerinde tüyler azalmış, çeneleri belirli, beyinleri çok gelişmiş, kafatası yuvarlak ve yüz açısı yüksek, konuşabilen tek yaratık. Ama sayın sözlük, itiraz ve itiraf ediyorum ve Tanrı şahidimdir ki; “İnsan susar.” diyorum. İnsan bir gün, an gelir susar ve sustuğu o an dinlemeyi öğrenir. İnsanlar sorar, eşeler dururlar sizi ve sizi siz yapanları ve siz susarsınız “tek”. O anlara ulaşabildiyseniz eğer; yani susmayı öğrendiyseniz artık hayat sizindir. Hayat heyecanın bittiğinde, hayatı öğrendin demektir sonunda. Varoluşumuzun içinde gizli gizli barınmakta olan ve bizim genel olarak kötüye kullandığımız ya da nasıl kullanmayı bilmediğimiz durumlarımızı -pembe panter kılıklı şeytan da buna dahil- kısa bölümlerle anlatmaya çalışan, geçişlerdeki kopukluğu önemsemeyen bir filmin(Post Tenebras Lux) rahatsız edici sahneleri üşüşüyor kafama. Asap bozucu sahnelerin, kışkırtıcı bir şekilde verilip akılda kalabilmesi yönetmenin başarısı ve her şey şaşırtıcı şekilde gerçekçiydi. Reygadas, Malick’in yolundan ilerliyor sanki. Agresifleşmeden ve sıradanlık içerisinde veriyor tüm sertliği ve telaşsızca oturduğumuz koltuklarımızdan yüksek tevazu içerisinde bu sakin hayvanın sınırlarını sorgulatıyor bize, yargılatmadan. Evrime karşı pasif bir direniş halinde gibi yönetmen. Bizi çok tanıdık yerden yakalıyor, filmin başındaki yer ve gök olaylarına çok başka anlamlar yükleyen o küçük kız çocuğuyuz biz. Etrafındaki köpekler de çok tanıdıklar, havlayıp koşturup duran ve insanlara bir türlü laf anlatamayan ve hep havaya doğru uluyan..
—-.—-
Seni seviyorum ve sen bunu hiç bilmeyeceksin. Ne acı. Ben şanslıyım, bakma. Seven benim. Önce kızsam da, sonradan kazanan benim. Sırt çevirip kaçansa sensin.
Saçak altı kurudur, misafirin yoludur, benim de gitmem gerek uzaklara, misafirim burada sonuçta. Bir kadın vardı ve bana “Musibete de şükret.”demişti. Öyle ya, şükür, buna da şükür. Senden gelen musibete de şükür.
Seni hep sevdim. Bana sevgi gerekti çünkü. Ve dönüp baktığımda etrafımdaki herkes sevgisizdi. Sakın beni unutma. Sarhoşken birbirine kabul ettirtilmeye çalışılan o saçma sapan sözler hep unutulur; ama hani dilinin buğusu kalır ve gerçek olur ya.. ahh işte onlar gerçekleşseydi.. Belki.. Hiç gerçekleşmemesini istediği şeyleri arayıp duran bir insanın son sözleri bunlar, gidemeden.
Şu kader meselesini çok büyütmemek gerekiyor, ben çok büyütmüşüm gereksizce. Halbuki yazdıklarını yaşıyorsun işte. Gözyaşlarının ve gülücüklerinin pırıltısından bahsetmelisin bana. Her ikisinde beynin hangi tarafı uyarılır söyle bana. Hangisi daha kuvvetli? Eğer aşk kuvvetli bir duyguysa, güldüren mi yoksa ağlatan mı daha güçlü düşün sadece, hayatımın kahramanı. Bense seni değil, seni sevmeyi sevdim. Sakın beni unutma.. Kim söylemişse, yalan söylemiş. Aşk tek kişilik, yoksa adı meşk olurdu ve ayakta yolcu kabul edilmiyor, sen arada kaynamayı sevsen de. Ve aynaya baktığında çekil aradan, çekil; çünkü bir gün gelecek karşıdan karşıya geçemez olacaksın trafikte. Bir trafik ki sorma, keşmekeş. İşte o zaman iste, yolların açılmasını dile, trafik akmasın, dursun de, gör bak çekilecekler aradan, bir kuş gibi geçeceksin karşıya, hatta süzüleceksin, yollar açılacak önünde ve kapılar, gerçekleşmesini istediğin tüm isteklerin senin kendi hırsların, komplekslerin; kurtul onlardan, boşalt semerindekileri, yeni doğmuş bir tayın kürdan gibi bacaklarıyla ilk defa doğrulmaya çalıştığı gibi tutun hayata, yıllarca yürüyememiş felçli bir kötürüm gibi, bitkisel hayattan yeni uyanmış, beynin yıllarca komut verememekten yürümeyi unutmuş bacaklarına sahip olduğunu hayal et, ilk adım, ilk öpüş, ilk nefes sanki. Seni çok seviyorum, inan buna. Beni kerelerce oku satır aralarında. Yüz kere, bin kere, milyon kere. Her kelimemde sen gizlisin, sakın unutma.
—-.—-
Ülkem çalkalanıyor şimdilerde. Günlerin ve yılların birikmiş öfkesi vardı benim de bir zamanlar üzerimde. Çok öfkeliydim her şeye ve herkese. Oldu bitti ve ben rahatladım sanki, daha fazla öfke biriktirmemeyi öğrendim uzaklarda. Şimdi bakıyorum da, dövize çevirmediğimiz her kuruşun acısını çekeceğiz belki ama cezasız değil hiçbir şey ve cezaları olsun işgaliyetleri beyinlerimizdeki. Allah aratmasın sizi bize ve mahçup etmesin bizi dünya aleme.
“Bükmemekte mesele ne boynunu ne fikrini ne vicdanını;
Kendi keyfin için diyar diyar gezinmek
İlahi güzelliklerine doğanın hayret ederek
Ve sanat ve ilham yaratıları karşısında
Titreyip coşmalı insanın sarsılan ruhu.
İşte mutluluk bunda! İşte hak bunda…”. Puşkin.
Bir Cevap Yazın