“Ay’dan gelen ay’a gider.”
“Dön dön durma dön
Dön haydi koca zaman
Dön de kalbim de dönsün yerine
Kuşlar, böcekler, hayvanlar
Otlar, ağaçlar, çiçekler
Nasıl hissedeceğimi öğretin bana
Çalınırsa kulağıma beni özlediğin
Dönerim hemen sana.”
Tam iki saat on yedi dakikalık bir film “Prenses Kaguya Masalı”. Çok uzatmış artık yönetmen dediğiniz anlar olabilir elbette ama tek bir şey düşünün diyebilirim sadece. Bu film yönetmenin yirmi beş uzun yıldan sonra ikinci çok ses getiren enn uzun metraj filmi olup, bu zaman zarfında kendisi başka işlerle uğraşmış olsa da; önünüzde her bir karesi özenle çalışılmış bir resim ve peyzaj harikası var. Her karesi özenli bu animasyonun yönetmenin özverili ve sanata adadığı kareleri yaratırkenki içtenliğine paralel olarak, içinize sindirerek seyrettiğiniz takdirde harcanan emek karşısında çaresiz kalacağınızı tahmin ediyorum. Müthiş bir sadelik içerisinde suluboya ile çalışılan karakterlerin arka fonunda gözalıcı bir doğa var. Hiç kış gelmeyen Japonya’ya yağmurlar yağıyor, sonra bahar geliyor tüm gözalıcılığıyla. Kiraz çiçekleri kaplıyor ortalığı. Melankolik havayı ister istemez değiştiriyor bu pastoral güzellik. Ve sadece görsellik değil, aynı zamanda duru bir içtenlik var konunun işlenişinde. Adı üzerinde bir masal uyarlaması Prenses Kaguya. Ormanın derinliklerinde bambu keserek geçimini sağlayan ihtiyar köylü daha film başlar başlamaz buluyor ışıklar içerisinde doğan küçük prensesi bir bambunun içinde üzerinde kimonosuyla. Avucunun içini zar zor kaplayan, gerinirken tatlı tatlı şişinen miniğin önce karşısında eğiliyor şaşkınlıkla ve saygıyla; sonra da kendisi gibi ihtiyar eşine götürüyor telaş içerisinde. Paylaşamıyorlar kendi aralarında bu tatlılığı. Bereket çok çabuk büyüyor Minik, öyle ki kadın eline alır almaz gürbüz bir bebeğe dönüşüveriyor, Minik Prenses. Ve ne kendileri ne de komşu evlerdeki çocuklar gözlerine inanmakta güçlük çekiyorlar her an büyüyen bebeğin gelişimini izlerken. Boy atıp, tombul toraman, koca kafalı bir velet oluyor, sevinç çığlıkları atan. İlk adımlarını atıyor, düşe kalka. Hiç çocuklu bu yaşlı çift torun bakacak yaşlarında kendilerine bir armağanmışçasına gönderilen ufaklığı tüm kalpleriyle benimseyip, seviyorlar. Mutlu bir çocukluk ve hissetmeden geçirdiği ergenliğiyle en nihayet neşeli bir genç kıza dönüşüyor Prenses. Ormanın içinde akranlarıyla ve tüm hayatı boyunca seveceği Ağabey Sutemaru’suyla neşe içinde yaşarken baba bildiği yaşlı ormancının onu, bir prenses olarak layık olduğu hayatı yaşatmak üzere ormanda bulduğu altınlarla şehirde yaptırttığı konakta, seçkin bir hayat yaşatma itkisiyle götürdükten sonraki hayatı ise ruhsal olarak bir çöküntü ve hayal kırıklığı yaşatıyor ona ve dolayısıyla çevresine. Genç kızlıktan, bir küçük kadınlığa geçiş süreci son derece sancılı oluyor. Kimonolar, ipek kumaşlar, özel dersler ve cımbızın acımasızlığıyla tanışıyor ve tüm bunlar onu, bir zamanlar ait olduğu doğa, gülüşler ve neşeden uzaklaştırıp, insanlardan uzak ve mesafeli bir hayatın kollarına atıyor. Her geçen gün daha az kahkaha atıyor prenses. En nihayet eski mutlu çocukluk günlerinin geçtiği ormana kaçtığındaysa, geçmişin aynı naiflikle onu beklemediğini görüyor, hiçbir şey eskisi gibi kalmıyor, zaman değil, insanlar ve insan manzaraları değişiyor. Başlarda ciddiye almayıp, şakaya vurarak kaçtığı her şeyin bundan sonraki hayatının bir parçası olduğunu anladığı an, makus talihini kabulleniyor çaresizce. Perdelerin arkasına saklanıyor güzelliğiyle ilgili rivayetler alıp yürüdükçe. Çok düşünüp, az konuşuyor, kahkahaları soluyor. Bir duvar örüyor kendisine, adına asalet denen. Talipleri oluyor bir sürü. Prenses imkansızı istiyor her birinden. Taliplerse akıl baştan gittiğinden imkansızı kovalıyor ya da çamura yatıyorlar hiç yüzünü göremedikleri prensesi elde etmek için. Her geçen gün daha az kahkaha atıyor prenses. Bir talibi onun yüzünden ölüyor. Mikado onu kaçırıp götürmek istediğinde ise Ay’dan onu alıp götürmeleri için yalvarıyor ve dileği kabul oluyor. Başka hiçbir filmde göremeyeceğiniz kadar şenlikli bir ölüm alayı geliyor Prenses’i götürmeye. Babasının onu göndermemek için hazır ettiği okçuların havaya yükselen okları birer çiçeğe dönüşüyor ve herkes derin bir uykuya dalıyor. Bir çeşit baygınlık geçiriyorlar. Anne babası gitmemesi için paralanıyor. Fakat gidişi önlemeleri mümkün olmuyor yani kaderin önüne geçemiyorlar bir yerde. Prensesse pelerini giydikten sonra geçmişini unutacağını bildiğinden son kez anne babasına koşuyor ve sarılıyor onlara. Bizi de yanında götür diyen anne babanın kızlarını bu dünyada mutlu edememekten ötürü oluşan pişmanlıkları su yüzüne çıkıyor. Prensesse kendisini bu noktaya getiren şeyin bilincine daha önceden varıyor. Hayatımın bu noktaya geleceğini tahmin etmemiştim derken mutsuzluğunu ve mutsuzluğundan ötürü sefil ettiğim dediği hayatların sorumluluğunu taşıyor. Kaçıp sığınabileceği köyü, sadece hayallerinde canlı ve başka çıkış yolu bulamıyor kendisi için. Ölümü gelip onu alması için çağıran Prenses’in bu çağrısını onun intiharı olarak da yorumlayabiliriz. Beklentileri gerçekleşmeyen, şehir hayatında mutluluğu bulamayan, başka da çıkar yol bulamayan Prenses, sahte olarak nitelendirdiği hayattan/hayatından kurtulmak istiyor bir an önce, elindekilerin kıymetini bilmeden. Fakat tüm hüznüne ve onca pisliğine rağmen bildiği bu dünya ona tatlı geliyor giderayak, tıpkı kıymetini ancak kaybettiğimizde anladıklarımız gibi. Ama daha önce randevulaştıklarından, vakti saati gelir gelmez apansız geliyor ekibiyle birlikte bulutların üzerinde düğün alayını çağrıştırır gibi ve unutturuyor her şeyi Prenses’e, beraberinde getirdiği pelerin sayesinde. Prenses susuyor, hafızası gidince. Ölüm de hiç konuşmamıştı geldiğinden beri. Elinin tek hareketiyle engelleri kaldırmakla meşguldü sadece. Aracılar kullanmıştı iletişim ve bir parça teselli için ve her hareketi katiyet içermekteydi.
Prenses son bir kez dünyaya bakıyor, Ay’a doğru ilerlerken yüzünden ne düşündüğü tam olarak belli olmadan. Belli belirsiz bir unutuşa dönüşüyor geçmişi. Hep yarım kalacak bir söz sanki hayat yaşarken; gereksiz uzunlukta ve sıkıcılıkta manalar yüklediğimiz ve hep çok şeyler bekleyip, farklı lisanlarda konuşup anlamakta güçlük çektiğimiz.
Kısaca hayatın anlamını ya da anlamsızlığını, mutluluk arayışını, sadakatin önemini, toz pembe hayallerin bir gün gelip sona erdiğini, vakitli-vakitsiz ölümü, son nefeste bile bilinmezliğin ürküntüsünden yaşama sarılmanın aczini, geride kalmanın nahoşluğunu, her şeyin değiştiğini, geliştiğini, hayatta mutlu olmanın ne demek olduğunu asla tam olarak bilemeyeceğimizi, sevdiklerimizin bizi bırakmak istemeyişini ve geride bizden “sadece” verebildiğimiz kadar sevgimizin kalacağını anlatan; hem gözlere, hem de doymak bilmez arayış içindeki dünyevi ruhlara hitap eden ve tüm bunları dünya saatlerine sığdırılmış hayatında, bilinci açık, zeki ama yine de her fani gibi cevapları kovalayan bir genç kızın sancılı büyüme ve olgunlaşma hikayesi çerçevesinde anlatan çok duygusal, çok naif, çok şey anlatan ve anlatırken anlattığı hiçbir şeyi birbirine karıştırmayan ve herşeyden önce hayat ve onun bir parçası olan ölüm üzerine birçok şey söyleyen bir büyük “Usta”dan olgunluk döneminde gelen umarım ki son olmayacak bir başyapıttır “Prenses Kaguya Masalı”. İzlediğim en özel final, en muhteşem soundtrack’a sahiptir. Ve maalesef Oscar’ların en anlamsız kaybedeni olmuştur kendisi. Bir bilgenin aklından, kaleminden, rafine ruhundan çıkmış olgunluk dönemi işidir. Seksen yaşına basmış bu çok özel insan, umarım filmografisine bu derece başarılı birkaç film daha sığdırabilir. Umarım Japonlar bir sürü güzel animasyonlar yaparlar ve bizler de izleriz. Kendi adıma bu senenin en iyilerinden. Belki de en iyisi.
“Kuşlar, böcekler, hayvanlar
Otlar, ağaçlar, çiçekler
Meyveni ver ve öl
Doğ, büyü, öl
Yine de rüzgar esecek, yağmur yağacak
Sudolabı dönecek
Hayatlar gelip geçecek.”

Bir Cevap Yazın