YOKLUK:
AYŞE DARISERPEN:
Çok tuhaf. Avucumun içi tatlı talı kaşınıyor. Hislerim beni yanıltmıyorsa ve kaşınan avuç içim sağ elimin avuç içindeki hayat çizgimle kötü kaderimin çizgisi olan kader çizgimin kesişip de hayatımın en berbat yıllarını geçirmeme neden olan yakın tarihime denk geliyorsa eğer kesin para gelecek demektir, kaçacağı yerde. Bu benim adam altılı oynamayı bırakacak demek de olabilir aynı zamanda. Horoz dövüşünden vazgeçebilirse de bu ayı borçsuz harçsız kapatabileceğiz demektir. Durun bir saniye elimi oynatamıyorum sanki. Serçe parmağımı bile. Bir ağırlık var üzerimde. Neredeyim ben? Bu kalabalık.. Kim bunlar? Tam da tepemdeler. Maskeler var yüzlerinde, kafalarında da bone, şu gözlüklüyü gözüm bir yerlerden ısırıyor sanki. Şimdi anlaşıldı. Sis perdesi aralandı. Perdenin ardındansa elleri neşterli doktorlar çıktı. Görebiliyorum bana yaptıklarınızı. Kesiliyorum. Boydan boya. Kesme dur yapma. Dur. Dur. Dur. Yapma. Yapma. Yapma. Elleriniz kırılsın. Tırnakların dökülsün. Bacaklarınız diz kapaklarınızın altından kopsun. Onca bedduam fayda etmedi. Eşek kafalı. Kess-meeee.. Kestin bile. Ne yapıyorsun? Yarıyor musun şimdi de? Açma açma açma. İçimi göstermeye hazır olduğumu sanmıyorum. Elli bir yaşındayım ben. Önünüzde çırılçıplak yattığım yetti, bir de iç organlarımı sergiliyorum şimdi. Burası plaj değil ki? Hamam da değil. Daha organlarıma ulaşamadınız demek. Optik! Sana sesleniyorum. Çek o pis lastik eldivenli ellerini içimden. Islık çalıyor bir de utanmadan. O ne öyle? Kaç metre? Ayyy onlar benim mi? Benim bağırsaklarım mı? Yediklerim onun içinde nasıl dolaşıyorlar öyle? Dön dolaş nasıl da buluyorlar zifiri karanlıkta yollarını? Masanın üzerinde metrelerce yılan misali kıvrışıyorlar yağlı yağlı, yağıl yığıl. Vışşşş. Köydeyken annem gizli bir hazine saklı senin içinde derdi, ufak idim o zamanlar. Hazinemi görmüş bulunuyorum gözlerimle. Daha çok vışşşşşşş. Nasıl da tutuyor içimden çıkardıklarını, nasıl içi alıyor, sanki bir bebek avuçlarının arasındaki. Ne yapacaksınız onları? Yıkıyor musunuz? Oto yıkamaya getirilmiş araba mıyım ben? Rot balans ayarım bozulunca kaputu açıp, motorumu tamir ediyorlar. Sonra da iç dış yıkama yapıyorlar. Nereden mi biliyorum benim adam ikinci -kendine göre- bence on ikinci el bir hurda araba aldı da gelene gidene anlatıp duruyor. Ne çok dinlediysem ve o da ne çok anlattıysa.. Aklım bir başka çalışır oldu ya da ben yatmaktan saçmalar oldum. Sürekli deli saçması şeyler geliyor aklıma, sanki çok başka bir yerdeyim ama neresi bilmek istemediğim.
Mevcut durumuma odaklanmam lazım. Bana baksana sen, sen sen, evet sen, onun çömezi. Onlar bir insanın bağırsağı, koyunun değil. Yoksa melerdim ama onu bile başaramıyorum şu an. Duymazsın tabii beni! Biraz pul biber ve kimyonla harmanlayıp şişe dizeceğin kokoreç değil o elindekiler. Ne yapıyorsun şimdi de karaciğerimi mi okşuyorsun? Sapık mısınız siz? İç organ okşayıcıları! Yapma gıdıklanıyorum. Karaciğerime dokundukça içim bir hoş oluyor. Acaba kocamın yıllarca arayıp arayıp da bir türlü bulamadığı hazzı çıkmamış bölgem bir doktorun nazik ellerince mi keşfedildi en sonunda? Tam da menapoza girmişken! Evet orası orası. Kocama benziyor mu acaba? Şu maskesi olmasa.. Ama parmakları ince, elleri kız eli gibi. Acaba işin sırrı ince parmaklarda mı ki? Bilsem kızken ellerine bakardım kısmetlerimin. Beni kapıcı karısı yapmak üzere İstanbul’a götürecek olan şimdiki kocamla, köyün imamı arasında kalmıştım bir keresinde. O zamanlar on altı yaşındaydım. Kocamdan iki yaş ufaktım. İmam benden yaşlıydı. Otuzdu yaşı. Konuşurken sesinde tuhaf iniş çıkışlar olurdu. Sanki namaza çağırır gibi, tuhaf bir tınısı vardı konuşmalarının. Sık sık geçmişte yaşamış ve de yaşlanmış din büyüklerimizin hayatlarından örnekler verirdi. Sanki herkese vaaz verirdi azar azar. Herkes saygıyla dinlerdi onu, hocam derlerdi. Ben ne diyeceğimi bilemediğimden, hiçbir şey demezdim. Bizim köydeki bir başka Ayşe demişti imamdan koca mı olur, ya gelir de kulağına ilahi okursa tam da o anda diye. Sonra da kıkırdamıştık beraber. O olmuştu, sağ olsun Ayşe, soğutuvermişti beni bir anda İmam Efendi’den. Kararımı verivermiştim oracıkta. Asla olmayacaktım İmam Efendi’nin karısı. Bana daha gerçek biri gerekti. Daha keskin mesleği olan biri. Kapıcı karısı olmak kulağa hoş gelmişti o an. Ben de kaçtım geldim onunla İstanbul’a. Sonradan öğrendimdi bizim Ayşe, nikahlı karısı oluvermişti İmam Efendi’nin, hem de iki ay içinde. Ayşe benden bir yaş ufaktı ama cin gibiydi, anlaşıldığı üzere. Bir o kadar da sinsi. Gözü varmış imamda ve mevkisinde meğerse. Bense hala resmi nikah kıydıramadım bizim eşeğe. Yaşım geldi elli bir’e. Hala temizliğe gidiyorum elalemin evine. Ciğerimin sol yaprağına bir daha dokunsan ya doktor, sanki gönül telime dokundun. Ohh. Hiç uyanmasam keşke bu rüyadan. Hayatımda ilk ve son kez belki de, birileri benim için bir şey yapıyor. İlgi gösteriyor, temizliyor içimi, şefkatini sunuyor parmak uçlarıyla da olsa. Ne güzelmiş yarabbim. Sevgisizlik ne fena şeymiş.
GÜVERCİN Ş.(ŞEFKAT) YUVAYAPAN:
Emlakçı isimlerine benzeyen ama romantizm sevdalısı aile fertlerimin gene romantik bir anlarında derin hislere gark olmuş vaziyette özene bezene isim düşünürlerken soyadımızla uyumlu isimler arasından seçerek koydukları çift ismimle yaşıyorum onca yalnızlık içinde. Üzerime teğellerle tutturulmuş ve hiç geçmeyecek olan isimlerimin anlamından yorgun ve bıkkın yaşıyorum kendi kendime. Hep bir kardeş istemiştim anne babamdan ama edebiyat hocası romantik babam ve ilkokul öğretmeni ondan da romantik annemin benim hayatta eşsiz olmam gerektiği fikrine kendilerini çokca kaptırmaları sonucunda kaldım bir başıma. Anneciğim babacığım sizlere ömürler. Halalarım, ninelerim, dedelerim de sizlere ömürler. Tüm büyüklerim bir bir göçüp gittiler. Hiç sevmediğim kuzenleriminse hepsi ayrı bir yerdeler. Canları cehenneme. Benim hakkımda yazmaktan sadistçe bir zevk alan yazarın kalemi aracılığıyla göndermekteyim tüm sevgi mesajlarımı evrene böylelikle. Hiç yakışıyor mu böyle lakırdılar ağzına diyerek ayıplandığımı duyar gibiyim ama ben ismimin altında çok ezildim bir zamanlar. Sonra bir gün geldi onca ağırlığı taşıyamaz oldum ve atıverdim sırtımdaki tüm yükleri. Ohh pek rahatmış böyle. Kimseye yaranmakla uğraşmıyorum bahaneyle. Ağaçtan düşmüş, yemyeşil kabuğunun çatladığı yerden süt gibi parlayan ceviz içi gibiydim o andan itibaren. Yosun tutmuş kabuğumdan sıyrıldım anne babamın Nuh Nebi’den kalma skolastik düşüncelerinden kendimi kurtardıktan sonra. Kediyi sev-nankör olsa da-, köpeği sev-ağzı açık ayran budalası olsa da-, insan sev-hayvandan hallice olsa da-, çocuk sev-hepsi küçük birer canavar olsa da. Sevdim sevdim buraya kadarmış. Sevemez oldum bir noktadan sonra. Aksi gibi hiç sevip sevmediğimi de anımsamıyorum kendim dışında kalan yeryüzü canlılarını. Güvercinler yuva yaparmış, bense kendi yuvamı kurmaktan itinayla kaçındım. Şefkat mi? Bir kez ve son kez komşunun tüylü terrierini okşadığımda ayar niteliğinde bir ufak ısırık koparıvermişti bacağımdan. O acıyla attığım tekme sonucu hayvan bahçenin bir tarafına savrulmuş, dokuz canından biri gitti kaldı sekiz dediğim annesinin o bir köpeek, kedi değil diye üzerime saldırması sonucunda kendimi tetanoz aşısı vurulurken bulmuştum, neme lazım. Üzerine hayvanın mezarını benim her sabah göreceğim burnumun dibine yani bahçe bitişiğime anıt mezar olarak dikmesini ise hiç yakıştıramadım. Mezarının üzerine ne yazmış söyleyeyim size:
2007- ….
“Misi’m, yüreğim ilelebet seninle.
Kimse cezasız kalmaz bu evrende, kalpsizler bile.”
ANNEN
Sanki o doğurdu! Patavatsız. Çok seviyordu madem sahip olsaydı küçük tereyağının sivri dişli ağzına. Umurumdaydı sanki. Bir terrierin astral seyahatinden çok daha mühim şeyler var şu an önemsemem gereken. Emektarımı bekliyorum şimdi hastanede. Acil ameliyata aldılar. Temizliğe gelmişti. Camları silerken oldu olanlar. Beyaza kesti suratı. Gün geçtikçe sararıp soluyordu da kadın, evde sorunları var herhalde diyordum. Meğer koskocaman bir kütle taşırmış içinde kimselere belli etmeden. Filmde çıkıverdi hemen. Büyütmüş onu içinde garibim. Sağlık güvencesi de yok. Kocası olacak it bir resmi nikah bile kıymamış bu garibe. O oldu. Hastane hastane, semt semt dolandık İstanbul kazan biz kepçe. Sahipsiz buldular. Yanında nüfusu da yoktu da Allah’tan ben T.C. numarasını kaydetmiştim bir köşeye. Temkinli olmak böyle bir şey işte. Her şeyi saklarım ben bir köşede. Hiç atmam. Evime giren çıkamaz öyle kolay kolay. Ayşe evin içini ilk gördüğünde vııışşşş abla demişti. Bu ev ne böyle demişti. Bende üzerinden alacaksın, toza alerjim var benim demiştim. İlk gün can havliyle oraya buraya atlamış, helak etmişti kendini. Sonradan alıştı azar azar yapmaya başladı. Alıştı bana, eve. Bende ona. Yabancı birini istemem, senden başkası olmaz artık bu evde derken çıktı bu hastalık. Geldi kondu başımıza. Ne yapacaksın zalimdir kader. Benimle aynı yaştaymış Ayşe. Görsen solgun bir hayalete benzer bir bedenin üzerine konmuş başının ön yüzündeki derin çizgilerde saklı sanki gizli kalmış çilekeş hayatı. İnsanda şefkat uyandırıyor ondaki bu hal. Bende bile uyandırdığına göre, şu şefkat yoksunu kalbimde, derinlerde bir yerde.
VELİ BAH:
Allah beni kahretsin, emi? Polislik sınavlarını kaçırdığımdan, disiplinle aram olmadığı için de ne denizde, ne havada ne de karada asker olamayacağımı anladığım anda üniforma ve silah merakımdan da vazgeçemediğimden güvenlik elemanı olmak için başvurduğum kursu geçip özel bir güvenlik firması tarafından hastanenin, hem de acil servisine kabul edildiğim gün ne kadar da sevinmiştim halbuki. Boyum, posum, atış sınavından aldığım yüksek puanım ve hepsinden önemlisi güvenilir, efendi ve sakin tavırlarım sayesinde kabul edilmiştim işime. Ne sevinmişti ailem, akrabalarım ve arkadaşlarım. Ameliyat olsun, Allah vermeye acil bir durum olsun güvenip de sırtlarını dayayabilecekleri bir kapıydım onların gözünde. Bütün doktorlar ve hastanenin tüm imkanları benimdi bundan sonra. Veli tırnağım battı diyecekti baldız, Veli mikro cerrah getirtecekti. Veli saç diplerim kepek olmuş büsbütün diyecekti küçük teyzem, cildiyeci gelecekti hemen. Gelelim bizimkilerin makro hayal dünyasından, benim mikro gerçek dünyama. Kazın ayağı hiç de öyle olamadı maalesef. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Ben artık o eski Veli değilim yazık ki. Çünkü şu son üç sene içerisinde köprünün altından çok sular aktı. Eskinin sakin, mülayim Velisi gitti, yerine sinirli, kavgacı, azarcı, bağırmadan konuşmayı başaramayan, gece nöbetlerinden uykusuz, her gün her gün Allah’ın cezası hasta yakınlarıyla karşılıklı küfürleşip bağrışmaktan yorgun ve bitik bir Veli Bah var artık. Posası çıkıyor bedenimin, onu götürüyorum eve. Gardiyanların işi zor derdim kendi kendime. Mahkumlar bunlardan iyiymiş. Gardiyan olsaymışım keşke. Zerre acımıyorum hiçbirine. Önce ağlaya zırlaya getirdikleri hasta yakınlarını kendi elleriyle teslim ederler. Sonra içeri gireceğiz diye kırk takla atarlar. Beklemekten manyağa dönerler akşamdan sabaha. Sabırsızlar araya aracı koymaya çalışırlar. Hamiline kart getiren var şuraya. Yok hangi milletvekilinin yakını, hangi doktorun bacanağıyım diye. En sevmediklerim de torpil dilencileri. İnadına almıyorum bende. Aşiretini toplayıp gelen mi istersin, tüm hısımlarıyla hastaneye akın eden mi? Yok canım, öyle değil işte. Kapının önündeki insan yığınının aldığı nefes, yoğun bakımdaki hastanın nefesine eklenmiyor Allah katında. Biriniz verir miydiniz hayatınızı, yatan yerine. O adam ya da kadın önce Allah’ıyla, sonra doktoruyla karşı karşıya, ama kendi içinde yalnız işte. Gövde gösterisi yaptığınızla kaldınız sadece. Tribünlere oynayan karga sesli uvertürler gibisiniz gözümde. Kahrolun.
Daha nasıl anlatayım size çeşit çeşit hasta yakınlarının özelliklerini? Yakınını kaybedince vurmaya gelenler bile var. Gazetelerde yazan doktoru vurdu, acili bastı, kurşunu sıktı haberleri hep gerçek işte. Bir kez oldu. Anamı öldürdünüz deyip, çekmişti silahını. Bereket durdurabilmiş bizim nöbetçi arkadaşlar da.. Yoksa üçüncü sayfa haberiydiler ya da ana haber bültenlerini sunan süslü haspaların dillerinin ucundaki kelimelerin baş aktörü ve aktristiydiler. Güvenliği de, doktoru da tehlike altında burada. Askerliği güneydoğuda yapmıştım, sınırda. Yemin ederim bu daha beter, saymakta olduğum günler sınırsız çünkü önümde. İş bitmiyor ki sayılı günde yapmakla. Her sabah aynı şeyler başlıyor tekrar tekrar. Gündüz gündüz belinde silahla gelen var. İşin gücün nedir mafya bozuntusu? Hırlısı, hırsızı, iti, uğursuzu, delisi, dudusu, alkol banyolusu, akıl yoksunu hepsi burada benim başımda. Hem kapıcı, hem polis, hem psikiyatrist oldum burada. Şeytan diyor git otur bir alışveriş merkezinin güvenliğine, bak dur sonra o ne almış bu ne almış diye, bunca kahır çekeceğime. Bir arkadaş vardı sıtkı sıyrıldı burada, belalı yaptı kendine. Hiç sormayın. Bunun nöbetine denk gelmiş karısının ölümü. Adını öğrendi, evini belledi, karısını sıkıştırdı, ikizi vardı onların okul çıkışlarında nöbete durdu, günlerce geldi sinir etmek için kapının önünde bekledi, baktı baktı gitti. Kaçırmıştı aklını, takmıştı bizimkine. Sadece takıktı ama. Bakıyordu bakıyordu gidiyordu. Günlerce geldi. Günler ayları getirdi, bu gene geldi. Bir gün bizimkini bekledi bekledi, sandık ki bu gitmiş. Baktık ki tost almış yiye yiye geliyor. Bir gün de yine gitti sanmıştı arkadaş, bir binmiş otobüse, adam çaprazında bakıyor gene. O oldu zaten bıraktı bu işi. Çoluğum çocuğum var, ben manyak mıyım dedi giderken. Biz manyak mıyız peki, sorarım size. Bir zamanlar edineceğim diye öldüğüm silahtı, kelepçeydi, coptu gözüme gözükmez oldu çoktan. Nasıl bastım ben yaş tahtaya? Nasıl kandım ben çocukluğumun ihtiraslarına? Yazık değil mi bana? Tabancası batsın. Kullanmak nasip olmasın. Kolay değil. Hiç kolay değil vicdan azabıyla yaşamak; aksi de mümkün tabii, içim kurşunla dolu ölmek. Bana da takan çoktu bir zamanlar. Adımı öğrenir gelirlerdi kapıya tekrar tekrar. Çok acıktım canım patatesli börek çekti, seni mi yesem Veli Bah derlerdi. Gider evdekilere atarlanırdım bende. Soyadımızı değiştiremiyorsunuz, bari adımı Veli koymayaydınız diye. Beni patatesli börek olarak gören bir sürü manyakla uğraşıyorum birde. Önceleri nasıl gıcıklanırdım anlatamam. Sonra sonra bunlar koymaz oldu hayati gerçeklerin yanında. Dedemin adıymış, anlamı güzelmiş dedim geçtim. Benden bir Orhan Veli olamamış dedim içlendim. Patatesli börek yemiyorum ama asla. Evde de yaptırmıyorum. Kıymalı, peynirli evdeki menü. Patates kelimesi evde yasak. Kızartmasını yaptı mıydı anam getiriyor koyuyor masanın üzerine, sonra da yiyoruz beraber hiç ses etmeden.
Bugün gene bereketli bir gün. Bir sürü hasta var acillik. Bir kısmı servise çıkartıldı, bir kısmı ise ameliyata alındı bile. Akşam olsun hele yaralıdan, trafik kazasından geçilmez artık. 112 çalışsın dursun. Götür getir, götür getir. İndir kaldır, sok çıkar. Dur hele, bu bizim Ayşe Teyze. Memleketten, köyden. Sedyede ne işi var böyle. İçkicidir kocası, o mu zulmetti acaba? İyi kadındır ama.. Sedyesinin başında da acayip bir kadın var, bizim oralardan olamaz. Kokona desen değil, garip desen değil. Böyle upuzun, dağınık saçlı-saçları ta belinde ha-, vişne çürüğü ruj sürmüş, üstü başı da enteresan, böyle her yeri saçak saçak tül tüy bir şeyler var sanki üzerinde. Kuş gibi sanki; saçları, minicik ağzı, gaga gibi burnuyla kuşlara benziyor yahu. Ne işi var bizim Ayşe Teyzemizin böyle bir kadınla, gidip öğreneyim hemen. Ya da dur görmesinler beni, saklanayım köşeye de her insan bir dert bana zaten. Sorarlarsa bilmiyorum, görmedim derim. Bıkmışım gayri insan sesinden. Gitsem köyüme, gidişim olsa dönüşüm olmasa geri; yiyecek ekmeğim olduğu sürece. Yokluk çekmeyeceğimi bileyim, hiç çalışmam bile.
ÇİZER: PAWEL KUCZYNSKi
Bir Cevap Yazın