150 GRAM:
Bir anda geldi. Yer ayaklarımın altından kayıyor sandım. Zor tutundum kapının kulpuna. Sakınarak oturmaya çalıştım yavaş yavaş. Cep telefonum yeleğimin cebindeydi. İlkin 112’yi aramak geçti içimden. Sonra vazgeçtim bir anda. 112 gelir elbet, onlar hep gelir zaten. Arayacağım bir numara değil, bir insan olmalı her şeyden önce. Şuurumu kaybetmeden önce, eder miyim ki? Hiç bilmiyorum. Burada böylece unutulur muyum ki? Kendi kanımda boğulup, etrafı bir kokudur sarınca konu komşu belediyeye mi haber verir acaba? Onu da bilmiyorum. Bugün günlerden pazartesi herkes işinde gücündedir bu saatte. Annemi arasam, telaşlanır şimdi. Babamsa malum. Mecburum, kızlardan birini arayacağım. Çalıyor telefonu. “Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor.” diyor. Aman ne güzel. Diğer numarayı arıyorum çaldırmak için telefonumdaki. Sanki tutuklandım da yakınlarımı arama hakkımı kullanıyorum gözetleme memurunun denetiminde. Arkadaşımın adını hatırlayamıyorum panikten. A harfinden başlayıp, yavaş yavaş aşağıya iniyorum. Her isme acaba mı diye, şüpheyle bakıyorum. E’leri geçiyorum Fatoş iş, Füsun cep..Telefonum çalıyor. Az önce ulaşılamaz olan Tuğçe bu. “Gel beni kurtar.” diyorum. Az önceki soğukkanlılığım, yerini telefonun ucundaki tanıdık sesi duyar duymazki duygusallığa bırakıveriyor bir anda. Gözümden akan yaşlar, açık renk pantolonuma dökülüyorlar. Burnumu çeke çeke ağlıyorum. Bağırdığım için kelimeler birbirine karışıyor. Kız arkadaşım ne dediğimi anlamıyor. Şimdi o da panik halinde. “Geliyorum, ama neredesin?” diyor. “Evdeyim.” lafı bir çırpıda ve anlaşılır bir şekilde çıkıyor ağzımdan. Anahtarım onda, bana bir şey olursa diye verdiğim yedek anahtarlardan biri. Kapıyı kırmak zorunda kalmasınlar diye verdiğim yedek anahtarlardan biri. Başımın dönmesi geçti. Şu pantolonumu çıkartabilsem kendi başıma. Başarabilir miyim ki? Şu kanlı pantolonumdan kurtulabilir miyim ki? Tanrım sen yardım et. Banyoya ulaşabileyim. Tuvalete oturabileyim. Yok hayır, tuvalet olmaz. Asla. O zaman yatak odama geçebileyim. Temiz bir çamaşır ve pantolon yahut etek mi giysem? Gayret ediyorum ama baş dönmem geçmiyor. Korkuyorum. Tanrım onu alma. Daha çok erken. Ya da geç. Sekiz ayı bile dolmadı daha. Benim içimde, bir parçam o benim. Çift organlı oldum ondan sonra. İki kalbim, bir sürü ciğerim var benim. Kalbi atıyor. Bam bam bam. Hissediyorum her hücremle. Bam bam bam. Çok fazla kanamam var. Bir damla değil, Tanrım onu bana bağışla. Sakındım hep dilimden, dillerden, en sevdiklerimden bile. Şimdi alma onu benden. Halının üzeri kan oldu bak. Olsun sorun değil. Silecek halim yok ya. Yaşa yaşa, dayan dayan.. Çığlık atmak geliyor içimden. Bebeğime zarar verir diye susuyorum. Kapının kilidi dönüyor sanki. Geldi kurtarıcım. Arkadaşım. Kahretsin. O değil. Bu o değil. Hiç kimse değil. Hayalmiş duyduğum. Tanrım ne aptalım. Doktorumu arasam ya. Kendimi tokatlıyorum sıkıntımdan. Aptallığıma yanayım. Pantolonumu çıkardım bu arada. Çamaşırımı da. Zar zor iç çamaşırımı giyiyorum. Bir çanta hazırlayabilir miyim acaba kendime? Bir iki gecelik ve çamaşır, diş fırçası ve de. Ama, yo hayır. Gerek yok. Nasılsa bebeğime bir şey olmayacak. O yaşayacak. Tam dokuz ay on gün beraberiz. Hiçbir yere bırakmam onu. Çantanın canı cehenneme. Kendimi durgun akıl bilirdim. Amma da hızlı düşünebiliyormuşum isteyince. Neler neler dönüyor kafamda. Bir ara genç kızlığıma gidiyorum. Annem babam ne kadar da gençler. Kumda oynuyorum. Ama o ben olamam değil mi? Yani kumda oynadığım hallerim aklımda olamaz. Elimde kürek ve kova. Bilinçaltım giriyor devreye. Kahreden bilinçaltım. Susmayan bilinçaltım. Bir sürü adak adıyorum, bildiğim duaları okuyorum, yakarıyorum. İlk öptüğüm çocuk geliyor gözümün önüne. Sırası mıydı bunun diyorum. Hiç gitmiyor. Gittt.. Off, orada öylece bekliyor beni. Acaba onunla bebek mi hayal etmiştim. Ya da o mu? Hayır, sanmıyorum. Her öptüğümü… Bu düşüncelerin beni oyaladığını hissediyorum. Tüm öptüklerimi hayal etmeye başlıyorum. Uzun ve kısa öptüklerim. Listem bir hayli kabarık. Tanrım beni öpüştüğüm için cezalandırmışsın. Bunu nasıl yaparsın? Yani baş kaldırmak istemiyorum ama o başka bu başka. Hem ben hep erkekleri öptüm. Kahretsin. Bebeğimi alma. Lütfen. Lütfet. Ne istersen yaparım. Ne istersen olurum. En iyi, en sadık kulun, kölen olurum. Söz veriyorum.
Tuğçe’yi görüp de bunca sevineceğim aklıma gelmezdi. Ama sevindim işte. O ise paniğimden kestiremez durumda ona beslediğim hislerimin ne olduğunu. Bir bilse minnetten ve bir insana en müşkil zamanında yaslanmaktan ötürü oluşan güvenden ibaret olduğunu! Olmadı, başaramadım. Kendi başıma üstesinden gelirim sandım. Kelimenin tam anlamıyla çuvalladım. Şu hale bak, kızın gözleri faltaşı gibi açıldı kanlı pantolonumu görünce. Beni sakinleştirmeye çalışıyor ama bir yandan da ne yapacağını düşünmeye çalışıyor. Onun bu hali unutturuyor gene bana bebeğimi. Off hatırladım bak gene. Unutmuştum ne güzel. Bana bir etek getirmiş, giydirmeye çalışıyor. İyi de ben o eteği 36 bedenken giyerdim. Şu halimle bacaklarımdan çıkmıyor öteye. Ben ona yol gösteriyorum. Annemin “Ben geldiğimde giyerim.” diye bıraktığı eteği getiriyor. Normalde asla giyip de dışarı çıkmayacağım eski püskü eteği giyiyorum can havliyle. “Ambülans!” diyor, bana bakıyor. Soru cümlesine dönüştürdüğüm bu tek kelimeyi ben ona yöneltiyorum şimdi. “Ambülans?” Kim çağırdı ki? Ben çağırmadım. Ben doktorumu bile arayamadım. Hemen telefonuna sarılıyor. Yanlışlıkla 118’e basıyor. “Siktir!” diye bağırıyor telefonuna. Adresi aktarıyor benden duyduğu kadarıyla. Karşı taraf kendilerini aşağıda karşılayacak birisi olması gerektiğini söylüyor. Geleceğini söylüyor. “Beraber inelim.” diyorum. “Olmaz.”diyor kesin bir ses tonuyla. Bir şeyler arıyor, mırıltıyla çıkıyor ağzından kelimeler. “Anahtarlar.” diyor. “Bana akıl ver, eğer bir parça kaldıysa.”diyor. Bunu söylerken gözleri halının üzerindeki kan damlalarına takılıyor. Ben de bakıyorum ister istemez. “Bebeğimm. Ölmesin. Yardım et. Lütfen bir şey olmasın ona. Çok korkuyorum. Kendim için değil. Onun için.” Bunları içimden söylüyorum. Aynada gözlerimi görüyorum. Saydamlaşmış gözbebeklerim. Akındaki damarlar yerinden fırlayacak gibiler. Tüm acım, bütün kederim, hüznüm, korkum gözlerimde. Kalbim gözlerimde atıyor sanki. Kendimden korkuyorum o an. Hayvani bir duygu gelmiş çökmüş üzerime. Sanki bir el bebeğimi benden söküp almak istiyor ve ben vahşileşmişim. Korktuğum şeyin içimden çıkan hayvan olduğunu anlıyorum. Öyle vahşi ki. Ruhumu sarıyor pençeleri, tutuyor bebeğimi. Kolay pes etmeyecek. O an anlıyorum. Her ne pahasına olursa olsun bebeğim yaşayacak. Hem kadınım, hem erkeğim, hem anneyim, hem babayım, hem panterim, hem Tanrıyım bir anda. Bebeğimin Tanrısıyım o kısacık anda. Bunu bilsin istiyorum. Onu yaşatacağımı bilmeli. Bunu hissetsin istiyorum. Elim karnıma gidiyor. Orda, yaşıyor, nefes alıyor var gücüyle. Minik parmaklarını hissediyorum aksi taraftan. Güç alıyorum bundan. Tuğçe’ye dönüyorum, “Ben iyiyim. Vakit kaybetmeyelim. Gidelim bir an önce.” diyebiliyorum. Tuğçe’ye yaslanıp, duvardan destek alarak yürüyorum koridorda. Ne çanta, ne başka bir şey, anahtarı kaptığımız gibi, soluğu kapının önünde alıyoruz. Asansöre biniyoruz beraber. Başka zaman olsa benim için planlı ama meraklı kapıcımızın muzip bakışlarının odağı olan karnım, yerleri köpüklü sularla yıkamakta olan adamın gözünde merhamet uyandırıyor bir anda. Bıraksam paspas olacak ayağımızın altına. Pişmanlık okunuyor gözlerinde. Az evvel boşalttığı bir kova suyu düşünüyor kara kara. Dakikalar belki de saniyelerle kaybettin der gibi bakıyor. Kaybetmedim diyorum içimden. Kolumdan tutuyor. Bir önüme bakıyor, bir arkama. Ne tarafa düşecek olursam o yana kendini siper etmeyi planlıyor. Bacaklarımın arasından süzülen kanlara bakıyor. Bebeğim. Akma nolur. Kal benimle. Sen benim hayat arkadaşımsın. Geleceksin. Herkes gidecek. Biz kalacağız bu dünyada. Sadece ikimiz.
Siren sesini duyar duymaz, ben ismini bugüne kadar öğrenme gereği duymadığım kapıcımızın kollarına teslim edilirken, Tuğçe koşarak ambülansa doğru gidiyor. Önden gelen genç bir kadın var. Yerlerdeki suyu görüp, söyleniyor bir yandan da. Aynı zamanda korumalığımı üstlenen kapıcımız sus pus oluyor bir kez daha. Karnım ve ıslak ve kaygan zemin namusu oluyor. Aramızda yirmi yıl uğraşsak oluşturamayacağımız kadar sağlam bir bağ oluştu bir anda. İsmini mi versem acaba? Neler saçmalıyorum böyle? Oğlum olmayacak ki benim. Annesinin ismini mi koysam acaba?
-“Annenin adı neydi?” diyorum.
-“Anlamadım abla, benimle mi konuşuyorsun?”
-“Evet, annenin adı neydi?”
-“Döne.”
-“Başka?”
-“Anlamadım abla, bir anam oldu benim bildiğim kadarıyla, onun da adı Döne idi. Öyle derlerdi.”
-“Olmaz o isim. Başka böyle aileden değerli bir isme sahip, yani şey demek istiyorum, büyükanne gibi, sütanne gibi, ananen, babannen yok muydu senin?”
-“Ne bileyim abla, geçmiş gün. Anamın anasının adı Satılmış idi.”
Nabzımı ölçmeye çalışırlarken, sedyeye uzanmış durumdayım artık ve Tanrım; Satılmış, Döne’den beter. Hiç münasip isimli kadın akraban yok mu senin, çocuğuma verebileceğim?
-“Senin ismin neydi peki?”
-“Ömür.”
-“Oldu bu iş.”
-“Hangi iş abla?”
-“Anlaştık. Ömür. Satılmış kızı Dudu’dan olma Ömür.”
—-.—-
Sezaryenle alındı bebeğim. Şekerim fırlamış, kanamam durmamış. Acil ameliyat dediler. Miniğimse emin ellerde şimdi. Sağ salim gerçekleştirdi doğumu doktorum. Tam iki kilo iki yüz gram Ömür. Yani prematüre doğdu. Kucağıma alamadım uzunca bir süre. Kuvöze yatırdılar çırılçıplak. Hastanede kaldığım sürece gittim baktım camların arkasından camdan kafes içindeki solaryuma girmişçesine yatan fındık fareme. Nasıl da güneşleniyor minik farem. Gözleri kapalı daha hala. Kendini anne karnında zannediyormuş. Annem geldi, yanında da babam. Annem görünce ağladı, babamsa mesafeli davrandı. Gerekmedikçe konuşmadı. Babasızlığına, az gelişmişlik eklenen bebeğime, eğer yaşarsa ne çeşit bir dede olacağını düşünüyor gibi sanki. “Alemin spermini içine tıkıştırmaya Kıbrıs’a mı gidilirmiş?” demişti. Yalan söyledim sana baba. Kıbrıs bahaneydi. Kızımın babası belli. En azından ben biliyorum. O da bana yeter. Yapamazsak, Avrupa’ya gideriz. Orada yaşarız kızımla. Yaşadığım sürece vardır bir yolu. Nefesim onun olsun baba. Bir sıfırdan iyidir. Ben sıfırdım, şimdi bir oldum baba. Bir gün gelecek ve ben kimsenin çocuğu olmayacağım. O zaman bari ben bir çocuğun ailesi olayım.
—-.—-
Lohusalık kısmından bir şey anlamadım. Bir ay boyunca ev ve hastane arasında gittim geldim durdum. Gelenler beni evde bulamaz olmuşlar. Bebek iyi oluyordu eve geliyorduk, sonra kontrol ve tekrar hastane. Bebeğimi merak edenlere karşı kullandığım tabirse merhamet uyandırıyor. “Hafif.” Çarşıdan iki kilo erik alıp eve geldiğinizi düşünün kesekağıdının içinde. Annem korktu bir yerlerine bir şey yapmaktan. Babam kulağına ismini fısıldamak için kucağına almadan kaç defa besmele çekti, kim bilir? İsim babası, aynı zamanda adaşı, hanımını alıp geldi bir gün. Süklüm püklüm oturdular salonda. Ömür uyanınca yanlarına getirdim. “Hap kadarmış.” deyiverdi karısı. Ömür azarladı kadını ama sahi hap kadar kızım. Altıncı haftanın sonunda yeni doğmuş bir enik gibi gözlerini şöyle bir araladı. Ne mutlu oldum anlatamam. “Doktorum çocuğuna bizden iyi sen bakarsın, sana güveniyorum.” dedi. Annemin korku dolu bakışları altında banyoda küvette yıkadım onu. İyi geldi ılık su. Yağlıyorum tüm vücunu, büyütüyorum günbegün. Ben de onunla birlikte büyüyor, olgunlaşıyorum. Bunca sabır nerelerde saklanırmış bugüne kadar? Hiç meşakkat gelmiyor ona yaptıklarım. Sabır ve tahammülden başımı alamıyorum. Hiç ağlamıyor. Kucak kucak gezse, her kucakta sakin. Gülümsediğini de görmedim henüz. Uyum sağlamaya çalışıyor gibi yeni hayatına. Ama yakaladı ucundan.
Bu zaman zarfında tam 150 gram aldı kızım. Bir kalın kaşar peyniri dilimi kadar etlendi. Hazırladığım zıbınlıkları giydiriyorum. İçlerinde kayboluyor. Burun delikleri o kadar küçük ki. Ve kulakları. Ne kaşı var, ne doğru düzgün kirpiği. Gözleri ela sanki.
—-.—-
Çok az görüştüğüm akrabalar ve annemin meraklı komşuları ellerinde maşallahları kırkı çoktan çıkan bebeğimi görmek gayretiyle bir cuma günü teşrif ettiler evime. Kafamda annemin saçma sapan lohusa fiyongu karşıladım hepsini. Tuğçe’de geldi işten erken çıkıp.
Meraklı bir teyze:”İsmini sen mi koydun tatlım?”
Ben:”Evet.”
Tuğçe:”Kapıcısının ismi.”
Bir başka meraklı teyze:”Aaaa! Kapıcı, kadın mı? Ne de güzel ismi varmış.”
Tuğçe:”Şükür o akılla Dudu ya da Döne ya da Satılmış bile koyabilirdi. Biz Ömür’e şükrettik.”
Ben:”Adamın büyük iyiliğini gördüm.”
Tuğçe:”Ben kötülüğe mi geldim? Rahmetli anneciğimin ismini koysan olmaz mıydı. Nurhayat’ın nesi eksik Ömür’den? Gittin uyuz adamın teki, gıcık oluyorum hallerine dediğin adamın adını verdin o akılla kıza. Beni çiğnedin geçtin. Rahmetli anneciğim. Ne severdi seni! Öyle değil mi Selma Teyze?”
Selma Teyze yani annem taraf olmak istemese de, hiç beklemediğim bir hamleyle Tuğçe’nin tarafını tutar.
Annem:”Bari anneannenin adını verseydin. Hükümet gibi kadındı. Lamia gibi saraydan gelme isim dururken, kapıcının adını verdin kızıma.”
Ben:”Ben doğurdum. O benim kızım. Hem amma da burjuva çıktınız. Anne bizim kökümüz saraydan değil ki. Hasbelkader koymuşlar Lamia diye ama halis muhlis köylüyüz biz esasen.”
Annem:”Olabilir. Lamia diye isim koyanın vardır elbet saraydan bir kökü.”
Ben: …
Teyzem(Annemin bir küçüğü): “Babası yok mu bunun?”
Ben:”Yok.”
Annem:”Sperm bankasından sperm aldırıp, içine tıkıştırmayı tercih etti. Bizim de sonradan haberimiz oldu.”
Teyzem:”Adam mı yoktu?”
Annem:”Benimki de böyle. Ne yaparsın? Kapıcının adını alır, tanımadığı adamın da şeyini.”
Ben:”Neyini alır mışım?”
Titremesine mani olamadığım bir tonla çıkıyor artık kelimeler ağzımdan.
Teyzem:”Ya sperm sahibi katil ise?”
Annem:”Sapık bile olur. Bir arkadaşıyla bari yapsaydı, yapmışken.”
Ben:”Anneee!”
Annem:”Ne annesi, yaparken anne diye sordun muydu hiç? Şimdi olduk annen. Kızdın mıydı annnen!”
Teyzem:”Bir sevdiğin vardı, olmadı olmadı, yaş geçmeden yapayım bari dedin tabii. Sen de haklısın kızım.”
Annem:”Ya gay’se?”
Ben:”Kimmm?”
Annem:”Yoksa sen mi?”
Tuğçe’ye bakar manidar. Tuğçe ise nefretle bana. Onun aklı hala isimdedir.
Ben:”Yeterrrrrrr.”
Ne mi yaptım? Bundan sonra ne mi oldu? Ömürlük dedikodu malzemesi toplamış olan onca kadının önünde annemi ve teyzemi evden kovalayıverdim. Yapma etme diyen şaşkın akrabalarım ve komşularda bir süre sonra panik halinde kalkıp gittiler. Tuğçe’de annemlerle gitti. Onların tarafını tuttu. İsim yüzünden. Bu esnada Ömür uyumaya devam etti. Sonra sonra ne mi oldu? Çok sürmedi, bir hafta sonra annemle, bir süre sonra da Tuğçe’yle barıştık. Tuğçe, Ömür’ü Nurhayat diye çağırmakta ısrar ediyor. Bazen “Hayat” diyor. Bastıra bastıra söylüyor isminin her hecesini, sırf beni gıcık etmek için. Babam nüfusuna aldı kızımı. Gerçek babası ise asla bilmeyecek Ömür’ün varlığını.
ÇİZER: PAWEL KUCZYNSKI
Bir Cevap Yazın