TRANSPARENT, İKİNCİ SEZON
“Büyük işler asla insanın kendisine bağlı değildir. Doğum, ölüm ve aşk. Ve hangi çeşit bir aşkın bize sunulacağı da biz doğmadan önce tespit edilir.” Middlesex, Jeffrey EUGENIDES
“Platon ilk insanın hermafrodit olduğunu söylemiştir. İlk insanın yarısı kadın, yarısı erkekti. Sonra bu parçalar birbirinden ayrıldı. İşte o gümden beri herkes diğer yarısını arar.” Middlesex, Jeffrey EUGENIDES
“Cinsiyet biyolojik, cinsel kimlik kültüreldir.” Middlesex, Jeffrey EUGENIDES
“Seni kısacık bir an için bıraktım; ancak büyük bir merhametle geri toplayacağım.” Tora, TANRI
Transparent’ın ikinci sezonunda tren çoktan istasyona girmiş bulunmakta. Ama bu bir son değil, bir netice sadece ve daha da önünde sayısız istasyon var gibi görünüyor. Karakterlerin içlerine düştükleri kederin sona ermesi, suların durulmasıysa mümkün değil şimdilik. İlk sezonda sıkışmış oldukları kapandan kurtulmuş, hepsi ayrı ayrı özgürlüğünü ilan etmişti. Bu sezonsa seçimleri, dolayısıyla yeni hayatlarıyla karşımızdalar. Hem kendilerine hem de ailelerine ve çevrelerine kabul ettirmeye çalıştıkları cinsel kimlikleriyle yaşamasını öğrenmeye çalışıyorlar. Aile bireylerinin yarısından bir fazlası ölmüş de tekrar dirilmiş gibi bu halleriyle. Bu sezonu ilkine göre özel kılansa 1930’lardaki aile geçmişine yapılan dönüşler. Kalıtsal travmalar yaşayan karakterler farkında olmadan teğet geçiyorlar özdeşleştikleri karakterlerle. Alttan alta söyleyecek çok şeyi olan bir dizi ve öyle de bir sezon geçiyor ve inanın bana boşuna değil tek saniyesi. Bu kadar cesur bir dizi bizim televizyonlarımızda prime time’da gösterilebilir miydi? Asla. Çekilebilir ama gün yüzü göremezdi kanımca, hele de televizyonda.
Sezonun ilk bölümü düğüne gelmiş kız tarafının(aslında iki kız tarafı var ve biz aşina olduğumuz gelinlik giyen kız’ın tarafı oluyoruz ama neyse) ailesinin bir garip fotoğraf çekimiyle başlıyor. Düğünün hiç de umulduğu gibi gitmeyeceğinin bir işareti sanki tüm bu yaşananlar. Irkçı fotoğrafçının iyi pozlar verilsin diye tekrarlattığı hiçbir söz gülümsemeyle bitmiyor. Zaten düğünün sonu da gelin ve damat açısından iyi bitmiyor. Sarah ağlayarak tuvalete sığınıyor, erken verilmiş bir karar yüzünden gerçekleşen düğün sayesinde davetliler kurtlarını dökmüş oluyorlar bahaneyle. Hava Nagila eşliğinde ter ter tepinen misafirler gittiğinde, sessizlik dolduruyor aynı salonu.
Josh’un yeni kız grubunun havuz başı partisinin yapılacağı günde Ali anne ve annesine iki lezbiyen olduklarını söylüyor. Maura bu işten hiç hoşlanmasa da pratikte ve görünüşte dönüştükleri şey bu. Ama Maura hormon tedavisine başlamayı düşünse de aslında kadınlarla birlikte olmaktan hoşlanan bir erkek ve işin bu yanı yani bir transeksüelden travestiye geçiş hakkında kafasında geçmez soru işaretleri var. Doktor tavsiyesi de bu doğrultuda geliyor: “Kendinize bir iyilik yapın ve vücudunuzu tanıyın”. Maura bu uğurda karısının yanından ayrılıp trans arkadaşlarıyla yaşamaya başlıyor ama orada da sorunlar bitmiyor. Bir huzurevinde yaşayan annesini ziyarete gidemiyor bir türlü bu son haliyle. Halbuki annesi Rosie’nin aile geçmişinde de benzer bir hikayesi var ve oğlunun bu durumunu kınayacak hali yok. ’30’larda Berlin’den göçmüş aslen Polonyalı bir çiftçi ailesinden olma Rosie, Amerika’daki babasının yanına gidebilmek için annesi ve kendisi adına para istemek üzere seksolog Dr. Magnus Hirschfeld’in Cinsel Araştırmalar Kuruluşuna gidiyor. Burada Gershon olarak doğan erkek kardeşi Gittel’i buluyor ve kendisinden gerekli para yardımını aldığı gibi o ve onun gibi insanlarla orada bulunmaktan da son derece memnun kalıyor. Eğlenen, dans eden, şarkılar söyleyen, aykırılıklarını kabullenip, bedenleriyle barışmaya çalışan insanlardan zarar gelmiyor. Mutlu insandan kimseye zarar gelmiyor. Rosie, annesi gibi önyargılı değil. Öte yandan tarihte gerçekten yaşanmış 6 Mayıs 1933 gecesi enstitüyü basan, kitapları yakan faşist Nazi zulmünün ötekine yaptığının canlı tanığı oluyor Rosie, kurgu da olsa. Doktor Hirschfeld’se sembolik olarak aynı gece oradaymış gibi gösteriliyor. Halbuki bu esnada Almanya’da bile olmayan doktor bir daha ülkesine dönemiyor bile. Rosie elden ele geçen ve son olarak torununun takmış olduğu ve zor şartlar altında üstelik tatlı Gittel’ini geride bırakarak Amerika’ya gelişlerinin anısı olan yüzüğü Ali’nin boynunda bir kolyenin ucuna takılı olarak gördüğünde hatırlıyor geçmişini. Ama gene de büründüğü sessizlikten çıkması mümkün olmuyor.

Ali hala aynı Ali. Tuhaf bir espri anlayışı ve upuzun koltukaltı kılları var. Kız arkadaşıyla bir ilişkiye başlıyor. Fakat sadık olamıyor. Hep muzip, meraklı ve gelişime açık. Üniversite hocası, aynı zamanda olgun şair Leslie Mackinaw’la görüşmesi kız arkadaşıyla ayrılmasına neden oluyor. Toplumsal cinsiyet çalışmaları üzerine üniversitede ders veren kadının öğrencisi oluyor, sevgilisi olmamak şartıyla. Maura ve Ali, en çok, Gittel ‘in ruhunu taşıyor ve onun izinden gidiyorlar bilinçsizce. Maura’nın vestitesinde, Ali’nin lezbiyenliğinde görünmeyen duvarların ardından izliyor onları. Nedenler, sonuçlar, geçmişte yaşanmış ve aile arasında dillendirilmemiş travmaların günümüze etkisi, aile mirasının sonraki nesillerde bilinçsizce duygusal boyuta taşınması Alman asıllı Doktor Bert Hellinger’in “Aile Dizimi” teorisini çağrıştırıyor. Kapanmamış yaraları, tamamlanamamış hayatları taşıyor sonraki nesiller. Görünmeyen ipler, duygusal izler bağlıyor nesilleri birbirine. Çektikçe götürüyoruz beraberimizde, biz bıraksak onlar bizi bırakmıyorlar, sırtımızdaki birer kamburcasına. Ne kadar uzaklaşmaya çalışsak, o kadar yanımızdalar aslında. Rosie çok bilmiş kocasından hamile kalıp doğum başladığında, kocası annesiyle bekleme salonunu paylaşırken doğacak kızının adını Fay koyacağını söylüyor. Kayınvalidesi kız olacağından nasıl bu kadar emin olduğunu sorduğundaysa, bir baba bunu bilir diyor bilgiçce. Rosie doğum masasındaki son yırtınışlarına müteakiben, bebeği dünyaya gönderdiğinde en nihayet, doktoru “Tebrikler! Bu bir erkek.” diyor coşkuyla. Gelense Mort oluyor, beklenen Fay iken.

Josh, haham olan Raquel’le sakin bir ilişki yaşamaya çabalarken, böyle bir ailede bunun mümkün olamayacağını çok geç anlıyor ne yazık ki. Hepsi bir olmuşçasına ama ayrı ayrı her şeylerini birbirine anlatmadan duramazken, üçüncü şahısların gıyaplarında da konuşmaya devam ediyorlar. Bu üçüncü şahıslarsa ailenin diğer fertleri oluyor her zaman. Kimsenin ağzında bakla ıslanmıyor. Josh mesleki bir başarıya imza atıp, tam da oğluna kavuşmuşken, Raquel ve ortak bebeklerinden oluyor, zamanında her ikisi için oğlunu evden göndermişken. Josh etrafındaki herkesi kaybediyor ama öte yandan onu büyük bir kederin içine düşürenin baba kaybı olduğunu söylüyor Haham Buzz. Josh onun kollarında ağlayarak teselli bulmaya çalışıyor bir parçacık. Günümüzden iki iyi akılda kalıcı sahnenin de kahramanı Josh oluyor. Öncelikle sinagogdaki sahne için, sonra da battaniyeye sarıp bir çocuk gibi omzuna alıp eve getirdiği ördeği küveti doldurup yüzsün diye içine koyduğu sahne için.
Susan ilk sezonda Tammy uğruna kocasını terk etmişti. İkinci sezonun ilk bölümündeyse Tammy’yi terk etti. Burada Tammy için daha acı olansa hiç kimse uğruna terk edilmesiydi. Ataerkilliği önemsiyor oluşundan lezbiyen olmadığı, Ali’ninse lezbiyen olduğu kanaatine varan Susan bir başına yaşamaya başladığı yeni ve boş dairesinde akşamlarını, ışığı kapatıp karşı apartmandaki komşularını izleyerek geçirmekten sıkılınca farklı farklı arayışlara girmeye başlıyor. Uyuşturucu, alkol derken Yom Kippur yani kefaret gününü hatırladığında, Laik Yahudiler için bile en kutsal sayılan günde kendisini Ali’nin verdiği aile yemeğinde buluyor. Simsiyah göz altlarıyla ortalıkta dolaşıp, depresyonunu aşmaya çalışıyor kendince. Mazoşist eğilimleri bu yüzden. Kendini dövdürtüp kredi kartından ödeme yapıyor.
Pfefferman kardeşlerin Los Angeles’taki bir yazları daha kazasız belasız böyle geçti. Josh mutsuz oldu, Sarah mutsuz oldu, Ali ilk sezona göre daha mutlu olabildi, anneleri bir haham tavladı ve yalnızlıktan kurtuldu, babalarıysa anneleri oldu ve sezon finalinde parmaklarındaki eflatun ojeleriyle annesinin kaldığı merkezin yolunu tuttu. Yaşlı Rosie genç Rosie oldu ve Gittel’le güzel zaman geçirdiği pervasız ve uçarı gençlik günlerine döndü. Bu sezon özellikle otuzlu yıllar Berlin’ine yapılan geri dönüşler, Jeffrey Eugenides’in Middlesex’ini hatırlattı bana ve aile dizimi kavramına referans olabilecek karakterlerin kalıtsal travmalarını çok hoş geçişlerle anlatabilme başarısını gösterdi. Ali ormanın içinde iki renkli ve çıngıraklı pabuçlarıyla kayıp Maura’yı ararken, büyükanne Rosie otuzlu yıllardaki haliyle 6 mayıs 1933 gecesinin kör karanlığında tatlı Gitter’ini arıyordu. Kayıp ruhlar binlerce kitabın yakılması için hazırlanmış ateşin başında dehşet içerisinde anın travmasını yaşıyorlardı. Kendi adıma paralel hikayeyi ana hikayeden de çok beğendim. Bir de en çok Alice Boman’ın “Waiting” adlı parçasını sevdim. Gitter’in ruhunu en iyi şekilde temsil ettiği melankolik sahnelerin arka fonunu oluşturduğu için.
Bir Cevap Yazın