İSKENDERUN
“Yaşanmışlıklarıdır insanın hikayesi. Ve ölü ya da diri, insan ya da değil, anılmak isterler .”
Gece bir perde çeker; sonra gelir ve çöker sıkıştırılmış hayatların üzerine. Bunca sıkıştırılmış şehrin insanlarına duyduğum meraktan, gün yüzüyle görmek istiyorum İslenderun’u. Dolayısıyla bir gece kalmam ve gün ışır ışımaz önce şehir sanıp, sonra Hatay’ın en büyük ilçesi olduğunu öğrenmem neticesinde onu anlamaya çalışmakla geçiyor buradaki yarım günüm. Bir şehri anlamak ve insanlarını tanımak ve her zerresiyle sindirmek çok başka şeyler. Bense sadece bir parça da olsa anlamaya çalışıyorum. Küçük bir tesadüfün devamını getirdiği tanışmalar yetmiyor tek. Kendi gözlerinizle gördüğünüzde bir fikriniz oluyor ama sevgide, sevgisizlikte insandan geliyor. Dolayısıyla bu şehri bana sevdirecek bir insan gerek. Bulabilir miyim henüz hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim Antep’ten buraya doğru gelirken garip bir yolculuk daha yaptığım ve bana “Kilis et kokar.” diyen yan koltuktaki kız. Birbirimizi hiç sevmedik. O da zaten boş bir koltuk bulur bulmaz, kalktı ve gitti. Ona hayatından memnun musun diye sorduğumda(çünkü küçük bir köyde yaşıyordu ve Gaziantep’e üniversite okumak için gidip geliyordu, sanıyorum onun mutsuz olduğunu düşündüm, önyargılı davranmışım, benden daha çok mutlu olma ihtimali vardı, bir ihtimal olsa da), “Evet, çünkü ailem iyi.” dedi. Kendi kendime aileme dair böyle bir çıkarım yapmadığımı düşündürttü. Nankörmüşüm. Ya da kör. Küçük şeylerle avunmayı unutalı yıllar olmuş. Huzursuzluk buradan çıkıyor ve dağılıyor insanın bedenine. Kalbin huzursuz oluyor, ciğerlerin de, damarların düzensiz kan pompalıyor yaşamsal organına. Benim böyle oluyor en azından. Ah hayat, bir akşam vakti hiç bilmediğim, hiç tanımadığım köylerden geçirtiyorsun beni. Evet, sen yapıyorsun, beni meşgul ediyorsun kendinle, oysa ki ben senin kaynağını bulmak için körü körüne düşüyorum yollara, her taşın altında seni arıyorum, bir parça mutluluk vermen için dileniyorum. Tanrı bana beni vermiş ve ben bununla yetinmek zorundayım; yani kendimle. Merhameti de, huzuru da önce kendim için istemeliyim. Tanrım bana kendimi çok hırpalatma. Sevgisizliği al at kalbimden.
Sabah olur olmaz neyle karşı karşıya olduğumu anlamak için kaldığım yerin balkonuna çıkıyorum. Deniz. Denizle karşı karşıyayım. Ne güzel şehir böyle, ne güzel şey böyle diyorum kendi kendime. Ufak bir kahvaltının ardından bomboş caddesinde yürümeye başlıyorum. Çok az araba geçiyor. Çok az insan yürüyor canım sahilinde. Halbuki balkondan bakarken ne olağanüstü bir manzara ve onu süsleyen gemicikler vardı. Bir kafeye oturuyorum. Bilmediğim bir nedenden ötürü yaşı küçük bir kıza gözlerim kayıyor diğer masalar da dolu olmasına rağmen. Parmaklarımı daldırdığım, içerisinde küçük çikolata parçalarının olduğu minik kaba dikkatimi vermişken bir ses dağıtıyor dikkatimi: -“Selam, oturabilir miyim?” -“Tabi.” derken başımı kaldırıp baktığımda gözümün takıldığı kızı görüyorum. -“Adım Se..” -“Memnun oldum.” diyor ve ekliyorum: -“Kaç yaşındasın?” -“17” diyor ama daha küçük sanki. -“Okullar açıldı, kaçıncı sınıfa gidiyorsun?” -“İlkokul beş.” Garson çayını getiriyor. Gençler sıcak çay sevmez; pek parası yok herhalde diyorum. -“Ben çayı şekersiz severim.” dedikten sonra göz göre göre bir poşet şekeri çayına boşaltıveriyor. -“Çikolata sever misin?” -“Evet ama çok sevmem.” dedikten sonra da çikolataların içinde bulunduğu kabı önüne çekip nefes almadan yemeye başlıyor. Aç galiba! -“Arkadaşın yok mu?” diyorum. -“Uzun hikaye. Beni şutladı.” -“Neden?” -“Ben kaşındım. Hatalıyım. Ama şimdi çok yalnızım. Arkadaşım olur musun?” -“Ben senin arkadaşın olmak için çok yaşlıyım.” diyorum haliyle ve soruyorum: -“Ne olmak istersin?” -“Eveeet kuaför olmak isterdim mesela. Hadise’ye bayılıyorum. Çok güzel, çok güzel saçları var, benim gibi.” derken havalara giriyor, saçlarını attırıyor ve bu arada Hadise sarı saçlı, bu kızın saçları kahverengi, Hadise’nin saçları uzun, bu kızınkiler kulak hizasında. -“Sana bir şarkı söyleyeyim Hadise’den.”diyor ve şu an inanın hiç hatırlamadığım sözlere sahip, hiç bilmediğim bir şarkıyı hiç güzel olmayan bir ses ve makamda okumaya başlıyor. Ben bakakalıyorum. Sanıyorum kişilik bozukluğu var. Dövmesini açıyor. Sırada o var çünkü. Kalemle uydur kaydır bir şeyler çizmiş. Ona dövme diyor. Annesi hemşireymiş. Bugün evde temizlik varmış(iş günü bugün), halıları yıkıyormuş , bu da “Bende evden kaçtım.”diyor. Tüm çikolatalarımı yedi. Çayını bitirdi. “Gitmem gerek.” diyorum. Üzülüyor ben kalkarken. Garsona soruyorum kızı. Arada gelip, çay içer gidermiş, onlar da bilmiyor ama başkalarının masasına gitmezmiş. Çekim gücü böyle bir şey işte ve ben her yaştan bunları çekebiliyorsam..
Sırt çantam ve ben tarif üzerine on dakikalık teke tek bir seyahat yapıyoruz. Antakya’ya kalkan dolmuşların kalktığı yere geliyorum. Bir kıza soruyorum bana “Praymmolden geçen.” diye açıklıyor. “Ne mol?” diyorum. “Praymmol” diyor üstüne basa basa. Hiç anlamıyorum. Kız öfkeleniyor ve beni küçümsüyor. “Nasıl bilmezsin alışveriş merkezimizi?” diyor. İçimden bilmek zorunda mıyım diyorum. En büyük ve tek büyük olma ihtimali yüksek alışveriş merkezleri onlar için çok çok önemli. Şehir çok güzel. Herşeyden önce deniz var. Karşıda Toroslar. Harika bir bulvarı var ama insanlar burada ne isteyip, ne ile mutlu olacaklarını bilmiyorlar. Canları sıkılıyor. Şehir serbest halbuki. Bir arkadaşım vardı. Buralıydı. Okul çıkışı içlerinde mayoları olurmuş, denize girer öyle giderlermiş evlerine. Şimdiyse praymmolları var övündükleri.
Bir Cevap Yazın