YUNANİSTAN, ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : SİROS ADASI
Uzaktan daha, gemi limana yanaşmazdan önce farkını hissettiren bir adayla karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. Delos Adası’nın etrafında konumlanmış olup, onu çevreleyen Kiklad Adalarından biri olan Siros, Lady’lik ünvanını sonuna kadar hak ediyor tüm ihitişamıyla. Güney Ege sularındayız ve elegans Siros Adası’nın üzerindeyiz an itibariyle. Çok tuhaf doğrusu sulardan karaya çıkmak ve ziyaretçileri olarak kısa süreliğine de olsa o ada parçası üzerinde bulunmak. Hepsi başka başka karakterlere sahip adaları keşfetmekse ayrı bir keyif. Ve bu on üçüncü ada keşfe çıktığım Bozcaada ve Kıbrıs da dahil olmak üzere. Kıbrıs’la beraber on dört olacak. Son durağımsa Galapagos olacak. Bir gün. Darwin’in keşif adası benim jübilem olacak. Bir karşılaştırma yapmak istiyorum adalar arasında ama çok sağlıklı olmayacağını biliyorum. Çünkü her biri kendine özgü. Ama Siros en çok hangi adaya benziyor diye soracak olursanız eğer uzaktan sırtları Kalimnos’u andırmakla beraber, Simi’ye benziyor eteklerinde kurulmuş yerleşim yerleriyle. Bir tümseğinde Ortodoks Kilisesi, diğer tümseğinde Katolik Kilisesi yer alıyor. Çanlarıyla birbirlerine selam gönderdiklerini düşünüyor insan o yamaçtan öteki yamaca.
Limanla merkez arası beş dakikalık yürüme mesafesinde. Bir Rodos ya da Girit değil mesela Siros. Onlar artık şehirleşmiş adalar. Yeryüzünde kapladığı alanla doğru orantılı olarak nüfusu arttıkça merkezden kopmalar başlıyor ve evler oluyor sana çok katlı apartman veya otel. Ne ara sokaklarında ne de sokaklarında kimse kimseyi tanımıyor esnaf haricinde. Değişimi insanlar yapıyor. Yerleşim olmazsa, insanlar ve binalar aynı kalıyor. Doku korunuyor. Hem insanların hem de mekanların bir dokusu var bizim ruh olarak tanımladığımız. İstila ruhu olmayınca ve turist de adı üzerinde turist olduğundan bir bakıp kaçıyorsa eğer ruhu çok yara almayabiliyor. Aksi takdirde yozlaşma başlıyor, tıpkı insanlarda olduğu gibi. Siros benim gördüğüm en temiz ada. Yerleri pırıl pırıl ve sanki her gün cilalanıyormuşçasına ayna gibi, jilet gibi. Adalarda su bir sorun teşkil etse de, çöp sorunu olmadığını biliyorum. Ama gıpta ediyorum gene de bunca temizliğe. Yerli halkı sadece dükkanlarında görmeniz mümkün. Sakız’daki gibi evlerinin önüne çıkmış oturmuş kadınları görmeniz nadiren gerçekleşen bir durum. Saatlerce gezdim adayı. Aksini ispat edecek gözlerimin şahitliğini sunamıyorum sizlere. Venedik olarak tabir edilen Vaporia daha çok Monaco’yu anımsatıyor. Köpeklerini yürüyüşe çıkarmış birkaç ada yerlisi, tek tük turist ve yine kirletiyor muyum acaba üzerine bastıkça dediğiniz ayna gibi yollarına parmak uçlarınızla basa basa dolaşıyorsunuz bu en nezih bölgesinde.Benim için öyle. Limanda görevli polisler bu bölgeyi görmem konusunda ısrar etmişlerdi sorduğumda. Denizin hemen önündeki ilk sıra evlerin aralarında karşınıza çıkan deniz manzaraları hoş enstantaneler sunuyorlar. Fotoğraf çekimi yapan kızlar var Antik Yunan kıyafetleri içinde. Tek renk onlardı görebildiğim. Bir de nefes nefese kalmış yaşlı köpeklerini gezdiren sportif insanlar vardı ara ara merhabalaştığım, yer yön yol sormaya çalıştığım. St. Nicholas Kilisesi biraz aşağıda kalıyor ve hem dinlenmek hem de içini gezmek için mola veriyorum nihayet. Adalar içinde beğendiğim bir kilise olarak kalacak aklımda. Yine her zamanki gibi bakımlı ve temiz.
Kime göre, neye göre? Elbette kişiye göre, ruh haline göre bir parça derinlik bulabildiğim ve hem ayaklarımı hem de zihnimi dinlendirebildiğim bir kilise olarak kalacak aklımda St. Nicholas. Başımı kaldırdığımda, kilisenin tam ortasında tavanında gördüğüm İsa figürü, unutulacak gibi değildi mesela. Bizim dinimizde putperestliğe girdiğinden resim, heykel yasak olduğundan ya hayal gücüne yahut yaratıcılığa ihtiyaç duyulsa da, gizem bir yana insan gözünde canlandırabilsin istiyor ki sonraki nesillere aktarabilsin hayal gücüne ihtiyaç duymadan. Dinde hoşgörü bu ve daha da bir sürü şeyi beraberinde getirirken, bizler öfke biriktiren bireylere dönüştük içten içe.
Ada’nın bir hizmeti de benim binmediğim otobüs seferlerinin olması. Nasıl yani diyeceksiniz, ben de size şöyle açıklayacağım: Sırf gevezelik olsun diye durakta beklemekte olan otobüsün içinde kalkış vaktine kadar vakit geçirmeye çalışan genç şoföre ne zaman kalkar, nereye götürür, götürülen yerde ne var ne yok gibi sorular soruyorum. Sabırlı-en önemlisi ve de sakin ve genç bir delikanlıydı kendisi. Buçuklarda kalkar, yukarıya götürür, bu saatte oralarda açık bir yer bulamazsınız, bulsanız da bana soracak olursanız bir şey yok, ben olsam gitmem gibi cevaplar veriyor. Aynı anda bembeyaz saçlarıyla emekli İngilizlere benzeyen Ada sakini bir adam geliyor yanımıza. Ne yapacaksın yukarıda, bir şey yok yukarıda diyor. Sonra da nereli olduğumu soruyor. Türklerle ve Kürtlerle Danimarka idi sanırım, orada işten arta kalan boş zamanlarında labut oynadığından bahsediyor. Çok iyi oynarmış. Çok kaynaşmışlar zamanında. Siros Adası’nda yer yol sormak için gittiğim durakta-Finlandiya’da da olabilir, Türklerle ve de Kürtlerle oynadığı labutu bana anlatma gereği duyan adamın karşıma tesadüfen ya da değil-biliyorum biliyorum tesadüf yoktu- çıkmasının nedenini düşünüyorum. Anlattığı şey çok mühim olmasa da bir nedeni var mıdır acaba diye soruyorum kendi kendime. Şimdiyse size. Önem nedir ki zaten? Her gün çok mühim insanlarla karşılaşıp, çok önemli şeylerden mi konuşur insan? Benim en azından çok sıradan bir hayatım var. Çok önemli işler yaptığım yok. İnsanların hayatını olumlu yönde değiştirmişliğim de yok. Dolayısıyla labutta atışları iyi olan ve bunu anlatma gereği duyan adamı önemseme gereği duyuyor ve ondan size bahsediyorum. İnanın çok daha sıkıcı ve sıradan şeyler anlatıyor insanlar birbirlerine. Geçim derdi, ahiret derdi-malum ramazan, sorunlar, istekler, akşam ne pişireceğim, sabah ne yiyeceğim, bazen de salondaki masa örtüsünün perdelerle uyumu gibi ipe sapa gelmez şeylerden bahsediyor insanlar birbirine. Evlilerde de durum benzer. Kadınlar mutfağa, erkekler salona geçiyorlar yemekten sonra ve başlıyorlar çocuklarından, kocalarından bahsetmeye. Sonra da sözleşmiş gibi, çiftler çiftini alıp evlerine dağılıyor. Biz kız kıza buluştuğumuzda mesela, olan, sevgilisini anlatıyor, olmayan hükumete atarlanıyor, sonra da olan ya da olmayan ortak bir şekilde hükumete atarlanıyor ve sırası geldikçe yapılan seyahatlerden, işten, güçten, dertten, belki bir filmden ya da kitaptan konuşuluyor. Herkesin kafası dağılıyor ve ayrılıyoruz akşam iyice çökünce. Sevgilinle gittiğindeyse başka şeyler önem kazanıyor ve şimdi o önemli şeyleri size anlatacak halim yok. Siros’a dönmeli acilen. Konuyu dağıtmanın alemi yok. Dağıttım da daha da fazla dağıtmayayım istiyorum.
Her neyse.
Millano’daki La Scala’nın bir kopyası olarak tasarlanmış Apollon Tiyatrosu haziranın ortasına dek kapalı imiş. Öyle diyor kapının üzerindeki yazıda. Burası aynı zamanda Yunanistan’ın ilk opera binası imiş ama eskilerin dediği gibi “nasip” olmadığından; görmek kısmet olmuyor bu gelişte. Akşam iniyor yavaş yavaş. Uzaktan da yakından da ayrı bir görkeme sahip Belediye Binası’nın olduğu alana gidiyorum. Burada ister kafelerde oturun, isterseniz bu görkemli binanın basamaklarında oturup güvercin kovalayan neşe içindeki çocukları izleyin. Ya da benim gibi tanıdık bir yüz görmek için karanlığa karışın. Kim olabilir bu tanıdık yüz diyecek olursanız Finlandiya, Danimarka ya da ona benzer kuzey ülkelerinden birinde Türklerle ve Kürtlerle neşe içinde labut oynayan ama iyi oynayan adamla tekrar karşılaşıyoruz yolun ortasında. Ne yaptın, çıktın mı yukarıya diyor. Çıkmadım diyorum. Hava kararmak üzereydi, ben çok motivasyonsuzdum falan filan. Yine de teker teker ona neler yaşadığımı, nerelere gittiğimi anlatıyorum. Günlük ve bir günlük ve bir daha tekrarlanması imkansız günümü dinliyor usulca. İnsan bazen konuşma ihtiyacı duyuyor sanırım ve aklına ne gelirse özellikle de bir yabancıya daha kolay anlatıyor. Aynı durumda olduğumuzu hissediyorum. İnsan bazen sadece “konuşmak” ihtiyacı hissediyor. Sonra bu labutsever adamı yemeğiyle baş başa bırakıyorum. Ne yediğini umursamıyorum bile. Bu son karşılaşmamız oluyor.
Bir gün içerisinde Atina ve Siros’ta toplam 27139 adım atmışım. Hiç durmadan yürümüşüm sanki. Dur durak bilmeden, hiç oturmadan. Bazen çılgınca şeyler yapabiliyorum. Neden yaptığımı da bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Kimseler de bilsin istemiyorum. Ama yazmaktan da kendimi alamıyorum.
Geçen hafta Syros da tatil yapan arkadaşlarım -Yunan/Türk-vardı..Onlardan bol bol fotoğraf aldım, ama böyle sanatsal değil..Eğlence halleri, tavernaları nasıl ?? ya da sakin mavi kumsalları?
BeğenBeğen
Ada sakin bir ada. Çok coşkulu görünmüyordu. Daha Avrupai ve vur patlasın çal oynasından çok uzak. Buraya gelen insanların beklentisi de o yönde değil zaten. Bir de gittiğin yere uymak vardır. Herkes usluysa mecburen sizde uslanıyorsunuz. Gece hayatına yetecek enerjim kalmadığından pek fikrim olmuyor. O yüzden çok bilmiyorum ama gene de Simi topraklarına ayak basmış milletimizin taverna çılgınlığından çok uzaktı. Halkı sakin, esnafı ısrarcı değil-hiç değil. Alırsan al, yersen ye, yemezsen de… Kumsalları da pırıl pırıldı ama ben sadece Mora’da denize girebildim. Mora’daki plaj güzeldi ama Mikonos kadar değil. Sakin bir tatil geçirmek, sakin kalmak için ideal. Fakat genel olarak sakinlerinin ve seyahat amaçlı tercih edenlerin yaş ortalaması yüksekti ama temmuz ağustosunu bilemem.
BeğenLiked by 1 kişi
Çok teşekkür ederim, yaklaşım ve yazım tarzınız çok güzel. Beklentilerimize cevap veren bir adaymış. Sakin ve dingin.
BeğenLiked by 1 kişi
Yunanistan Turları için gerçekten etkili bir yazı bilmediğim bilgileri sonunda öğrendim ellerinize sağlık
BeğenBeğen