ÜÇ MEKTUP:
BİRİNCİ MEKTUP:
Sevgili Zeynep,
Heyecanımı bağışla. Olası yanlışlarımı görmezden gel. Gelemediğindeyse ben geleyim gözünün önüne. Bir başka kıtadayım ben şimdi. Başka bir ülkenin topraklarında, anadilimden farklı bir dilde konuşan insanların arasında. İlk başlarda zordu zor olmasına ama alışırım demiştim zamanla. Alıştım da. Ama sonra bir anda bir şey oldu aylardan sonra. Çok kolay açıklayamayacağım bir şey. Kelimelere dökmemin tam manasıyla mümkün olmayacağı bir şey. Sanki bir damarım koptu ve başıboş kaldı kan damlalarım. Tutunmaya çalıştılar rast geldikleri organlarıma. Fakat zemin kaygandı ve organlarım çok meşguldüler bağlı bulundukları ve çepeçevre sarılmış oldukları gaddar komşu organlar, kaslar, lifler yüzünden.. Görmezden geldiler ayrıksı kan damlalarını ve… Özür dilerim. Başka türlü açıklamam olanaksız ama tıpkı bahsetmiş olduğum kopuk damarımdan akan bir kan damlası gibi hissettim, ona dönüşüverdim birdenbire. Bir darbe almasını bekler durumdaydım içinde bulunduğum bedenin. Ancak o şekilde, korkutucu ve sarsıcı bir tazyikle fışkıracaktım gerisin geriye, ya ağızdan, ya burundan. Anlamsız ama zoraki bir mahkumiyet, kapana kısılmışlıktı hissettiklerim. Günyüzü görmeye hasret, nereye gideceği meçhul ama nihayetinde özgürleşecek bir kan damlası olmak istedim. Bir an için. Seni sıkıyorum herhalde. Ama sıkılma ne olur. Yazsam yazsam kaç sayfa olur en fazla? Kıymetli zamanının ne kadarını çalabilirim bir mektup aracılığıyla?. Biraz sabret yeter, bir mektubun da sonu gelir ve biter. Mürekkep arsızı satırlar susar elbet.
Hayat insana unutturtuyor birçok şeyi ister istemez. Anlar içinde bulunduğun zaman içerisinde büyüyor gözünde, geçmeyecek sanıyorsun ama geçiyor bir şekilde. Hafızansa hiç tahmin edilmeyecek anları tutuyor belleğinde. Galiba bende böyle oluyor. Daha geçen gün aklıma geldin, bense tam alışveriş yapıyordum bir marketin içinde. Burada taneyle satıyorlar sebzeyi meyveyi, kiloyla değil. Her lokmanın kıymetini anlıyorsun. Rengarenk biberlere bakarken geliverdin birden aklıma. Zeytinyağlı, etli biber dolması kavgası yapmıştık hani seninle, sizin evde. Söyledim ya aklımda kalanlar hep ummadıklarım. Merak etme dolma tarifi vermeyeçeğim öyle uzun uzun. Ama seni bana getirenin ne olduğunu bilmeni istedim sadece. Sevgili Zeynep, benim tatlı hafiyem, hoşlandığım çocukla aramızı yapmak için arabuluculuk yapmıştın hani. Kapısında beklemiş durmuştun. Gidişini dönüşünü, bağını bahçesini, işini gücünü ezberlemiş, olası karşılaşma sahnelerini tasarlamıştın kendince. Güneş tam arkamdan vururken, ben, yokuşun başında, arkamda bir tatlı kızıllık, saçlarım alev alev, dudaklarımda annemden aşırdığım mürdüm rengi rujla çocuğun karşısına çıkıverip yakan ben olacaktım onu güneş olup da. Güya tutuşuverecekti bir anda benim ışınlarımla. Sonradan öğrenmiştin çocuğun zaten tutuşmuş olduğunu, bir de nişanlısı olduğunu. Nişanlısının adının da Zeynep olduğunu. Günlerce saklamıştın üzülmeyeyim diye. Kötülemiş durmuştun ayakları kokuyor diye. Nereden biliyorsun dediğimde, ben biliyorum demiştin içtenlikle. İnanmıştım ben de sana, nedenini bilmesem de. Sen demiştin ya, doğruydu. Soğuyuvermiştim oğlandan bir anda. Sahi oğlanın adı neydi, onu bile unutmuşum bak yıllar geçtikten sonra. Fuat mıydı yoksa?
Buzdolabında iki öğünlük zeytinyağlı biber dolmam daha var. İki kişilik yapmışım, kim yiyecekse benden başka? Bugün de onu yiyeceğim ama seni anarak ve gözlerim dolarak. Etli sevmediğini bildiğimden, senin usulünnce pişirdim, çiğden doldurdum içini. Bir gün gelir de yolun düşerse bu taraflara, pişiririm sana da. Washington’da, bir gökdelenin yirmi sekizinci katında, hap kadar mutfağımdan pişmeye yüz tutmuş, içleri doldurulmuş, baharatla tatlandırılmış dolmanın mis gibi kokusu yayılır ortalığa, oradan da tüm dünyaya.
Yalnızlık zormuş gurbet ellerde, tek başına, vatanımdan, bildiğim topraklardan uzakta. Kaderime karşı koymanın bir şeyleri değiştirmeyeceğini anladığım andan itibaren, kapıldım gidiyorum peşinden sürüklenircesine.
Şimdilik benden bu kadar. Sıkmayayım seni daha fazla sıkıntılarımla. İşte o zaman üzülürüm.
Amerika’dan kucak dolusu sevgiler sana.
Ömür.
—-.—-
İKİNCİ MEKTUP:
Canım kızım,
Bir başka zaman diliminden gönderiyorum bu satırları sana. Kalem tutan aklım, benliğim ve belleğim. Çok yıllar geçti aradan. Birbirimize uzak olsak da, izledim durdum seni, yarı açık kalmış bir kapının aralığından her sızışımda. Ders çalışıyor olurdun, başını okşardım usulca. Çok gelen giden olmazdı evimize. Tek çocuktun, yalnız çocuktun, eksik çocuktun kendi kabuğunda. Zor kaynaşırdın akranlarınla. Çocukluktan genç kızlığa bir tek arkadaşla geçtin hiç bıkmadan. Neydi adı? Zeynep miydi yoksa? Öyle kalmış aklımda. Sahi o kız neler yapar hayatta? Bitirim bir kızdı hatırladığım kadarıyla. Oğlanları pataklardı, üç oğlandan sonra tekne kazıntısı bu kısrak armağan oldu bana derdi anası, kız erkeklerin hepsine ayrı ayrı taş çıkartsa da. Utandırırdı kızı olur olmadık yere. Utanç yazgıyı değiştirdi mi diye sorardım kendi kendime hep. Cevabını alacağım günler de gelecektir elbet.
Ömrüm, omuzlarımda taşıdığım, yere göğe sığdıramadığım kızım, hayat beni mahçup etti soluğumu erken ve umulmadık bir anda kesti. Bir gün bizim dik yokuşun başında soluğum kesiliverdi aniden. Öldüm ben kızım. Ama asla kabullenmedim ölmeyi, öylece gitmeyi. Neden insan sevdiklerinden çekip alınır ki? Dalımdan kopartan eliyse hiç görmedim. Sorardım yoksa neden şimdi, neden böyle diye. Bir tek kızımın hepi topu on yedi yılına tanıklık edebildim sadece. Mahsun bıraktım da gittim seni iki katlı evin içinde. Sen ve annen. Çekişir dururdunuz ben varken. Bazen günlerce konuşmazdınız aynı evin içinde. Benim aracılığımla mesajlar gönderirdiniz birbirinize. “Yemek hazır, elini yüzünü yıkasın öyle otursun sofraya, deyiver Muhsin.” Gözün masada olurdu aynı esnada. “Ömür’lere gidiyorum, geç kalabilirim.” derdin sen de. “Oğlanlara dikkat, ayı gibi şeyler.” diye fısıldardın bana. Sonra da, kızımızın hazırlandığı odasının yarı aralık kapısına iç geçirerek bakardın. İlahi Hanım, bunu benim söylemem gerekirdi tıpkı benim yerime üstlendiğin pek çok şey gibi. Taş gibiydin ben varken, kayaya dönüştün ben yokken. Sevgini göstermeyi bilmezdin zaten. İsteseydin öğrenirdin elbet, üstesinden geldiğin “hayatlarımız” gibi. Küçücük bir çakıl taşıyken sevmiştim, binlercesi içinden seçmiştim seni. Sense benim sevecenliğimi severdin; duygularımı açıkyüreklilikle dile getirirdim, tıpkı her zaman kızıma böyle olması gerektiğini öğütlediğim gibi.
Seni yarı yolda bıraktığım için beni affet kızım. Hayatta her tökezleyişinde bana kızdığını biliyorum. Ama böyle olsun ben de istemedim. Bana benzeyen tarafın duygularınla hareket etmendi. Sen bunu suskunluğunla yaptın farkında olmayarak. Sessiz çığlıklarını bir ben duyardım. Ne zaman sevsen, ne zaman hoşlansan sessizleşirdin, coşacağın yerde. Aşıksan bilirdim, anlardım işte. Annenden çok hissederdim ben seni ve duygularını. Yaşgünlerinde aldığımız hediyeleri herkesin önünde açmayı reddederdin. Yeni bir giysi alındığında bekletirdin kapısı açık dolabında. Bir süre geçtikten sonra üzerinde görürdük nihayet. Önce içine sinerdi, sonra üzerine giyerdin. Sen böyleydin, hala da öylesin. Hiç değişmedin. Ketum, mesafeli, sevdi mi susan, hayranlıktan nefesi kesilen. Sakın ola bir gün aniden nefesin kesilmesin. Hayat almasın seni erkenden. Her şeye rağmen hayat, yaşamak güzel.
Baban.
—-.—-
ÜÇÜNCÜ MEKTUP:
Ömür Ömür Ömür,
Canım, can arkadaşım benim. Yıllar geçti aramızdan. Neler yaşadın kim bilir? Ben neler yaşadım? İnan hepsini burada anlatmam mümkün değil. Birazından bahsedebileceğim sadece. Seni şaşırtacağını biliyorum ama ben evlendim. Ben, hem de. Memur oldum, ben, bir de. Bir kız çocuğum oldu, benim, hayat işte. Yüksek topuklar ve dizimin biraz üzerinde eteklerle gidiyorum her gün işime. Tekne kazıntısı büyüdü ve küçük bir kadına dönüşüverdi zaman içinde. Tüm bunlar ben fakülteden mezun olur olmaz gerçekleşti. Okurken sevdim, mezun olunca işe girdim, tayinim çıktı Mersin’e. Gurbetten miydi bilmem, daha çok sevdim ben kocamı ondan uzak olduğum zamanlar içinde. Bulduk orta yolunu ve kıydık nikahı Başkentte. İşte benim hikayem kısaca böyle. Kocamı sevmekten vazgeçmedim, her ne kadar aşkımın ateşi küllense de. Ortak arkadaşlar edindik işyerlerimizden, Ömür’ün yani kızımın(al sana bir sürpriz daha) okuldan arkadaşlarının ebeveynlerinin arasından. Onlarla görüşüyor, yemeğe çıkıyor, çocukların yaşgünlerini kutluyor, sünnet düğünlerini yapıyor, haftasonları ya dışarıda yemeklere çıkıyor, yahut hanımlar ayrı, beyler ayrı toplantılar düzenliyoruz beraber. Evlendikten sonra çocuk odaklı yaşıyorsun malum, onların gönüllerini hoş tutuyoruz bizler de böylelikle.
Bu arada sen dünyanın uzak ucunda, bizlerse ülkenin tam ortasında bir rakip yarattık sana, kusurumuza bakma. Ben sana hayrandım Ömür. Belli etmezdim ama hep senin gibi olmak isterdim. Sen ağırdın, taş yerinde ağırdı. Olgundun yaşına göre, erkekler sana tapardı. Ama hep olmayacakların peşine düşerdin, gönül işte(Sahi nasıl Gönül Teyze, İstanbul’da mı hala? Ölmedi, değil mi?). Ben aklıma geleni söylerdim, son söyleneceği ilk söylerdim, berbat ederdim her şeyi böylelikle. Sense az konuşurdun, insanlar beklerdi ve dinlerdi seni acaba ağzından ne çıkacak diye. Duyarlıydın, incitmezdin kimseleri. Bir de beni düşün üç azman abiyle bir evin içinde. Babanın ani ölümünü bile vakur karşılamıştın, acını belli etmemiştin kimselere. Susmuştun uzunca bir süre. Yokuşun başında Muhsin Amca’yı öyle görüverince, ben kıyameti koparmıştım senin yerine. O gün içinde ve ertesi günlerde. Bana ne ağlıyorsun arkasından bu kadar, giden sanki senin baban mı diye çıkışmıştı annem. Babam da içerlemişti bu duruma. Ama ben Muhsin Amca’yı çok severdim. Her mahalleden öyle kolay kolay şair çıkmaz bilirsin. Çok duygusal adamdı. Ne çok severdi seni! Bırak seni, beni bile severdi. Çok şaşırırdım bu işe. Bir kıza benzemeyen kızı sevmek öyle kolay değilken ve abilerim bana olan o çok derin sevgilerini enseme attıkları sevgi şaplaklarıyla gösterirken, senin baban benim yanağımı okşardı, içtenlikle bakarak gülümserdi bana. Mahçup olmayı babandan öğrendim ben. Kızım sana benzesin istedim bu yüzden hep. Ondan da ismini verdim. Ömrünü Allah versin dedim, huyları benim güzel arkadaşıma çeksin istedim.
Hariciyeci olduğunu söylediler. Yakışır sana, zarif duruşuna. Yolun düşerse buralara, uğra muhakkak Ankara’ya. Kızımızın fotoğraflarını koyuyorum zarfın içine, bak bakalım sana benzetebilmiş miyim küçük adaşını? O daha on yaşında.
Bir başka Ömrün annesi.
ÇOK ÖNEMLİ BİR NOT: Yukarıdaki hiçbir mektup alıcısına ulaşmamıştır. Ömür, küçük Ömür’den hiç haberdar olamamıştır. Malum o zamanlar sosyal medya yoktu ve bu hikayenin geçtiği tarihlerde internet de yoktu. Bir babanın neler çektiğini ve apansız gidişinin üzüntüsünü kızı hiçbir zaman öğrenememiştir. Ruhani bir sosyal medya da yoktu çünkü. Babanın gitmiş olduğu yerde yaşadıkları ise bir muammadan ibarettir. Gerçekten de yarı aralık kapılardan sızabilmiş midir kızının hayatına, kim bilir? Kendisi ser vermiş, sır vermemiştir. Ama geride bir sürü şiir bırakmıştır nesileden nesile geçecek olan. Ömür, ölümün erken geldiği bir şairin kızıdır. Zeynep’se uzun yıllar boyunca Ankara’da yaşamıştır. Öldüğünde de Cebeci Asri Mezarlığına gömülmüştür. Kızı ise adaşı gibi hariciyeci olmuş ve uzun yıllar Avrupa’da yaşamıştır. Annesinin cenazesine gelmesi mümkün olmamıştır. Nereden mi biliyorum? Çünkü ben yazdım. Bu hikayenin kurgucusu yani küçük, yeryüzü Tanrısı olarak, bir parça kibrin insanoğluna yakıştığını varsayıyorum yazmakta olduğum yerde.
Sevgiler
Meriç.
Reblogged this on Mustafa Ahmet GÖZ .
BeğenBeğen