INTO THE FOREST
“Kriz zamanları, insanların karakterini ortaya çıkarır.”
“Annem hep kendi bildiğini yap derdi.” Eva
PROLOG:
Çok çok uzun zamandır yönetmenini, oyuncularını, kazandığı ödülleri zerre umursamadan izlemeye yeltendiğim, başlar başlamaz da iyi ki izliyorum dediğim bir filmle karşı karşıya olduğumu anladıktan ve filmi bitirdikten hemen sonra yüzümü bir başka taraf olan bilgisayarımın ekranına yani size döndürdüğüm anda, tüketmeye doymayan gözlerimiz rastlaşıveriyor birbirininkiyle. Talihsizlik mi demeli buna yoksa şu deli deliyi bulma sözü mü yeşermeli o an içimizde? Ve evet ben de tüketmeye açım, tıpkı sizler gibi. Alışveriş merkezlerini talan etmekten, pratik kapaklı konserve gıdalarını, meyve sularını hatta açması zor geldiğinden çevir aç kapaklı köpüklü adi şarapları ve poşet içerisindeki raf süreleri bin yılı aşkın yiyecekleri demir arabaların içerisine doldurup almaktan almaktan ve daha da çok almaktan hatta yarın savaş çıkacakmış gibi istiflemekten yana bir sakınca görmeyen, bunu da asla üretici olamayacağını, var olanı işleyemeyeceğini anladığı andan itibaren tekrarlayıp duran, onun bir adım ötesi olarak gördüğüm doğal olsun diye evde ekmek yapmak için ekmek yapmak makinesi alanlardan değilim sadece. Ya da kardeşleri olan dondurma yapmak, yoğurt yapmak, yumurtayı ister lop, ister katı haşlamak cihazlarını da. Saçmalık. Boktan hepsi, her şey. Biz insanoğlu kesinlikle değiliz ama. Kanatsız melekleriz hepimiz. Bazen alıp başımı dağlara gideceğim, bir daha da inmeyeceğim ve yabanıl ne varsa evlat edineceğim ve kurtulacağım içimdeki kıvrık dilli kahpe şeytandan dediğimdeyse ya unutuyor ya da hevesim sönüyor bir an geçince. Bir parça şeytanın kime ne zararı olacak ki canım diyorum kendi kendime. O canım canımı parçalıyor içten içe. Her neyse.
Sıcak ama çok sıcak havalarda klimanın altında hapşırarak uyuyup uyanmayı tercih ediyorum mesela, on dokuz derecede üzerimde battaniye olduğunu hayal ederek büzülüyorum incecik bir pikenin altında. Arabaya biner binmez elim kontaktan önce klimanın düğmelerine gidiyor istemsizce. İnternete ulaşamadığımda yüzüm gazlı bir bebeğinkine dönüşüveriyor hemen. Evet çok süt içtim ve şişimi indirmek için bir parça internet lütfen. Lütfenlütfenlütfen. Ohhh. İndi. Şişim yani. Biraz daha süt alabilirim şimdi. Mümkünse markası şey olanından ve şeyli olsundan. Olur olur o da olur.
Benim gibi düşünmüyorsunuz öyle mi? Bir lokma ekmek, yamalı bir hırka, tıpkı Hz. Muhammed gibi. Tıpkı onun adını ağzından düşürmeyip en iyi lokmaları yutup, en Chanel hırkaları giyenler gibi. Hayat hiç adil değil. Ne zaman oldu ki?
-Filme dönsen artık.
-Nereye, kime, ne şekilde döneceğimi sana mı soracağım(ama öfkeli bir tonda ve kabadayı bir edayla)?
-Film eleştirisi yapacağım diyorsun, ona buna çatıyorsun. Belli belirsiz hedef gösteriyorsun. Söyle madem kimmiş bu Chanelciler.
-Yves Saint de olur.
-E söyle o zaman.
-Ne söyleyeyim?
-Kaçak güreşiyorsun.
-İşime burnunu sokuyorsun.
-At o zaman beni burnundan pardon içinden.
-Gidecek yerin mi var?
-Pop şarkısı sözüyle mi bana meydan okuyorsun?
-Sende kimseyi beğenmiyorsun.
-Senin ağzından çıkınca yapmacık geliyor.
-Bir sefer de senin ağzından dinleyelim yapmacık olmayan bir şey!
-At beni içinden demiştim. At şimdi. Ben bulurum bir yerler.
-Gelen gideni aratır. Sense bunu sakın unutma. Benden rahatını bulamayacaksın gittiğin ellerde.
-Sen öyle san. Ne söylesek kabahat oldu. Eleştirilerimi duymazdan gelip beni bastırdın durdun. Kursağının arkasında bir yerlerde sığıntı gibi oldum. Sığıntın mıyım be ben senin? İte kaka en kuytularındayım şimdi.
-Bilmişlikten başka bir şey yok, kal orada.
-Gidiyorum ben.
-Git. Dünya kurtulsun senden. İlk başta da ben.
-CIA desteklesin, Amerika’da yerleşmeye hazırım. Mürit filan da yaparım.
-Deli misin sen?
-Bunu bana mı soruyorsun?
-Kime sorayım başka?
-Bir kafede oturmuş deli deli kendinle konuştuğunu görüyorlar salak. Beni senin içinde alır da tımarhaneye kapatırlarsa gör bak ne biçim olur! Hayallerim senin bedeninde solacak. Kes sesini manyak şey.
-Sensin manyak.
-Amerika yerine Bakırköy’e tıkılacağım sayende.
-Seni sık sık ziyarete gelirim merak etme.
-Kalk gidiyoruz çabuk. Garson hesap lütfen. Söylesene.
-Sus dedin.
-Hesabı iste. Delirtme beni içinde.
-En son ne zaman seks yaptın sen?
-Şu soruya bak. Terbiyesiz. Halife aday adayına sorduğun soruya bak. Çok sığmışsın.
-Sense derin. Yüzeye çıkamıyorum sayende. Bunları okuyanlar var ya, bir huni takdim edecekler sana.
-Güneşten korur bahaneyle.
-Naylon o.
-Halifesin ya her haltı bilirsin sen.
-Deli mi ne?
-En sık gelen ziyaretçin olacağım, hiç merak etme.
-Edebiyat filan yaptığını sanıyorsun değil mi böyle alaycı, böyle gıcık… İnşallah yaşayan en büyük yazarın içine girerim de, kıskançlığından çatlarsın.
-Senin içine girdiğin yazar seninle uğraşmaktan başka bir şey yapamayacaktır, bundan emin olabilirsin.
-Görürüz. Peki ya film?
-Hangi?
-Ne yazmaya çalıştığını ne çabuk unuttun.
-Senin yüzünden.
-Benim? Benim ha? … Var ya uğraşamayacağım. Çok ciddiyim. Uzlaşmaya karar verdim. Çoktan da çok ciddiyim. Çünkü başa çıkılamazsın. Her şeyin ama herşeyin, başta açık rögar kapaklarının, alkolizmin, Hitler’in, dünyadaki sefaletin, ikiz kulelerin bombalanmasının hepsinin nedeni benim. Ben aslında CIA, Mossad, MI6’nın ayrı ayrı tüm birimleriyim ve bunların birleşimiyim. Ben üst aklım. Peşimde ise kriptoma el koymak için gelen çok çok azılı adamlar var. Tamam mı? Ben şimdi usul usul haddimi bilerek, kursağının oralara bir yerlere çekilmek istiyorum.
-Bak…
-Hiçbir şey duymasam da olur. Tek kelime. Sadece gitmek tek derdim. Dünya senin olsun. Yaz çiz, çizemesen de yaz tek ama bana dokunma.
-Sensiz yavan olur yazım.
-Olsun. Lütfen bırak, bir yazın da yavan olsun. Okuyucu bunu hoş karşılayacaktır. Hatta okuyucunun da kafası dinlenecektir. Sayemde. Tüm bu saçmalamalarını okuyan insanlara da yazık. Aslında sana, bana da yazık ama elden ne gelir ki?
-…
INTO THE FOREST / ORMANA DOĞRU:
Anneleri kısa süre önce ölmüş olan iki kızkardeş ormanın içerisindeki evlerinde babalarıyla yaşamaktadırlar. Filmin ilk dakikalarında abla bir odada dans ederken, baba ve diğer küçük kızı kendi odalarında şeffaf ekran karşısında kah televizyon izleyip kah internete girmektedir. Elektrikler gittikten sonraysa akşamları daha çok bir arada olmaya başlarlar. Telaşa gerek kalmamıştır. Çünkü hayatta telaşla yetişebilecekleri yer kalmamıştır. Günlük rutinlerini sürdürürler hiç durmadan. Odun keserler, olduğu kadar yiyecek tüketirler, yaşı dans etmek için bir hayli ilerlemiş olan abla elektrik bulamadığında mum ışığında dans eder, diğeri de aynı şekilde ders çalışır. Gerilimden, telaştan, endişeden uzak bir hayat yaşarlar farkına varmadan. Şehre gittiklerinde ve şehirden gelen Eli sayesinde şehirdeki kaostan haberleri olur ancak. Benzin yoktur, elektrik yoktur, ulaşım, telefon, ve de internet. Dolayısıyla ortalık vahşi batıya dönmüştür ve kardeşler babalarını kaybettikten sonra zaten kendi yaslarını tuttuklarından tüm bunlardan habersiz yaşayıp gitmişlerdir. Babaları ölmeden önce onları birbirine emanet eder, birbirlerini sevip, göz kulak olmalarını tembihler. Bunlar bir babanın ormanın yanındaki bir evde yalnız bırakmak zorunda kaldığı kızlarına bıraktığı vasiyeti olur, telaş içinde, ölmeden önceki son saniyelerinde. Başsız kalan kızların yas dönemini atlattıktan sonra didişmelerine tanık oluruz bir süre. Nell’in erkek arkadaşı zaten az olan yemeklerinden yiyip bitirmekte olduğu için, kıt olan benzinin bir kısmını kullanıp kullanmama hususunda, evi bırakıp elekttik bulmak üzere gidip gitmeme hususunda derken anlaşmazlıkları bir dünya olur. Ama yine de kopamazlar. İsteyerek beraber olduğu çocuktan hamile kalamayan Nell’in yanında, Eva, belki de hayatı boyunca bir daha asla görmeyeceği tecavüzcüsünden hamile kalır ve-bir umutmuş yaşatan insanı-çocuğunu doğurur. Filmin en anlamlı kısımları bundan sonra başlar. Tüm yokluğa rağmen çocuğunu doğurmakta diretir. Etinden, sütünden faydalanacakları hayvanları olmadığı için yeterli B12 alamayan Eva hortlak gibi görünmektedir. Ormandan topladıkları yeşillikleri kemirir durur. Nell’in binbir zahmet avladığı yaban domuzunu parçalayıp, kah büyük parçasını tuza yatırıp kuruturlar kah işkembe gibi doğrayıp kaynar suda haşlarlar. Sonra da bir keyif bir keyif yerler, özellikle de Eva. Hayalini bile kuramayacakları şeyleri yapabilir hale gelirler zamanla. Hiç elektriksiz ve hiç başka insansız yaşayabildiklerini ispatlamışlardır kendilerine ve birbirlerine. Ormanın içindeki küçük kulübede bağır çağır doğum yapar Eva. Tekrar çürümüş ve çökmekte olan evlerine geldiklerindeyse Eva kolaylıkla ikna eder Nell’i ormana gidip yaşamak hususunda. Yüz, iki yüz bin yıldır dünya üzerinde yaşayan insanoğlunun yanında, yüz küsur yıldır hayatımızda olan elektriğin tarihinin çok da fazla olmadığı ve bu şekilde de bir hayat sürebilecekleri tesellileri olur. Anılarını dolayısıyla kendileri için manidar ve işe yarar birkaç parça eşyayı alırlar; evi yakmak suretiyle izlerini kaybettirip, ormanın içindeki kulübeye sığınırlar yenidoğanla birlikte.
Filmin “benim için” en önemsediğim kısmı olan yaslandığı metnin uyarlandığı kitap Amerikalı yazar Jean Hegland’ın aynı adlı romanı ve bu sayede kendisiyle tanışma fırsatı buluyorum. Hiç Türkçeye çevrilmiş bir kitabı yok henüz yazarın. Ne olursa olsun bazen bir filmin, bir kitabın adını ve yazarının kim olduğunu önemsetebildiğine tanık oluyorum bir kez daha. Gün olur da bir gün alıp başımı giderim deme lüksüm ve zorunluluğum olursa eğer Hegland’ın romanını hatırlayacağım kendi kendime. En çok da Eva’nın çok güzel çok güzel diye diye yediği etten aldığı zevki, Nell’in biten tuvalet kağıdı yerine üst üste yığdığı yemyeşil yaprakları ve hayatın sürprizlerle dolu olduğunu, plan yapmanın anlamsız olduğunu, vs… Eva, Nell’e umarım hamile kalmazsın yeterli yiyeceğimiz yokken dedikten sonra, kendi hesapsız gebeliğini sonlandırmayışına tanık olunca bir kez daha kendi kendime hiç plan yapma, hiç hayal kurma demek geçiyor. Hiç ama. Çok isteme, hiç bekleme, unut, kınama, kınadığının başına gelme ihtimali isteyip hayal ettiğinden bin kez fazla. Bunu da sakın unutma. Senenin en iyilerinden değil ama iyi ki izlemiştim, iyi ki filme çekilmiş dediklerimden “Into the Forest”. Cat Power’ın “Wild is the Wind” yorumuysa hiç fena değildi.
Film fena değildi. Hayatta kalma mücadelesi filmlerini hele iyilerini severim, filme dair tek sıkıntım keşke elektriğin neden gittiğine dair bir açıklama olsaydı.
BeğenBeğen
Filmi bir bilim kurgudan öte dram olarak sınıflandırırsan-benim gibi-herhangi bir açıklamaya gerek duymazsın. Uzun süreli unutkanlık halinden bahsediyordu başında füj hali diye. Hafızasını yitiren kişi önceki durumundan tamamen bağımsız yeni bir hayata başlar diye-bak bu kısmı düşünürsen türde bilim kurguya giriyor işte. Neyse ne yani bundan sonra önemli olan hayatta kalmak gibisinden. Nasılsa o unutkanlık halinden kimse bu hallere nasıl gelindiğini sormayacak, elektrikli hayatın olabildiğini bir zamanlar kimse düşünemeyecek gibisinden. Belki kitapta uzun uzun açıklaması vardır. Okumadım, bilmiyorum.
BeğenBeğen
Benim için tür olarak BK yanından dolayı değil de senaryo/kurgu kısmı sebebi ile elektrik olayı önemliydi. Sonuç olarak hikaye bunun üzerine bina edilip akıp gidiyor. Kitabına dair uygun vakit nette biraz bakacağım dediğin gibi belki orada bir açıklaması vardır ama varsa bile filmdeki eksikliğine açıklama değil. Ama güzel film bu eksiliği de nazarlığı olsun.
BeğenBeğen