DATÇA, ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : REŞADİYE
GİRİŞ :
Alıştım buradaki yeni düzenime, Datça’da birkaç gün önce başlamış olan yeni hayatıma. Alıştım dediğim yeni hayatımsa şu: Sabahleyin erkenden uyanmak. Yataktan çıkmamak için direnmek ama muhakkak her sabah direnmek, sanki karşımda silahlı milisler varmışçasına. Ümitsizce duş almak filan var sonra da sırada. Bazen onu da pas geçmek. Hayatım böyle geçecek benim belki de safi kendi kendine direnerek. Bende ne çareler ne sinir ne de aksilik tükenir. Tabiatım gayri böyledir.
Eski Datça’da bir parça daha vakit geçirmek geliyor içimden. Sokaklarında eksik kalan bir şeyler vardı sanki, kapılarını bir kareye sığdırmaya çalışmalıydım belki de daha çok. Öyle de yapıyorum. Yine Orhan’ın Yeri’ne gidiyorum Eski Datça’daki. Gelen yerli halk, çalıştırdığı gençler ve ailesi de dahil değişen bir şey yok müşteri profilinde. Dışarıdan gelen bizler hariç diyeceğim ama beni hesaba katarsak eğer, ben bile iki günde bir soluğu burada aldığıma göre cidden değişen bir şey olmayabilir. Ama bu dışarıdan gelme hadisesi üzerinde biraz düşünmek gerek. Düşünüp biraz, az sonra mizahi bir dille klavyeye dökmek gerek. Buraya gelenler ben dahil biraz cinsiz galiba biz. Tuhaf tepkiler veriyoruz çevremize. Mesela karşı masamdaki adam dünya güzellik yarışmasında derece almış Venezuela güzeliymişçesine bir tebessüm etrafa bakmıyor bile. İstiyor ki hep ona bakılsın. Öyle de oluyor. Bir süre sonraysa önce huylanmaya sonra gıcıklanmaya başlıyorum. Adam mütemadiyen gülümseyip(aslında sırıtıyor idi içimden geçen ve burada kullanmak istediğim kelime) bacak bacak üstüne attığı halde hiç karıncalanmadığından olsa gerek pozisyonunu bozmadıkça, iyice gıcıklanmaya başlıyorum. Arada bir güneş gözlüğünün arkasından bakmayı ve kapıdan giren yeni girişleri kontrol etmeyi ihmal etmemesi gözlerden kaçmıyor çünkü adam bu işte usta. Bense takipte usta. Ortamda dikkat çekmeyi, kendine baktırmayı iyi biliyor. Bir süre sonra benim bile gözüm ısırıyor galiba demekten kendimi alamadığımı kendime itiraf ettiğim anda bir hiddet bende görmelisiniz. Ben diyorum Orhan Bey’den tarafa doğru(adama neyse) “gidiyorum ben” diyorum. Kimse nereye gidiyorsun diye sormayınca da “Reşadiye’ye gidiyorum” “Ben”(ben’a neyse). “Yürüyerek gitmek istiyorum spor olsun diye.” diyorum(herkese neyse). Oğlanlardan biri ıssızdır yol diyor. Diğerleri yok biz yürürüz hep diyorlar. Beni başlarından atmak mı istiyorlar tam kestiremesem de, son kertede öfkeyle bakıyorum gıcıklandığım adama doğru. Rol çalmış olduğumu anlıyorum hemen. Şimdi memnuniyetle sırıtma sırası bendeyken, öfkeli ve çılgın yabancı rolümü hassasiyetle oynuyor, rüzgar ekip fırtına biçiyorum. Çok Shakespeareyen oldum derken Fettah Canlaşmışım haberim yok. Dönünce içerim bademli kahvenizden derken, bir daha Eski Datça’ya ne bugün, ne de diğer günler gelemeyeceğimi bilmiyorum bile.
Başlıyorum yürümeye öğle sıcağında hem de. Evler geçiyorum bahçelerinde horozlar, hamaklar, el arabaları olan. Evler geçiyorum kapı önlerinde terlikler ve boş şişeler birikmiş. Evler geçiyorum bahçelerinde hiç mi insan olmaz yahu? Bir bardak su ya da naneli limonata ikram edecek olan. Sıcakta yok olmuş belki de buharlaşıp uçmuş hepsi. Ama benim de buharlaşıp uçmama çok az kalıyor. Başımı iki yana salladığımda terlerim alnımdan süzülmek yerine fırlayıp yerlere düşüyorlar. Çok dramatik bir an aslında terlerimle vedalaştığım. Ama ağlayamıyorum işte arkalarından. Onlar benim sıvılarım. Evlatlarım. Hepsi teker teker, damla damla tuz kayıplarım. Bense yürüyorum rap rap.
REŞADİYE :
Reşadiye diyor levhada. Nasıl sevinçliyim anlatamam. Varmışım nihayet çok büyük bir azim ve dayanıklılıkla. Hem de güneşin altında. Hem de dilim dışarda. Koltukaltlarım sırılsıklam. İçimden kendime ettiğim küfürler en mühim yakıtım oluyorlar ve farkına varamadan giriyorum Reşadiye’ye. Rüzgar Kafe yazısını görüyorum. Rap rap rap. O an yine bilmiyorum Reşadiye’nin tek kafesinin bu olduğunu ve benim önce köyü gezip sonra elbet bir yer bulup otururum desem de, dönüp dolaşıp mahallenin bu tek kafesine gelip oturacağımı. Biraz yokuş çıktıktan sonra karşılıklı küçük küçük kulübelerin içindeki muhtarlığını, bakkalını ve kahvesini keşfediyorum. Buranın muhtarı bu dedikleri genç çocuğun aynı zamanda kahveyi işleten kişi olduğunu, daha doğrusu muhtarın bu kadar genç oluşunu hemen kavrayamıyorum. Pek genç yok zaten içerde. Hiç yok aslında. Öğle kahvelerini içmeye gelmiş amcalar okeye dördüncü peşindeler. Kimisi gazete okuyor, kimisi dedikodu etmek istese de ortamda bir de ben olunca, şaşkın, vazgeçiyorlardır, kim bilir! Onlara da klasikleşmiş olan dedemin hikayesini anlatıyorum. Bunun üzerine muhtarlık kaydının olduğu defteri açıyoruz beraber muhtarlığa giderek. Kaydı bulunamıyor. Mahallenin en yaşlısı olan amcanın evine götürüyor beni önce çay içmem gerek diyen damadı. Gidiyoruz beraber, o önce çayını içtikten sonra tabii. Kapıyı çalıyoruz, güleryüzlü Maya karşılıyor bizi. Tiflis’liymiş kendisi. Amca ise içeride oturuyor oğluyla. Doksan küsur yaşında ve kulaklığına rağmen ağır işitiyor. İnsan hangi kulağına bağıracağını bilemiyor. Oğlu onun duyabileceği kulağını biliyor ama dedemi hatırlayamadığı anlaşılıyor. Fakat varmış bir gümrükçü o tarihlerde buralarda yaşamış kendisinin bile hayal meyal hatırladığı. Oğlu kendilerinin de aslen Adanalı olduğunu söylüyor. Karşı evde şeftali reçeli için şeftalileri hazırlayan kızıyla konuşuyoruz biraz. Sonra etrafı dolaşmaya çıkıyorum. Bisikletini park etmiş bir kadınla konuşan adamın yanında duruyorum. Bir şeyler yiyebileceğim bir yer soruyorum. Rüzgar Kafe tektir burada diyorlar. Kadın olan, Deniz olan yani benim kısa süreli yol arkadaşım bana beraber gitmeyi teklif ediyor. Çok sakin, çok cool. Biriktirdiği geri dönüşümlere gidecek olan poşeti bırakıyor çöpün hemen yanına. Konuşa konuşa yürüyoruz bundan sonra. O an sadece aklımdan geçirdiğim ve Almanlara benzettiğim halinin de tesadüf olmadığını öğreniyorum az sonra. Hali tavrı buralıdan çok uzak, çok değişik ama. Burada köpekler saldırsa da bir şey yapmazlar dediğinin üzerinden iki dakika geçmedense çalıların ardından fırlayan iki ya da üç köpek tozu dumana katıyorlar. Deniz’in bacağını dişliyor bir tanesi. Tamamiyle gövde gösterisi. Ama yolumuzdan bizi alıkoyamıyorlar. Öfkeleri çok gereksiz olsa da anlatamıyorsun. Onlar da şartlanmış birer bekçi köpeği. Rüzgar Kafe’de sohbet ediyoruz ufak ufak. İşletmecileri karı koca ve öğle yoğunluğu yaşıyorlar biz ilk gittiğimizde. O arada ben Deniz’i dinliyor ve merak ediyorum. Deniz iki kız annesi, üç aylık öksüz ve o zamandan bu zamana uğruna Ankara’dan buraya vesilesiyle taşınmış olduğu zorlu bir yalnız baba sahibi. Meslek sahibi olmadığını ama çeşitli işler yapmış olduğunu söylüyor. Mütevazi olmaya çalışıyor olabileceğini düşünüyorum, tanımadığımdan ötürü dinliyorum sadece kendisini ifade edişini, böyle sakin sakin. Yapısı farklı dediğim gibi. Beyaz saçları böyle sarı gibi sanki. Ensesinden toplamış onları. Spor ayakkabısı, spor çantası ve sadeliğiyle beni harika tostumla baş başa bırakıyor şöyle rahat rahat ısıra ısıra yiyeyim diye. Ben de öyle yapıyorum. Belki de sıkıldı benden bilemiyorum. Tostumun lokmasını ziyan etmeden yiyorum. Rüzgar Kafeye gelin ve ne varsa yiyin emi! Buradaki lezzetler doğal, özel ve güzel. Kahvaltıysa kahvaltı, tostsa tost, saatine göre. Datça’da yediğim en güzel şey bu mütevazi tost oluyor benim için. Gül Ayşe ve Nazmi Kuyucu da kendi sofralarının başına geçiyorlar herkes gittikten ve ortalık sakinleştikten sonra. Buraya sinemacılar gelmiyor mu diyorum. Sinematografik, çok enteresan bir mahalle çünkü burası. Gelseler tek sorun kalınacak yer olur sanıyorum. Çünkü otel yok ortada. Mehmet Ali Ağa Konağı kapanmış. Olive Farm Guest House’sa kendi halinde, kendi içinde, tek başına bir yerde. Aynı esnada ezan sesi duyuluyor camiden. Bir isteksizlik var hocanın sesinde, bir yılgınlık sanki. Gelen giden yok gibi. Cemaatsiz bir hocanın sıkıntısını hissetmeye çalışıyorum ama sonra etrafıma bakıyorum ve görüyorum ki ne gam ne keder, ne hırsızlık ne uğursuzluk, ne it ne kopuk, böyle sıkıntıya can kurban. Ortamdaki tek yabancı, kah mezarlık kah dedesinin, dolayısıyla geçmişinin peşindeki gününden rahatsız ben.
Yürüye yürüye dönüyorum muhtarlığa doğru, bu defa yalnız başımla. Didem Market’ten almış olduğum “goca moğla gazozu”mu içiyorum afiyetle. Niğde’nin Niğde gazozu varsa, Muğla’nın da goca moğla gazozu var. O da bi nomara, bu da bi. İki nomara yok bunların arasında. İçin gari muhakkak, yolunuz eğer düşer ise buralara.
Bir Cevap Yazın