MADIMAK:
”Bin cefalar etsen almam üstüme.. Kula gölge ise Allah’a ayan.. Bu şirin canıma nasıl kıymışlar.. Sensiz dünya malı neylerim dostum..”
Bir saatlik yola koyulmazdan önce merkeze iniyorum eski Madımak Oteli’ni görmek için. İl Özel İdaresi’ne bağlı “Bilim ve Kültür Vakfı” ibaresi var kapısında. Sevimsiz bir bina olmuş. Önce içeri giriyorum. Ölenlerin pardon öldürülenlerin isimlerini yazdıkları anma bölümü oluşturulmuş, karşı tarafta çocuklara yönelik çalışmalar ve kütüphane var. Seçilmiş olarak gelen insanların içi insan dolu bir binayı kundaklamazdan önce “Allahuekber” nidalarıyla halkı kışkırtıp, galeyana getirmesinin püf noktalarını anlatan bir biyografi mesela(Hiç insan insanı yakar mı? Nerede görülmüş, duyulmuş şey?). Tarih tekerrürden ibaret olduğundan, günümüzde de benzer örneklerine rastlanmaktadır: evde güç bela tutulan yüzde elli gibi-yalnız yüzde elli sağduyulu davranıp evde durmayı başardı ama onların da yerini polisler aldı-. İçerideki memurun gözlerinde de benzer pırıltılar var bana karşı. Hanfendi diye seslenirken, çakmak çakmak olmuş gözlerinden hiç pozitif enerji alamıyorum. Ama olsun ben de onu sabırla sınıyorum. “Neden üst kat kapalı, neden gezdirmiyorsunuz, neden daha daha üst katlar açık değil, kolonlarda sorun varmış, yukarıda duman kokusu varmış hala, ölülerin üzerine inşa edilen sevimsiz il özel idare binasından ancak çıka çıka bir kat mı çıktı, neden ahşap yapmadınız, böylelikle kolay alev almaz mı?” gibi. Adamı sinir etmeyi başarıp, dışarıdan fotoğraflarını çekmek için köşeye gidiyorum ama o da ne? Tam çaprazındaki lokantadan Kayseri mantıları yiye yiye semirmiş, yüze iki yüz tepsi çapındaki kalçalarıyla üzerime üzerime gelen bir kadın var. O bedene ve o kiloya göre inanılmaz derecede de çevik. Pardesüsü el verdiğince bacaklarını açıp bana doğru koşar adım geliyor. Böyle zamanlarda hiç beklenmeyen bir ataklık da benim üzerime gelir ve converse’lerime kuvvet aksi istikamet yürüyorum hızla. Bir süre daha beni takip ediyor. Gözdağı verdi aklınca zarif bedeniyle. Asla unutmayacağım bir hışımla dükkandan fırlayıp, kalçalarıyla rüzgarı eze eze bana doğru yürüyüşünü. Sivas merkeze dair böyle de bir anım vardır.
ŞARKIŞLA:
Divriği kadar uzak değil, Ulaş kadar da yakın değil. Bir saatlik bir yolu var. Çok değişik bir mozaiğe sahip. Aşık Veysel’in köyü, Sivrialan burada. Bugün iki alternatiften birini seçmeliydim. Ya Yıldızeli’ne gidip Banaz’a yani Pir Sultan Abdal’ın asıldığı köye geçecektim yahut Şarkışla’ya gelecektim. Kendimi burada buluverdim. İlçe şimdiye kadar gezmiş olduğum ilçeler arasında en büyük ve en gelişmiş olanı. Düz ayak her yer. Divriği’nin in çık bitmez yokuşları burada yok. Dükkanlar, mağazalar gırla. Şehre inmeden burada rahat rahat yaşayabilir, her ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz. İnsanların birbirlerinin hayatına girmeleri tesadüf değil. Tesadüf diye bir şey yok hayatta. Şarkışla’yı seçmemi sürekli telefonlaştığım ve burada bana her şekilde yol gösteren yol arkadaşlarımdan biri tavsiye etmişti. Kıza güvenmiş olmalıyım. Bundan sonra burada tesadüfen girdiğim bir kamu kuruluşunun içinde yaşayacaklarımı da ben tasarlamadım hiç bir şekilde.
Küresel ısınma ile ilgili bir programdı sanırım Sibirya’daki bir kadın sevinçle ısının eksi elliden eksi kırka yükseldiğini söylüyordu. Sivas’daki durumlarda pek farklı değil. Kışın ortasında bahar havasını yaşamaya devam ediyoruz. Zamanında sabah sabah sokak kapılarını açtıklarında karşılarına çıkan gece boyunca yağa yağa kapı boyunca oluşmuş kar yığınından kürekle kendilerine yol açan Sivas’lılar, komşularıyla dahi sosyal bağlarını yitirmekte dolayısıyla özellikle ellili ve altmışlı yıllarda insanlar münzevi bir hayat yaşamaktan toprağında etkisiyle birer şaire, ozana dönüşmüşlerdir. Tüm safiyetleriyle, dünya hakkındaki en önemli bilgiyi edinmede hiçbir telaş sergilemeden, kendi kendine soran, çıkışın kendi içlerinde bir yerlerde olduğunu pratikte kavrayan insanlar kendi iç dünyalarına kapanmaya başlamışlardır. Bir nevi çilehane ortamı yaratan kara teslim ruhlarıyla, dünyanın en zor hallerinin içinden sessizce düşünerek ve en dolaysız yollardan geçmişler, en öz kelimeler kullanarak dörtlüklerle yalan dünyaya selam gönderip, İlahi Adalet’in tekerrürüne ve düzenin bozukluğuna gene sessiz bir isyankarlıkla kelimeleriyle karşı durup, alınyazılarına teslim olarak ama yaradana da göndermelerde bulunarak sonsuzluğun içinde varoluşlarının nedenine bir anlam katabilmişlerdir. O yüzden buranın her köyü size yeni ufuklar açmaya haizdir. İçinde yetiştikleri ortam, köylünün özellikle toprakla imtihanı ve bu sabır isteyen, iman gücü isteyen zorlu ve asi ve hava durumuna göre inatlaşan direnen, küsen, gücenen, boynunu büken, susuz kaldı mıydı dillenmediğinden ürün veremeden kuruyan dilsiz toprağın kendi iç sesini zamanla işitmeyi öğrenen köylüde baş gösteren filozof çağrışımlar size, şehir hayatı içerisinde hırslarına teslim olmuş insanlardan çok daha fazla hayata ve varoluşa dair bilgi verecektir. Bazısı çok içli konuşur, hiç onlara denk geldiniz mi bilmem ama ben onlardan Sivas’ta çok gördüm. Dünyanın düzenini içli içli anlatan bir adamın içtenliği ve sadeliği çok yaralayıcı olabiliyor.
ORTAKÖY:
Dört buçuk, beş gibi varlığınız yüzünden bir eve kendinizi misafir olarak ağırlattığınızı düşünün. İşi yüzsüzlüğe vuruyorum ben de. Habire bir eve sürpriz bir şekilde davet ediliyorum. Ne yapabilirim başka? Bu sefer yanımda bir adet çikolata var ama, yaş ortalaması bir hayli yüksek ve aile bireylerinin şekeri var ve evde hiç çocuk yok. Üstelik o çikolatayı da ben almamıştım. Bir yanlışa bir doğru gerekir bazen. Ben buradaki yanlışım ve de sürpriz yumurta. Kısmete hizmet gerekti ya, kadere de hizmet gerekmiş, çok geç anladım. Kaderin ayağına gitmek gerekmiş.
Hiçbir arabayla karşılaşmadan varıyoruz köye. Yol yaklaşık yirmi dakika sürüyor ve geçmekte olduğumuz dağların ve ovaların manzarası olağanüstü. Büyülenmiş gibi bakıyorum, içimden fotoğraf çekmek gelmiyor. Sadece gidiyorum. sadece götürülüyorum. Denize bakmak insanın yorgunluğunu alır derler. Tam tersi dağların uyuşturan bir tarafı var. Sessiz ama güçlüdür onlar. Sıradağlar birliğin adı, tek başına süzülenler ise ayrı bir güç, ve ihtişamın timsali. Sanki tüm dünyaya meydan okur gibiler bir başlarına. Bir meydan okuma var bu vakur hallerin ardında gizli olan. Tamam. Kabul. Ben de rotamı dağlardan yana çizerim bundan sonra. Siz olursunuz benim rehberim. Siz koyarsınız sınırları. Siz verirsiniz talimatları. Elim kulağımda bekliyorum gelecek olan fısıltılarınızı. Ona göre çizeceğim artık rotalarımı.(İç sesim Himalayalar dedi-rabbim Cleveland da demişti birilerine-biraz çok bilmiş değil mi benim iç sesim? Ona kalsam ara ara kendini peygamber ilan et filan da diyor, benim iç sesim az biraz kaçık olmasın sakın?)
Sivas’lı bir gelin vardı Fas’ta tanıştığım. Kız bisküvileri zorla yiyeyim diye ağzıma ağzıma uzatıyordu. Salaklaşıp ne verirse yemiştim yol boyunca. Burada da adetten sanırım, insanlar zorla yemek yedirmeye çalışıyorlar size. Bir sabah kendisine bir karı(zarar olmayan) olmayan poşet içindeki simidi “Al!” diye ağzıma doğru uzatan bir adama bakakalmıştım, nerelisin dediğimde Sivas’lıyım demişti. Yemeyeni dövüyor olabilirler korkusuyla tok bile olsam açı oynamayı ben burada öğrendim. Misafir olarak götürüldüğüm evde de iki erkek var, biz de iki hanımız. Hanımlardan biri seksen yaşlarında olunca, hizmet akdi gereği benim devreye girmem gerekirken hiç oralı olmuyorum. Bunlar iki erkek bir güzel sofrayı kurdukları gibi, masayı toplayıp, çay servisi de yapıyorlar. Bir tanesini kendi kendine konuşurken yakalıyorum: “Biz iş yapıyoruz!” diyor. Şaşkınlıkla. Adamlar böylesine alışık değil, kimse alışık değil, ben de kendime alışmakta kimi zaman güçlük çekiyorum ama Ankara’da da davet edildiğim her masada baş köşede oturup kalkmak bilmeden insanları lafa tutuyorum. Bir süre sonra masalar toplanıyor, çaylar-kahveler geliyor, ben bıraktıkları yerde kalıyorum, inanamıyorlar. Kötü niyetli değilim, bu konularda bezginim sadece. Bir de iki tabak taşıyınca iş bitmiyor ki. Bir dahaki sefere ufak tefek yardımlarda bulunuyor görünüp, vaziyeti idare etmeye çalışayım bari göz boyamak adına.
Şirin birer parkı olan köyler bunlar. ”Murat Gündüz 2 Temmuz Canlar Anıt Parkı”na adını veren Murat Gündüz buralıymış ve o da yanarak ve boğularak hayatını kaybetmiş. Amaç kin gütmek değil, unutmamakmış (unutmamak kelimesinin altında o kadar çok anlam gizli ki).
Arabasıyla meyve sebze satan satıcılar dolaşıyor etrafta. Hırsızlık diye bir şey yok. İnsanlar çok çetin geçen kışlarda evlerinin ikinci katından giriş yapıyorlarmış, kar kapılarını örttüğünden. Dolayısıyla hem üst kata, hem alt kata kuruluyor sobalar. Kömür sobasının verdiği ısı bir başka oluyor. Herkesin yüzü ala dönüyor. Evin odalarının kapılarını açtığınızda her yere eşit miktarda dağılıyor ısı ve yetiyor da. Buranın insanı konformist. Tipik bir köy evinde değilim. Bir soba, iki sedir, yer sofrası filan yok. Masada yedik yemeklerimizi, yerde oturmadık. Her yer halıyla kaplıydı ve en önemlisi temizdi. Uzaktan gördüğüm ama hiç içine girmediğim mutfakta da her şey vardı. Buradan iki köy ötesi Aşık Veysel’in köyü imiş. Bu sefer uğrayamıyorum. Sivas öyle kolaylıkla gezip bitirebileceğiniz bir il değil. Her yerden bir cevher çıkıyor, insanlar başlı başına bir cevher. Altın madeni fakir için neyse, Sivas benim için o şu saatten sonra. “Kıymetlim”.
SEMAH:
Davete icabet etmek gerek. Ben de öyle yapıyorum. Evvel erken geliyorum Cemevi’ne. Bir hayli uzun sürüyor imiş. İki saat devam ediyor. Öncesinde baklava, meyve yahut yiyecek başka şeyler dağıtıyorlar. Çocuklar sevine sevine yiyorlar bir köşede. Başörtüm olmadığından bir tane takdim ediyorlar. Koca bir salonun ortasındayım. Hemen sol tarafa geçiyorum. Hemen bir görevli geliyor. “İlk defa mı?” diyor. “Evet.” diyorum. O zaman bayanlar diğer taraf diyor. Gelip gelip de adamların ortasına oturmam bana mahsus bir şey. Hemen karşı yakaya geçiyorum. Dualar türkçe, ibadet türkçe. Herkes konuştuğu ve anladığı ve kendine ders çıkarabildiği bir dilde kendini daha kolay teslim edebilir. Belki. Belki de değil. Belki hiç bilmediğin ve anlamadığın sözlerde teslim olursun, belki orada bulursun Tanrı’yı, Tanrı’nı! Belki. Kim bilir?
“Ali çoktur, şah-ı merdan bulunmaz.” Saz eşliğinde türküler söyleniyor. Aynı ortamda birbirine küs olan var mı diye soruluyor. Dargınların dargın dargın bulunmaması gerekiyormuş ve ihtiyar meclisi devreye giriyormuş bu noktada. dargın olan olmadığından konuşmalara geçiliyor. Yaklaşan Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle ihtiyar meclisindeki mevzu da kadınlarımız oluyor. Kızların okutulmasının öneminden dem vuruluyor. Kadına şiddet gündeme getiriliyor. Sonra ilden ile ve hatta köyden köye farklılıklar gösteren tören başlıyor. Dönüyorlar dönüyorlar, teatral bir havada Kerbela’da yaşananlar aktarılıyor. Gençler yapıyor semah’ı. Tokat’ın bir köyünde yaşı büyükçe kadınlar dönüyordu. Neye göre seçildiğini sorduğumda, “Günahsızlar.” demişlerdi. “Peki ama nereden bilecekler, günahsız insan mı var?” diye sorduğumda da “Bilinir böyle şeyler köylerde, semah için meydana çıkacak olan kadının kendine güvenmesi gerekir, yani eline beline diline hakim olmuş olan o posta(bu kelimeyi kullanmıştı), tarikata girebilir.” demişti. Hiç unutmadım.
Defalarca oturuyoruz, kalkıyoruz, dualar ediliyor. Namazın uzun saatlere yayılmış hali gibi. Dizlerini kıramayan yaşlı, hasta ve kilolu teyzeler arkada oturuyorlar, bizim gibi bağdaş kurup yere oturma zorunluluğu da yok. Her gelen üç defa yere kapanıp, ellerini öpüyor. Allah için, Hz. Muhammed için, Hz. Ali için. Hz. Ali’nin resimdeki kadar yakışıklı bir Arap olup olmadığını soruyorum. “Evet”. diyorlar gururla. “Evet”. diyorum ben de.
“Allahım, gönlümde olanı, hakkımda hayırlı eyle.. Hakkımda hayırlı olana da gönlümü razı eyle.” Hz. Ali, İmam Ali
İstersin istersin olmaz, sonra hayırlısı olmuş belki de, iyi ki olmamış dersin, sonra bir durup düşünüp neden olmadıydı ki acaba dersin, dersin de dersin. Çevrenden ders çıkarmaya çalışırsın. Hele ki kendinden yaşça büyüklere sorduysan nedenini sana koro halinde söyleyiverirler: “Hayır’lısı ol’sun/ol’muş!” Tatmin olmadın değil mi? Haydi az biraz daha eşele güzide bahtını, diren ona, üzerine git, sağından geç, olmadı solundan, her şeyinle çık karşısına. Gene mi olmadı? Hım. O nokta kritiktir işte; ya isyan ederrsin ve talihine küsersin yahut kabullenir geçersin. İlki bir diklenme ve açıkça meydan okuma halidir. İkincisi ise teslimiyet. Ben artık yavaş yavaş ikincisinden tarafa geçiyorum. Ama azar azar uyumlayabiliyorum kendimi. Onunum yavaş yavaş, kabullendim azar azar, teslim oldum biraz biraz. Tek kalbinle olmaz. Tek organ yetmez teslimiyet için. Ruhunun bütün ağırlığıyla teslim ol bakalım. Nasıl da değişecek dünyan? Ne kadardı, 21 gram mı? Kilolarca ağırlığın ezilmekte tam da şu anda 21 gram’ın altında. Tam kurtuluş, tam teslimiyet ondan ayrıldıktan sonra.
Ben semah esnasında bunları düşündüm.
En çok zaman geçirdiğim şehir oldu Sivas ve yetmedi günler ve saatler. Tekrar geleceğim. Sivas bu durumdan hoşnut mu hiç bilemem. Bunu okuduktan sonra sıkıyönetim ilan ederler mi onu da bilemem. Bilmek de istemem. Zaten şehre giriş çıkışlarda plakanız kaydediliyor. Bense hiç işgal yaşamamış bir şehri işgal ettim günlerce, sorguya çektim halkını, ne inançları kaldı didiklenmedik, ne ibadetleri. Sabırlıydı ve özgüvenli. Soğukkanlılığını hiç yitirmedi ben bahar havasında gelmiş olsam da. Hiçbir tarafa savurmadı beni ve ikiletmedi de sonu gelmez isteklerim karşısında beni. Ben isterim dedim, o verdi. Tevazu sahibi, misafirperver Sivas halkına teşekkür ederim. Bu sefer olmadı, Yıldızeli’ne gidemedim, Pir Sultan’ın köyü Banaz’a ve Aşık Veysel’in köyüne bir başka sefere.. Bak geleceğim diyorum gene ve çok ısrarcıyım bu konuda, bilmiş ol.
Bir Cevap Yazın