FAS
“Kendini kaybet ki bulasın.”
Bir gün gelecek, hayatındaki sevdiklerini bir bir kaybedeceksin küçük. Önce annen ve baban. Sonra senden büyük kardeşlerin ya da küçük olanlar göçecekler. Belki onlarla ayrı şehirlere düşeceksin. Tesellin olacak nefes alıp verdiklerini bilmek. Ne kadar yalnız ve kötü hissetsen de ağzını açıp tek kelime etmeyeceksin. Eğer bir yuva kuramadıysan, gerçekten vermenin ne demek olduğunu çok sonra anlayacaksın. Bir çocuğun sevgisini hiç bilmeyeceksin. Hiç doğmamış çocuğun da senin sevgini hiç bilmeyecek. Kadehlerde aradığın boşlukları sabahları dolduramayacaksın. Gün gelecek boğarcasına seni bir kişinin en çok sevmesini isteyeceksin. O sana yeter gelecek. Bir kişinin nefesinde huzur ve güveni bulacaksın. En sevdiğin saatler bunlar olacak. Sonra o da gidecek gün gelecek ve kendini en güvende hissettiğin anının, en güvensiz anın olduğunu göreceksin. Sense koşarak Tanrı’ya sığınacaksın. Sonra daha çok zaman ayıracaksın ibadete. Sevgiyi yerde değil, gökte bulacaksın belki. Olsun o da güzel. Bırak senin de Tanrın olsun tek. Seni tek o sevsin yeter. Ya o da giderse, ya o da terk ederse ne yaparsın o zaman? Hiç kimsenin peşinde koşmadığın kadar onun peşinde koşmuş olduğunu göreceksin. Sen karanlıkların ortasında boğulmuşken, bir ışığın tam önünde olduğunu söyleyecekler. Kurtuluşun o ışıktayken sen göremeyeceksin. Belki tek sen hariç herkes görüyor olacak. Sen hala karanlıktasın ve kurtuluşun tam önünde. Neden ki bu panik? Hayat körlüğü bu. Boşversene hayat duruyor aslında, bir yere gittiği yok, sadece herkes bir şeyler yaptığını sanıyor. Bunun gayretiyle koşuşturuyorlar. Herkesin durduğu bir zaman, koştuğu bir zaman vardır halbuki. Sen daha hala o ışığı görmedin, değil mi? Ondan bu hırçınlığın. Ondan bu sitemin. Ayarsız gururun, dengesiz hallerin. Başını kendinden kaldırıp bakabildiğinde, çoğunluğun aynı durumda olduğunu göreceksin. Her yüz sana haykırıyor aslında. Çünkü hepsi aynı yüz. O yüzler yüzsüz aslında. Olağanüstüyse hiçbir şey yok hayatta. Sensin mucize bu hayatta. Bak bunca yıl sonra buldurttun bana kendini. Bense çoktan gömmüştüm seni. Sevdiklerimi almana kızmıştım. Belki kendime kızmıştım, adını anmamıştım. Ama sen beni gözden çıkarmamışsın. Adını anıyorum çünkü korkuyorum. Adını anıyorum çünkü beni örtecek, koruyup kollayacak bir şeye ihtiyacım var ve ben bir insanım sonuçta.
Hayat huzursuzluklarla geçiyor, hayat sevgiyi harcayarak geçiyor. Ama hayat geçiyor. Kendini kaybetmek için geldiğin Afrika’da ne bulacaksın bakalım? Sakın merhamet yorgunu yapmasın seni bu kızıl topraklar?
“Uzun zamandır aşığım sana”
Il y a longtemps que je t’aime(ilyalontomköjötem).. Seni o kadar çok sevdim ki.. Yakın tarihli bir filmin adını aldığı eski tarihli bir şarkının sözleri ve melodisiyle yollardayım. Sana o kadar çok kızgınım ki.. Ben yazsaydım böyle yazarmışım sanki ve araya da eklermişim. “Sana daha hala öyle kızgınım ki..”
“İngiliz Hasta”nın başı, çöle gölgesi düşen planörün “Szerelem” (macarca aşk demek ve Macarca, Yunanca’dan sonra kulağa en kibar gelen dil olsa gerek) adlı şarkı eşliğinde süzüldüğü sahneyle başlıyordu yanlış anımsamıyorsam. Gece kum fırtınaları, gündüz aşırı sıcağın yaşandığı Sahra Çölü’nü de içinde barındıran kızıl kumlu Fas’taysa yağmur yağdırmayı başarıyoruz, hem de sağnak. Senede yedi gün yağan yağmurun üç günü bizi takip ediyor. Tarımla geçinen, susuz kalmış Fas’lılar için olağanüstü sevindirici olan bu durum, benimki gibi kayıp ve huzursuz bir ruha sahip bünyeyi iyiden iyiye hüzünlendiriyor. Neşeli Afrika değil burası. Bir duygudan bir duyguya, bir halden ötekine sürükleniyorum. Tek bildiğim ne bildiğimi bilmediğim. Filmdeki Catherine’e gelirsek, hiç kızgın değildi bir adama, sitemsizdi ölmek üzere olduğu mağarada. Kont Laszlo Almassy ise daha o kadar özlemedim dedikten sonra ayrı kaldıkları saatler boyunca içini kemiren boşluk, yalnızlık ve kıskançlık duygularıyla baş edemeyip, öfkesini patlatıyordu yemek masasında içtiği içkilerden sonra tıpkı aşık bir kadının taşkınlığı gibi. Benim olanları istiyorum diyordu. Yasak aşk ortaya dökülüyordu. Ondaatje’nin romanından uyarlanan filmdeki kont rolündeki Fiennes geleceğin Bogart’ı olarak lanse edilmiş fakat bu uzun vadede aktörün karakter rollerine geçişiyle son bulmuştu. Bir adam var burada da Kont’a benzeyen. Ama kitaptakine.
MARAKEŞ: Sabah iniyoruz Kazablanka’ya. Saat 3:36’yı gösteriyor. Fas saatiyle. Bizim saatimizden iki saat gerideyiz. Air Arabia ile uçtuk yaklaşık beş saat boyunca. Sharm el Sheik ve Kazablanka yolcuları arasındaki fark gençlerin ve eğlenmek isteyenlerin daha çok ilk şıkkı tercih ediyor olması. Uçakta önden ikinci sırada oturdum. Kavga gürültü binen adamları ve kadınları inceledim rahat rahat. Fas’lı kadınların abartılı kıyafetleri ve makyajlarının yanında erkekleri neşeli, konuşkan ve dost canlısı. Hani göz teması kurmaya gör. Merak ediyorlar ama neyi merak ettiklerini tam olarak onlar da bilmiyor gibiler, dost edinmen an meselesi. Beş saati hiç uyumadan ve sürekli konuşarak geçiren insanlarla çepeçevre sarılıyım. Afrika’da var olma fikriyle hiç uykusuz duraksız, fazla sızlanmadan ilk inen oluyorum uçaktan sırt çantamla. Bagajım olmadığından kapının önüne çıkıyorum ve başlıyorum beklemeye. Dakikalar geçiyor ve çıkanlar gidiyor. Tek başıma bekliyorum. Bir adam yaklaşıyor yanıma ve Türkçe olarak yanlış kapıda beklediğimi söylüyor. Tanja’da yaşıyormuş. Bir yerin genel müdürüymüş. Yalnızlığım merhamet uyandırdığından, benim adıma bir sürü şey yapıp, bir sürü telefon açıyor ama misafirleri gelince vedalaşıp ayrılıyor yanımdan. Beklemeye koyuluyorum gene kırmızı paltomla. Elinde telefonuyla bir adam bana doğru yaklaşıyor, iki saniye bana bakıyor sorar gibi, sen o musun der gibi. Ve evet o benim ve daha kaç kişi olduğunu soruyorum benimle beraber. Dört kişi, artı benmişiz. Merhabalaşıp, biniyoruz minik dolmuşumuza. Herkes uyuyor içeride, çünkü Kazablanka-Marakeş arası çok kilometre ve herkes şoförün sütüne havale. Ama Hassan iyi kalpli ve dikkatli bir Berberi(nüfusun çoğunluğu ya Arap, ya Berberi). Otele varmadan kahvaltı ediyoruz. Her yer zeytin. Sıvı yağ kullanıyorlar. Otele varmadan bir sürü yer görüyoruz, çünkü girişler 2’de. Mezar taşı olmayan mezarlıklarını geziyoruz. İngiliz Hasta”nın sahnelerinin çekildiği saraydayız. Medina’sında yürüyoruz. Adım başı bir motorsiklet, bisiklet ya da el arabası terörü yaşıyoruz ama olsun sonradan da hatırlayacağım gördüğüm en gizemli medinanın burada olduğuna kanaat getiriyorum. Rengarenk yerel kıyafetleri içerisindeki adamlar, kadınlar, dilenciler, sokak satıcıları, sucular, baharatçılar, fırınlar, muz satıcıları, ekmekçiler.. Büyük balkonlu evlerden geçiyoruz Yahudi mahallelerindeki. Araplar dışa dönük yaşamadıklarından, küçük balkonlu, pasio tarzı evlerde oturuyorlar. Bir daha yürüme şansı bulamadığım bu dar sokaklarda geçirdiğim saatlerde hissettiklerimi asla unutmam. Bazen sizi siz yapan ruhunuz sizden önde yürür, bir hayaleti takip eder bedeniniz. Tek burnunu alırsın yanına. Kokuları takip edersin körler gibi.-Tek gerçek kokundur ten kokunun ve tek gerçek kokularıdır onların, ten kokuları. Kulaklarını bedeninde bırakırsın işitmemek için. Gözlerini de bırakırsın. Üçüncü gözünle takip edersin geçtiğin yolları, dokunduğun insanları. Beden bir gölge gibi takip eder kaybetmek için kaybettiği ruhunu. Bir anlam katmak gerek bu bedene. Bir anlam katmak gerek tüm yaşanmışlıklara.
Nihayet meydandayız. Burada bulunma nedenimdi bu meydan. Panayır gibi bir pazar yeri hayal edin. Etrafı kafelerle ve restoranlarla çevrili. Yılanla fotoğraf için kıran kırana pazarlıklar var. Bense dişlerin peşine düşüyorum. Dişlerin sahibi natürel dişçi çıkıyor. Fiyat soruyorum çünkü merak ediyorum. Adam söylemiyor. Sonra, sonra olan oluyor. Adam yerinden fırladığı gibi üzerime geliyor, “Ne kadar paran var, kaç para verirsin?” diyor İngilizce; belli ki ne verirsem bir çift diş alabileceğim alt ve üst damak olarak. Ama adamın aniden kalkışı o kadar ürkütücü ki, tüm grup korkuyla dağılıyor. Sonra benim gerçekten almak istediğimi düşündüklerini söylüyorlar. Oysa ki ben sadece merak etmiştim. Hermitage’da üzerimize yürüyen odaların bekçileri kadınlar mı yoksa bu az kaçık Araplar mı daha korkunç diye içimden geçiriyorum ister istemez. Orada kurallara çağrı vardı. Buradaysa sürekli paranızı isteyen adamlarla çevrilisiniz. Sizden talepleri hiç bitmiyor. Sürekli pazarlık yapmalısınız(Kapalıçarşı esnafını saygıyla anarım). Ortalık sirk gibi. En nihayet zorla elime kına yakıyorlar. O kadar çaresizim ki, elimi kaptırırken. Burada mücadelelerden yenik ayrılıyorsunuz hep. Önümde bir saat boyunca güneşe tutmak zorunda kaldığım pırıl pırıl bir elim var üzeri simlerle bezeli. Büyücüler var burada, sebzeciler, maymun ve yılan oynatıcılar ve kumarhaneye büyücüyle gidecek kadar aklı evvel insanlar(40 yıl düşünsem de asla aklıma getiremeyeceğim şeylerin ilk maddesi olmaya aday, Tanrım bana bir boş vaktinde bir parça cin fikir ver, ama öncelikle beni sev, çünkü ara ara küssem bile doğduğumdan beri tek sen dediğimsin, tek herşeyimi bilensin ve herkes mucize ararken ben hep seni arıyorum, burada olma nedenimsin, tek sen bana ders verensin).
Bir duş alıp tek başına dolaşma isteği kabarıyor içimde. Alelacele yerleştiğim odamdan çıkıyorum. Kırmızı paltom üzerimde, adımlarımla yürüdüğüm yerleri titreterek çıkıyorum odamdan. Nereden geldiği belli olmayan bir özgüven ve coşkuyla ilerliyorum asansöre doğru. Rujumu da sürüyorum ki Fas halkına karşı mahcup olmayayım, keza onları da hayal kırıklığına uğratmayayım. Fatih Sultan Mehmet beni görse bu azim bende olsa, bırak İstanbul’u, dünya benim olurduyu dedirtecek kadar büyük bir fetih coşkusu bahsettiğim ve asla mübalağa etmiyorum. Tek ayrıntı var o anki hissiyatımdan aklımda kalan, bir başıma kalmak istediğimden resepsiyonda karşılaştığım insanlarla göz kontağımı kısaca kurup, dilimin ucuyla iyi akşamlar dedikten sonra, emin bir vaziyette otelden sola doğru dönüp kocaman adımlarla yürümeye başlamak. Saatler beşe geldiğinden kepenkleri kapatan esnafla karşılaşıyorum. Cehennem Meydanı’na gitmek istiyorum tekrar ve atılan bir iki öpücük beni hiç rahatsız etmiyor. O kadar Cehennem Meydanı ile doluyum ki, anlatamam. En nihayet en lüks sayılabilecek alışveriş mağazaları ve restoranlarının olduğu yere geliyorum ve az fransızcamla anlaşmaya çalışıyorum insanlarla. Genç yaşlı hepsi fransızca biliyor ama ingilizce bilen yok. Defalarca yanıma yaklaşıp, lonely lonely diyen genç beyleri bertaraf ediyorum. Tekrar yürüyüşe geçiyorum. Taarruza devam, fetih için herşey tamam. Birden karşıma nereden çıktığını anlamadığım bir kadın fransızca bir şeyler söyleyerek düşüveriyor sanki koca meydanda. Zayıf, kumral bir kadın bu. Elli yaşlarında gibi, kırışıklıklarından çıkartmaya çalışıyorum. Bana “Aide moi!” diyor. O panikle “Aime moi!” anlıyorum. Sonra “S’il vous plait!” diyor. Kadın bunu söylerken sevecen, yalvarıyor. Ürküyorum kadından. Ona da şimdi hatırlayamadığım bir şeyler geveleyip, kaçıyorum. Elli metre yürüdükten sonra ancak kadının bana ilan-ı aşk etmediğini, bana yardım et dediğini anlayabiliyorum. İçim parçalanıyor. Yalvarmıştı, çok çok garip bir yüzü vardı. Eğer sıyrılamazsanız, kolaylıkla yozlaşabileceğiniz yerler buralar. Beni aptala çevirdi bile.
Biraz daha yürüyorum ve trafik lambası olmayan caddelerdeki insan seline katılıp, karşıdan karşıya geçmeye çalışıyorum. Nispeten ıssız bir yola saptığımda on yaşlarında bir çocukla burun buruna geliyorum. Bana avucunu uzatıyor ve sonra açıyor. Haplar var elinde. Nasıl yutulacağını gösteriyor. Sanki prospektüs kendisi. Ondan da kaçıyorum. Kendimi gizlemek için kuytulardan yürüyorum(kırmızı palto giyip gizlenmek istemek). Bir adam gözlerini kaydırarak üzerime doğru yürüyor. Hemen ışığa çıkıyorum. Arkamdan yüksek sesle bağırıp çağırarak gelen bir grubun sesiyle irkiliyorum, bir daha karşıya geçiyorum. Karşı yaka beni kurtarsın diye medet umuyorum. Taksiler ürkütücü geliyor. Erkeklerse korkunç. Tekrar Fransız kadın geliyor aklıma. Ona çok korkmuştum demek istiyorum şimdi. Ne işimiz var burada ayrı ayrı bunca ilkelliğin içinde demek istiyorum.
Dönmeye karar veriyorum. Bir süre sonra saymaktan vazgeçiyorum tacizkar lafları ve atılan öpücükleri. Beyrut’ta karşılaştığımda güldüğüm öpücükler, burada çok sevimsizler. Şık bir restoranın önünden geçerken bu sefer gerçekten ürkütücü bir adam takılıyor peşime. Restoranın içine girip yardım istiyorum. Adamı işaret ediyorum, adam gitmiyor, polis çağırın diyorum, aptal aptal suratıma bakıyorlar. En nihayet adam gidiyor ve ben dışarı çıkıyorum. Ama bu sefer de aklım bulandığından iyice yolumu şaşırıyorum. Daha korkunç ve ölümcül bir hata yapıyorum. Otelimin adını unutuyorum. Zihnim sıfırlandı sanki. Belgelerim otelde ve isim zihnimden siliniyor. Halbuki çok kolaydı. Cep telefonuma indirdiğim belge aklıma geliyor bir anda yoksa elçiliğe gideceğim(Tanrı’ya blöf çekiyorum, umarım görmez). Etrafta hiç kadın yok, erkekler var. Uzaklaşmış olduğumu anlıyorum iyice otelden. Belgeyi buluyorum. Bir butikten rica ediyorum. Adam İtalyan çıkıyor(şansıma hep güvenmeye çalıştım ama hep yalnız bırakıldım). Tezgahtarın yardımıyla nihayet adresi buluyorum ve otelin lobisinde bir süre gergin vaziyette oturuyorum. Aynaya bakıyorum, bir havalarla sürdüğüm rujum çoktan uçmuş. Dokunsalar ağlayacağım aslında. Ama ağlamak için gözden yaş mı akmalı? Hem ağlamak için biraz sevgi görmek gerekmez mi?
Bir daha rehberimiz olmadan tuvalete gitmemek için and içiyorum(içimden). Ah aptal, ah koca kafalı, burası Afrika, unutma! Fransızca konuşuluyor diye kendini Concorde Meydanı’na mı geldin sandın?
“Her ülkenin o ülkeyi çağrıştıran bir şarkısı olmalı.”
Ve işte seninki geliyor bana her dinlediğimde seni anımsatacak.. Stromae’den “Formidable”.. Bu Fas’ın ve daha çok Marakeş’in şarkısı olmalı.
http://m.youtube.com/watch?v=S_xH7noaqTA
Esaquira’e gitmek üzere yola çıkmış bulunuyoruz. Gidiş dönüş toplam 6 saat sürüyor. Burada ne yaparsan yap, 4 saat uyursun deniyor. Ben onu da uyuyamıyorum gece. Huzursuzluk. Sabaha doğru sızıyorum. Keçilerle bezeli ağaçlarda mola veriyoruz. O kadar garip ki herşey. Bir sürü keçi bir argan ağacının dalları üzerinde hiç kımıldamaksızın duruyorlar. Ayaklarından zamklı gibi hayvanlar. Uyuşmuş gibi bakıyorlar. Ağacın yapraklarını koparıp çiğnerken, uslu uslu size doğru bakıyorlar. O kadar garip ki. Yolun kenarı olmasına rağmen, fazla araç geçmediğinden yol da ıssız olduğundan, uhrevi bir sessizlik içerisinde öğle yemeklerini yiyiyorlar. Onlara da biz garip geliyoruz sanırım. Hayvanlar en doğal ihtiyaçlarını karşılarken aptal aptal bakıyoruz ve fotoğraflıyoruz bu ölümsüz anı( gene deli deli tepeli insan soyu geldi, bakıp bakıp gittiler demiyorlarsa.. çünkü ben keçi olsam derdim).
Sırada kadınlar kooperatifi var. Saf hali bildiğin haşhaşla kahve arası bir şeymiş arganın, görmüş oluyoruz. Yerli kadınlar oturdukları yerde yapıyorlar. Balla karıştırıp ikram için koymuşlar ortaya. Her şey argan içeriyor burada. Yiyecekler, şampuanlar, kremler, ayak kremleri.. Referanssa Arap kadınlarının parlak cildi(doğal beslenmelerine ek olarak).
En nihayet Essaquira’ya geliyoruz. Deniz çekilmiş bizim geldiğimiz saatte. Yerel bir rehberimiz var burada. Aziz. Bize yol gösteriyor, isteyene tuvalet buluyor, arzu edene cami. Konuşuyor ve konuştuğunu bir şekilde herkes anlıyor. Aziz vücut dilini çok iyi kullanıyor. “Kingdom of Heaven/Cennetin Krallığı”nın çekildiği yerlerdeyiz. İspanyol yapımı topatarlar var kalenin surlarını çevreleyen. Aşağıda ise kıyı şeridi uzanıyor. Bizse bir Medina daha görmek üzere aşağıya iniyoruz. Bir şehirden, ötekine geçişi belirliyor çeşmeler. Buradaki daha Avrupai. Turist sayısı artıyor. Alman ve Japon turist kafileleri ağırlıkta. Yunan ve İtalyanlar da var. Aziz ise her yerde. Restoranlar daha temiz. Yağlı ellerle tutulmaktan ötürü kayganlaşmamış tuzluklar ölçütümüz. Bir hamamın önünden geçiyoruz. Aklıma ” Kutsal Gece” ve hamamda geçenler geliyor. Gülümsüyorum ama kitaba. Burada da hamam bekçisi irice bir kadın var ve asla fotoğraf çekilmesini istemiyor, boyun eğiyoruz bizde. Kitaptaki Zehra’nın safça soruşunu duyar gibi oluyorum yollarda “Bu muydu aşk?” diyen ve Zehra benimle yürüyor bundan sonra ve boyun eğiyoruz beraber “Görünmez Efendinin Yasasına”. Çünkü biliyoruz ki yalnız ölmek ve kimse tarafından sevilmemek dayanılmaz bir acı. Tüm bu ilahi ve insani halleri bir kenara bırakıp soruyorum kendi kendime”Sonsuzluk nerede başlıyor?”diye.
Dönüş yolunda tekrar keçileri görme hayalimiz var. O keçiler vahaymışlar. Fotoğrafları da olmasa hiç yokmuştular.
Üçüncü gün Rabat’ı görüp, Kazablanka’da konaklayacağız. Coğrafya dağınık olduğundan bir yerden bir yere gitmek çok kolay değil. Fes buradan 8 saat uzaklıkta. Babel filminin geçtiği Quarzazatine ve köyleri ise gidiş dönüş dörder saatten toplam 8 saat uzaklıkta. Filmden hatırladıklarımla yetiniyorum bende. Afganistan gibi dağlık bir bölge, bencil Amerikalı turistler, yumuk gözlü-çıplak ayaklı-nargileci(!) nene, Habil’le Kabil ve dünyanın en içten öpücüğü en sıkışık anda verilebilecek. Muhteşem iki=iyi yönetmen+iyi senarist.
Gitmeden “Yves Saint Laurent’in Bahçesi”ne gidiyoruz. “Majorelle”. Hiç görmediğim değişik kaktüsler, beyaz begonviller ve ağaçlarla bezeli Uzakdoğu’da bir cennet sanki. İçerisinde bir butik, resim sergisi ve kitapçısı var. Fas’a, Marakeş’e, modaya, sinemaya dair hiçbir yerde olmayan orjinal dillerinde de kitaplar.
Rabat şimdiki başkentleri. Ankara’ya geldim sanki. Uzaktan girilemez ve gezilemez saraylarını görüyoruz. Traşlı Benjamin’lerin arasından geçiyoruz saray yolu boyunca. Dilek havuzunun olduğu yere götürülüyoruz. Her yerde bir para atmasam olmaz. Onlarca leylek görüyoruz havada. Uçanı ayrı, kafasını yuvasının üzerinde 180 derece ters döndüreni ayrı ve tak-tak-tak-tak.. Hepsi birmişçesine tak-tak-tak-tak.. Bizi havada gördün, bu sene artık durmaz uçarsın der gibiler. Havalara giriyorum ama derhal ayaklarım yere bastırılıyor. Bu senenin bitmesine bir ay varmış. Olsun bende leyleklerin göç yolunu takip ederim yeni yılda. Öyle düşerim yollara.
Şoförümüz kapıları açmaktan, bizeyse inip binmekten gına geliyor ama daha da geç olmadan Kazablanka’ya gitmek üzere yola çıkmalıyız. Karanlıkta varıyoruz şehre ve yağmur hiç dinmiyor. Kaldığımız vasat otelden çıkıp, yağmurun altında kedi gibi ıslanarak yürüyoruz. Rehberimiz yok, dolayısıyla bize çevreyi sevdirecek kimse de yok. Ama etraf başlı başına sevimsiz. Hiç kadın şoför yok. Yollarda hiç kadın da yok. Saat geç değil. Kafama dank ediyor. Nereye gidersem gideyim kadınlar benim medeniyet ve o şehirde yaşanabilirlik ölçütüm. Ne giymişler, etek boyları nasıl(milletvekilliğine adaylığımı koymalıyım, dönüşte), saçlarını özgürce savurabiliyorlar mı?
Sonuç olarak biz gene Mc Donald’s yiyoruz.
İlk defa Kazablanka’da uyuyorum. Ama burger menü beni alabildiğine susatıyor. Saat üç buçuk ve daha sabaha çok var. Çaresiz paltomu geçiriyorum, çıplak ayaklarıma geçirdiğim parmak arası terliklerim, leopar pijamamla resepsiyona iniyorum. Uzun uğraşlar sonucu bir fanta alıyorum adamlardan. Dünyanın en şekerli fantası bu olmalı. Derken bir ölümcül hata daha yapıyorum. Oda numaramı unutuyorum. Kartın üzerindeki numaraya bakıyorum. Silinmiş olduğunu görüyorum. Imperial Otel’de üçüncü kattaydım. Şansımı deniyorum. Üçüncü kattaki köşe odaya gidiyorum. Kartı içeri sokuyorum. İçeriden homurtular geliyor. Terliklerimin içindeki tabanlarımı yağlıyorum. Bir alt kata iniyorum(yarattın, neden takip etmezsin ve nedir benden çektiğin?). Doğru adresteyim. Uyumaya çalışıyorum kendime kızmadığım anlarda.
Gruptan bir hanım, oğluna sormuş camı açtığında ne gördüğüne dair. Dolapdere yanıtını aldığını söyledi. Biz galiba sanayi mahallesinde kaldık. Ama mutsuzluk geçici. Değil mi ama? Hep mutsuz yaşanır mı? Bir simit alırsın, bir piyango, umuttur bunlar yaşamak için. Bir lokma tazecik simit, yanında çay, cebinde ya çıkarsa diye aldığın piyangon. Küçük şeylerle de hayat güzel. Camiye namaz kılmak için girmiş yüzlerce insan var ve ben onlardan uzaklaşıp, Pasifik kıyılarını andıran dalgaların sahile vurduğu Atlas Okyanusu’na doğru yürüyorum rüzgarda saçlarım savrulurken. Bir dakika ya da kaç dakika sürmüş olursa olsun kendimi özgür hissediyorum ve bunlar normalde hiç kıymet vermediğim değerli anlar, biliyorum. Bir tel koparıyorum saçımdan, Atlas’a doğru parmağımın ucundaki saç telini bırakıyorum. Rüzgar alıp götürüyor. Belki bir daha hiç gelemem buralara. Bir tel saçım kalsın geriye. Benden bir şey kalsın geride. Nereye gidersem gideyim aynı şehirdeyim aslında. Biraz daha öfkeli olmalarının dışında ya da daha tuzlu veya buzlu ne farkları var okyanusların birbirinden? Ne değiştirebilir bir başka kara parçası? Nerede görülmüş şey, bir başka ülkeye, bir başka denize gittiğinde ceset gibi olan kalbinin dirileceği? Ama bazen olur. Cesetler de uyanır Cehennem Meydanı’nda hemde. Birisi gelir kapınıza vaatlerle. Ama bilirsiniz ki kötü bir fikirdir. Kapılar kapanır bir bir, her kapanan kapı vazgeçilendir ve Tanrı her tür kuvveti verendir. Ölçüsüzce sevenlerin başı hep beladadır. Kalpten sevmek yeter halbuki. Tek nefeste seversin, tek bakışla gizlersin. Bazen eteklerindeki tüm sevgini saça saça gezersin. Karşılıksız olsun, sen gene sev, hiç vazgeçme; sevgi hayat kurtarır çünkü. Ben yaptım oldu. Ben yaptım kurtuldum. Karşılıksız sevdim, kaçtım ve kasım’da Fas’a geldim. Bir açık kapı buldum ve atladım eşikten kendimce. Freddie Mercury’nin nispeten az bilinen ama çok sevilen bir şarkısını dinlemeliyim mümkün olan en kısa zamanda. “These are the days of our lives”. Çok içten söylerdi aşk şarkılarını. Hep severim, her zaman anarım. Sonuna gelinmiş bir hayatın manifestosudur.. “When I look and I find I still love you..” Kavuştuğumuzda bana tek bu şarkıyı söyle Freddie, şimdi biliyorum müziğin kimler için yapıldığını ve ölümsüzlüğün ne demek olduğunu. Tanrı’nın seçilmiş çocuğu olmanın kutsaliyeti var sesinin tınısında. Gökyüzü nikahı kıyarız belki ben gidince.
http://m.youtube.com/watch?v=QVtYIxYg1jg
Döndüğümde kuzenime okuttum yazımı. Okudu okudu ve bana söylediklerini size aktarıyorum: “İnsan tatile gider eğlenir, adamlardan kaçmışın, şaşırmışın kadından kaçmışın, b.klu yollarda yürümeye çalışmışın, yağmur çamurda Tarlabaşı’na çıkmışın, işin mi yok Avrupa dururken? On belki yirmi sene önceydi Avusturya’dan gelen arkadaş elektrikler kesilince sevinçten çığlık atmıştı, biz çamurlu yollara, düzensiz trafiğe küfrederken yüzünde tebessüm, keyfini çıkarmıştı paçasına bulaşan çamurun. Seninki o hesap olmuş, ben ilk uçakla evdeydim. Döndüğünde toprağını öptürtecek memlekette işin neydi?” Biliyorum ki benim bir sonraki gezim yine bir tarafın doğusu olacak. Uzak doğu, yakın doğu, orta doğu.. Seksenlerde ve öncesinde ülkemize gelen Avrupalı turistler ellerinde makina nerede bir sefalet görseler atlarlar ve fotoğraflarken, bizler ülkemiz yalan yanlış tanıtılıyor diye öfkeden deliye dönerdik fotoğraflar sağda solda karşımıza çıktıkça. Eurovision(örovizyon) tanıtım filmlerimiz bile olay olurdu. Fas’taysa bulduğum her tür ilkelliği fotoğraflamaya çalıştım. Fotoğraf çektirmekten hoşlanmayan halkı gizlice fotoğrafladım. Dilencilere birkaç kuruş para verip, ellerini uzatırkenki hallerini çektim adice. Şaşkınlıkları bana zevk verdi. Cellabeleri ve ağızlarını kapadıkları peçelerinden arta kalan uzuvlarını inceledim sonra uzun uzun fotoğraflardan; gözler, burun ve ellerdi haliyle bana kalanlar. Daha Tanja ve Fes’i göremedim. Paul Bowles, Jean Genet, William Burroughs Tanja’da yaşamış ve üretmişler. “Naked Lunch, Sheltering Sky” bu topraklardan esin. “Babel” filmindeki mutsuz ve bir trajedi atlatmaya çalışan bir başka evli çiftin esin kaynağı, kurtuluş bileti idi belki “Esirgeyen Gökyüzü/Çölde Çay”, bizde bile bir şarkının sözlerine konu olabilmişken. Birlikte ama yalnız.. Genet ve Beckett Tanja’da Meşhur Hafa Kahvesi’nde oturmuş yeşil nane çaylarını yudumluyorlardır. Bense Tanja’nın hayaletlerini göremeden ayrılıyorum bu topraklardan.
Bir Cevap Yazın