Klasik anlatıya alışkın ve düşkün ve sürprizlerden hiç mi hiç hoşlanmayan izleyici bünyelerini elinde kamera oyuncuların peşinde kah kuliste, kah temsilin provalarında kovalayan yönetmen nezdinde bir kameramanın bilinçli bir şekilde yarattığı dağınık ve başına buyruk çalışma, seyirciyi bir sürü geveze diyalogla ilk kırk dakika bir parça sarsıp zorlasa da, engebeleri aşıp, nihayet nispeten düzlüğe ulaşmanın ve mesafe katetmiş olmanın verdiği rahatlama ile “bundan sonrası tufan” mantığıyla sarıp sarmaladığında ancak film başladı hissini yaratmış oluyor. Noktayı koyduktan sonra zor bir filmin, zor ve bir parça düşük cümleli bir başlangıç cümlesiyle karşınıza çıkmasının verdiği gerilimle devam ediyoruz kalan yolumuza. En kolay gün dündü hesabı ise, bilinçli izleyicide kaybettiği daha doğrusu bir türlü dizginlerinden yakalayıp güvenle kavrayamadığı kontrolü bir parça eline alıp sakinleşmeye çalışma pratiği yaratırken, başrol oyuncusunun ve onun halet-i ruhiyesinin sirayet ettiği tüm ekip de bu kafa karışıklığından, geleceklerinin belirsizliğinden ve buram buram güvensizlik kokan kulisin havasından nasibini alıyor ve sağa sola koşuşturup duruyorlar deli tavuklar gibi. Siz de bu fırtınaya kapılıyor, peşlerinden sürükleniyorsunuz biçare. Hatta bazen kameranın bile kafası karışıyor ve ne yana gideceğini bilemeden zamanda dar bir koridora sıkışmış gibi bakakalıyor oyuncuların arkasından. Bazen birini bırakıyor, bir diğerinin peşinden koşuyor. Biraz şaşkın, bazen ürkek, sokaklardan kulis odasına sızıyor ve Keaton’ın elindeki bir gazete parçası oluyor ve başlıyor Edward Norton’ı pataklamaya. İncelikli senaryosundaki kara mizahın ve diyaloglardaki hicvin kısa süreli sağanaklar halinde attırmasının ardı arkası kesilmiyor. Görüntü yönetmeni Lubezki’nin durmak bilmez kamerasına alıştığınızda her şey yoluna giriyor zaten. Gravity’den daha iyi bir iş çıkarabilmiş mi diye sorduğunuzda ise, hayranlıkla ve şaşkınlıkla tereddütsüz bir evet dökülüyor dudaklarımdan. Daha da iyisi, çok daha yaratıcı bu seferki; atmosferimizdeki basınçla uyumlu, daha muzip, daha bir baştan çıkarıcı, davetkar, çılgın, kalabalık hissi veriyor bu yaşananların sessiz ama müdahil tanığı. Tüm olayların içinde ve bunu hissettirmekten sadistçe bir zevk alyor, tıpkı Keaton’ın dışındaki pardon içindeki Birdman gibi. Provoke ediyor, koşuyor, uçuyor, ayartıyor, bir an durup muzip bir selam çakıyor, arıyor araştırıyor, buluyor buluşturuyor ve en nihayet Emma Stone’un yüzündeki aydınlanma oluyor.
Ben Birdman’i sevdim. Çünkü Keaton’ın bir parça saygınlık için dolayısıyla ismi ve kariyeri için kendini paralamasını izlemek, aktör eskisi olmanın üstelik Hollywood aksiyon filmlerinin başrolünde bir atmaca kostümünün içinde unutulup gitmesinin, ellili yaşlarına geldiğindeyse şişirmekten ya da gerdikmekten kendi deyimiyle hindiye dönmüş fiziğinin, çıkartırken sanki kafa derisini de beraber yüzüyormuş hissini veren tuhaf peruğunun, en sıkıntılı zamanlarında kendini rahatlatan iç sesinin varlığına şükran duymasının ve onunla teselli buluyor oluşunu ifade edişi anındaki çaresizliğini ve ne olursa olsun beyaz çamaşırıyla tabir-i caizse don paça oyuna dahil olabilmek için sokaklarda koşturuşunun ve tüm bunları yaparken adanmışlığın son çırpınışlarında bile kendini asla bırakmayışını, aslında sevmek ve sevildiğini hissetmek isterken, hayranlıkla sevgiyi karıştırdığını eski eşinin ağzından duyup, bu geç yaşında idrak edişini(o kafayla içselleştirebildi mi bu cümleyi, hiç bilmiyoruz), yirmi birinci yüzyılda bunun geçtiği yerin sosyal paylaşım sitelerindeki beğeni butonlarının çokluğuyla tarif edildiğinin anlamsızlığını kabul etmek istemeyen, aşağılanmaktan ve küçük düşmekten ölesiye korkarken, bilinçsizce manyakça işler yaparak ancak; en nihayet bu sisteme dahil oluşunu(youtube’a konan çamaşırlı videosu ve başarısız intihar girişiminden arta kalan bandajlı suratı gibi) ve popüler oluşunu, birkaç dış mekan ve hastane haricinde sanki kuliste doğup büyümüş olduğu hissine insanı hapsedişini sevdim.
Ben Birdman’i bir kez daha sevdim. Çünkü dünyanın en tuhaf öpücüğünü ve sonrasındaki nasıl yani diyen Naomi Watts’ın çarpılmış dudaklarını, en acımasız baba-kız diyaloglarını, en cesur itirafları(Edward Norton’dan geldi çoğu; sahne dışında ereksiyon olamıyorum, senin yaşındaki gözlerle bakmak isterdim dünysya yani ben çok yaşlıyım, dövüldüm ama hak ettim gibi), en tuhaf erkek iç çamaşırlarını(sahneyle alakalı bir durum sanıyorum)) ve terliklerini, en acayip dövüş sahnesini, en manyak iç sesi(bir gaz bir gaz; içimdeki atmaca), herkesin hayalkırıklıkları içinde yaşadığını ve mutluluğun aptallara özgü bir şey olduğunu, hiç bir işin keyifli olmadığını, alkışların saniyeler sürdüğünü, en tuhaf intiharın başarısızlıkla sonuçlanabileceğini(adı üzerinde tuhaf işte), koca bir kuşun alafranga tuvalete oturup tuhaf tuhaf tuvaletini yapma ihtimalini gözümüzün önüne getirdiği için(sifon çeken siyah, büyük atmaca) sevdim. Ego sorunlarını aşamamış, hayatının sonbaharında diyelim(sarı güz desek elli yaşlarına gelenler için daha sevimli olur sanıyorum, yarı yaz yarı kış gibi), kariyer hedefi ve hırsıyla iyi niyetli bir şekilde tutulduğu bencillik nöbetinden, kendi ağzıyla itiraf ettiği üzere oynamakta olduğu oyunun tuhaf bir şekilde kendi ufak ve bozulmuş bir yorumuna dönüştüğünü söylerken sokaklarda oyunu yakalayayım diye yarı çıplak koşuşturup, deli deli tepeli seyirci salon girişinden içeri dalmasıyla ve onun için tehlike arz eden gülüşmelerin olduğu tarafa elinde silahı varmışçasına doğrultup tehdit etmesiyle beden yaşıyla ellisine sığdıramadığı beş yaşında ürkek bir ufaklık olduğunu anlıyoruz. Bir türlü kendini tiyatro eleştirmeni kadına beğendirtemiyor, bir türlü kendini aktörden saydırtamıyor ve bir türlü kaderinin bir cilvesi olarak her türden rezillik hep onu buluyor bu geç yaşında.
Son bir not olarak belirtmek geldi içimden; her aktörün, gündelik hayatta ise ünlü ünsüz her oyuncunun hayatında ışıl ışıl parlayacağı bir rol vardır. Bir aktör değilseniz bir eş olarak parlarsınız, iyi bir hatip olarak belki, iyi bir baba, harika bir atlet, o pek yüz bulamamış muhteşem şiirlerin sahibi şair, doğal bir afetten onlarca insan kurtaran ve sadece tesadüfen oradan geçerken bulunmuş olan bir zoraki kahraman… Ama muhakkak hayatınızda bir gün bir rolle parlarsınız. Toplu oyunculukların yanısıra, o lanetli Batman karakterinden sonra istediği başarıyı en nihayet Gotham’da değil, Inarritu’nun insani ellerine teslim ederek, Broadway kulislerinde yakalayan Keaton’ın şansı ünlü ünsüz tüm aktörlere umut olsun(benim hayatımın aktörleri “ünsüz” olduğundan gücendirmek istemedim kendilerini).
Beetlejuice gibi bir karakteri mükemmel oynamış bir aktörün Batman’dan sonra hafızada kalır bir filmde rol almamış olması haikatten düşündürücü. Ben bile unutmuştum abiyi. Sonradan öğrendiğim kadarıyla zaten kendi tercihiymiş böyle olması. Birdman’ı izlemek lazım.
BeğenLiked by 1 kişi
“cehaletin beklenmedik fazileti” “cahilliğin umulmayan erdemi” düşün düşün dur, düşün düşün dur…
BeğenBeğen
tekrar cahilliğe geri dönemeyecek oluşun farkına varıldığı an da oldukça şaşırtıcı bana sorarsanız. forbes’in bir listesinde en stresli işler konusunda oyunculuk ya 1 ya da 2. sırada yer alıyordu. keaton’dan ziyade norton’u görmek içimi rahatlattı. eleştiri oldukça başarılı olmuş, bunun üzerine sinemada tekrar izlenir.
BeğenBeğen
İçin rahatladı çünkü Keaton’a karşı bir parça önyargın vardı sanıyorum. Merak etme, benim de. Artık yok ama:) Hayatta en zor şey bir yer edinmek, kendini kabul ettirmek. Bu sitede ben onay vermezsem kimsenin yazısı yayınlanamaz. Misal:)
BeğenLiked by 1 kişi
Böyle güzel, lezzetli bir filmi neden yerden yere vururlar anlamıyorum.
BeğenBeğen
Whiplash rüzgarı sert esti bağımsızlardan. Mukayeseler söz konusu olduğundan ve Oscar’a en yakın adaylardan Whiplash her yaşa, her kesime hitap eden bir film olduğundan ve Birdman, Inarritu’nun olgunluk ve kaygısızlık dönemine denk gelip, kolay yolların tatlı cazibesine kapılmayan bir film olduğundan; anlayan anladı, anlamayan da bu neymiş dedi, burun kıvırdı. Inarritu dramdan kara komedinin derin sularına balıklama atlayıp, boğulmadan ve kimseleri de boğmadan çıkabildi tekrar suyun yüzeyine. Birdman bu sene izlediğim en özel filmdi. Benim için Babel kadar iyidir. Eskiden Oscar mı, hep torpil derlerdi. Ne kulisler ne kulisler derlerdi. O eskidendi. Artık çıta çok çok yükseklerde.
Zor olan kıymetli olandır. Kıymetli olan özeldir. Benim için Inarritu’nun en özel, en içten, en eleştirel filmidir. Hiç çekinmez yaşayan aktörlerin isimlerini kullanmakta. Tiyatro izler gibi izlettirir kulis arkasını ve yaşamlarını. Hayatta her şey kişiseldir. Tıpkı yönetmenin Birdman’de yaptığı gibi. Benim de burada yazdığım her şey gibi.
BeğenBeğen