TRUE DETECTIVE, İKİNCİ SEZON:
“Fakirliği geride bırakamazsın.” Ray Velcoro
“Sadakat önemlidir ve genellikle acı verir. Bir gün bir sebepten kendine şunu sorabilirsin. Yaşadığın acının sınırı nedir? Ve hiçbir sınırı olmadığını öğrenirsin. Acı bitip tükenmez. İnsanlar tükenir.” Ray Velcoro
“Aşk nereye gider, gittiği zaman?” diye soran bir cümleye de sözleri içerisinde yer veren şarkının melankolisine uygun bir finalle son bulan, ortak dertleri sevdikleri tarafından iyi bir insan olarak anılmak telaşındaki bir takım talihsiz adamların ve kadınların, talihin bir cilvesi olarak hatırlanacak buluşma noktaları olan asidik bir suç ediminin ve yine asidik bir cesedin etrafında yarı istekli, çokça şaşkın ve de şuursuz bir şekilde pervaneler misali dönmeleri anlatılıyor sekiz bölüm boyunca. Benim açımdan varlığı tartışmalı aşkınsa hiçbir yere gittiği yok. Sadece boyut değiştiriyor. Bir başka bedende, bir başka formda ve farklı bir zaman diliminde tekrarlanıyor tarih gibi. Cinsiyetsiz, kimliksiz, hesapsız ve olduğu gibi; adına aşk denen o gamlı, avutan balon.
Dedektif Ray Velcoro: Colin Farrell tarafından canlandırılıyor. Meslek erbapları arasında sağlam pabuç olarak nitelendirilebilecek derecede dürüst, güvenilir ve nesli tükenmekte olan adamlardan. Tıpkı babası gibi polislik mesleğini seçmiş, tıpkı babası gibi ikisi de yozlaşmış ortamlardan içerek ve çekerek sıyrılmaya çalışıyorlar. Kendisine hiç benzemeyen kızıl saçlı, tombik, uslu ve çekinik halleri yüzünden okulunda arkadaşları tarafından istismar edilen, kendisine göre metanetli bir oğlu var onun da. Karısının uğradığı tecavüzden sonra dünyaya gelmesi, kendi çocuğu olmama ihtimalini barındırsa da, Ray onu kendi oğluymuşçasına seviyor ama bir çok nedenden ötürü onunla doğru ve düzgün bir iletişim kuramıyor. Los Angeles’ın hayali bir şehri olan Vinci’de bir sürü çıkar ilişkisinin içine düşmüş güveneceği kimse kalmamışken ve bir kumpasın içine dahil edilirken bir yandan da karısı ve velayet davasıyla uğraşmak zorunda. Koruyamadığı metaneti ve tabiatındaki sertlik uysal oğlunu ürkütüyor haliyle. Hışmına uğrayanları da. Oğlunu taciz edip, ona aldığı yeni ayakkabıları elinden alan on iki yaşındaki oğlunun sınıf arkadaşının evine gidip, çocuğun gözleri önünde elinde muştusu ağzını burnunu dağıtıyor babasının, çocuğa ders olsun diye. Çocuk ya bundan sonra ömrü yettiğince tüm polislerden nefret edecek ya da gidip polis olacak. Ama bir tarafı daha güçsüz olduğu için babasını ve bu işleri başına açtığı için kendisini asla affetmeyecek. Hani adalet yukarıdan gelirdi? İnsan insana neler eder bilir misin sen?
Dizinin üçüncü bölümü Ray’in sonunu muştuluyor adeta. Saçmayla vurulduktan sonra yerde baygın yatarken Elvis sahnede “The Rose”u seslendiriyor ve karşılıklı bilmedikleri bir yerde, üniforması içinde babası karşısında oturuyor ve Ray’i dev ağaçların altında yeterince hızlı koşamazken ve sonunda parçalanana dek vurulurken gördüğünü söylüyor. Bu rüyanın, öngörünün gerçekleştiğini izlemek için sezon finaline erişmeniz gerekiyor. İnsan varoluşuna neden arar ve bulamaz ya, bu o anlardan işte. Dünyayı değiştirmeye, güzelleştirmeye, kendini kanıtlamaya, şartlarını iyileştirmeye giden yollar çok virajlı ve sen o dev ağaçların altında kendi sonunu hiçbir zaman net olarak göremiyorsun. Kör dövüşü hayatın kendisi. “Babalar ve Oğullar” ve benzer kaderleri üzerine söylenecek çok şeyi olan bir bölüm oldu ikinci sezon üçüncü bölüm. Benim de en çok beğendiğim ve içerisinde çok anlamlar gizli olan.
Tekrar Ray’e dönecek olursak, aklı bulanık dedektifimiz, hayal kırıklığına uğratacağı kişi sayısını sınırlı sayıda tutmaya çalışıyor kendince son derece yalnız ve münzevi hayatında. Frank Semyon’la paylaştığı viskilerini yudumlamak yerine yutarken bir yandan iş konuşup bir yandan karşılıklı felsefi aktarımlarda bulunuyorlar. Frank onun hayatında bir kadın olması gerektiğini söylüyor. Ray’se o defteri kapattığını itiraf ediyor. Onun yerine hayatını dolduran içki ve onun vermiş olduğu rahatlık var. Ama aradan bir zaman geçip de Ani Bezzerides’le tekrar karşılaştığında aslında onun hep aklının bir köşesinde olduğunu itiraf etmekten kendini alamıyor. Ani, iyi ama şanssız bir adamdan bir erkek çocuk sahibi olacak. Bu da bir artının, bir eksiyi götürdüğünü ve durumu eşitlediğini gösteriyor.
Doktor ne kadar içtiğini sorduğunda, cevabı içebildiğim kadar demek oluyor Ray”in. Yani bir bar köşesinde viski kadehlerini sek devirip artık bir başkasınınmış gibi algıladığın kollarını yerinden kaldıramayacağın kadar ağırlaşana dek, yani sızana dek, yani iyice uyuşana, her şeyi unutana, boşalan sinirlerin yüzünden bir bebek gibi ağlayana dek, dünyadaki tüm ağırlığın bir kuşun kanadından koparak gelen ve nazlı nazlı süzülen bir tüy kadar oluncaya dek.. Ölmüşçesine. O duyguyu iyi bilirim. Yok oluncaya dek içme isteğini. Doktor odayı terk etmeden önce Ray’e cevapsız kalacak bir soru soruyor: “Yaşamak istiyor musunuz?” …
FRANK SEMYON: Kaybolan milyon dolarları ve beraberinde gün geçtikçe azalan itibarını geri kazanmak için elinden geleni yapsa da, o da bir kumpasın içinde ve etrafı bir sürü piranayla çevrili. Tüm bu piranalar deli gibi suyun içinde büyük parçayı koparmak için çırpınıyorlar ve su bulanıklaştıkça görüş mesafesi azalıyor Frank’in. Kuyruğunu dik tutmaya çalışan işadamı rolünde Vince Vaughn var. Dış görünüşü onun herşeyi sanki. Jilet gibi takım elbiseleri, pahalı Rolex’leri, traşlı yüzü, dimdik sırtı ve dünyanın yükünü taşıdığını farz eden gergin omuzlarına rağmen başını kaldırıp da aynaya her baktığında karşısında koca bir soru işareti görüyor sanki. Mutsuz bir çocukluk geçirmiş Frank. Annesinin evi terk etmesinden babası onu sorumlu tutmuş. Çok hoş ve seksi ama ne yazık ki kısır bir karısı var ve o da zor zor gelebilmiş bu günlerine. Gençlikleri beraber geçmese de birbirlerine destek çıkıyorlar her fırsatta. Tüp bebek denemeye çalışıyorlar ama çalışıyorlar sadece. Karısının aksine evlatlık edinmeyi reddediyor, başkasının yerine hapis yatılamayacağını ve başkasının kederini üstlenemeyeceğini düşündüğünden. Çocuğu keder olarak tanımlıyor. Kendi aralarında çocuk sorununu çözümlendiremiyorlar süreçte. Sorunlar başka türlü halloluyor sonunda. Olması gerektiği gibi belki de.
Frank eski ve çok da hoşuna gitmeyen ama durumu kurtarabilecek ve dolayısıyla bir parça gelir getirebilecek her işe giriyor. Vinci’nin belediye başkanı ve onun birkaç nesildir kök salmış İtalyan asıllı soyundan sonra Latin mafyasına, Rus mafyasına, aracı konumunda olup sözde pastane işleten tedarikçi Ermenilere, pırlanta işinde ise Yahudilere uzanan geniş bir yelpazede tüm dünya milletleriyle haşır neşir oluyor. Diyorum ya o kadar çaresiz ki.
Dizide Vinci ismiyle anılan şehir ismen kurgu olmakla birlikte, Los Angeles merkeze birkaç dakika uzaklıktaki Vernon kullanılmış panoramik çekimlerde ve şehrin genel havasını yansıtmak üzere. Fabrikalar, tren yolları ve antrepolarla bezeli bir sanayi şehri burası göçmen işçilerin bol miktarda yaşadığı. Dizinin dördüncü bölümünün sonundaki çatışmada kurban gidenlerse ellerinde “Ulaşımımızı kurtarın!” pankartları taşıyan ve toplu taşıma araçlarına bel bağlayan aynı vatandaşlar. Otobüs seferlerinin ve bakımlarının azalmasını protesto ederken katliam gibi bir çatışmanın ortasında kalıyorlar. “Ölümün anası beni bulur!” diyerek son sözlerini söyleyen Latin mafyası mensubu, yaşlı rehinesini infaz ediyor ve kendi ölümünü hazırlamış oluyor böylelikle. Polis açısındansa fiyasko bir baskın ve geri döndürülemez kayıplar çıkıyor ortaya. Olaylar beşinci bölümde aradan bir zaman geçtikten sonra başlatılıyor. Bir bakıma antrakt giriyor dizinin tam ortasında ve farklı yönlere giden elemanların neler yaşadığına tanıklık ediyoruz, tekrar bir araya geldikleri beşinci bölüme kadar: Ani elleri titreyinceye kafar içer hale gelmiş. Woodrugh salondaki kanepeyİ kendine yatak yaparak doğacak torununa refakat edecek olan kayınvalidesiyle yaşamak durumunda. Ray’se Frank’e bağlı çalışıyor ve sefil durumdaki göçmenlerin kalabalık nüfuslar halinde barındığı evlerden tahsilat yapıyor. İstifasını vermiş çoktan duyduğu vicdan azabından.
Dedektif Ani Bezzerides: Babası komün hayatı yaşayan bir grubun ruhani liderliğini yapan, karşı cinsle uzun süreli ilişkilerde başarısız ve isteksiz, bir kısmını hapse, bir kısmını mezara gönderdiği kardeşlerinden ona kalan kendinden küçük kızkardeşinin porno filmlerde oynadığını öğrendiğinde ona yeterince destek çıkamadığını düşünen kadın dedektif rolünde Rachel McAdams var. Ray’le aralarında bir yakınlık doğuyor fiyasko baskının yaralarını henüz saramamış ve gitgide daha çok pisliğe beraber bulaşırlarken. Spiritüel bir takım kabiliyetleri olan babasından bilgi toplamaya gittiklerinde adam Ray’in başından beri yaşlı bir ruhu olduğunu ama gördüğü bütün odayı dolduran en büyük auralardan birine sahip olduğunu ve sanki yüzlerce ömür yaşamış gibi olduğunu söylüyor. Ray bir tanesini daha kaldıramayacağını söylerken, kızların her ne kadar romantik prensten uzak gibi görünse de düşünceli, dertli ve kahraman olma potansiyeli yüksek olan erkeklerden- sözkonusu çok feci gömlekler giyen bakımsız Ray olsa bile- hoşlandığını düşündürtüyor insana. Saçmalarla vurulduğunda altına işediğinde yanına gelen Ani “Bu ne koku lan!” dediğinde az önce işlediği suçu örtbas etmeye çalışan kabahatli finolar gibi gözlerini kaçırdığında tatlı olabiliyor mesela.
Ani, Frank Semyon ve onun bir çanta dolusu pompalı tüfeğiyle bir odada bulunmak zorunda kaldığında ilk önce önyargıyla yaklaşıyor ilerideki şimdilik belirsiz hayatında ondan çok şey taşıyacağını bilmeden. Hayatın cilvelerinden biri belki de, sevdiklerimizi erken kaybederken, hiç hayal etmediğimiz olayların ve insanların bize tutunup kalması, bizimle beraber yürüyecek olması. Frank mecburi bir iyimserlik içinde karısı Jordan’ı bulmasını istiyor Ani’den, kendisi Venezuella’ya gelemediği takdirde. Frank çöle düşüyor, Venezuella yerine.
Memur Paul Woodrugh: Bir türlü olduğu gibi olamayan, bu dünyada ne yapacağını bilemeyen, eşcinselliğini saklayan, onun da tek takıntısı olan iyi bir insan olarak bilinmenin ve hatırlanmanın yolunun eşcinselliğini saklamaktan geçtiğine inanan memur rolünde yakışıklı Taylor Kitsch var. Kanının son damlasına kadar rol yapıyor, sert polisi oynuyor. Bir kadını tacizle suçlandığında bile kendini ele vermiyor. Çalışma arkadaşları da anlamıyorlar onun gizli eğilimini. Hiç açık vermeden vaziyetini idare ediyor. Soruşturma esnasında şantaja uğrayan o oluyor bu yüzden. İsmi bir hatıra otoyolunda yaşatılıyor öldükten sonra, motorsiklet ve anayol tutkusu olan Paul’ün. Yan yolların ona göre olmadığını itiraf ediyor devriye polisliğinden alınması söz konusu olduğunda. Dürtülerine hakim olabildiği ölçüde anayolda boy göstermek istiyor. Çatışmanın en gözüpek adamlarından biri o oluyor. İş sadece işse ve içinde kendisi yoksa soğukkanlı kararlar verebiliyor. Sakladığı sırrı ona Ray’inkinden daha farklı ama keskin bir münzevilik yaşatıyor. Ray’in öfkeli, küskün ama sağ bir babası var. Frank’inkiyse öfkeli, gaddar ve ölü. Paul ‘e gelirsek annesinin aynı anda birlikte olduğu hangi adamdan ona gebe kaldığı belli değil. Normal olduğunu ispat etmek adına sevmediği bir kadınla evlenmeyi ve baba olmayı kabul ediyor. Zavallı kız arkadaşı ise birlikte oldukları her dakika boyunca ona hep aynı soruyu soruyor, doğru düzgün bir cevap alamayacağını bile bile, “Neden beni seçtin?” diye ve muhtemelen hiçbir zaman öğrenemeyecek Frank’in gizemini ve onu neden seçtiğini.
Sırtının yere gelmesi mümkün görünmeyen adamlar bir bir ya sırtından, ya böğründen, olmadı sol böbreğinden vurulmak ya da bıçaklanmak suretiyle kah kızgın kumlar üzerinde sevdiği kadının hayali gözlerinin önünde, kah kalın gövdeli ağaçların gölgesinde bir ormanın içinde ama pırıl pırıl bir gökyüzünün altında, en vahimi de kaçtım, kurtuldum, nihayet ışığı gördüm derken kahpece sırtından vurularak benzer ama farklı boyutlardaki bir başka ışığa kavuştuğu bir buruk sonla veda ediyor hayatlarına. Neyse ki hayat var, neyse ki hayat onlardan büyük ve dünyaya gelen iki bebeğin varlıklarıyla kalplere umut serpiliyor bir parçacık olsun.
İkinci sezon True Detective’i beğendim mi? Aksi olsa üzerine düşünüp yazmazdım. Bir seri katil yerine içerisine emniyetten güçlerin, belediye başkanlarının, büyüük büyüük adamların karıştığı, intikam almak isterken giderek hayatta psikopatlaşan mağdurların, marazi adamların ara ara dahil olduğu, para ve güç odaklı çok daha büyük güçlerin savaşının ortasında kalarak çarpışmak zorunda kalan dedektiflerin boylarını fersah fersah aşan suların altına gömülmesini izledik. Ray oğlunun velayeti için bulaşıyordu bu işlere ikinci defa. Dna testiyle oğlunun kendine ait olduğunu ise öğrenemeden öldü. Karnaval zamanı bir gazeteciye yaşanılanların nedeninin arazi dolandırıcılığı olduğunu, işin içine rüşvet, cinayet, şantaj ve bitmez tükenmez ihanetlerin de dahil olduğunu anlatan Ani’nin son sözlerine yürekten katılıyorum. Daha iyi bir dünyada yaşamayı hak ediyoruz. Hepimiz.
“My Least Favorite Life”
This is my least favorite life
The one where you fly and I don’t
A kiss holds a million deceits
And a lifetime goes up in smoke
This is my least favorite you
Who floats far above earth and stone
The nights that I twist on the rack
Is the time that I feel most at home
We’re wandering in the shade
And the rustle of fallen leaves
A bird on the edge of a blade
Lost now forever, my love, in a sweet memory
The station pulls away from the train
The blue pulls away from the sky
The whisper of two broken wings
May be they’re yours, maybe they’re mine
This is my least favorite life
The one where I am out of my mind
The one where you are just out of reach
The one where I stay and you fly
I’m wandering in the shade
And the rustle of fallen leaves
A bird on the edge of the blade
Lost now forever, my love, in a sweet memory ,Lera Lynn
—.—
“The mystery that no one knows
Where does love go when it goes?
The mystery that no one knows
Where does love go when it goes?” Lately ,Lera Lynn
—.—
“Just remember in the winter
Far beneath the bitter snows
Lies the seed that with the sun’s love
In the spring becomes the rose.” The Rose ,Amanda McBroom
Bir Cevap Yazın