
NANA
“Alla alla..”
Kim olduğumu, nereden geldiğimi sormak aklınıza geldiğinde ancak yaşıyor olacağım aranızda. Adım Nana. Yaşım elli. İşsiz kocam, iki çocuğum ve bir torunumu Gürcistan’da bıraktım geldim, çalışmak için. Çocuklarım için sağım, onlar için varım burada. Benim olmayan topraklarda, vatanımdan uzakta, aç kalmamak için, yaşamak için kendimin olmayan bir ananın bakıcılığını yapıyorum. Onun sayıklamalarını dinliyorum tüm gün, yakarıyor tanrısına kurtarsın onu diye. Kolay mı sanıyorsun içi binbir sitemle dolu ahlarını sindirebilmek? Aynı şeylerle suçlanıp durmak? Elmalarını dilimliyorum incecik. Uzamış tırnaklarını kesiyorum. Kızları, oğulları geliyor ara ara artık bilinci iyice bulanmış kadının yanına vicdanlarını rahatlatmak için. Nasıl da gülüyor öz evlatlarını görünce. Ben de kendi çocuklarımı görsem böyle davranırdım herhalde. Büyükannelerinin elinde büyüdü çocuklarım, bir süre sonra onu anne bilir oldulardı da nasıl kıskanırdım anlatamam. Bense eve ekmek almak için para yollayan bir yabancıya dönüştüm yıllar içinde gizli gizli annesini çocuklarından kıskanan. Ne yapsaydım yani? Sovyetler dağıldığında biz başka türlü dağılmıştık bile çoktan. Fabrikalarını da beraberlerinde götürdü Ruslar ve bizlerin dumanı tüten ocaklarını da. Bir daha da yatırım yapmaz oldular. İşsizlik başladı. Fabrika olmayınca ne işi ne gücü? Marketler bile kapandı. Halbuki Putin Gürcü’dür. Annesi bizim orada yaşar. Babasıysa aslen Gürcü’ydü. Tıpkı Stalin gibi. İş başa düşmeye görsün insan ister istemez her işi yapabiliyor. Aslen tarih öğretmeniyim ben. Öyleydim yani ama otuz beşinden sonra iş yok ülkemde. Ancak küçük işler var, tıpkı parası gibi; onlar da temizlik işleri ve de paspas için verdikleri para da belli. İngilizce’de bilmiyor ben. Türkiye gene iyi. İlk başlarda kullanıldım daha doğrusu halen daha kullanıldığımı düşünüyorum. Bin liraya hastanede hastaya bak gel de gece gündüz. Şirket çok kazandı üzerimden, sigortamı da ödemediler. Ama sıkacağım dişimi. Uç sene sonra bana türk kimliği verecekler. O zaman bir nebze olsun rahatlarım diye umuyorum. Arkadaşlarım arasında hayat kadınlığı yapanlar var. Nana sevmez öyle şeyler. Nana’nın kıskanç bir kocası var ve onun yüzünden erkek hastaya bile bakamıyor ve Nana yalan söyleyemez asla kocasına. Aksi olsaydı hem daha çok para kazanırdım, hem de evimden daha az zaman uzakta olurdum. Sonra mı? Yaşardım gider, kabullenirdim biter. Şimdi geldiğim noktada bir adamın önünde diz çöküyor olmakla, bir adamın annesinin bekçisi olmak arasındayım. İlkinden vazgeçtim namusum kurtuldu-siz türkler nasıl diyor, böyle söylüyorlar– ikincisinden kurtulsam aç kalırız beraber. İş yok memleketimde. Gurcistan’da öğretmenlikten bağlanan aylık yüz yirmi lira. Kocam işsiz. Allah’tan Gurcistan ucuz. Herşey burayla yarı yarıya. Ama gene de yetmiyor. Burada yemek masrafım yok. Hepsi onlardan. Zaten Nana çok yemek sevmez. Sadece boş günlerimde o da haftanın bir günü, dışarı çıkıyorum. Bir saatlik bir market alışverişi yapıyorum en fazla. Bazen çocuklara bir şeyler bulurum diye çarşıda şöyle bir dolaşırdım. Şimdi çarşıda uzakta. Nana dolmuş parası vermek istemiyor, Nana para harcamak istemiyor. Her kuruş bana memleketimde gerekli. Samsun’da çalıştım iki yıl, dört yıl Ankara’da bir yaşlıya baktım. Öldü o da. Bir kez de İzmir’de bulundum. O ne güzel şehirdi öyle. Kış idi gittiğimde. Ilık geçen bahar havası vardı. Güzel memleketti. Benim olsun isterdim, burnumun direği sızlasın isterdim onun için. Memleketinden başka burnunun direğini sızlatan yer olmuyor çünkü. Yüce tanrım, ne karanlık, soğuk ve sevimsiz idi Ankara. Başkent diyorlardı orası için. Yüksek gökdelenler ve hep bakanlık binaları vardı. Moskova’da başkent ama böyle değil işte. Rengarenktir Moskova. Ne de olsa on yılımı geçirdiğim şehirdi. Şimdiyse burnumu pahalı diye dışarı çıkaramadığım bir başka su şehrinde, İstanbul’dayım. Ne sevdim diyelim, ne sevemedim burayı da. Üvey biraz sanki bana. Sanki sert bir tokat atmak istiyor da yapmıyor, tutuyor gibi. Ayağıma dolanma, benim binlerce dolananım var der gibi. Ama sağ olsun gene de. Hiç aç bırakmıyor, doyuruyor herkesi, tıpkı beni doyurduğu gibi. Burada maaşım da iyi. İki katı alıyorum. Geçenlerde bir arkadaşla bir kafede buluştuk konuşmak için. Çay söyledim, en ucuz şey diye. Bir çay yedi lira dediler. Ben onunla bir kilo çay alırdım. Kazıkçılar. Nana var anlamamak, neden böyle. İstanbul pahalı şehir anladık ama çay bu işte altı üstü yanında da iki küçük kurabiye eşliğinde.
Nana en çok uç buçuk aylık torunu Maria’yı özlüyor. İki kıza bir kız daha geldi. Küçük kız büyükten önce evlendi ve bir kız daha getirdi yaşantımıza. Yaşamaz dedilerdi önce sekiz aylık doğuverince. Ciğerlerinde gerekli havayı alacak yer yokmuş. Anne sütünü kabul etmemiş, mamayla beslemişler, oksijen vermişler benim minik tatlı torunumu yaşatmak için. Kızım ağlayarak aradığında ona, önce cinsiyetini sormuştum. Kız olunca sevindim. Kızlar daha dayanıklıdır. Öyle de oldu. Hayata tutunuverdi benim küçüğüm. Yakaladı bir ipin ucunu, asıldı da asıldı. Kaderi büyükannesine benzemesin. Dilini sonradan çat pat öğrendiği insanların alt bezleriyle uğraşmasın. Bir kız sordu burada bana, hayat nasıl geçiyor, sen seninkinden memnun musun diye. Eh işte dedim, günleri birbirine ekledim oldu bir yol bana, benim yolum da bu, ister yürür ister dururum ama önce koşarım, çocuklarımla ailemle geçireceğim günler için koşarım.
Alla alla.. Bu kadının derdi nedir böyle? Bak şimdi, herkese melek, tek benimle uğraşır durur. Doktorlara iyi konuşur. Oğullarına içi titriyor. Gene kalkmak bilmiyor saat öğlen oldu. Uyan ana sonra gece uyutmuyorsun beni. Gaddarlığın, zulmün hep bana. Seni ne kadar sevebilirim ki söyle bana, hem de bu kadar az maaşa? Kızının bana yaptığını hatırla bakalım. İlk iş gününde yemeğimi odama getirmişti. Beni sofrasına çağırmamıştı. Ben aşağılık bir hizmetçiydim gözlerinde. Nana çok sinirlendi o gün. Hayvan mıyım ben? Hemen aradı ben patron. Dedi ben bırakıyorum bu işi. O zaman aklı başına geldi hanımın, ama kalbimi kırdı bir kere. Nana bir daha asla sevmeyecek artık o kadını, asla. Bana verdiğiniz maaşla gece gündüz annenize bekçi yaptınız beni. Nana’nın pantolonu üzerinden düşüyor. Nana çok kilo verdi, çook. Hem en pis işlerinizi bize yaptırıyorsunuz, hem de düşük maaş veriyorsunuz. Nerde kaldı sizin insanlığınız?
ŞERMİN
“Allah benim yardımcımdır
O ne güzel arkadaş öyle..”
Son yıllarımı -ama kaç yıl olduğunu tam olarak hatırlayamadan-hastanelerde her seferinde gidip de bir daha gelmeyen şefkatsiz bakıcıların elinde geçirdim. Son düşüşüm hem beni hem belimi büktü. Mengene gibi bir korsem var, taş gibi de. İyicene de yatağa bağlandım. Her işim yatakta görülür oldu artık. Kaldım kulun eline. Kocamdan sonra tek arkadaşım oldu güzel allah bana. Türkçe, Arapça aklıma hangi dilde gelse, başlıyorum dualar okumaya. Ancak dayanıyorum mahkumiyetime. Çocuklar işte güçte. Herkesin evi var barkı var, okuttuğu çocuğu, gönlünü eylediği eşleri var. Kumburbuğdayı gibi kalakaldım sanki tarlanın orta yerinde. Hastanelerse oldu tarlalarım.
Maaşım bana yetiyor. Gerçi maaş cüzdanımı görmeyeli uzun yıllar oldu. Para saymayalı da. Bazen televizyondaki reklamlara takılıyor gözüm. Neler çıkmış, neler çıkmakta her geçen gün, bizim zamanımızda yoktu tüm bunlar. En sevdiğim Nana’yla beraber alışmış olduğum dondurma saatlerimiz. Günün benim için en güzel dakikaları onlar. Eskidenmiş dondurmayı yalayarak yemek. Şimdi bildiğin ısıra ısıra yedirtiyorlar adama.
Mmmm gene geldi dondurma saatimiz.
Size ne anlatacağım bakın. Ama aramızda kalması şartıyla. Olur mu? Bu yaptığım yaramazlığı pek az kişi bilsin istiyorum çünkü. Bir gece gene hastanedeyiz. Ben bu Nana’ya çok sinirlendim. Kötü davranıyor bana. İnsanlığın nerde senin, insan hiç anasına böyle kötü davranır mı dedim. Bir sinirlendim anlatamam. O sinirle aldım altımdaki bir avuç kakayı, sıvadım suratıma, saçlarıma, boynuma. Nana neden böyle yapıyorsun dedi. Koğuştaki kadınlar yapma diye bağrıştılar. Dinlemedim hiç birini, bilhassa da cevap vermedim. Bu bana daha büyük zevk verdi. Cezalandırdım onu. Temizlesin, işi o onun. Üç saat banyodan çıkamadık. Biz birbirimizin şanssızlığı olduk, hiç sevmedik birbirimizi en başından. Akılda sorun yok. Benim derdim kendimle, bir de Nana’yla. Şikayet edeceğim bu Nana’yı da herkese.
HIZIR
“Angara’nın bağları da..”
Anam koymuş adımı. Eli becerikli olsun, Hızır gibi yetişsin herkesin imdadına diye. Anamın kendi gibi saf ve temiz yüreğinden gelen yakarışlar doğru zamanda yerine ulaştığından mıdır nedir, ben de adım gibi tıpkı Hızır Aleyhisselam gibi yetişir dururum çalıştığım hastanede insanlar müşkil durumlara düştüğünde. Vatandaşa hizmet gerek. “Hızır bir gel, Hızır yardım et, Hızır bir destekleyiver, hastayı filme götür, hastayı yataktan al, acile ağır geldi.” Ben görünürüm. Üniformamla, heybetimle, jöleli saçlarımla, her gün hiç üşenmeden cilaladığım simsiyah makosen ayakkabılarımla.. aksi mümkün değil zaten. İşi düşen herkese yardım etmişliğim vardır. Kadınlarrr, ah tabi ya, onlara özel muamelem vardır, her şekil. Tevekkeli değil pek erkek hasta da, erkek hasta yakını da sevmem. Şöyle kütür kütür olmalı hasta dediğin. Mevsiminde acur gibi. Hop demelisin, kaldırıp kucaklamalısın, sedyeden alıp yatağa atmalısın. Namım hastanede de almış yürümüş, benim haberim yok. Sıraya girermiş dul avratlar karizmamdan. Evdeki ayrı, dışarıdaki ayrı elbette. Anlayacağınız arı gibi çalışıyorum gece gündüz yüksünmeden. Çünkü işimi seviyorum, çünkü insan seviyorum. Ben bir de en çok kadın seviyorum.
Arkadaş ne iş yaparsan yap, nerede çalışırsan çalış, hastanedeki kadar renkli bir ortam arasan da bulamazsın. Bizim bacanak hava meydanlarında çalışıyor, o bizim ora da öyle dese de, biz burada hayat kurtarıyoruz. Pilot uçurur, tamam da, doktor daha forslu her zaman. Hem ben bedava uçsam ne, bedava ameliyat olmak isterim, tanıdık bildik hekimlere. Bizim bacanakla çekişmemiz bitmez öyle kolay kolay. Tek farkla: o karısını sever, ben tüm kadınları severim.
DURALİ
“Korkma!”
Hastanenin çok çeşitli bölümlerinde çalıştım durdum. Son beş senedirse morgda görevliyim. Yanda da gasilhane var. Nedense hiç aklımda olmayan ölüm düşüncesi yavaş yavaş filizlenmeye başlayıverdi içimde. Sık sık düşünür oldum öte tarafı. Düşünmeyeceksin de ne yapacaksın? Ne zaman şu odaya girsem kalabalık bir sessizliğin içine düşüyorum. Her çekmeceyi çeksen baksan bir beden ve etrafımdaki her yer bedenini terk etmiş ruhlarla dolu gibi geliyor. Tepeden tepeden bana baktıklarını hayal ediyorum, yahut yanıbaşımdan. Çok nadir olarak da olsa soluklarını hisseder oluyorum bazen ensemde ve ürperiyorum. Korkudan başka bir şey bu hissettiğim. Yüzleşmekten ödüm patlıyor böyle bir gerçekle. O an ne kadar çok tanrım diyorum, anlatamam. Çünkü esaslıca biliyorum aslında korkulacak bir şey olmadığını, ama gel de aklı inandır. Eskiden ne çekmedik besmele, ne Fatiha bırakmazdım içeri giresiye. Bir kez abdestsiz çıktıydım da evden, hatırladığımda girmemle çıkmam bir olmuştu. Şeften izni kaptığım gibi kendimi atıvermiştim sokağa. Öyle böyle değildi sizin anlayacağınız ilk baştaki korkum. Zaten çok şikayetlenmiştim başında istemem burada, ben korkarım ölüden diye. Ama şefim senin adın Durali, dur de, geç hele ölümlerin önüne deyivermişti de ismimle teselli bulur olmuştum ama ne yazık hiçbir ölümün önüne geçemedim burada çalıştığım süre boyunca. Benden büyük Allah var a canlar. Şimdiyse yavaş yavaş alıştım varoluşlarının içindeki yokluğa. Onlarla konuşuyorum bile. Ne yapacaksın arkadaş, insan her şeye alışıyormuş. Ben neler gördüm burada. Anlatsam roman. Çeksem film. Yazsam şiir. Trafik kazasında başı kopan mı istersin, sabi sübyan çocuklar mı istersin, dilim dilim doğranan mı istersin, doğuda mayına basıp, paramparça olan mı? Liderler geldiler buraya insanları teselliye. Ne lideri? Atatürk’ten başka lider mi geldi bu memlekete? Hepsi lider müsvettesi. Yazık benim ülkeme.
İnsan, insan öldürmenin her çeşidine dayanıyor da, ölümün kendisine, tabiatına dayanamıyor. Hele küçük çocuğu ölenlerin kapının önündeki feryatları duyanların yüreğini dağlar. Allah dağlara taşlara vermiş evlat acısını da çekememişler, insanda karar kılmış o da. Bak hele, allahın gücüne gitmeye ama ne istedi bizden hala bilmem. Yok böyle bir şey. Yok böyle bir acı. Duyan bilen gören bir söyleye. Sanki o anaların babaların yüreklerini bir kartal çekip çıkartıyor yerinden. Hiç unutmam bir baba, on sekiz yaşında trafik kazasında ölen çocuğunun cesedini gördükten sonra sessizce çıkmıştı, aman ne iyi bir damla gözyaşı dökmediydi derken, bir anda koridordaki duvara başını vurmaya başladıydı da güm güm diye kafasını yarmıştı akrabaları ellerinden kollarından tutup da çekesiye. Bütün yüzü, gözü, gömleği, yerler kanlar içinde kalmıştı. Sanırsın ki tavuk boğazlamışlar. Dayanamıyorum diye bağırır dururdu gider iken. Hiç unutmam. Hiç gözümün önünden gitmez o hal. O adam, acısı, oğluna bakarkenki tepkisizliği ki fırtına öncesi sessizlikmiş onunkisi..
Beni soracak olursanız.. Beni pek soran olmaz ya, neyse. Burada başrollerde sessiz bir filmin kahramanları var. Ben figüranım çoğu kez. Yer dolduruyoruz. Demek ki bir boş yer varmış benim gibi silik bir adam için bile. Evliyim ben. Çocuk.. Yok çocuk. Olmadı. Sperm sayım düşükmüş, bir iki tedavi olduk hanımlan. Onda da olmadı, tutmadı. Zaten ağır gelir oldu bir odaya girip spermlerimi akıtmak bir kabın içerisine. Şimdi bakıyorum da iyi ki de olmamış. Var olanın yok olmasındansa, hiç olmaması daha iyiymiş. Senin olanı allah aldı, daha çok sevdi diye teselli olmaz. Ben avunmam bu kadar azıyla. Kim avunur böyle şeylerle. Ne edeceksin? Avuntu dünyası. Benim tesellim de bunca acı çeken aileler. Yoksa çok koyuyor çocuksuzluk ama ne edeceksin? Hayat işte. Tesellisiz yaşanmıyor ki. Bir ara bir buhran geçirmiştim. Okumaya başladım o dönem. Ne bulursam okuyordum. Rus edebiyatı favorimdi. Kipling okudum. Steinbeck okudum. Stendhal okudum. Çehov okudum. İyi geldi ruhuma. Yatıştım sanki. Erkek olmayan bizi anlayamaz. Biz farklı düşünürüz. Bizim hanım incik boncuk kurslarına dadandı. Alışveriştir onun tanrısı, illa ufak bir şey alacak kendine. O da onun tesellisi oldu. Ne edeceksin, çoluk yok çocuk yok. İki hizmetli maaşı, ev kendimizin, gecekonduya kat çıktık, kayınbaba sonradan müteahhite verdi, bir dairede hanımın üzerine oldu dört çocukta hak geçmesin diye. Kira parası da cepte. Daha ne? Şimdi tek sıkıntım aynı apartmanda bir sürü akraba dipdibe yaşıyor olmamız. Ben büyükleri olduğumdan saygıda kusur etmiyorlar ama bir çocuk da benim olsaydı, sev sev başkalarının çocuğunu ne kadar sevebilirsin ki?
BÜYÜK VE BEKLENEN ENGİZİTÖR
Sana sağlıklı bir aile verdim dağılmış ve fakir bir ülkenin topraklarında. Şimdilik. Hiç layığın olmayan bir işi yaptığını düşünüp duruyorsun. Hiç hak etmediğin muameleler, karşılaştığın. Sana layık görülenin acısını çıkartıyorsun bir başkasından. Ezildikçe eziyorsun. Kısasa kısas yapmasan sevilen kulumsun. Kalbinin içinde iyilik var. O iyiliği ben koymadım. Tabiatında var. Senin şanssızlığın insan emeğine değer vermeyen insanların arasına düşmüş olmak. Hepsi bu.
Ben aklını koyverdim, sense gerisini boş verdin. İçten içe fenalık ettiğini düşünür durursun. Aklına geldiği anlarda bunu hak etmek için ne yaptım ben geçmişte der durursun. Geçmiş geçmişte kaldı. Senin cezan seninle ne yapacağını bilemeyen ailene kesildi. O kadar şaşkınlar ki. O kadar çılgınca davranıyorlar ki. Seni hemen yanıma almamam sırf bu yüzden. Bu haddinden büyük ve erken bir iyilik olur herkes için. Dünyada kalacağın günler henüz bitmedi. Dur daha. Kal o durup durduğun yatakta. Ama bir daha o kadar yaramazlık yapma. Sürme elini kolunu çok fazla yüzüne gözüne. Bulaştırma pisliği ellerine. Bunu yapabilirsin. Yap. Adımı ağzından düşürmüyorsun. Benim nerede olduğumu da biliyorsun. Sadece çok fazla neden arıyorsun. Hayata her zaman yaptığın gibi çok fazla anlam yüklüyorsun. Ben size çok basit bir hayat vermiştim halbuki sonsuz mutluluk için. Sizse zoru seçip, geldiğiniz noktada birer mutluluk avcısına dönüşüverdiniz. Kovalamakla yakalanamayacak hisleri yanlış yerlerde arayarak tükettiniz çoğunuz . Çok yazık.
Sana yüksek libido verdim ve karşı konulmaz erkeklik. Seni ormanın olmasa da bu küçük bahçenin hem bahçıvanı yaptım, hem aslanı. Sürmektesin bahçeni dilediğin gibi. İster maydonoz ek, ister limon ağacı. Tercih senin, bahçe senin, çiçekler senin. Dilediğin gibi sürmekte serbestsin. Hakkaniyetlisin. Şehvetin, yenik düştüğün. Olur. O kadar olur. Gönül kırmak nedir bilmediğinden, sen de benim sevilenimsin.
Sana rahatlık verdim bu dünyada. Bolca da teselli. Seni dünyada olabilecek en iyi dostların arasına koydum. Onlar senin sessiz dostların. Onlar senin hüznün, neşen, umudun, umutsuzluğun, her yaştan, her kesimden, her evden, her kültürden. Hepiniz bir yüzün suratlarısınız, hepiniz aynısınız aynada. Ruhun ruha fark atmaya hakkı yok. Korkun geçtiğinde ancak aradaki çizginin inceliği seni şaşırtmış olmalı. Onlar çelik birer kasada yatan başkalarının hüzün kaynağı olmaktan öte, onlar senin içindeler de artık. Hissetmeye başladın en nihayet yavaş yavaş ve korkulacak bir şey olmadığını gördün. Onlar benim gücüm. Onları hissediyor olman benim varlığımın ıspatı. Ne çok yakınım ben sana, bir anlasan. Ben yani başından beri sen dediğin ben, bir nefes kadar yakınım ben sana.
“Önce sana bir yara veririm, sonra ötekine bir yara veririm. Sonra günleri tersine çevirir dururum.”
Bir Cevap Yazın