ALTIN ÜÇGEN, BİRİNCİ BÖLÜM :
ORDU :
Akşam saatlerinde bindiğiniz ve şehirlerarası bir otobüsle başladığınız seyahatinizin bitiminde, yani sabah saatlerinde, uykusuz, huzursuz ve tutulmuş vaziyette uyanmanızla sabahın aksi gibi kör bir saatine konmuş uçağınızın check-in işlemleri için en az üç buçuk saat önce uyanıp, iki buçuk saat önce de yola döküldüğünüz ve bunun için yatmadan önce acaba yetişemezsem ya da uyanamazsam sorusunu kırk kere çevire çevire kafanızın içinde kurmaktan zaten uykusuz kaldığınızdan aşağı yukarı aynı cefayı çekmiş olarak başlıyorsunuz yeni bir şehirdeki ilk gününüze. İstanbul Urfa, İzmir Diyarbakır arası bir yolculuk planınız varsa eğer, bu süre yirmi dört saate filan çıktığından, tüm hırsınızı muavinden çıkar çıkar bitiremediğiniz, içinizden de bu şımarıklığı şımarıklık olarak bilip ayıbınızı kabullenseniz de bunu da yapmazsanız eğer ilk istasyonda camları kırma hissinizi bastırmakla canınıza kıymak arasında gide gele sabahı edeceğiniz bir seyahat arasında kaldınız demektir. Pozantı sonrası ne yaptığımı hiç hatırlamadığım bir yolculuk yapmıştım mesela, yıllar geçti unutamıyorum o saatleri, henüz gençtim, azimliydim, kendimden de emindim. İlk sekiz saati kazasız belasız atlatmıştım ve daha ne sekizler, onlar vız gelir bana diyordum aynı güven ve bilinçle. Gün geceye dönmüştü, sonra sabah öğlene bağlanmıştı ve manyak gibiydim en nihayet Urfa’ya vardığımda. Yanımda oturan hanımla hayatımızın ince ayrıntılarını paylaşmıştık varasıya. Ne o, ne de ben gözümüzü kırpmıştık. O, Diyarbakır’a gidecekti, kocası tarafından uğurlanmıştı ve önünde yalnız geçireceği birkaç saati daha vardı benden sonra. Arkamdan sen kurtuldun der gibi bakmıştı. Diyarbakırlı o kadına ne oldu, şimdi nerelerdedir ki acaba?
Bense birkaç saatlik uykuyla uçak seyahatini yeğlemiş olmanın sözde avantajıyla iniyorum Ordu-Giresun havalimanına. Trabzon’dan sonra deniz kıyısına paralel bir başka havaalanı görmekten memnuniyet duyuyorum. Yanımdaki öğrenciler Giresun’da iletişim okuyorlar ve bu son senemiz kurtuluyoruz artık diyorlar. Fırlamalara göre şehirler değilmiş Karadeniz’in fırtınalı şehirleri. Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmişler, ha gayret! Minnacık havalimanının kapısında bekleyen Havaş servisleri uçakların inişine bağlı olduğundan son yolcuya kadar bekleyip kalkıyorlar hemen. Samsun havalimanında çalışma olduğundan Samsun’a gidenler de bizimle aynı uçaktalar. Samsun Ordu arası ise üç saat kadar sürüyor. Yirmi dakika kadar da Ordu merkezle, havalimanı arası. Yüksek yüksek apartmanlar karşılıyor beni. Ilıman da bir iklim. Bugün mart ayının ilk günü. Koskoca bir sahil şeridi ile Boztepe ve merkez arasında hiç durmadan gidip gelen teleferikten alamıyor insan gözünü. Öğretmenevi ve Sinema Oteli hemen merkezdeler. Koskocaman ve çok katlı Koton mağazasına talim mi ediyor Ordulular sorusunun cevabı iç sokaklardaki butikler. Çok şık butik mağazalar var Ordu’da. Kadınlar ve erkekler için ayrı ayrı düzenlenmiş de vitrinleri. Belli bir giyim zevkinin var olduğunu düşünüyorsunuz bu butiklerin vitrinlerine baktıkça. İnsanlarıysa açık tenli, ince telli saçlara sahipler. Güleryüzlü ve çevikler. Merkezde sağıma soluma bakarken, karşıdan gelmekte olan iki küçük çocuklu aileden alamıyorum gözlerimi. Genç bir çift bahsettiğim. O kadar saf görünüyorlar ki. Şehre uygun kıyafetler içindeki, Ordu’nun yerlisi oldukları her hallerinden belli çiftin ifadelerindeki masumiyet, parayla satın alabileceğiniz, yüzünüze kondurabileceğiniz son şey. Bizlerse büyük şehirlerde yaşamaktan birer şeytan olmuşuz adeta. Küçük şehirden kaçamazsın, büyük şehri bırakamazsın. Peki bu handikapla nasıl yaşarsın?
Turizm bürosu Ordu Öğretmenevi’ne gelmeden hemen önce. Üç çalışandan en güleryüzlü olan Arzu Hanım karşılıyor beni. Gerekli bilgileri, belgeleri, kitapları ve cd’yi verdiğinde nezaketi karşısında şaşkın, belgelerin elimdeki ağırlığı karşısında ise dehşete düşüyorum. Bana bir sürü öneride bulunuyor. Bu küçükmüş gibi görünen şehirde yapılacakların çokluğunun nedeni ilçeleri ve merkeze uzaklıkları. İzmir’e benziyor adeta. Şehir kısıtlı imkanlara sahip olsa da, çevresiyle özgürleşiyor, güzelleşiyor, adeta zenginleşiyor. Bu özel durumsa her şehre nasip olmuyor şu koskoca, yusyuvarlak, çift kutuplu dünyada.
Boztepe’ye teleferikle çıkmak üzere sahil tarafına geçiyorum. Gişeye gidiyorum önce. Bir gidiş ve bir de dönüş biletim var bundan böyle. Yaşasın yaşasın da gişede görevli beye ismini sormak geliyor içimden. Bir ses sor ona diyor, peki diyorum ben de o sese. Niçin öğrenmek istiyorsunuz diyor şüpheli bir şekilde karşı taraf. Bu şehre ilk gelişim ve konuştuğum ilk nazik bayanın ismi Arzu idi diyorum ona. Yaka kartındaki ismi okuyorum tüm engellemelerine rağmen. Diyor ki ” K. Tiker”. O an göz göze geliyoruz. O an ağzım açık kalıyor. O an ikimizin de yüzünde tuhaf bir ifade beliriyor. K. Bey diyebiliyorum zar zor, adeta fısıltıyla. Ne dediğimi şu an hatırlamıyorum ama sırıtıyorum. Bir daha da bu şehirde kimseye adını ve özellikle de soyadını sormamaya yemin ediyorum. Kimse de benimkini bilmesin mümkünse. İnsanların ataları saçmalayabiliyor bazen. Sözlüğe bakayım bir ara, belki çok önemli bir anlamı vardır ya da Laz aklı sen nelere kadirsin der geçerim en kötü ihtimalle. Çarşamba, Perşembe gibi. Böyle yer ismi mi olurmuş yahu! Böyle soyismi mi olurmuş yahu!
Boztepe’ye çıkarken damlar, damlar ve denize nazır mezarlıklara yukarıdan baka baka ilerliyorum. K. Tiker’i geride bıraktım. Meşhur pancar çorbalarını sipariş ediyorum restoranlardan birini. Pancar çorbası pancar renginde değil, salça renginde, içerisinde pancar dışında herşey bulunan bir çorba bu. Pirinç, arpa, fasulye, tanımadığım otlar… Dünya tabağımın içinde. Benim algılayabildiklerimdi bu kadar. Manzaraysa manzara, çorbaysa çorba, Tiker’se… Güldürdün beni Ordu kendine, tek bir vatandaşının güzide soyismi sayesinde.
ÜNYE :
Fatsa’yı es geçip Ünye’ye gitmeye nasıl karar veriyorum bilmesem de, kendimi Ünye’de bulmam çok zamanımı almıyor. Ani kararlar iyi midir değil midir diye düşüne düşüne gidiyorum yolda. Otoyoldan gidiyoruz. Bu yüzden de bir şey anlamıyorum. Tek bildiğim birinciliği Zigana’dakine kaptırana dek git git bitmeyen Türkiye’nin şimdilik en uzun tünellerinden biri olan Nefise Akçelik tünelinden geçmekte olduğum. Burada ölmüş bir mühendisin ismi verilmiş tünele. Yarım saate yakın bir sürede Fatsa’ya varıyoruz, sonra da Ünye var önümde. Sahil şeritleri benzer manzaralara ev sahipliği yapıyor. Ünye’ye gelir gelmez sokaklarını gezmeye başlıyorum. Bir köpek görüyorum çerin çöpün içinde. Önce ölmüş ve atılmış olabileceğini düşünüyorum. Onca pasaklılığın ortasında uyuyor olması beni şaşırtıyor ilk önce. Dükkanın içinden çıkan bir adam yaşıyor diyor merak etme. Beraber gülüyoruz haline. Sorular soruyorum Ünye ile ilgili. Sana en iyi cevabı Orhun Amca verir diyor ve yoldan geçmekte olan adamı çeviriyor yolundan. Orhun Güven’miş ismi, hayırsever, yardımsever, bir sürü kız çocuğu okutan, ağaçlar dikip Ordu’yu iyice yeşillendiren, bir parça da kolay öfkelenen bir mizacı var. Benzer nedenlerden ötürü bizim öfkemiz. Verdiği burslardan bahsediyor vakit darlığında. Seni tarihi bir yere götüreceğim diyor. Sapmış olduğumuz sokaktaki zevksiz binaların arasından beni nereye götürecek acaba derken, 148 yıllık kendi evi çıkıyor karşımıza. Ev yaşayan bir tarih ve kapısı da eşinmiş. Bana keşif için gelen bir Amerikalının yorumundan bahsediyor. Bu senin tarihin demiş Amerikalı ona. Sakın bu eşiği yenileme, onarma. O senin kökenin, geçmişin herşeyin demiş ona. Hakikaten de çivi çakılmamış ev üzerinde. Aradaki zihniyet farkından konuşuyoruz. Bu ev bu sokakta bir vaha, etrafındaki sevimsizlik ve zevksiz modernliğin tam ortasında olduğu gibi duruyor zamana meydan okurcasına. İyi ki karşıma çıkmışsın Orhun Amca.
Ünye Müze Evi yokuşun hemen başında bekliyor beni. Kaptan Server Bey’e ait bu ev, kendilerine aileden yadigar kalmış, eşi ve kendisininse hiç çocukları olmamış. Eskiden, binalarca evinin önünün kapatılmadığı tarihlerde, hava ve denizin durumunu anlayabilmek için bir fikir verirmiş kaptana evin konumu. Bir benzeri ve daha kapsamlısını Ankara, Beypazarı’nda görmüştüm “Yaşayan Müze” adı altında. Üniversitelerin Halkbilimi bölümü öğrencileri ya da mezunları meddah, masal anlatımı gibi folklorik sunumlar yapmaktaydılar gelen her yaştan konuklarına. Kurşun döktürmüştüm ben de. Hatırlayıverdim maziyi bir an geldi de. Ünye Müze Evi’yse Klasik Osmanlı Mimarisinin özelliklerini taşımakla birlikte, taş zemin üzerine inşa edilmiş ahşaptan yapılma bir eser olup, yaklaşık iki yüz elli yıllık bir geçmişe sahip. Sayıları bir hayli az olan bu binaları değerlendirmek gerek ve her seferinde içimi ürperten bir şey oluyor bu eski ve tarihi evleri gezerken. İnsanların acılarını, sevinçlerini, mutlu mutsuz anlarını geçirdikleri mahremlerine davetsiz misafirler olarak girmenin tedirginliği oluyor üzerimde. O insanların bu evlerin her metrekaresinde izleri varken, bir paparazzi programı kameramanı gibi hissediyor insan kendini içeriye dalıverince. İşte çok değerli ama artık ölü Kaptan Server Bey’in yatak odası, bu da onun dürbünü. Bu yatakta yatmışlar hanımısıyla, bu tas başlarına su döktükleri o tas imiş. Isındıklsrı soba, oturdukları döşek. Misafirleriyle birlikte mangalda kül bırakmadıkları bölüm işte bu odanın bu kısmıymış. Ben Kaptan Server Bey, karısı, ruhu olsam hiç durmadan küfreder dururdum gelene gidene. Soralım bakalım kendilerine bir şekilde rastladığınız takdirde, acaba mahremlerini instagram ya da facebook fotoğraflarında poz poz görmek isterler miydi diye. Hele böyle blog köşelerinde…
Çok acayip bir kaleye sahip Ünye. En büyük özelliği de büyük bir kısmının tek bir kayadan oluşmuş olması. Dizlerine, beline, kalbine, ciğerine güvenen bir kimseyseniz eğer, yukarıya bir çıkın ve sessizliğin sesini yırtan rüzgara kulak verin enfes manzarası eşliğinde. İlçenin köyleri yukarıdan bir başka güzel gerçekten. Kalenin ev sahiplerinden Anadolu Pontus Krallığının kurucusu yirmi iki dil bilen, zamanın en önemli suikast ilacı olarak kullanılan zehirleri kendi üzerinde deneme gözü pekliğine sahip, ikna gücü yüksek bir savaşçı, aynı zamanda da zalim ama yaşamına oğlunun ihanetine dayanamayarak kılıcının üzerine atlayarak son veren(duyduğum en manyakça ölüm şekli) Mitridat’ın Ünye’ye nazır açık hava küvetinden onun hem ehl-i keyif hem de ortalamanın altında bir boya sahip olduğunu düşünüyor insan.
Dönüş yolundaki evlerin bahçelerindeki mezarlar çarpıyor gözüme kaleden inerken. Toplu mezarlıklar yerine yakınlarına gömmüşler sevdiklerini, aile büyüklerini, kardeşlerini belki de oğullarını ya da kızlarını. İnsanın her sabah her sabah kapısını açar açmaz karşılaştığı mezarlık manzarasını bir süre sonra kanıksaması söz konusu iken, hafıza kaybı ve moral bozukluğuna yol açtığı da söylenir. Üstelik kanunen bu durumun yasak olduğunu duymuştum ama nihayetinde burası esas yerleşim yerinden uzaktaki köy evleri olduğundan ne burayı ziyarete gelen turistlerin ne hükümet yetkililerinin ne de konu komşunun bu hususi durumu şikayet konusu yapacağını düşünemiyor insan.
Savaşçı Mitridat’ın küvetinden sonra, barışçıl Yunus Emre’nin olası mezarına gidiyorum. Ülke çapında on mezarı olan Türkmen dervişinin mezarının civarıysa bir çeşit mesire yerini andırıyor. Neden burası diyorum, bir şiiri var imiş buradan bahsederek kaleme aldığı İndik Urum’a diye başlayan. Efsane yaratmak için bir eser bırakmak gerek geride, Yunus Emre bunu başarmış ve şiirleri de ağaçlıklı yolda sağlı sollu olmak suretiyle çerçeveletilip konmuş yol boyunca. Cemreler toprağa düşmüş, bahar erken gelmiş, ağaçlar çiçeklenmişken, sorarım ben de o sarı çiçeğe sizde ölüm var mıdır diye. Soruma soruyla cevap verirdi o da ölümsüz yer var mı diye. Seni koklar, geri dururum sarı çiçeğim öyleyse, bilirim bu dünyada solmaya mahkumsun sen de. Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil diyen Yunus Emre’yi düşünerek insan en çok vicdan muhasebesi yapmalı bu dünyada. Her gece baş başa kaldığımız tek o var şu koskoca, yusyuvarlak, çift kutuplu dünyada.
Harika bir anlatım,daha da muhteşem fotoğraflar…ne demeli..hem elinize,ayrıca ayaklarınıza sağlık.
BeğenBeğen