
MOONLIGHT :
“Bir noktada kim olduğuna kendin karar vermek zorundasın. Bu kararı senin için kimsenin vermesine izin veremezsin.” Juan
“Çocukken senin gibiydim.Bir keresinde yaşlı bir kadının yanından koşarak geçiyordum. Kadın aniden yoluma çıktı. Beni durdurdu. Dedi ki, etrafta koşarsan, düşersin. Düşersen de her yerin mavi mor olur. Sen mavi misin? Ben sana böyle diyeceğim. Mavi.” Juan
“Ne olduğunu tek sen bilebilirsin.” Teresa
Çook iyi bir film Moonlight. Bu cümlenin üzerine kurduğum her cümlenin, yaptığım her yorumun bundan böyle evrende bir fazlalık olacağını bile bile yazıyorum bu satırları. Senenin en derin, en hüzünlü, yorucu ve melankolik hikayesi ile karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor bu muazzam hikaye. Israrla ve de üzerine basa basa hikaye dememin sebebi de senaryonun orjinalinin 1980 doğumlu yazarı Tarell Alvin McCraney’nin otobiyografik özellikler taşıyan bir hikayesinden uyarlanmış olmasından kaynaklı. Film bu vesileyle olsa gerek oldukça idareli, ölçülü ve akılcı bir şekilde planlanmış. Bir romanın bölümlerini okuyoruz sanki izlerken. Aynı karakterin üç farklı evresinden hiçbirine daha büyük ayrıcalık, daha fazla alan tanınmamış. Hiçbirisi ne oyunculuk ne de önem açısından bir sıralamaya tabi tutulacak gibi değil. Her karakter kendi derin hüznünü yaşamış ve yaşatmakta bir yandan da. Çocukluk, ilk gençlik ve yetişkinlik dönemlerini kapsayan bu üç farklı evre arasındaki geçişlerse hiç hissettirmeden ve yadırgatmadan aktarılıyor izleyiciye. Bu ve daha da bir sürü dokunaklı anlarıyla Moonlight silindir gibi ezip geçiyor insanı. İyi ki izlemişim dediklerimden. Bana çok şey katanlardan. Anlam ifade edenlerden.


Uyuşturucu satıcısı Juan’la açılıyor film. Ağzından mıknatısla laf alabildiği küçük, siyah çocuğu evine getiriyor. Çocuksa onu kovalayan çocukların şiddetinden zar zor kaçarak sığındığı metruk bir eve hapsediyor kendini. Çocuklar ellerine geçeni yıkık dökük evin camlarına fırlatırlarken, o ise sinmiş olduğu köşesinde kurtarılmayı ummazken, kapıyı kırarak içeri giren Juan’ı o andan itibaren hayatının merkezi ve kurtarıcısı olarak görüyor. Çünkü babasız, çünkü çaresiz, onun farklılığını bilen akranları ya da daha büyük çocuklarca her fırsatta eziliyor. Yürüyüşü, giyinişi, hal ve hareketleri onu ele veriyor ne yaparsa yapsın. Çünkü biliyorlar ki o farklı. Kendisiyse bunun farkında değil. Zaten evde ara ara yoksunluk krizleri geçiren bağımlı bir annesi var ve böyle anlarda öz oğlunu paramparça ettiğini düşünmeden, ağzına geleni söyleyebiliyor. Eve geldiğinde yabancı ve sevimsiz adamlarca karşılanıyor. Kimi zamansa kafası bir dünya annesi onu pervasızca evden kovalıyor, annesi erkekleri rahat rahat eve alabilsin diye. Bunu da uyuşturucu parası için yapıyor. Çocuk bir gün eve geliyor ki, televizyon gitmiş. Ocakta kaynattığı koca kova kaynar suyu küvete dökmek için taşırken o kadar küçük görünüyor ki insana. Bir başına yıkanıyor küvetin içinde beyaz köpüklerin içinde. Televizyonda gittiğinden tek bir ses yok evde. Etrafında onunla konuşan bir büyük yok, yol gösteren de; hal böyle olunca Juan gökten inmiş bir melek, bir baba figürü oluyor çocuğun gözünde ve hayatı boyunca yakalayabildiği nadide fırsatlardan birine dönüşüveriyor karşılaştıkları ilk andan itibaren. Konuşmayı sevmeyen çocuk, can kulağıyla dinliyor onu. Zamanı geldiğinde ne olacağına ışık tutan onun sözleri oluyor ve kendi seçimlerini yaşıyor bir yerde ilerde. Babasını bilmediğinden, babası yerine koyduğu Juan’a dönüşüyor hayatta. Gel zamaan git zamaan…
Küçüklüğünden itibaren farklı bir çocuk Chiron(Şaron okuyunuz). Konuşmayı değil, dans etmeyi ve yemek yemeyi seviyor. Oğlanlarla oynasa da, bir süre sonra sıkılıyor yanlarında durmaktan, anlamsız şeyler peşinde gün boyu koşuşturup durmaktan. Kimseye üstünlük taslamıyor, kaba kuvvete başvurmuyor, sürüye katılmıyor, hal böyle olunca da günah keçisine dönüşüyor. Aynı mahallenin çocukları olan itici veletler de onunla beraber büyüyorlar bir yandan. Tek ve en yakın arkadaşı olan ve ona Black lakabını takan Kevin’la olan yakınlığı, çok farklı boyutlara taşınıyor zamanla. Chiron’un hayatından önemli kesitlerin aktarıldığı her dönemde bir şekilde var oluyor Kevin uzak ya da yakın. Tıpkı ihtiyacı varken onu sevmesini bilemeyen, en sonunda da her şeyi mahvettiğini kabul eden annesi gibi. Chiron iyi ve yufka yürekli bir çocuktan, öyle de bir adama dönüştüğünden annesini affedebiliyor ama film boyunca en çok sorguladığım şeylerden biri oluyor benim de, herkesin anne olup olamayacağı, dolayısıyla biyolojik olarak ebeveyn olmanın kimi zaman bir anlam ifade etmeyişi. Kan bağı sorunları çözmüyor burada olduğu gibi, daha büyük sorunlar yumağını getiriyor beraberinde kimi zaman, sadece daha kolay affediyorsun kendi kanından olanı ve tek tesellin oluyor bu. Henüz küçüklüğünde daha annemden nefret ediyorum derken, bu hali değiştirmek mümkün olmadığından günlerini kendilerini adamdan sayan zorba piçlerin tacizlerine karşı çaresizce durmaya çalışarak geçiriyor. Kendini savunmasını bilmiyor ve bu ona hiç öğretilmemiş. Zaten tabiatından kaynaklı bunun aksine izin vermemiş özel durumu da var. Filmde üç kişinin ona dokunmasına izin veriyor sadece. Biri ona yüzmeyi öğrettiği esnada Juan, diğer ikisi de annesi ve Kevin. Chiron gay olmasına rağmen Kevin’dan sonra ve başka hiçbir erkeğin kendisine dokunmasına müsaade etmemiş. O da hiçbir erkeğe dokunmamış. Juan’dan dinleyip özümsedikleri doğrultusunda yolunu çizmiş ve savunma mekanizmaları geliştirmiş kendine. Üçüncü bölümde karşılaştığımız Black’e dönüşmüş küçük Chiron’a, en az Kevin kadar şaşırıyoruz biz de. Okulda yumuşak lakabı takılan çocuktan, dişleri altın kaplama, kaslı dövmeli bir vücuda sahip sert bir adam çıkmış ortaya. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki tacizden ne kadar bunaldıysa, onu sürekli taciz eden oğlanın sırtında kırdığı sandalye bir milat teşkil ediyor onun için. Polisler onu kelepçelemiş götürürlerken, bindirildiği arka koltuk camından son bir kez bakıyor Kevin’a sırrımızı saklayacağım dercesine. Miami sayfası böylelikle kapanıyor ve Atlanta’da sıfırdan başlıyor her şeye. Bunca yıl boyunca Kevin’ın neler yaşadığını da öğreniyoruz kendi ağzından. İşler onun için de pek iyi gitmemiş. Bir kez evlenmiş, bir çocuğu olmuş. Normal görünmeye-her ne demekse, normal olmaya çalışmış elinden geldiğince. Hiçbir zaman, hiçbir işe yaramadım diyor kendi ağzıyla. Yapmak istediklerini yapamamış, hiç kendi olamamış. On sekiz aylık şartlı tahliyesi, çocuğu ve işi ona hayatından geriye kalanlar. Aşçılıktan kazandığı çok az parayla geçinmeye çalışıyor. Hayatta bir kazananın olmadığını görüyoruz-siz, ben öyle değilim, neler neler yaptım, ne marifetlerim var diyenlere de aldanmayın fazla, şu tek giriş çıkışlı dünyada. Siz bence ben diyene dönüp de bakmayın bir kez olsun daha-. Okul hayatı boyunca ve nihayet bir yetişkin olduğunda rol yaparak kendini akran baskısından kurtarmış Kevin da mutlu olamamış. Bir gün restoranına gelen bir adamın müzik kutusundan istediği şarkı ona Chiron’u anımsatınca, telefonunu istemiş Teresa’dan. Şimdiyse karşı karşıya gelmiş otururlarken, sanki daha önce provasını yaptığı şarkı oluyor onların sesi. John Berger “Hoşbeş” adlı deneme kitabının bir bölümünde “Zenginler şarkıları dinler; yoksullar şarkılara tutunur ve sahiplenir. Hayat zehir ve baldan ibarettir. Anlaşılmaz hayatlarımızın şarkısını söyler bize.” diyen Cesaria Evora’ya kulak vermişti. Geçmiş tecrübeleri anlatan, söylendiğinde şimdiyi dolduran, bir taraftan da gelecekteki bir dinleyen kulağa ulaşmayı umut eden, hep ileriye uzanan, illa ki yolculuklara dair olan ve genel olarak akıbetleri, geri dönüşleri, karşılamaları ve vedaları anlatan şarkının kaderini yaşıyor Chiron ve Kevin, birkaç dakikalığına da olsa.
Kendisine yumuşak denen, bağımlı ve öfke kontrolü olmayan bir annenin elinde ne yapacağını bilemeden yaşamaktan ötürü içe kapanıp sessizleşen, cinsel kimlik sorunları arasında sıkışmış kalmış, kendince bir çıkış yolu arayan ve hayatında tanıyıp bildiği tek baba figürünün de uyuşturucu satışından geçimini sağladığını öğrenen, insanların acımasızlığına isyan ederek en nihayet bir gün kendi verdiği kararla kendisi olmaktan vazgeçen, bu yüzden de ipekten kozasını ören Chiron’un tesellisiz geçmiş hüzünlü hayatının tanıkları olarak ayrılıyoruz sinema salonlarından. Bu senenin en sarsıcı filmiydi ben’im açımdan-ben de ben dedim sonunda, iyisi mi siz de bakmayın bir kez olsun bana-. Harika bir afişe, içli bir soundtrack çalışmasına(Little’s Theme ve The Middle of the World başta olmak üzere), Nicholas Britell gibi başarılı bir kompozitöre, neyi ne kadar anlatması gerektiğini çok iyi bilen bir yönetmene, sağlam bir hikayeye sırtını yaslamış, geleceği parlak oyunculardan oluşan da bir kadroya sahip filmden aklımda kalan Caetano Veloso’dan Cucurrucucu Paloma eşliğinde siyah çocuk bedenlerin deniz kenarında ve parlak ayışığının altında coşkuyla kıyıya vuran dalgalar arasında varoldukları sahne başta olmak üzere, ilk önce dalgaların ortasında Juan’ın emin kollarında yüzmeyi öğrenen küçüğün hemen akabinde tek başına kulaç atarak suyun yüzeyinde kalma gayreti ve paralel gidecek olan hayatı ve son sahnedeki bakışı ben’im için unutulmazdı. O kadar ki, illa ki izleyin ve izletin. Chiron’un sınıftaki sandalyesini bir hışımla içeri girdikten sonra, kendisini hayatı boyunca taciz eden ve bu sadislikten zevk alan zibidinin sırtında parçaladığı sahnenin akabinde sessizce yere yığıldığında içinizin yağları erimez ise ve oh olsun demezseniz eğer ben de Meriç değilim. Senenin muazzamı, kıymetlisi ve en özelidir: Barry Jenkins’ın Moonlight’ı.
“Bazen o kadar çok ağlıyorum ki suya dönüşecekmişim gibi hissediyorum.”
i.little
ii.Chiron(Şaron)
iii.Black

Muhtemelen ağlama krizinde öleceğim film izlemeye cesaret edemediğim
BeğenBeğen