THE AFFAIR / İKİNCİ SEZON :
“Hayatta olmak, özünde son derece yalnız bir mesele. Yükünü çoğunlukla yalnız taşımak zorundasın ve kimse ihtiyaç duyduğu kadar yardım almıyor.”
Nerede kalmıştık? Yanlış soru. Nereden başlıyoruz? Ve kimlerle devam ediyoruz? İşte bunlar doğru sorular. Kaldığımız yerden tabii ama ilk sezona nazaran olgunlaşmış ve rollerine daha bir oturmuş aynı karakterlerle. Alison tüm hayatını geride bıraktığını sanarak Noah’ya kaçmıştı. Noah hayatını bıraksa, dört çocuğunu bırakamayacağı gerçeğiyle yaşamasına rağmen kendini tutamayıp, Alison’ın çapkın kollarına teslim olmuştu. Ve evet. Bu ülkede bu tip bir açıklama yapacaksan eğer kız tarafı kaçan, erkekse ürkek bir ceylan olarak nitelendirilir her zaman. Ve benim biraz maço bir yazı çıkartasım var; deneyeceğim, başaramayabilirim. Öte yandan ister burada, ister okyanusun öte yakasında değişmeyecek tek bir şey varsa, geride kalanların tüm mağduriyetleriyle hayatlarını onarmaya çalışıp, gururu incinen taraflar olarak hayatlarını sürdürmek konusunda tüm bırakılmışlıklarıyla iki katı zorlandıklarıydı. Dizinin bu sezonunda gözüyaşlı mağdur eşler Alison ve Cole daha çok varlar. Dolayısıyla sürpriz finale doğru ilerlerken ilişkileriyle ne yapacaklarını bilemeyen Alison ve Noah’nın hikayesinin ayrılmaz tanıkları olarak bu eski eşlerin hayatlarında atlattıkları badirelere ve kurtuluşlarına tanık oluyoruz bir cinayet davasının, bir kitabın ve faili meçhul bir babaya sahip bebeğin eşliğinde. Bir de sürpriz finalde gerçek hayatta sahne tecrübesi olduğu aşikar, bağımlı bir kardeş var kendi hayat hikayesinden ve ailesinden izler taşıdığını söylediği şarkıyı sahnede seslendirirken. Final için tasarlanmış, karakter için fazla zorlama sahne, anın güzelliğinden ve performansının başarısından her şekilde izleniyor. Amerikan geleneksel folk müziği tarzında bestelenmiş, kaynağı belirsiz “The house of the rising sun”ı söyledikten az sonra hakkın rahmetine kavuşacak Scotty’nin ağzından şarkı, son derece melankolik, depresif ve karanlık ama bir o kadar da kışkırtıcı ve içten çıkıyor. Çok beğendim. İkinci sezonuyla hayal kırıklığına uğratmayan bir başka iyi yazılmış diziydi diyebiliyorum rahatlıkla bitirdiğimde. Hiç izlememiş olanlar için söylemek lazım bu dizileri izlemek size çok şeyler katabiliyor, zaman kaybından öte. En azından herkesin bir yerlerde seviştiğini, öldüğünü, hayatını berbat ettiğini, acı çektiğini görüyorsunuz. Teselli ömrü uzatan güzel bir ikramiyedir her zaman. Siz yapamıyorsunuz ama Alison hayatına giren her erkeği aldatıyor mesela, sevsin sevmesin. Kocasını Noah’yla, Noah’yı kocasıyla, ikisini birden sevmediği başka bir adamla.. Bu konuda hayat pratiği var kadının. Noah’da istekli ve hedefine yaklaşıyor ama başaramıyor. Cole ve Helen’ınsa boşanmak zorunda kalmasalar akıllarına gelmeyecek bir başka adamın ya da kadının varlığı. Karakterlerden biri sizi çağrıştırıyordur. İnanırım. Beni de. Sakın inanmayın.
İnsanların başlarına böyle şeyler gelebiliyor. Bir başkasına aşık olabiliyorlar. Bazen evli olmadıkları birine aşık oluyorlar, bu onların yalnızca evli oldukları kişiyi sevme biçimini değiştirse de. Noah aşkın bir tür kader olduğuna inanıyor ve her iki insanın da inandığı takdirde, ortaya son derece güçlü bir şeylerin çıktığını, birbirine aşık ve güven duyan bir çiftin bir üçgen misali ortak bir noktada buluştuğunu ve biri kaybolursa diğerinin açık havada tek başına süzüleceğini düşünüyor. Aşk, güven ve sadakat olmadan olmuyor. Bence oluyor ama duruyor ilerlemeden. Kısacası bir evliliğini noktalamak üzere olup, ikincisine hazırlanan bir adam olarak aşk’ı evliliğe bağlıyor ister istemez, kitap tanıtımında gelen soruları çatılı, üçgenli örnekler vererek cevaplarken. Tanrı’nın varlığı da aşkın varlığıyla aynı kaynaktan besleniyor ona göre. İnsanın inandığı ölçüde var her ikisi de. Sadakatin ve eylemlerin onların mevcudiyetini var eden. Sen var ettiğin, ihtiyaç duyduğun sürece bir yerlerde hazır bekliyorlar. Hayatını ve varoluşunu anlamlı kılıyorlar. Yoksa da kuytularda gizleniyorlar belli etmeden.
Taksi şoförlüğü yaparak geçinen, biraz kaba ama elleri güçlü erkek olarak tanımlanan Cole tekrar seviyor. İstemeyerek. Hazırlıksız. Korkarak. Alison’la gençken başlayan bir ilşki onlarınkisi ve ne yaptıklarını bilmeden geçiriyorlar zamanlarını. Oğulları Gabriel’ın ölümüyse paylarına düşen dünyanın en kötü ellerinden birini oynama rolünü biçiyor onlara. Alison bu sözlerle yumuşatıyor Cole’un kalbini, sakinleştiriyor onu düğününden önce. Bu dizide mutluluğu en çok hak eden Cole belki de. Eski kocasının yeni evliliğinin organizasyonunu yapıyor. Ortak olarak satın aldıkları restoranı işletiyorlar. Geçmiş yaşantılarına geri dönmüş gibiler tek farkla, hayatlarındaki başka insanlarla.
Ortak velayet isteyen henüz daha bitiremediği kitabından alacağı avansa bel bağlamış, parasız Noah’nın karşısında Park Slope’da oturan bir Upper East Side kızı olan Helen ve kocası tarafından aldatılıp, terk edilen, kızından da öfkeli bir kayınvalide var. Çocuklar için velayet davasından daha kötüsü yok diyen yargıcın haklılığı bir tarafa birbirine öfke duyarak ayrılmaya çalışıp da ayrılamayan ebeveynlerin arasında kalmış domino taşları misali çocuklar da ne yapacaklarını bilemiyorlar. Nitekim nedenlerinin psikosomatik olduğu düşünülen oğulları Martin karın ağrısından kıvranırken, bir psikiyatriste götürmek için randevu alan kayınvalidesine söz geçiremiyorlar. Çocukta crohn hastalığı çıkıyor ve bir gün içerisinde apar topar ameliyat oluyor ve bu da üç ay sonrasını buluyor.
Otuzlu yaşlarının başlarındaki Alison ve Cole, orta yaşlarındaki Helen ve Noah’ya nazaran aynı süreci daha soğukkanlı ve aklı başında atlatıyorlar. Belki de ölmüş olan oğulları Gabriel’la alakalı. Kartlar zamanında onlar için acımasız dağıtılmış ve dünyadaki en kötü şey buyken, sonradan gelenler o kadar da sarsmıyor onları. Cole biraz hapa uyuşturucuya sarıyor ama bir kız bulup düzeliyor, Alison’sa karnındaki bebeğe tutunuyor. Kitabı çok satanlar listesine giren Noah güç sarhoşu oluyor ve tekrar evlenip evlenmek istemediğinden, Alison’ın bebeğini isteyip istemediğinden bile emin değil. Fransa’ya gidip ikinci kitabını yazmak, kızlarla takılmak, çapkınlık yapmak var aklının bir köşesinde. Öte yandan fikirleri sürekli değişiyor, tutarlı değil. Aslında ne istediğini o da bilmiyor ve hayat onun yerine kararlar veriyor, o istemese de. Ms hastası karısını aldatmadığı için kendisinin kahraman olduğunu düşünen bir babanın reisliğinde, orta sınıf bir ailenin oğlu olarak geçirdiği yıllardan sonra üst sınıftan bir ailenin kızına aşktan çok imrenerek yaklaşmış sanki. Babasının ayyaş bir adam, ihmalkar bir baba ve korkunç bir koca olmasına rağmen, karısını aldatmayarak kendini iyi bir adam olarak görmesini ve çevresi tarafından da öyle kabul edilmesini hazmedemiyor. Son bölümde Helen Noah’ya seni seviyorum derken, Noah Alison’a seni seviyorum diyor. Erkek kimi severse ona gidiyor. Çok daha basit bir kızı yeğleyebiliyor belki de sırf kendi geçmişinden benzerlikler bulduğu için.
Her zamanki gibi paranın çok az kişide olduğunu görüyoruz ve bu az sayıdaki kişi dışında kalanlar yani diğerleri ya emekçi ya da emekçi ve göçmen. Helen’ınsa tüm sıradanlığına rağmen züppe ve kibirli olduğu düşünülüyor Noah’nın ailesinin nazarında gizliden gizliye. Sınıf farkı görünmez duvarlar örmesini biliyor hiç farkettirmeden. Ama buna rağmen Noah’nın evini, ailesini terk etmesini kabullenemiyorlar. Noah için değişen bir şey olmuyor. Her defasında, her tıkandığında ya da bocaladığında, başka başka alternatifler düşünse de, dönüp dolaşıp yine Alison’a geliyor. Evlilikler, çocuk/lar tutkuyu öldürüyor sanki. Noah’nın güvenli evliliğinde, onu seven karısının zengin kollarındayken bitiremediği kitabı Alison’la yaşadığı karmaşık ve adını koyamadığı ilişki esnasında ortaya çıkıveriyor. Hata mı yoksa düşüncesizlik mi olduğunu bilmediği yasak aşkı bir ilişkiye dönüştüğünde tutkunun önüne geçilemediğini görüyoruz.
Helen hiç sevmediği bir adamla yeni güne uyanıyor, sevmese bile adamın ilgisiyle doldurmaya çalışıyor içindeki boşluğu. Sevdiği adamın yokluğu, sevmediği adamın varlığı aynı ölçüde yaralıyor onu. İkisi de ağlatıyor. Şarabın üzerine esrar pastilini aldıktan sonra gerçek Helen’i buluyor. Aklına eseni söylüyor kuaför koltuğunda. Ölüm ilanlarında gidenin ardından ailesine bakarak hüküm veren, ailesinin olup olmadığına, uzun süreden beridir evli olup olmamasına, çocuklarının ve torunlarının olup olmadığına bakarak hüküm veren Helen, şimdi anne olmaktan nefret ediyorum diyen bir Helen’a dönüşüyor tek başına üstlendiği rollerin ağırlığından ötürü. Bocalaması yeniden hem güvenip hem de sevebileceği bir adam bulamayışından da kaynaklanıyor. Onu seveni o sevmiyor, çok bilmiş kızının söyledikleri aklında yer ediyor, duvarda asılı, sıkı kalçalı genç kızların fotoğrafına baktığında. Önünde sadece beş senesi var yaşlanmadan, sarkmadan, kendini güzel hissederek geçirebileceği. Yaşlanmanın erkeğe nazaran kadın için daha büyük olan eksileri sağduyusu oluyor(en maço halimi okudunuz bu arada, sıkı kalçalar, erkek severse filan. Beş yılı kalmış, ondan sonra dalından koparılmış pörsümüş bir domatese dönüşecek olan zavallı orta yaşlı kadın ve gitgide cazibesi artan huysuz ve ihtiyar delikanlı hikayeleriyse hep aynı).
Helen, kapısına gelen Alison’a Noah’nın ne çeşit bir adam olduğunu anlatırken başlarda onu arzulayan, romantik, tutkulu ve anlayışlı adamın ona kendini açıp, kim olduğunu görmesine izin verdikten sonra tüm zaaflarını yani korkularını, başarısızlıklarını, hayal kırıklıklarını açık edip, bütün bunları karşı tarafın kabahati kılmasını ve partnerinden bir düşman yaratmasının onun tabiatında olduğunu söylüyor. Üstelik bu düşmanlığın nedeni olarak kendisinin kim olduğunu göstermesi olduğunu belirtiyor. Kendini ifşa edip bundan rahatsızlık duyan bir rahatsız adam tarifi ise uzun vadeli evliliklerin girdabına kapılıp, bir türlü çıkış kapısını bulamayan insanların evrensel bir tarifi gibi. Bir de bahane arayanların. Peki içerisinde barındırdığı tüm bu saçmalıklarına rağmen insanlar neden çıldırmış gibi evleniyorlar habire? Bir boşanan, bir daha bir daha deniyor şansını. Çünkü evlilikte her şey daha az yalnızlaşıyor. Sadece biraz ama bu büyük fark yaratıyor.
Rahat peşinde koşturan, bulunca da rahatı kaçan, adını koyamadığı rahatsızlığıyla baş edemediğindeyse kendini sokaklara atan, özgürken yalnızım diyen, yalnızken de ben öldüm diyen, bir o yana bir bu yana giden, hep yalpalayan, bir köpek gibi ısıran, bir kedi gibi sırnaşan, ama aslında sadece yaşamaya çalışan insanın tabiatından kaynaklı tutku ve hırslarını, ruhunu kemiren pişmanlıklarını, hatalarını, büyüklenmelerini, ezikliklerini afaki gelişen ve öyle de başlamış olan tutkulu bir ilişki ve o ilişkinin çerçevesine giren ve bundan etkilenen yakınları üzerinden anlatan, ilk sezonunu da aşan bir çıtayla seyreden, bu senenin en iyilerinden…
Diziyi izlesem mi izlemesem mi derken denk geldim yazıya. Çok güzel olmuş. Bir yaşanmışlık ne bileyim benzer bir hikayenin en azından yan karakteri olunmuş duygusunu geçirdi bana. Tebrikler.
BeğenBeğen