THREE BILLBOARDS OUTSIDE EBBING, MISSOURI : EBBING, MISSOURI ÇIKIŞINDAKİ ÜÇ REKLAM PANOSU

7AFFC4B5-57FC-48D0-BA79-38B3440EF4DD

THREE BILLBOARDS OUTSIDE EBBING, MISSOURI : EBBING, MISSOURI ÇIKIŞINDAKİ ÜÇ REKLAM PANOSU

“Tüm bunlar Tanrı olmadığı, dünyanın bomboş olduğu ve birbirimize yaptıklarımızın hiçbir önemi olmadığı için mi acaba?” Mildred Hayes

“Başka bir yer varsa orada tekrar görüşürüz belki. Seni tanımak benim cennetimdi zaten. Senin oğlan.” Şef Willoughby

“Bir dedektif olmak için ihtiyacın olan tek şey sevgidir. Çünkü sevgi sakinlik getirir ve sakinlikten de tefekkür doğar. Bir şeyleri ortaya çıkarabilmek için de bazen tefekkür gerekir. Bir silaha bile ihtiyacın yok. Nefrete hiç ihtiyacın olmadığı gibi. Nefretle hiçbir şey çözülmez. Ama sakinlikle çözülür, tefekkürle çözülür. Kimse eşcinsel olduğunu düşünmez. Düşünürse de onları homofobiklikten tutukla. Nasıl şaşarlar izle.” Şef Willoughby

İzlediğimde altı dalda Golden Globe’a aday bir filmdi Three Billboards. Bu yazıyı size Erzincan’dan Kayseri’ye giderken yazıyorum X firmasına ait bir yolcu otobüsünün içinden. Bunca ayrıntıdan bahsetmemin nedeniyse filmin o zamandan bu zamana kazandığı ödüller. Yalnız ismi biraz uzun olunca Three Billboards diyerek geçiştiresi geliyor insanın. Filme ismini veren bu üç reklam panosunun hikmeti ise onlara reklam veren acılı annenin tecavüz edilerek öldürülen, sonra da o billboardların altında yakılan kızının katilini bulmaları için polis departmanını olay kapandıktan ve kızının ölümünden tam yedi ay sonra tekrar harekete geçirmek ve bunun için kışkırtmak gayretinde gizli. Ölen Angela Hayes’in annesi Mildred Hayes üç billboard için ilk ay beş bin dolar ödeyerek olayların pimini çekmiş oluyor. Paskalya’ya kadar hazır edilen billboardlar ve üzerinde yazılanlar Angela’nın kapanmış olan dosyasının tekrar gündeme gelmesine neden oluyor mu, oluyor. Televizyon kanallarından gelen muhabirler panoların önünde canlı yayın yapıyorlar. Haberlere konu oluyor billboardlar ve de üzerinde yazılanlar. Ne mi diyor o panolarda? Sırasıyla; “Ölürken tecavüze uğradı.” “Hala daha kimse tutuklanmadı mı?” ve “Bu nasıl olur Şef Willoughby?” Şimdi gelelim o billboardlarda altı metrelik harflerle bahsi geçen polis şefi Willoughby’nin kim olduğuna. İki küçük kız çocuk babası, evli ve ileri evre pankreas kanserli, amir konumunda, yufka yürekli ve adil bir adam kendisi. Hayatının bu son günlerinde bile kendini hastalığının dehşetengiz girdabına kaptırmadan son derece mantıklı ve vicdanlı hareket edebiliyor, sakin sakin karar verebiliyor. Benden sonra tufan demeyenlerden kısaca. Geride bırakacağı iki kız çocuğu yüzünden belki de, Mildred’ı en çok anlayan kişi  de o oluyor çevresinde. Ölümü bile acısız oluyor böylelikle. Nasıl mı? Bir zahmet o kadarını da izleyin artık.
-E ama öldüğünü söyledin!
-Evet söyledim.
-Neden söyledin?
-Filmi anlatmaya çalışıyorum görme engellilere.
-Bu bir hakaret!
-Evet, ama görme engelliler için bir hakaret.
-Biz anlamıyoruz, biz izlemedik, izlesek bile anlayamayacağımız için sitenizi bir daha açmamak, yazınızı da bir daha okumamak üzere çekip gidelim. En güzeli.
-O kadar da değil canım. Okuyun, edin, beğenin, beğenmeyin ama yine de gelin. Çünkü ben size kafamın içindekileri açıyorum ve burası benim evim, yuvam, her şeyim. Hem engelli olmanın nesi kötü ki? Söyledim de üstelik; Şef ileri evre pankreas kanseri, adam kan kustu dedim.
-Adam kan kustu demedin.
-Tamam demedim.
-Hah şöyle.
-Ne şöyle?
-Hep sen mi uğraşacaksın bir garip okuyucuyla. Gelmiş de yanlış bir tıklamayla konmuş bulunmuşuz sayfana. Pardon kafanın tam orta yerine. Pardon evinin salonuna(yatak odana girmiyoruz terbiyemizden). Yuvan mı demeliydik yoksa? Neyse ne, ama ne büyüttün sayfanı, ne önemsedin kendini ve hayatını!
-Sana söyleyecek kelimelerim çok da… Bir daha gelmezsin diye ürkütmüyorum hassas parmaklarını.
-Hassas parmaklı okuyucu… Sevdim ben bu tabiri. Peki sen bu filmi sevdin mi?
-Sevmesem yazmazdım.
-Tam bir klişesin.
-Evet öyleyim. Öte yandan senaryo ve her biri şahsına münhasır karakterlerin filmden bir adım önde olduğunu, bu durumun filmin yönetmenini auteur’den çok iyi senaryolu iyi bir film çekmiş bir yönetmene dönüştürdüğünün ispatı adeta. Yani yönetmenin işitsel yönü ağır basıyor diyebiliriz.
-İşitselliği güçlü bir insan olması onun iyi bir yönetmen olmasına engel mi yani? Adam Golden Globe’da en iyi yönetmen dalında adaydı. Filmse tam beş dalda adaydı. Bunlardan tam dört tanesini aldı.
-Olabilir. Ben zaten film kötü demedim ki.
-Kesin on beş Oscar adaylığı alır.
-Yuh! Oscar tarihinde o kadar adaylık alabilen bir film görülmedi daha.
-Ben hassas parmaklarıma döneyim derhal.
-Sakııın. Yazımı sonuna dek oku. Sakın beni terk etme.
-Twilight Zone mu burası? Senin sitenin bekçisi miyim ben?
-Yook sitemin bekçisi benimdir. Sen evrenimin değişmez ziyaretçisi ol yeter. Birilerinin okunmaya, birilerinin izlenmeye, birilerinin de dinlenmeye ihtiyacı var bu evrende.
-Duygusala bağladın yine.
-Seçenek bırakmadın.
-Pekala. Devam et o zaman. Ben buradayım. Gitmiyorum bir yere.

3C5C0A4A-4490-4BC8-9827-89B6A4A81A7B

BİZ DÖNELİM TEKRAR ÜÇ BILLBOARD’LU… UZUUN İSİMLİ FİLMİMİZE :

Mildred’a kalsa kasabadaki, yetmedi tüm eyalat ve hatta tüm ülkedeki sekiz yaş üstü her erkekten ve her çocuktan DNA örneği aldıracak, yetmedi bir veritabanı oluşturarak doğan her erkek çocuğunu oraya girecek, o da yetmez ise eğer bir eşleşme olduğu takdirde de yüzde yüz emin olduktan sonra onu öldürecek. Tüm bu akıl tutulmasının korkunç geçerli bir nedeni olsa da, hükmü yok elbette ve film boyunca vatandaşlık haklarına aykırı bir sürü fiili gerçekleştiriyor Mildred. Ama acısından. Çünkü çevresindeki tüm erkekler unutmak istiyorlar olan biteni. Ne oğlu, ne kocası bu halden hoşnut. Oğlu, “ölürken tecavüze uğradı yolu” olarak tanımlıyor billboardlu yolu. Ağlarsa anam ağlar derler ya, o hesap… Mildred dışında herkes yoluna devam edebilmiş çünkü bir şekilde. Kimi unutarak, kimi genç sevgili yapmaya çalışarak. Oysa ki davasının peşinde azap çeken bir anne var ortada yarım akıllı bir sürü insanın arasında. Olive Kitteridge’den sonra altından kalkmakta güçlük çekmediği bir rol olmuş Francis McDormand için. Hatta Olive Kitteridge’ın bir devamı niteliğinde. Bünyesine yakışır, alışık olduğumuz türden akıllı bir kadını oynuyor yine botoxsuz mimikleriyle. Oynadığı her rolün üstesinden gelmesine o kadar alışkın olunca da, kolay kolay kazandığı Globe Globe’daki drama dalında en iyi kadın oyuncu ödülü bir fark değil, aşinalık yaratıyor bünyede(elini sallasa ödülü alır, gibi). Geyikle konuştuğu sahnedeki oyunculuğu insanın tüylerini diken diken ediyor bu arada ve Helen Mirren’ın Queen’deki bir sahnesini getiriyor akıllara izleyen ve hatırlayanlarınız varsa… Filmin parlayan yıldızı ise Jason Dixon(not Nixon) rolüyle çizgi roman, ABBA ve Chiquitita seven Sam Rockwell’di kanımca. Şef’in ölüm haberini aldıktan sonra ne yapacağını şaşırıp, hatırasını onurlandırmak adına panoları yapan reklam şirketindeki gencin ağzını burnunu kırdıktan ve pencereden fırlatıp attıktan sonra büyük iş başarmış komutan edasıyla bir havalarla indiği merdivenlerdeki beden dili Sam Rockwell’i Şef’in deyişiyle özünde iyi bir insan olan iyi bir kötü adam yapıverdi bir anda. Mildred’ın kundaklaması sonucu büroda alev almadan önce o da onun üç panosunu yakmıştı ne de olsa. Şef rolünde Woody Harrelson’ı da anmadan geçmeyelim bu arada akılda kalan iyi oyunculuklardan bir tanesi olması açısından.

615CA1ED-A755-4D73-B9C9-38DC7946861E

Kızı yukarıda bahsi geçen ve şiddet içeren bir takım olaylara maruz kalan anne Mildred bir intikam meleğine dönüşüyor bundan böyle. Doğru düzgün anestezi uygulamayan dişçisinin baş parmağını deliyor, karakolu ateşe veriyor, kısasa kısas bir adalet peşinde koşuyor. Başındaki bantla intikamcı bir ninja sanki. Kızı evden çıkarken arabayı vermediği için yaşanan kavga esnasında Angela’nın dilinin buğusu kalıyor ve umarım yolda tecavüze uğrarım diyor. Annesi de umarım tecavüze uğrarsın diyor. Anne kızın karşılıklı bu temennilerden sonra bir daha bir araya gelmeleri mümkün olmuyor. Bir annenin bunu hazmetmesi çok kolay olmasa gerek. Biri ölü biri diri olmak üzere iki çocuğunun babası eski polis Charlie de ayrı psikopat. Kızınca evlilikleri boyunca yaptığı üzere karısının boğazına yapışıyor, on dokuzluk sevgilisiyle üstü açık arabayla geziyor. Oğlu annesinin öfkesinden bıktığından babasında ve onun genç sevgilisinde teselli arıyor. Neticede reklam panoları da, on dokuz yaşındaki kızlar da ölmüş kızlarını geri getirmiyor. Dixon’a gelirsek o başından rengini belli ediyor, zaten evde tuhaf bir anneyle yaşıyor, kadın oğluna birbirinden korkunç öğütler veriyor. Aralarında geçen konuşmalar şiddet odaklı ve tehditkar. Bastırdığı eşcinselliğinin farkında olan insan da yine Şef oluyor.

Kusursuz Şef rolünde Woody Harrelson hastalıktan ya da başka nedenlerden ötürü bir iyilik meleği olarak filme yerleştirilmiş adeta. Vahiy gibi mektuplar bırakıyor geride. Dixon’ın içindeki iyiliği gören de o, Mildred’ı kanının son damlasına kadar koruyan, billboardların parasını veren de o, elden ayaktan çekilmeden ve evde hastalığının daha da ileri evrelerinde yaşayacakları bir sürü acizliğe şahit olacak karısının tüm bunlara izleyici kalmasına gönlü el vermediğinden kendini ahırda vuran da o.

A94F7469-FC6F-43F8-9D8E-C617207FFBAF

ACBB92B6-0717-4800-AD62-AEF777504D9F

Peter Dinklage bir başka cisme bürünmediği takdirde yine cüce rolünde. Yemeğe çıktığı ve güya aşık olduğu Mildred’a olmadık şeyler söylüyor, o da zaten ona ben seninle olmam diyor. Film boyunca herkes herkesi kırıyor, döküyor. Söz konusu olan yer Missouri olunca, zenciye zenci deniyor. Baş ırkçı Dixon da başta zenciler olmak üzere tüm beyaz olmayanlara, yeri geldiğinde de beyaz olanlara işkence işiyle uğraşıyor. Ve tüm bunlar bir Tarantino filminde olsa doğallıkla karşılanacakken, burada neden diye soruyor insan. Zenciye zenci demenin bir önemi olmadığı gibi, sürekli tekrarların bir amacı olmalı diye düşünüyor insan bu kadar sık tekrarlandığı için. Zenci olmak, eşcinsel olmak, komünist olmak, hayvansever olmak, engelli olmak, cüce olmak, dişçi olmak, kadın olmak, Missouri’de olmak ve daha bir sürü aykırı sayılan ya da hususi durumlar üzerine bir çift sözü olan iddialı senaryosunun azizliğine uğramadan yoluna devam ediyor film.

Hepimiz ikiyüzlüyüz aslında. Birbirimizin yüzüne gülüyor, arkasından neler söylüyoruz. Kapalı kapılar ardındayken o adam ibneye, o kadın fahişeye dönüşüveriyor bir anda. Mildred’sa acısından, kapanmış bir davaya dönüşen kızının hayatının bir manyak tarafından elinden alınışından, bir veda etmek şöyle dursun birbirlerini son görüşlerinde karşılıklı olarak sarf ettikleri kötü sözlerden ötürü ne yapacağını bilemediğinden yapıyor yapacaklarını. Ne kimseyi kırmak umrunda, ne de kimin kim olduğu. Varsın tutuklansın, varsın oğlunun okulundaki veliler tarafından kınansın, varsın kötü bir söz duysun… Umurunda değil, yeter ki kızın katili bulunsun, bir gün olsun başını yastığa rahatça koysun. Öte yandan özünde iyi bir kadın olan Mildred, her ne olursa olsun dik durup mücadelesini veriyor. Mildred’ı yaşadığı talihsizlikler için ağlarken görmüyoruz hiçbir zaman. Şef’in kan kustuğu anda, kendisi için yazılmış mektubunu okurken ve bir anda karşısına çıkıveren geyikle kızıymışçasına konuştuğu anlarda gerçek Mildred çıkıveriyor ortaya. Haksızlıklar karşısında elindeki kozları oynuyor teker teker; direniyor ve mücadelesini veriyor. Hayatı boyunca burnu sürtünmüş, ondan öte saf acıyı tatmış herkesin bu filme karşı çok daha duyarlı yaklaşacağını umuyorum. Bunun için bir evlat kaybetmeye gerek olduğunuysa hiç sanmıyorum.

F9BC18BF-B3D6-4716-A088-6B9F20B5A636

BLADE RUNNER 2049, TÜRKİYE 2017

FDB930A3-2785-43C8-BA72-71BC1D2EBD22

BLADE RUNNER 2049, TÜRKİYE 2017 :

“Yaşamlarımız, yaklaşan fırtınanın yanında hiç kalır. Doğru amaç uğruna ölmek, yapabileceğimiz en insancıl şey olabilir.” Freysa

“Hepimiz gerçek bir şeyler arıyoruz.” Teğmen Joshi

“Bazen birini sevebilmek için yabancılaşman gerekir.” Rick Deckard

Ne olduğumuzu bile bilmeden benliğimizi kaybetmekten korkuyoruz.” Niander Wallace

“Tüm medeniyet sıçramaları feda edilebilir iş gücünün sırtına kurulmuştur.” Niander Wallace

İlk filmin üzerinden dile koy otuz beş yıl geçmiş. Harrison Ford ilk film çevrildiğinde kırk yaşındaymış. 2049’un vizyon tarihinde yetmiş beş yaşına basmış. İlk film çevrildiğinde ben yedi yaşındaymışım, şimdi kaç yaşında olduğumsa beni ilgilendirir. Mühim olan Harrison Ford’un yaşıdır çünki. Seksen iki yılında ülkemizde ve dünyamızda-hepimiz kardeşiz çünki, neler olmuş bitmiş, o günlerle bugünleri kıyaslamak açısından zaman tüneline girip bir daha çıkmamayı umarak ufak çapta bir değerlendirme yapalım istedim, buyurunuz: Bakınız Yılmaz Güney’e, komünizm propagandası yapmaktan gıyabında 7,5 yıllık hapis cezası verilmiş. Yetmemiş Fransa’dan Güney’in iadesi istenmiş. Bir hafta sonra senaryosunu kendisinin yazdığı fakat çekemediği “Yol” filmi Cannes Film Festivali’nde Costa Gavras’ın “Kayıp” filmiyle Altın Palmiye’yi paylaşınca ortalık durulsa da, bu sefer de aralık ayında yine “gıyabında” bir yazısı nedeniyle 7,5 yıl hapsi istenmiştir. Bir adamdan bir sene boyunca “gıyabında” ne çok şey istenmiştir böyle! Aynı sene Barış Derneği’nin 44 yöneticisi gizli örgüt kurmak, yönetmek, suç sayılan fiili övmek(o fiil neymiş biz de merak ettik), komünizm ve bölücülük(klasik) propagandası yapmakla suçlanmışlardır. Ecevit’in de aynı yıl Nevşehir Emniyet Müdürü’ne “Sen nasıl müdürsün?” diye hakaret etmesinden ötürü hakaret var denmiş, ifadesi alınmış; sonraki yıllarda da sırasıyla tutuklanmış, hapse mahkum olmuş, cezası ertelenmeyince de Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nin yani Ulucanlar’ın tadına bakmak üzere yola koyulmuştur. 15 Ekim’e kadar da paşa paşa aynı yastığa baş koymuştur. Aynı sene Asala çıldırmış, Kastelli çıldırtmıştır. TRT aslanlar gibi haftanın iki günü renkli televizyon yayınına başlamıştır. 2 Kasım’da çok daha enteresan bir vaka yaşanmıştır: “MEB, yatılı öğrencilerin yemekten hemen sonra, “Tanrımıza hamd olsun, milletimiz var olsun” demesini uygun görmüş olup, aş olayına uhrevi bir boyut kazandırmıştır. Bütüüün bu anlamlı günler ve geceler sonrasında halkımız, farkına varamadığı toplu cinnet olayından 1982 Anayasa’sını yüzde 91,3 evet oyuyla kabul edip, minnetini ve sağduyusunu göstererek sıyırmış olup, bu anayasa ile hemen ertesi gün Kenan Evren Cumhurbaşkanı ilan edilmiştir ve bir kez daha: “Tanrımız hamd olmuş, milletimiz var olmuştur”. Böylelikle memlekette ne sol kalmıştır ne de solcu. Ümmetimiz delice fedakarlıklar ederek rahat ve feraha erer olmuştur. Seksen iki’nin özeti budur canlar. Bu arada kendisini unuttuk sanmayın; puslu bir sonbahar akşamı Rahmetli Ecevit, hava kararmaya yüz tutmuşken sessiz sedasız mapushane damlarından kurtulmuş, özgürlüğün yolunu tutmuştur. Askerlikte kurulan dostluklar gibi unutulmayan bu günlerden kendisine gardiyanıyla kurduğu sıkı ilişkinin meyvesi olarak, bir gün nikah şahidi olmak düşmüştür. Ümit Besen’in aynı sene “Bayramın Olsun” adlı albümünün içinde yer alan parçası “Nikah Masası” da yine bu sene dinleyiciyle buluşmuştur. Dünyaya dönecek olursak, Sabra ve Şatilla Katliamı yaşanmıştır. Bugüne gelecek olursak kendi adıma Kudüs’ü görmek için İsrail vizesi almaya çalışmanın anlamsızlığını Filistin’in çaresizliğini bildikten sonra bırakmış bulunmaktayım.

Blade Runner 2049’un vizyon tarihi olan 2017’den bugüne dek bir sene boyunca neler olduğuna bakacak olursak, yıla Reina saldırısı ve gittikçe artan ölü sayısıyla girdiğimizi görmekteyiz. Birkaç gün sonra bu sefer de İzmir adliyesi girişinde bir saldırı gerçekleşmiştir. Aynı saldırıda bir de gerçek kahraman ölmüştür. FETÖ’den tutuklamalar gırla giderken, 15 Temmuz 2016 hain darbe girişiminde kahraman olarak haberlere konu olmuş, ödül ve madalya verilmiş Yüzbaşı Burak Akın-ne akla hizmetse, ben de FETÖ’cüyüm diyerek polise teslim olmuştur(vicdan yaptığını düşünmekteyim). Her neyse vatandaşlık dersinde, Hatun Tuğluk sayesinde insanlık onuru konulu kompozisyondan sıfırı çekmişizdir, e bize de bu yakışır. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bir adam gitmiş, yerine bir adam gelmiştir. Topbaş da gitmiştir, yerine Uysal bir insan gelmiştir. Ön ismini öğrenmek kısmet değildir. ABD ve Türkiye karşılıklı olarak vize başvurularını süresiz askıya alınca, Samsun Berberler Odası tepkisini ortaya koymuş ve Amerikan traşı saç kesimi modelini il genelinde yasaklamıştır(bu senenin en anlamlı ve en dahiyane çıkışı olmuştur, kendilerini biz bunu neden daha önce düşünemedik diye kutluyoruz). 30 Eylül’de Somali’nin başkenti Mogadişu’da elli milyon dolarlık Türkiye’nin en büyük askeri üssünü açmışızdır(biz zengin bir ülkeyiz), on beş gün sonra Mogadişu’ya bomba yüklü bir araçla saldırı düzenlenmiştir. Suudi Arabistan vere vere Sophia adlı bir robota vatandaşlık vermiştir. Katalonya nafaka talep etmeksizin evleri ayırmak talebiyle mahkemeye başvurmuştur. Ve Melih Gökçek 8617 günlük bir tarih olmuştur. Diyanet İşleri On Kasım cuma günü Atatürk’ü unutmuştur. Demans alzheimer’a doğru amansızca yol almıştır çünkü. Ama ABD Zarrab’ı unutmamıştır. Halk oyunları yarışması için Macaristan’a giden ekip giderken on altı kişiyken, ekmek kırıntılarına musallat kuşlar yüzünden beş kişi olarak ülkeye dönebilmiştir. On bir firarinin akıbeti ise bilinmemektedir. Onlar kim, o da bilinmemektedir. Trump neden böyle diye soranlar için, genetik olma olasılığı üzerinde duruyoruz denmiştir. Ya Terim deyince, Çeşme eser ondandır cevabını almışızdır. Ve Vikipedi’ye halen daha ulaşılamamaktadır. Unutmadım. Tırlarla koşan Berberoğlu için bir başka oğul  Kılıçdaroğlu hızlı tren yerine hızlı adım yolunu tercih ederek İpek Yolu’nun izinde Angara’dan yollara düşmüş olup Kaygusuz Abdalların, Pir Sultan Abdalların izini sürmüştür. Yüzyılın en sıcak günlerinde attığı toksinlere değmiştir umarız. Herkesi kucaklıyoruz ama herkes tarafından kucaklanmak istemiyoruz. Ya da herkesi kucaklıyoruz ama herkes bizi kucaklamaz olmuş gibi geliyor. Bu da bir başka paradokstur. Karşılıksız aşk da bir paradokstur. Sen seviyorsun, o sevmiyor filan. Ben de bir klişeyim. İzleri takipteyim. Tarihe öyle not düşülsün. Sizi seviyorum, çünkü sizi tanımıyorum. Siz de tanısanız, beni sevmezdiniz. Biliyorum. İyi seneler.

0704A488-F912-4EA1-A537-5AF42C084357

2B04C248-2707-4D0D-9A8C-A09FDD6DC19F

E5ED97AD-A593-4831-BD3E-F36E63E32784

BİRAZ DA BLADE RUNNER 2049 :

Ridley Scott’ın izinde ama çok başka bir üslupla, ilk filmin de senaryo yazarı olan Hampton Fancher’ın melankolik dünyasının merkezinde, Roger Deakins’in olağanüstü görüntü yönetimi, eşsiz set tasarımları eşliğinde sisli puslu bir havada, ot bitmeyen ağaç yetişmeyen kurak diyarlarda bizi kabus gibi bir distopik dünyaya götürüyor yönetmen. Denis Villeneuve’ün tartışmasız şimdiye dek çektiği en iyi filmdir. Melankolinin, bu kadar gerçekçi bir şekilde, yalnızlıktan kurtulamayan ana karakterden tüm filme sirayet ettiği bir başka film izlememiş olabilirsiniz. Böyle bir gelecek düşünmek istemiyor insan. Filizlenen tek bir umudun peşine düşmüş insanların yanında, böyle küçük bir umut ışığıyla teselli bulması mümkün olmuyor izleyicinin de. Yönetmenin provokatif olmayan üslubu, sizi usulca kederlendiriyor.

2049 Kaliforniya’sında geçen filmde uçan arabalar kilometreler boyunca kurak coğrafyalar üzerinde gidiyorlar. Replikantlar yani tasarlanmış biyo-mühendislik ürünü insanlar gelişmiş güçleri sayesinde kusursuz birer köle olsalar da, şiddetli isyanlar çıkarınca üretimleri yasaklanmış bir zaman önce. Tyrell şirketi iflas edince, filmin kötü adamı Niander Wallace, şirketten geri kalanları alarak itaat eden yeni nesil kopyalar yaratmış. Eski model kopyalar olan Nexus 8’ler de avlanarak emekli edilmişler. Bu avcılarsa bilinen isimleriyle Keskin Nişancı yani Blade Runner’lar. Filmin ilk dakikalarında LAPD memuru K’nın davetsiz misafir olarak avlamak üzere evine gittiği Nexus 8’lerin sonuncusu Sapper Morton’ın ağzından dökülen bir cümle içine işleyecek ve filmin sonuna dek şekil verecekti davranışlarına. Sen hiç mucize görmemişsin diyecekti ona Sapper Morton rolünde Batista, ölmeden önceki son dakikalarında. K ise evin yakınında bulunan bir ağacın altına gömülü bir kutu bulacak, içinden çıkan kemikler ve saçlar incelendiğinde 30 sene önce gömülmüş bir kadına ait oldukları ortaya çıkacaktı. Hamile olan kadını duygusal nedenlerden ötürü gömme zahmetine katlanıldığı anlaşılacaktı. Kadın kopya olsa da, hamile kalabilmiş ve bu da şimdi otuz yaşında olan bebeğin doğarak dünyaya geldiğini göstermektedir. Yani bir ruhu olduğunun kanıtıdır. Wallace Şirketi Dünya Genel Merkezi’nin içine gittiğimizde karanlıklar prensi Niander Wallace’la birlikte dişi bir kopyanın jelatinden düşüşüne şahit oluyoruz. Yağlı salçalı(kan ve sıvı) yeni bir model jelatinin içinden kaygan bir zemine düşüveriyor. Tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi hareket ediyor. Bedenini hiç bilmediği bir dünyadaki tehlikelerden korumaya çalışıyor. Fakat Wallace’dan koruması mümkün olmuyor. Wallace tek bıçak darbesiyle rahmini parçalıyor. Böylelikle doğurganlığını alıyor elinden yeni doğanın. Sonra da en sadık elemanı Luv’dan doğmuş olan çocuğu bulup ona getirmesini istiyor. Memur K ise bir kadından doğma çocuğun kendisi olduğundan şüpheleniyor bir yandan, öte yandan bu doğruysa eğer hayatı boyunca kendisi gibi birisi tarafından aranıyor olma gerçeği ile baş etmeye çalışıyor. Zira aynı DNA’ya sahip bir kız bir de erkek çocuk dünyaya gelmiş. Kız, ölmüş ya da ortadan kaybolmuş olmakla beraber, erkek çocuk yetimhaneye verilmiş ve kendi çocukluk anılarından aklında kalan şeyse yetimhanede geçirdiği zamanlar oluyor K’nın. Bu anıların gerçek mi yoksa yapıştırma mı olduğunu öğrenmek üzere de, Galatian Sendromlu ve bir cam fanusun içinde yaşamakta olan anı üreticisi Ana Stelline’ne başvuruyor ve o da onu teyit ediyor anılarının geçek olduğu hususunda.

62CCC713-C884-4DDA-B4E3-A42AB6FC1537

4A7BF23A-042A-47AF-B598-1EB64F20E78F

Tüm zor zamanlarında Memur K’nın yanında olan ve bir yazılımdan ibaret olan Joi de uzaktan kumandanın tek tuşuyla yok olabilecek bir ürün sadece. Tam manasıyla tatmin etmese de, K’ya teselli veriyor bir şekilde. Bir seri numarası ve harften oluşan K’ya gerçek insan ismini veren de o oluyor. “Joe” diyor ona. Filmin son bir saatinde karşımıza çıkan Rick Deckard rolündeki Harrison Ford’la aralarına “Elvis” giriyor. Sinatra ve Marilyn Monroe ile birlikte bir efsane olarak kalacaklarının bir tahmini sadece. Rick, Rachael’dan-ilk filmde Sean Young tarafından canlandırılmıştı- olma çocuğuyla hiç tanışmamış. Onu hiç görmemiş. Bu şekilde ancak çocuğunu koruyabilmiş. Nitekim tüm bu gizemi aralayan kişi olan K yüzünden Wallace doğurulmuş olanın peşine düşüyor.

Çocuk işçi çalıştıran ve koloninin başı olan tek gözlü Freysa bir zamanlar çocuğun saklanmasına yardım etmiş. Çünkü bir mucizeye tanıklık ettiklerinin farkında imiş hepsi. Çünkü o bebek, bir köleden fazlası olduklarının kanıtı imiş aynı zamanda. Ve eğer bir bebeğe hayat verebiliyorlarsa, kendi kendilerinin efendisi olduklarının da bir kanıtıymış bu özel durum aynı zamanda. Ve kim bilir belki de insanlardan daha insan olduklarının. Yaklaşan bir devrimin müjdesi olan bu gelişmeler, insanlarını özgür kılabilmeleri açısından da mühim. Fakat bir başka mühim gerçek daha var ki aranan bebeğin bir erkek değil, bir kız olduğu, şimdiyse otuzlarında bir kadın olduğu ve K’nın beklentilerinin de boşa çıktığı. Onun gibi binlercesi de inanmak istemişler o bebeğin kendileri olabileceğine ve hep bir umut içinde yaşamışlar. Herkes bir mucizenin fakat en çok da kendi mucizesinin peşine düşmüşken, aralarında tek mucize beklemeyen kişi de mucizenin kendisi çıkıyor filmin sonunda. Tüm bu açılardan bakıldığında film senaryo açısından da beklentileri boşa çıkarmamış oluyor. Ryan Gosling, Dave Bautista(kısacık rolüyle akıllarda kalmayı başardı, filmin bir başında vardı, bir de sonunda), naif görüntüsünün aksine güç timsali Niander Wallace’ı başarıyla canlandıran Jared Leto ve tüm aktörler varlıklarıyla göz doldurdular yeterince. Dediğim gibi Villeneuve’ün filmografisini Incendies’den beri takip etmekteyim ve filmlerini bir nedenden ötürü her zaman çok beğendim. Benim için en zayıf halka olan Arrival’la birlikte bilim kurgu ummanına dalan yönetmeni bu son filminden sonra daha çok takdir ettim. Güçlü bir prodüksiyonun, ağır bir konunun ve ağırlaştırılmış ritmin altından kalkabilmeyi, görselliği ön plana koyarak, diyalogdansa duyguları aktarmayı başarabilen atmosfer yaratarak yapabildiği için bu senenin güçlü bir Oscar adayı olduğunu da düşünmekteyim.

242EF444-0480-466A-BA8B-95F2631ABC31

AD4D83B0-1B09-420B-BB90-85BEB6178E27

CALL ME BY YOUR NAME : ADINLA ÇAĞIR BENİ

F8BBE3D6-A6F6-46C8-893C-1CA1D2B8A60B

CALL ME BY YOUR NAME : ADINLA ÇAĞIR BENİ

-“Liszt’in Bach’ın değiştirilmiş versiyonunu çalacağı şekilde çaldım. Busoni’nin Liszt’in değiştirilmiş versiyonunu çalacağı şekilde çaldım.” Elio Perlman
-“Bach’ın Bach versiyonunu Bach gibi çalmanın ne sakıncası var?” Oliver

Genç ve yakışıklı bir şövalye, bir prensese delicesine aşıkmış. Prenses de ona aşıkmış. Ama şövalyenin ona olan aşkından bihabermiş. Aralarında gelişen arkadaşlığa ve dostluğa rağmen ya da belki de bizzat o arkadaşlık yüzünden şövalye kendisini öylesine aciz ve suskun halde bulmuş ki, ona olan aşkını bir türlü dile getirememiş. Ta ki bir gün bir anda şu soruyu sorana dek: Söylemek mi daha iyi yoksa ölmek mi?” 16. yüzyıldan bir aşk hikayesi

“Çok okuyan kimseler biraz gizemli oluyorlar. Gerçek kişiliklerini saklıyorlar.” Marzia

Senenin hacı bekler gibi beklemekten telef olduğum filmi gelmiş ve de konmuş malum ortamlara. Ekşi sözlük beyinleri-beyleri, bayanları uzun uzun paylaşmışlar bu eşsiz deneyimlerini. Dile kolay yüz otuz dakika gibi bir süresi var ve son saniyesine kadar filmini izletmeyi başarıyor yönetmeni. Sonunda arka jenerik akıyor bir yandan, Elio ağlıyor öte yandan. Daha önce izlemiş bir akılla da bizzat konuştum film biter bitmez. Bana birçok soruyla geldi. Duyguları tam geçirememiş, cevaplanmamış sorular, anlaşılmaz yerler var, bunlar ne ara aşık oldular, hem ben eşcinsel terminolojiye hakim değilim ki dedi. Haklı olabilirdi. Ben de değilim ki. O tip bir terminolojiden haberdar bile değilim. Fakat bazen bir filmi sadece beğenirsiniz. Her şeyiyle kabullenirsiniz. Ne bir olumsuzluk ne de bir terslik görünür gözünüze. Var olsalar bile tek görmeyen sizin gözlerinizdir. Aşık olacağınız vardır, karşınıza ilk çıkana aşık olursunuz nitekim. Bu film benim için öyle oldu. Daha ilk dakikasından itibaren sevdim kendisini. Bir bütün olarak bana sunduğu kadarını, hiç sorgulamadan, hiç eleştirmeden kapasitem kadar sevdim, bir an geldi kapasitemden de çok sevdim. Filmin yüz otuz dakikalık süresi bir rakamdan ibaretti.  Dolayısıyla film ne olduğunu anlayamadan bitiverdi. Tıpkı ilk gençlikte yaşanan yaz aşkları gibi. Aşk her mevsimde yaşanır belki ama yazın daha bir ateşli olur sanki. Güneş yakar dışardan, sen yanarsın içerden. Tıpkı bu filme konu olan, seksen üç yazında başlayan ama bitmesi gereken, bittiğinde de acıtan Elio ve Oliver’ın aşkı gibi. Elio 17, Oliver’sa 24 yaşındalar seksen üç yazında. Filmin ağır topları “I am Love” ve “A Bigger Splash”in yönetmeni Luca Guadagnino, en çok “Günden Kalanlar” ve “Manzaralı Oda” ile hatırlanası bol Oscar ödüllü senaryo yazarı ve yönetmen James Ivory ve filmde küçük bir rolle karşımıza çıkan, Sony ve Cher’den birini canlandıran yazar, akademisyen, Proustsever Andre Aciman. Guadagnino fiziksel olarak giderek Stanley Kubrick’e benzese de, filmlerini hep bir Bertolucci filmi izler gibi izledim ve bu filminde de aynı his benimleydi. Biraz da Fransızvari bir Bertolucci galiba kendisi. Ama evrenini her fırsatta takipteyim.

3293C30C-0831-4660-9941-DD859AEFB428

6BDAABA8-6443-422F-A196-76F9BE275E76

Seksenlerin bir parça kitsch ruhunu, kıyafet ve saçlarla ve de türlü detaylarla gayet güzel yansıtan filmin başrolünde ise İtalya var. Kuzey İtalya’da bir yer diyordu filmin geçtiği coğrafya hakkında, ta filmin başında. Seksen üç yazında geçiyor film. Kanları bir hayli karışık ama Yahudi bir ailenin oğlu olan Elio’nun gelmeden kendisine oda gaspçısı dediği, çünkü odasını vermek zorunda kaldığı, ilk bakışta kendinden gayet emin görünen, iki metre boyunda, Yunan heykellerini andıran bedeni, pırıl pırıl dişleri ve tüm yakışıklılığıyla indiği arabadan dosdoğru hayatlarına giren adamın tüm aile fertlerinin kalbini kazanmayı başarıp, Elio’yu da kendine aşık etmesini anlatıyor film. Aynı banyoyu paylaşıyorlar bu zaman zarfında, aynı gölü, aynı denizi ve de havuzu. Zamanla da aynı yatağı. Ev halkını çan çalarak yemeğe çağıran çalışanlarının bile gönlünü almayı başarıyor Oliver. Evin iki kadını hayranlıkla bahsediyorlar ondan tam bir film yıldızı, Ah şu Amerikalılar diye. Pier Paolo Pasolini’nin Teorema’sındaki ziyaretçi gibi şeytan tüylerini dağıtıyor Oliver, teker teker. O da Yahudi kanı taşıyor, tıpkı ev sahipleri gibi. Oliver’daki yüksek özgüveni kendini beğenmişlik olarak algılayan tek kişiyse Elio oluyor ilk başlarda. Babası ise utangaç olarak değerlendiriyor ziyaretçilerini. Ara ara hırlaşıyor iki genç adam. Gizli bir rekabet ve çatışma halindeler. En azından Elio açısından böyle; o çok bilmiş, dünyaya hakim olmak gayretindeki fazla parlak, ziyadesiyle yakışıklı, aniden hayatlarının merkezine oturuveren küstah Amerikalı. Adını koyamadığı bu haller gece uykularını kaçırıyor Elio’nun. Annesinin ağacındaki kayısıları toplamaya giden Oliver’ı iteliyor adeta çekil şöyle der gibi. O benim annemin ağacındaki meyveler, sana ne oluyor der gibi. Önlerinde ise altı uzun hafta var birbirlerine katlanmak zorunda oldukları.

6B036954-9E29-418B-A8B2-098CB77BC0D0

8B7EFCD9-BEBB-4B5B-A95F-774C1176C11B

 

İtalya’nın tarihle iç içe sokaklarındaki sükunet, insan kalabalığının olmayışı ve oldukça durgun akan günler New England’ın küçük bir kasabasından gelen Oliver’ı bile şaşırtıyor. Yazın bitmesini bekleyen, kış gelince de yazın gelmesini bekleyen insanların burada nasıl vakit geçirdiğini sorduktan sonra, kendi yöntemleriyle aralarına giriyor. Elio’dan ayrıldığı zamanlarda kahvelere giderek yaşlı İtalyanlarla kağıt oynuyor. Onlar da doğal bir şekilde kabul ediyorlar onu aralarına. Elio vaktini klasik müzik yaparak, kitap okuyarak, nehirde yüzerek ve kız arkadaşı Marzia ile flörtleşip, geceleri dışarı çıkarak geçirirken, Oliver sayesinde bir başka evrende buluyor kendini. Elio ilk önce metaforlarla dile getirmeye çalışıyor aşkını. Bach’ı sevmediğini ona söylediğinde, tepkisinin neden bu kadar sert olduğunu, Oliver’ın onu sevmediğini düşünmesinde yattığını yazıyor notunda. Dans pistinde onun dikkatini çekmeye çalışıyor. Kız arkadaşım var diye böbürleniyor. Küçük yaşına rağmen her şey hakkında bir fikri ve bilgisi var. Oliver’ın onda en çok şaşırdığı şey de bu oluyor. Felsefe kitapları okuyan Oliver’ın filozof Herakleitos’un Fragmanlar’ından alıntıladığı “Her şey akar” sözünü filmin ruhuna uygun bir şekilde yorumladığını görüyoruz. Ona göre, her şey değiştiği için aynı şeylerle karşılaşmayacağımız değil de, bazı şeylerin ancak değişerek aynı kalacağı yorumunu düşüyor notlarına. Theseus’un gemisi hala Theseus’un gemisidir o halde. Değişen parçalarına rağmen. Bense aksini düşünmüşümdür her zaman. Ben eski ben değilim ki.

Oliver yaşça daha büyük olduğundan, karşı tarafı dizginleyen, kendini belli bir çizgiye çekmeye çalışan taraf oluyor her zaman. Elio ona ilk açıldığında, böyle şeyleri birbirleriyle konuşmanın uygunsuz olduğunu söylüyor. İyi insanlar olduklarını, utanılacak bir şey yapmadıklarını, iyi biri olmaya devam etmeleri gerektiğini düşünüyor. Hiçbir şeyden pişmanlık duymamaları gerekiyor, ne kendisi ne de Elio bir bedel ödememeli yaşadıklarından ötürü. Bu yüzden kendini uzaklaştırmaya çalışsa da en nihayet sevenler kavuşuyor. Romana ismini veren cümleler bir aşk gecesinde çıkıyor Oliver’ın ağzından: “Sen bana adınla seslen, ben de sana adımla sesleneyim.”

DB50E40D-131C-430A-A63C-EE08CE0E41E8

Aşk bacayı sardıktan sonra altı haftadan geriye kalan zaman su gibi akıyor ve Elio’nun hem aydın hem de anlayışlı ailesinin örtülü desteği sayesinde son günlerinde ikisi beraber özgürce bir seyahate çıkıyorlar. Bergamo sokaklarında aşk yaşıyorlar bu defasında. Ayrılık vakti geldiğinde çok zor ayrılıyorlar birbirlerinden. Elio yaşının verdiği coşkudan ve duygularını saklamaktaki güçsüzlüğünden ötürü daha çok üzülen ve bunu belli eden taraf oluyor. Annesinden onu arabayla gelip alması için istasyondan telefon açıyor titrek bir sesle. Enkazdan farksız bir vaziyette dönüyor evine. Yaşananları dillendirmese de bilmekte olan anne babası oğullarını rencide etmeden ve yüzlemeden idare ediyorlar bu durumu. Ta ki babasının yaptığı o efsane konuşmaya kadar. Son zamanların gözde karakter oyuncularından Michael Stuhlbarg anlayışlı ve duyarlı profesör baba rolünde sakin sakin kalpleri kazanıyor. Elio’nun erken bir yaşta kendi kararlarını kendi verebilmesinde, birey olabilmiş bir genç olabilmesinde, kendini cesur ve özgürce ifade edişinin altında hep onu sayan, asla yargılamayan ve kendi olmasına izin veren böyle bir baba var çünkü. Sırrını açıyor o da ona. Sırf çocuğu kendini iyi hissetsin diye. Bunun doğal olduğunu anlatma gayreti içinde istiyor ki, biricik oğulları bundan böyle hayatı kendine ve çevresine zehir etmesin. Keşke tüm anne babalar böyle olsa diye düşünüyor insan. Aciman’a sormak isterdim böyle bir babası mı vardı yoksa hayalindeki babayı mı dillendirdi bu cümleler eşliğinde. Paylaşmasam olmazdı diye düşündüğüm ve bu yüzden alıntıladığım bir babanın oğluna nasihatleri benden size:

Hiç beklemediğimiz bir anda doğa ana bir katakulli çevirip en zayıf noktamızı bulur. Ama yanında olduğumu unutma. Şu an hiçbir şey hissetmek istemiyor olabilirsin. Belki hiçbir zaman bir şey hissetmek istemeyeceksin. Bu konuları benimle konuşmak istemiyor olabilirsin ama önceden açıkça hissettiğin şeyi yine hisset. Güzel bir arkadaşlık kurdunuz. Belki arkadaşlıktan da öteydi. Size imreniyorum. Benim yerimdeki çoğu ebeveyn tüm bunların unutulup gitmesini ister. Oğullarının bu durumdan kurtulmasını ister ama ben o ebeveynlerden değilim. Yaralarımız daha hızlı iyileşsin diye kendimizi hırpalayıp dururuz. Otuz yaşına geldiğimizde de çökmüş oluruz ve yeni biriyle her başlangıcımızda, kendimizden sunacağımız daha az şey kalır. Ama kendini bir şey hissetmemek için zorlamak veya hiçbir şey hissetmemek çok büyük kayıp olur. Bir şey daha söyleyeceğim. Şüpheleri ortadan kaldıracaktır. Yaklaşmış olsam da asla sizin gibi bir şey yaşamadım. Bir şey beni hep tuttu. Ya da engel oldu. Hayatını nasıl yaşayacağın seni ilgilendirir. Sakın bunu unutma. Kalbimiz ve bedenimiz bizlere bir kereye mahsus verilmiştir. Sonra bir de bakarsın kalbin yorgun düşmüş. Bedenin de. Kimsenin bakmayacağı bir hale gelmiş, yanına  yaklaşmak istenilmesi şöyle dursun. Şu an kederlisin. Acı çekiyorsun. Bunu yok etme. Aldığın keyfi de öyle.” Mr. Perlman

Okuma listeme aldığım aynı adlı kitabını elimde olmayan sebeplerden ötürü kaybetmiş(yalan) olduğumdan(kütüphanemde kaybettim demek istedim), bir takım sorularınızın cevabı bende yok henüz. Fakat Guadagnino ile beraber katılmış oldukları bir açık oturumda ben o tip yazarlardan biri değilim, yani film kitaptan bağımsızdır ve yönetmenin eserine dönüşür, o yüzden senaryoda yapılan değişiklikler beni rahatsız etmedi demişti Andre Aciman. Zira filmin bittiği yerden bir on yıl sonrasında tekrar karşılaşan Elio ve Oliver’ın yaşadıkları kitapta varken, biz filmi Oliver’dan gelen telefon sonrası sarsılan ve şöminenin karşısında ailesinden gizlediği gözyaşlarıyla onu anarkenki halini izleyerek noktalamış olduk. Filmde yazarın cinsel kimliğini açık ettiği bir rolle karşımıza çıkması da bu kabulleniştendi belki de. Pek çok yazar arkasında durdukları işlerin, öncelikle de ustalığına güvendikleri yönetmenlerin filmlerinde görünmeyi, ufak bir rolde de olsa o filmde var olmayı(cebren ve hileyle olanını duymadım) kabul ederler. Bertolucci’nin The Sheltering Sky’ındaki Paul Bowles, Ümit Ünal’ın Gölgesizler’indeki Hasan Ali Toptaş ilk aklıma gelen taş(kaya da yakışırdı aslında) örnekler. Guadagnino’nun bir sonraki projesi olan Dario Argento’nun Luca usulü Suspiria’sını şimdiden merakla bekliyorum. Call me by your name’i de uzun bir süre beklemiştim ve beklediğime de değdi doğrusu. Birkaç cümle de filmin başrolünde yer alan ve aktörlüğün muasır medeniyet seviyesine erişmiş topraklarda özgürce icra edildiğinde ortaya çıkan sanat eserinin büyüklüğüne de değinmeden geçemeyeceğim. Yıldız ışığı taşıyan iyi birer oyuncu olmalarının dışında tatlılığıyla ve özgünlüğüyle işi götüren Timothee Chalamet ve ilahtan da öte bir Armie Hammer var başrollerde. İkisi de tüm cesaretleriyle eldiven giyer gibi üstlenmişler rollerini. Psikolojik olarak üstesinden çok kolay gelinebilecek karakterler olmamasına rağmen mevzuyu aşmış gördüm ikisini de izlediğim tüm neşeli röportajlarında. Filmin müziklerine gelince hepsi bir harikaydı ama Sufjan Stevens ‘ın Mystery of Love’ı ve Visions of Gideon’ı hala kulaklarımda. Bir de seksenler partisinde çalan Love My Way ve dans eden iki kabarık saçlı kızın çıldırışları da gülümsetti. Seksenler ve disko ortamları öyle garipti işte. Tuhaf tuhaf danslar ederdik barlarda, diskolarda. Y ve Z kuşağı siz o ortamları bilmezsiniz. Bir de Oliver’ın bir gece vakti sigarasını tuttuğu elini Elio’nun elinin üzerine koyduğu sahne vardı ve bu çook nazik bir detaydı. Söylemesem olmazdı. Şeftali ise filmin en çok konuşulan meyvesi pardon sahnesi oldu sanal ortamlarda. Yazarının da ne gerek var diyerek kitaba koymaktan neredeyse caymak üzere olduğu ama olmasının da kimseleri rahatsız etmediği Elio’nun çocukluğu saklıydı o şeftalide. Üstelik Brokeback Mountain ya da Boys Don’t Cry’daki gibi feci bir son yok bu filmde. Moonlight’daki gibi bastırılmış bir cinsel kimlik de. Sadece Oliver nişanlanmış, evlenecek belki seneye.

Son söz olarak bu filmi izlemek için her tür önyargıdan arınarak geçmeli insan ekran karşısına. Bir de Andrew Solomon okumalı bol bol.

Getty Images x Buzzfeed - 2017 Toronto International Film Festival Portraits

Call Me By Your Name - Cast

0BFDED7B-C90F-46AF-A0B6-FE6DDA7A57EF

THE SAVAGES : SAVAGE AİLESİ

F35CA33E-B1A9-4697-BDD0-03581CBD8231

THE SAVAGES : SAVAGE AİLESİ

“Senin yükselme saplantın ters tepiyor ve bu bencilce. Bu sen ve senin günahlarınla ilgili. Bu tür yerlerin aradığı da bu. Sen, avlamak istedikleri tüketici, suçlu nüfussun. Çevrenin güzelliği orada kalanlar için değil. Gerçekten ne olduğunu itiraf edemeyecek bizim gibi akrabalar için. İnsanlar ölüyor Wendy. Hemen şimdi şu güzel binanın içinde, korku filmlerinde olduğu gibi. Vee tüm sağlık propagandası ile çevre güzelliği insanların öldüğü gerçeğini saklamak için. Ölüm gazlı, dehşetlidir. Kir ve küflenmiş koku doludur.” Jon Savage

“-Evli misin?
Hayır ama erkek arkadaşım evli.”

2007 yılında çekilmiş, üzerinden on yıl geçmiş bir filmi vizyona giren bunca film varken izlemiş olmanın, üzerine de marifetmiş gibi paragraflar dolusu cümleler döşenmeye hazırlanmamın zamanı mıdır sorusuna vereceğim cevapla başlıyorum yazıma: Evet, zamanıdır. Hem de tam zamanı. Hani bazı kitapların bir zamanı vardır derler. Hani öğrenci hazır olmadan öğretmen ortaya çıkmaz da derler. Bu filmler için de geçerli bir kural. En azından benim için öyle oldu çoğu zaman. Zamanı gelmiş bu film de on yıl sonra bir vesileyle çıktı karşıma. Tavsiye sonucu diyeyim size. Bunama belirtileri gösteren babalarına huzurevi arayışındaki iki entelektüel kardeşin çektiklerine ortak, aşama aşama neler yaşadıklarına şahit oldum filmi izledikçe. Ben de çok yakın bir tarihte seksen iki yaşında kaybettiğim halamın hastaneden çıktıktan sonra yaşadıklarına şahit oldum buna benzer bir şekilde. Bir hafta hastane, iki hafta huzurevi, bir hafta kadar da yoğun bakımda kalan, hayata, insanlara karşı öfkeli halam ne kendini ne de bizi daha fazla yıpratmadan sessizce ölüverdi bir anda Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin hasta soğuk yoğun bakım odasında. Doktorları yarın bir gün odaya çıkartacağız deseler de yağmurlu bir pazara denk gelen on aralık gününde morga düşüverdi sessizce. Vasilik için belirlenen on ocak’taki mahkeme gününü göremedi bile. Bekardı, yalnızdı, pencere önü çiçeğiydi. Dolu düşüncelerle gitti. Kalabalık yaşadı her zaman. Bavullar dolusu hiç giyilmemiş kıyafetlerini hiç gidemeyeceği seyahatler için sakladığı arka odasında bulduk. Evine dönemeyeceğini hissettiği anda at demişti hepsini. Öldüğü gün dağıldı eşyaları, giymelere kıyamadıkları. Protez dişlerini aldım getirdim yanımda. Cımbızları vardı bir kutuda, tırnak makası, boncukları, özel eşyaları. Sandığında da küflenmiş havluları, atkıları, şalları, hepsi birbirinden şık masa örtüleri. Bu kadar zevkli olduğunu bilmezdim halamın. Ben onu hiç tanımamışım. Altı yaşına kadar kaldım yanında. Babaannem sağdı o zamanlar. Onun bana baktığı kadar ben ona bakamadım son zamanlarında. Yaklaştırmazdı sağlığında kimseleri yanına. Dikenleri vardı, batardı. Evinin karşısında yer alan aşevinin çalışanlarından huylanmış, camlarını indirmişti bir gün. Çalışan kadını saçından yakaldığı gibi fırlatmıştı duvara. Korkusundan kırılmaz cam taktırıp, en kalınından perde koydurmuştu kaygılı aşevi çalışanları. Kızılay hemşiresi olan halam, gençliğinde kendini Jeanne D’arc’la özdeşleştirirmiş. Dünyayı kurtarmak imiş gayesi. Kendince bir Jean D’arc’lık yapmıştı giderayak karşının camlarını kırarak. Milliyetini karıştırdığı için pis Bulgar dediği, aslen Arnavut olan aşçı Kemal’e tencerelerini verirdi yıkatmak için. İlk duyduğunda bozulduğunu itiraf eden Kemal duya duya alışmış zamanla yeni milliyetine. Sorun yok demişti bir gün, nasılsa komşu coğrafyalardı halamın aklında kalan. Bir defasında da karşı kahveye gelenlere takmış, pis Kürtler demiş onlara da. O pis Kürtler bir gece onun camını indirmişti yalnızca. Bu olaydan sonra misilleme yapıp, yandaki aşevinin camlarını indirdiğini düşünmüşümdür her zaman pis aşevciler diye diye. Kendisine yapılanı yapmıştı bir başkasına. Hastaneye kaldırılma anlarını gören, duyan aynı kahve sakinleri ceketlerinin önünü ilikleyerek gelmişlerdi taziye için kapısına. Yerlere saçılmış paraların orta yerinde yatar halde bulmuşlar onu. Yeni aldığı üç aylığını yatıramamış bile bankaya. Bize tek kuruş para harcatmadan gitti halam. Kefen parası yanındaymış. Tek laf söyletmedi ardından, yük olmadan gitti uzaklara. Bütün hastane masraflarını ordan karşıladık, ambülans ve özel huzurevi aylığını bile ordan verdik. Sanki olacakları bilmiş bir şekilde. Polis camı kırıp girmiş içeriye. Bir kez evine gitmiştim, kısa bir süre için bavulumu bırakmıştım. İki saat sonra döndüğümde bavulum kapıdaydı. Yarım saat oturdum oturmadım içerde. Benim kalacağımı düşünmüş olacak ki, döndüğümde sevinçliydi halam ben gidiyorum dediğimde. Dedim ya bavulumu koridora koymuş, ben demeden tutuşturuvermişti elime. Bekar ve yalnız halam benim, kanım o benim. Hala gözyaşlarım var ona karşı saklamalara kıyamadığım. Onunla beraber bitti gitti, tükendi tüm hırsım. Canım istemiyor bir şey yapmak, canım istemiyor sokağa çıkmak. Sadece yapmak zorundayım, yaşamak zorundayım. Bir film izlemek zorundayım mesela içinde halam olan. The Savages’ın içinde benim de halamdan bir tutam var, meğer ondan çıkmış karşıma on yıl sonra karşıma.

8A92D2ED-4CB6-4A9C-B597-5D21D3650388

Amigo kızların muntazam evlerin ve muntazam traşlı ağaçların olduğu Arizona Sun City’nin sakin, geniş ve düzenli sokaklarından birinde ponponlu ve tonton vaziyette ortaya çıktıkları sahneyle açılıyor film. Etrafta nefes alan herkes de tıpkı bu ponpon kızlar gibi ayrı ayrı tontonlar. Sakin sakin araç kullanıyorlar, öyle de hareket ediyorlar. Sun City insanların şortla, terlikle ortalıkta gezdiği bir çeşit açıkhava huzurevi sanki. Bu evlerden birinde ben hasta bakıcı değil, ev sağlığı bakım uzmanıyım diyen görevli ortalıkta don paça gezen Larry’ye kızıyor sifonu çekmediği için. İlgilenmek zorunda olduğu yaşlı kadınsa boş bakışlarıyla yaşıyor mu yaşamıyor mu belli değil. Tuvaletten çıkmak bilmeyen Larry’yi fark eden görevli, içeri girdiğinde gördüğü manzara karşısında dona kalıyor. Tuvaletin içinde birikmiş pisliklerle aynaya yazı yazmış Larry. Şuuru gitmiş gibi, bir çocuk gibi ağlıyor mu gülüyor mu belli değil. Aynı gün New York City’de bekar yaşayan kızı Wendy’e haber uçuruluyor ilk önce. O da Buffalo’daki erkek kardeşini arıyor. İkisi de bekar olan kardeşleri tanıyoruz böylelikle yavaş yavaş. İki kardeş de “yazmak” işindeler. Jon profesör ve Brecht üzerine bir kitap yazıyor. Mesleğinde hırslı, ödül almak peşinde. Polonyalı kız arkadaşı ile evlenmediğinden, vizesinin süresi dolan kadın sınırdışı edilecek ve o buna bile sessiz kalıyor. Fakat her sabah ona yumurta pişirdiğinde ağlıyor suçluluk duygusundan ve minnetten. Wendy’se tiyatrocu ve piyesler yazıyor. Aynı zamanda da bir ofiste çalışıyor geçici olarak. Evinde kedisiyle yaşıyor. Evli bir adamla ilişkisi var. Adam tipik ne yardan ne serden. Yani hem karısını hem Wendy’i idare ediyor. İki kardeşin hayatlarına bakılacak olursa, her ikisinin de hem kariyer açısından hem de özel yaşantılarında bir şeyleri ıskaladıklarını görüyoruz. Hayatlarını düzene sokamamışlar halen daha.

83AE18E9-50FC-4986-A787-61E56D1AD1F9

AA6B0EA4-CD10-4598-95C7-FCAF754DE789

Babalarının resmi nikahsız beraber yaşadığı kız arkadaşı ölünce, çocukları aileden olmadığı için Larry’e bakamayacaklarını söylüyor. İş başa düşünce de Sun City’de elleri kolları bağlı vaziyette bir hastaneye yatırılmış babalarını almaya gidiyorlar. Babaları üzerlerine kalıyor böylelikle. Fakat modern zamanlar bunlar ve Jon tıpkı anneleri gibi kendilerine pek bakmamış ihtiyar babalarını bir huzurevine yatırmanın en doğru karar olacağını söylüyor. Bakıcıya verecek paraları da olmadığından, altını değiştirip, temizlemek zorunda kalacaklar yoksa. Wendy’se korkunç korkunç insanlar olduklarını tekrarlayıp duruyor bu kararlarından ötürü. İş uygun bir huzurevi bulmaya kalıyor ve Jon takibi kolay olacağı için Buffalo’da bir yer aramak üzere yola çıkıyor. Destekli yaşam merkezleri bunama sorunu olan hastaları kabul etmediğinden daha demode, ilkel ve hastanevari huzurevlerinden birine yatırılmak üzere kutu kutu ilaçları ve yedek bağlama bezleriyle yola düşen baba kızın uçakla Buffalo’ya giderken yaşadıklarıysa tam bir efsane. Geldiklerinde aynı odayı paylaşacağı akranıyla aralarındaki perdeyi çektiklerinde, gözünde gözlükleri, elinde kitabı, evinden taşınmış özel eşyaları, kitapları ve çerçeveler arasında yatağında oturmakta olan adama merhaba diyorlar ezile ezile. Onlar da zamanla kendi taraflarında bir düzen kuruyorlar bundan böyle. Bu süreci yaşamamış olan biri tüm bu ayrıntıları bilemeyeceğinden filmin aynı zamanda senaryo yazarı da olan yönetmeni Tamara Jenkins’in çektikleri ve gözlem yeteneği hakkında bir fikir sahibi oluyorsunuz bu sayede. İlk huzurevi günü akşamında hemşire sıkı sıkı tembihliyor Wendy ve Jon’a ilk ayrıldıkları akşam olayı fazla abartmamaları ve sıradan bir şekilde vedalaşmaları hususunda. Larry ise kafa karışıklığı içinde. Odadan çıkarken kıza bahşiş vermeyi unutmayın diyor, çünkü kendini otelde zannediyor. Çoğu yaşlı insan gibi duyma sorunu yaşadığından, kulaklık alıyorlar ona ve nerede olduğunu söylemek mecburiyetinde kalıyorlar bir süre sonra. Prosedür gereği kendisine soruyorlar gömülmek mi yoksa yakılmak mı istediğini ve de komaya girerse eğer solunum cihazına bağlanmak isteyip istemediğini. Aklı başına gelen Larry fişimi çekin, gömün beni idiotlar diyor öfkeyle. Hastalığın cilvesi ve biraz da tabiatından kaynaklı ara ara öfkesi dışına taşıyor yaşlı adamın. Yine de çocukları arabada onun için kavga ederlerken, kulaklığının sesini kapatıp, montunun kapüşonun başına çekiyor ve kendi dünyasına dalıyor. Hastanede kendi film gecesinde ırkçı bir film izletiyor hastalara ve çalışanlara. Çoğunluğu zenci olan hasta bakıcılar tepki gösteriyorlar siyah boyayla zencileşmeye çalışan fakat daha çok maymuna benzeyen Fred Astaire’in haline. Babasının ona attığı tokatlar geliyor aklına bu anlarda. Babasından gördüğü sevgisizliği aktarmış çocuklarına, daha iyisini görmediğinden öyle de devam etmiş aksiliği.

A94F95ED-5ADD-4AF5-9A2D-85EB59C02BE2

Wendy babasının bulunduğu ortamdan rahatsızlık duyuyor ve onu daha iyi bir yere yatırmanın telaşı içine düşüyor. Wendy’nin göremediklerini söylüyor Jon ona nihayet. Benim için filmin anlatmak istediği şeyleri bu birkaç cümle ile özetliyor Jon rolünde Philip Seymour Hoffman. Aktörün hiçbir rolü unutulur gibi değil ki. Kendisinin “kötü” bir tane bile performansını izlemedim ki… Wendy bundan böyle kabullenmeyi öğreniyor. Ara ara çıkışları oluyor yine de. Babasının kırmızı yastığını tekerlekli sandalyedeki kadının elinden çekip alırken içindeki şirret çıkıyor meydana. Çok işler başarmış gibi alıp babasına götürdüğünde adam istemiyor bile. Hasta bakıcı sanıyor onu, tanımıyor. Bundan böyle de terminal aşamaya giriyorlar. Çeşitli nedenlerden ötürü yakınlaştığı Nijeryalı erkek bakıcı babasının daha ölmeyeceğini söylüyor ona. Çünkü havanın bedeni terk etmesinden ötürü, ayak parmakları ölüme birkaç gün kala muhakkak bükülürmüş. Wendy merakla açıp baktığında bükülmediklerini görse de, bir gün geliyor ve bükülüyorlar nihayetinde.

Bütün hastalıklarda geçirilen aşamalar vardır. İlk duyulduğunda yaşanan şok, gerçeklerle yüzleşmekten duyulan sıkıntı, kaçış, reddediş, bahaneler üretme ama sonunda illaki kabulleniş. Bu film bu zaman dilimini hasta yakınları açısından çok gerçekçi bir şekilde anlatıyor. Nereden mi biliyorum, yirmi dört saat içinde üç huzurevi değiştirdim çünkü. Neden, hiçbirini  beğenmedim çünkü. Neden? Halamı eve alıp bakamayacaktım ve onu lüksün içinde yatırdığım takdirde huzurum olacaktı, başımı yastığa rahatça koyabilecektim çünkü. Ve bunlar da benim günahlarım çünkü. Yaşlılık en kötüsüymüş, yaşlılıkta yalnızlık en fenasıymış. Dört gün boyunca felçten aç susuz kala kaldığı yatağında yatarken bulunup hastaneye getirildiğinde ve ben ona ancak altı saat sonra ulaşabildiğimde yoğun bakımda şuuru yarı açık, ağzı köpükler içinde gördüğüm andaki çaresizliğini, böylelikle onu terk eden dikenlerini şimdi ben aldım batırıyorum her gün yüreğime.

Bir arkadaşımın tavsiyesiydi bu film. Üzerine Meyerowitz Stories’i, onun üzerine de Amour’u izlersen eğer kendi intihar üçlemeni de tamamlamış olursun dedi bana. Henüz bir intihar girişimim olmamakla beraber, insan ara ara da düşünmüyor değil hani, çağımızın kanserden daha büyük bir vebası olan ve kişiyi bir sebzeye dönüştüren Alzheimer öncesinde demansa yakalanırsam diye gizli bir vasiyetle üçüncü şahıslara duyurmadan, Allah(hastalık) aklımı almadan canımı alsın diye ve hem kendime hem de çevremdekilere vereceğim en az hasarla yaşam döngümü tamamlama kaygısıyla bir yakınıma gerekli talimatlarda bulunmak isteğiyle yanıp tutuşmadım da değil bu filmler, en başta da halam sayesinde.

Meyerowitz Stories’de babaları hastalanan üç evlat bir süre sonra ellerinde kağıt kalem doktorun ağzından çıkan her ayrıntıyı not ediyorlardı. Doktorlarının yurtdışına çıkacağını öğrendiklerinde kadına tavır alıyor, gitmemelerini rica ediyorlardı. Doktorsa hastadan daha çılgın hasta yakınlarıyla uğraşmaktan oldukça antrenmanlı ve kontrollü bir şekilde kocam gitmezsem beni öldürür diyordu sakin sakin. Sonra da hemşireye takıyorlardı. O gidince hüzünlenip, tekrar karşılaşınca sarılıyorlardı kimselerin anlayamayacağı bir coşkuyla kızın şaşkın bakışları karşısında. Ne de olsa o da ailelerinden biriydi. Bablarına bakmıştı çünkü. Hastanede kurdukları düzene o kadar alışmışlardı ki, evde yedikleri yemek onlara tat vermiyordu. Çünkü babaları ordaydı. Çünkü babanın olduğu yer yuvalarıydı. Hastane zamanla bir yuvaya dönüşmüştü gözlerinde. Ben bunları o kadar çok yaşadım ki ve bunları yaşamazsan bilemezsin… Ki.

2772B9D1-CD7D-4E66-A332-65C0C5BCFC83

 

THE KILLING OF A SACRED DEER : KUTSAL GEYİĞİN ÖLÜMÜ

ED13CACD-830B-4EE8-B598-A927D9D9B433

THE KILLING OF A SACRED DEER : KUTSAL GEYİĞİN ÖLÜMÜ

”Mitler toplumsal rüyalardır; rüyalarsa özel mitlerdir.” Joseph Campbell, antropolog

Korkma sakın. Histerik olma. O kadar da trajik değil. Bazen bedenin hareket edememekten ağrıyor ve uyuyamıyorsun. O kadar.” Kim

Filmin yönetmeni Yorgos Lanthimos’un izlediğim üçüncü filmi “Kutsal Geyiğin Ölümü”. Oyuncu olarak yer aldığı Attenberg’i de izlemiştim daha önce, oyunculuğu nasıl acaba diye. Adam yönetmen, aklına esmiş bir filmde rol almış, oyunculuk üzerine kariyer yapmamış neticede. Yönetmenliği altında izlediğim filmlerine gelince de Dogtooth’u şaşkınlıkla karışık bir beğeniyle, Lobster’ı artık yönetmeni bildiğimden ötürü duyduğum aşinalıktan kaynaklı fakat tereddütsüz bir hayranlıkla, son filmi olan Kutsal Geyiğin Ölümü’nü ise Lanthimos’sa izlenir türünden bir farkındalıkla izledim ve yine değişik buldum ve çok beğendim. Sizi hangisini daha çok beğendiğimi sorma ve düşünme sıkıntısına düşürmeden diyeceğim ki: “Dogtooth”. Böyle zekice sinir bozmak bir Haneke’ye mahsus sanırken, yanılttı bizi Atina’lı yönetmen, seneler 2009’u gösterir iken. Tek atımlık kurşunu olmadığını ispatlayansa, arka arkaya çektiği iyi filmleri oldu, öncelikle de Lobster geldi. Amerikalı ve Avrupalı oyuncularla çektiği filmle Cannes’dan eli boş dönmedi. “Kutsal Geyiğin Ölümü” ise yine Cannes Film Festivali’nden bu sefer en iyi senaryo ödülü ile ayrıldı. Geniş ve ferah alanlarda geçmesine rağmen yanıltıcı ve tekinsiz mizansenler, uzaktan takip halinde hareketli kamera, yer yer iyice ilginçleşen soğuk tonlamalı diyaloglar, tuhaf aile bağları, dış dünyadan gelen bir yabancının var olan düzeni yıkması, mitolojik ve dini göndermeler, enteresan bir intikam ve eden bulur hikayesiyle birleşiyor bu defasında. Eden buluyor mu, evet buluyor ama masumun kurban edilişiyle son buluyor. Filmin adında bahsi geçen kutsal geyik nedir diye sorduğunuzda, Yunan mitolojisi devreye giriyor ve size burada ilk önce bu mitosu özetlemeye çalışacağım internetten aşırdığım bilgiler eşliğinde. Kısaca filme giriş yapıyoruz bu vesileyle. Önemli bir kurban mitine sırtını yaslamış senaryosu. Aslı ve arketipi ise Troya savaşı esnasında yaşanmış. Aka ordusu kral Agamemnon önderliğinde birleşerek Troya’ya karşı sefere hazır halde Yunanistan’ın kıyı kentlerinden Auilis’de toplanmışlar. Donanma tüm hazırlığını tamamlamış ve denize açılmak için uygun rüzgarın çıkmasını beklemeye başlamış. Günler geçmesine rağmen rüzgar bir yana küçük bir esinti bile olmazken, askerler sabırsızlanmaya başlamışlar ve ordunun bilicisi Kalkhas’a danışmışlar. Kalkhas bilicilik yeteneğini konuşturmuş ve kehaneti duyurmuş; rüzgarın çıkmama nedeni Artemis’tir diye. Çünkü tanrıça avlanırken kendisine ait bir geyiği öldürdüğü için kral Agememnon’a öfkelenmiş ve ona kin beslemiş. Artemis eğer Agamemnon’un kızı İphigenia’yı kendisine kurban olarak sunarsa kralı bağışlayacak, rüzgarın esmesini ve donanmanın yola çıkmasını sağlayacakmış. Bu sözler üzerine çılgına dönen Agamemnon önce kızını kurban etmeyi kabul etmese de, Menelaos ve Odysseus’un donanmanın çıkarlarını kendi çıkarı üzerinde tutması gerektiği yönündeki sözleri ve ısrarları üzerine durumu kabullenmiş. Mykene’deki Karısı Klytaimestra ve kızına bir haberciyle gönderdiği mektupta, İphigenia’yı Akhilleus’la evlendireceğini, bu nedenle Aulis’e gelmelerini bildirmiş, bu habere sevinen Klytaimestra ise kızını yanına alarak Aulis’e gelmiş. Agememnon’un yanına geldiklerinde kızının gelin olarak değil, kurban olarak çağrıldığını öğrenen Klytaimestra öfkeden deliye dönmüş. Yalvarmalar ve ağlamalar kararı değiştirememiş ve kurban edilmek için hazırlanan İphigenia sunağa çıkartılmış. Tam bıçak boğazını keseceğinde, merhametli tanrıça Artemis, kızı sunaktan alarak yerine bir geyik bırakmış. İphigenia’yı kurban edileceği sunaktan alarak rahibesi olarak Tauris’e (Kırım) tapınağına götürmüş. Kurban kesildikten sonra rüzgar esmeye başlamış, donanma yola koyulmuş. Tekrar evine dönen Klytaimestra ise kocasının kızını kurban etme isteğini hiç bir zaman unutmamış. Savaş bitip Agamemnon ülkesine döndüğünde, bu yaptığının bedelini krala canıyla ödetmiş. Efsane kısmı burada bitiyor, biz şimdi gelelim filmimize.

113448B3-D08E-483C-9D66-F02187173C46

Yerinde atmakta olan bir kalp var filmin açılış sahnesinde. Kan kırmızısı değil rengi, kalp bildiğin kalp şeklinde de değil. Atıyor ait olduğu yerde. Bir el var dikişleri atmakta olan. O elin sahibi olan karizmatik doktor rolündeki Colin Farrell’ınsa rol aldığı ikinci Lanthimos filmi bu. Üzerindeki kanlı kıyafetleri çıkarır çıkarmaz çöpe atıyor. Kamera cerrahtan kalan öte berinin bulunduğu çöpe bir süreliğine odaklandıktan sonra, anesteziyolojisti Matthew ile beraber uzuun bir koridorda yürürlerken yüzeysel bir şekilde kol saatleri üzerine konuşuyorlar. En yakın tarihte Dunkirk’te izlediğim Barry Keoghan, Martin rolüyle çıkıyor bu sefer karşımıza. Babasını kaybetmiş, annesiyle beraber yaşıyor delikanlı. Filmin başında yetimliğinden kaynaklı Steven’a yakınlık duyduğunu düşündürtüyor. Beraber öğle yemeği yiyorlar, Steven ona bir saat hediye ediyor, evine davet edip ailesiyle tanıştırıyor, karşılığında o da onun evine gidip annesiyle tanışıyor. Steven’ın on altı yıllık evliliğinden bir oğlu bir de kızı var. Göz doktoru olan güzel bir eşe, beraber doktorculuk oynadıkları garip bir cinsel hayata, şık mobilyalarla döşeli iyi bir muhitte yer alan dışardan da şık görünen bir eve sahip. Steven, Martin hakkında iş arkadaşına ve karısına yalan söylüyor. Babasının trafik kazasında öldüğünü söylüyor karısı Anna’ya, arkadaşına da Martin’in yakın bir akrabası olduğunu söylüyor. İki erkek arasındaki gizem ilerleyen dakikalarda çözülüyor. Bu arada Steven’ın üç yıldır içmediğini öğreniyoruz. Martin, Steven’ı o kadar benimsemiş görünüyor ki açıkça söylüyor annesiyle birlikte olmasını onayladığını. Etraflarında dönen bunca gariplikler karşısında iki masum çocuktan Kim ilk gördüğü andan itibaren Martin’den hoşlanıyor. Bu arada bir sabah okula gitmek için yataktan kalkan Bob, bir daha yataktan kalkamaz hale geliyor. Derhal hastanelerine götürüyorlar ve tüm tetkikleri yaptırıyorlar sırasıyla. Tüm tetkiklerin sonucu iyi çıkıyor. Psikosomatik bir vaka olduğunu düşünen karısını paylıyor Steven. Çocuğu zorla yürütmeye çalışıyor. Martin Bob’u hastanede ziyarete geldiğinde ancak bir açıklama getiriyor tüm bu yaşananlara. Steven’ı kafeteryaya çağırıp anlatmaya başlıyor. Zamanında Martin’in yaptığı ameliyatta ölmüş babası. Şimdiyse bu acının telafisini istiyor ve karşılığında Steven’ın kendi ailesinden birisini öldürmesi gerektiğini söylüyor. Buna karar verecek olan kişi de yine Steven olacak ve eğer Bob, Kim ya da eşinden birini öldürmezse hepsi birden hastalanıp ölecekler. Önce paralize olacaklar, sonra açlıktan ölene dek yemek yemeyi reddedecekler, son olarak gözlerinden kanayacaklar ve tüm bu belirtilerden sonra da nihai son gelecek. Anlatılanları sükunetle dinleyen Steven, az sonra çağırdığı güvenliğin Martin’i hastaneden kapı dışarı edişini de aynı sükunetle izliyor.

Filmin başlarında dışarıdan son derece mükemmel görünen çiftin, en büyük zorbalığı çocuklarına uyguladıklarını öğreniyoruz yavaş yavaş. Anne kız arasındaki çekişme hiç bitmiyor, anne kızını tokatlıyor, anne kızının elindeki telefonu zorla elinden alırken bir yandan da ben babana benzemem diyerek incecik bileğini sıkıyor hiddetle, baba oğluna o çok sevdiği saçlarını kestirmesini söylüyor, yemek yemiyor diye kızıp donut’ı ağzına tıkıştırıyor, yürümüyor diye yerde sürüyüp en nihayet yere atıyor, birbirimize bir sırrımızı verelim dedikten sonra da ergenliğinden kalma saçma sapan bir anısını paylaşıyor onunla. Karşılığında bir sırrını anlatmasını istediğinde, çocuk saf saf benim hiç sırrım yok diyor. Hızını alamadığında Martin’in evine gidip kapısını yumrukluyor. Annesinin fantezilerini gerçekleştireceğini, sevdiklerine bir şey olduğu takdirde hapislerde çürüyeceğini dillendiriyor yüksek sesle. Sonunda da karısına babasının ameliyat masasında kaldığında 46 yaşında olduğunu ve ameliyata alkollü girdiğini itiraf ediyor. Ona kalsa hastayı öldüren ameliyat değil, anesteziyolojistin hatası ve asla bir hastayı öldürecek türde bir hata yaptığını düşünmüyor. Anesteziyolojiste kalsa da her zaman cerrah sorumlu ve Steven ameliyata girmeden iki tek/duble çakmış bile çoktan.

BF9D69E3-5E51-46E0-A093-DA91B866D090

Karısı Steven’ın yapmış olduğu hatanın bedelini neden ben ve çocuklarım ödemek zorunda kalıyoruz diye sormaya Martin’in evine gittiğinde, çocuk zamanında kendi yaşadığı acının ve yetim kalışının tarifsiz ağırlığını anlatıyor ona kibarca. İki çocuğu da yatağa bağımlı vaziyette eve getiriyorlar bundan sonra, tıbben yapılabilecek bir müdahalenin imkansızlığı karşısında. Mamayla besleniyor çocuklar bu zaman zarfında. Hasta yataklarında, monitöre bağlı ölümü bekliyorlar evde. Steven’sa yedisinde neyse yetmişinde de o misali, çocukları yan odada ölürken, patates püresi filan yapmasını istiyor karısından. Steven başarılı bir cerrah, iyi bir aile babası gibi görünse de; bir hastasının ölümüne neden olmuş, öfkeli, yalan söylemekten çekinmeyen, son derece yüzeysel bir adam öte yandan.

Bundan sonra yaşananlarsa kah trajikomik, yer yer de gore. Kim eğer yaşarsa Martin’le beraber olmak istiyor bundan sonraki hayatında. Bob öldüğü takdirde mp3’ünü almak için izin istiyor ondan. Bob zamanında babasının buyurduğu gibi saçlarını kendi elleriyle kesiyor. Babası evlatlarından birini feda edecek ama bir türlü karar veremiyor. Okullarına gidip yetkiliye soruyor siz olsanız hangisini seçerdiniz diye. “Sophie’nin Seçimi”ndeki gibi bir karar vermesi gerekecek çünkü. Tek farkı, seçtiği evladını kendisi öldürmesi gerek bu senaryoda.

6D5D8DC6-4F65-4A0A-A20A-B5A8F12BA8A0

Murphy ailesinin evlerinin bodrum katında Martin var artık. Steven onu bir başka şey için çağırıp, elini kolunu bağlamış. Öfkesinden toparlıyor, dişlerini kırıyor. Martin’se Steven’ı ısırdıktan sonra, kendi kolundan kopardığı bir parçayı tükürüyor kan revan içinde. Kim sürüne sürüne merdivenlerden inerken, Martin son derece umursamaz bir halde kan revan içinde bağlı da olsa sigarasının dumanlarını üflüyor havaya. Olanlardan zevk alıyor gibi, az önce şakağına silah dayanmış olan o değilmiş gibi, sanki ölmekten korkmuyormuş gibi. Eğer Steven onu öldürseydi, bu lanet gereği, olmadı yasalar gereği bir kurşunla dört kişiyi öldürecekti. Anna ise İsa’ymışçasına önünde eğilip ayaklarından öpüyor Martin’in. Kızları kendini feda ediyor. Tanrısı olarak gördüğü babasına bana can verdin, ancak sen alabilirsin diyor. Efendisine itaat eden bir kul gibi konuşuyor. Anne ise tekrar bir çocuk yaparız, daha yaşımız genç, olmadı tüp bebek olur diyor. İnsan doğası diyoruz ya bazen, şöyle kötü böyle fena diye… Steven bir an olsun karısını feda etmeyi düşünmüyor, çünkü bu ağır yükü ve bırakacağı suçluluk duygusunu tek başına taşıyamayacağını ve kimseyle de paylaşamayacağını gayet iyi biliyor. Oğlunu öldürdükten sonra yani Iphigenia yerine geyiği feda ettikten sonra maaile gittikleri restoranda bir şey olmamış gibi oturuyorlar. Martin içeri girip tabureye oturduğunda Kim’in onunla kurduğu gelecek planlarından vazgeçmediğini görüyoruz. Nasılsa bir kurban verildi, kısasa kısas gerçekleşti, herkesin içi rahat etti. Hayat devam edecek bir şekilde, öyle ya da böyle.

Çok enteresan bir oyuncu yönetimi olan Lanthimos, yer yer bir manken gibi kullanmış tüm aktörlerini. Bunun bilincindeki oyuncularsa, askıdaki kıuafetler misali hazır vaziyette podyum sırasını bekliyorlar sanki. Nicole Kidman’a gelince, Cannes’da verilen onur ödülü bile çok az kendisine. Alicia Silverstone’sa filmin sürprizi olmuş, özellikle de benim gibi doksanlarda genç olan bir kuşaktan gelenler için.

A465D3DE-C01B-49D5-815C-6888112828F5

31747418-F200-4009-B318-1B311E022585

THELMA

7C260A3A-D642-4074-87A7-E6E92418F3FD

THELMA :

“Bilgi insanı diğerlerinden üstün kılmaz. Bilgi olmadan hayat nasıl meydana geldi?” Trond

“Tanrım kurtar beni bunlardan
Çıkar bu düşünceleri aklımdan.” Thelma

“Sorduğum soruları düşün, bırak düşünceler seni bulsun.” 

“Louder Than Bombs”un üzerinden iki sene geçmişken karşıma çıkan bir başka Joachim Trier filmi oluyor Norveç’li yönetmenin son filmi olan “Thelma”. Filmden taşan kuzey ışığı Ingmar Bergman’ın filmlerini akla getiriyor ister istemez. Yönetmen kah insan psikolojisi ve kişinin eylemlerinin gerekçelerini ortaya çıkarırken derinlerde yatanları ortaya çıkarmak, kah karakterin olası sapmalarını neden ve sonuçlarıyla irdeleyişiyle fark yaratıyor her defasında. İyi bir gözlemci de aynı zamanda. Bir küçük dipnotum var bu yazıyı okumakta olan Trier hayranlarına; kendisi kendine ayırdığımız film süresi boyunca filmin her şeyi olmayı sever, açık bıraktığı her kapıyı filmin sonlarına gelindiğinde tek tek kapatmasını bilir, karanlıkta bir şey bırakmaz, cevaplar basittir asıl karmaşık olansa ruhtur, pastadan ne çıktığını bildirir, her şey mantık çerçevesinde yerine oturur ve bunu sağlayan elin varlığını da her daim hissettirir seyircisine, tüm cevapların bir sorusu vardır ve tersine indirgemeci bir yöntemle cevaptan soruya ulaşırız nihayet ve bu bize hedefi ıskalamadığımız hissi verir. Bir elin parmaklarını oluşturmasına bir kalmış yönetmenin filmografisine bakıldığında, aynı soyismi taşıdığı Danimarka’lı yönetmen Lars Von Trier gibi kendine has sinemasını usul usul oluşturduğunu görürüz. Sessiz ve derinden gittiğinden çağdaşlarından ayrılır. Takip edilmesi şarttır. Kuzey sineması Nordisk cinai dizilerinden ve filmlerinden ibaret değildir çünkü. Konforun, soğuğun, bilincin, medeniyetin ve bolca Ikea mobilyanın orta yerinde, peki ama ruh diye çırpınan pek çok zeki insan vardır muhakkak ve onların sinemaya katkıları da pek mühimdir dünya sinema tarihine katkı sağlamış Kuzey’in her daim parlayan ışıklarına bakıldığında.

91EDD896-42DC-4ED7-9D51-AA095A9FAE3B

5A25F395-DF67-4675-ACD2-C29334AE08B4

Donmuş bir göl ya da akarsu üzerinde yürümekte olan bir avcı ve küçük kız görüntüsüyle açılıyor film. Balıklar yüzüyor hemen altlarında. Baba deyişinden onun bu küçük sevimli kızın babası olduğunu anlıyoruz. Karlarla kaplı ormanın içinde geyik avlamak için bulunan babası bir anda tüfeğini kızının başına doğrultuyor, fakat tetiği çekemiyor. Kırmızı Başlıklı Kız ve zalim Avcı’nın hikayesi ile başlıyor film. Bu küçük ipucundan yola çıkıyor ve yıllar sonrasına gidiyoruz. Küçük kızı büyümüş ve koleje başlamış olarak görüyoruz. Tek başına yaşadığı ufak dairesinde, annesi ve babası internetten ders programına kadar öğrenip onu takip ediyor, telefon açıyorlar hiç durmadan neler yapıp ettiğine dair. Kızın facebook’una eklediği herkesi büyük bir titizlikle inceliyorlar. Thelma ise büyüme sancıları çekiyor girdiği yeni ortamdaki arkadaş çevresine uyum sağlamaya çalışırken. Sağlık sorunları peşini bırakmıyor. Epileptik olduğu düşünülen bir nöbet geçiriyor kütüphanede arkadaşlarının önünde. Doktoru epilepsi teşhisi için erken olduğunu düşünüyor. Eski kayıtlarına bakmak için doktorunu araması gerektiğini söylediğinde, ailesinin bilmesini istemediğini söylüyor Thelma da. Babasının da hekim olduğunu öğreniyoruz sonradan. Bu film aynı zamanda bir büyüme ve olgunlaşma hikayesi. Tür olarak “Coming of Age Movies” olarak adlandırılıyor ve hemcinsi Anja ile tanıştıktan sonra yaşadıkları, çektiği aşk acısı, kimi aptalca davranışları, bir yandan yaşadığı karabasanlar, düşle karışık gerçekler, baskıcı ailesinin kuşatması ve baskılanmış geçmiş yaşantısının uzantısının sonucu olan nöbetleriyle baş etmeye çalışarak büyüyor Thelma. Bu kaosun içinde yaşadığı aşk onu hem kurtarıyor, hem de kafasını karıştırıyor. Genç kızın kimi zaman alay konusu olan dindar Hıristiyanlığı da ailesinin katı tutumundan sirayet etmiş. Koskocaman bir haç kolyesi takıyor. Hiç içki içmiyor. Ta ki Anja ile karşılaşana dek. Günahlarından arınmak için duvarın önünde diz çöküp temiz bir kalp için dua ettiğinde en nihayet babasına ve Tanrı’ya olan kızgınlığını dile getirebiliyor yüksek sesle. Doğaüstü güçleri yüzünden ailesine ve kendine yaşattığı trajedi sayesinde cezalandırılışı onun kabahati değil çünkü. Sadece kendisi olmak, istediği gibi davranmak, istediğini sevmek için neden izni olmadığını sorguladığı bir yaşta, aslında kandırılıyor bir nevi. Tanrı’yı öğrendikten sonra bir şeyi kalmayacaktı, hani?

15A45304-1403-40EA-B23F-27A13D50B21B

1A1C4163-53CC-4104-84C1-8E0451FEA95F

Film boyunca Thelma’nın hep en yakınındaki erkekleri cezalandırdığını görüyoruz. Bilinçli yapmıyor belki ama verdiği ikinci ceza ile annesini özgür kılması mümkün oluyor. Babasını kendi içinde yaşadığı arafın bir benzerinin içine düşürmek suretiyle öldürüyor. Ya boğulacak ya yanacak avcı. Yanmak daha acı verdiğinden, o da diğer şıkkı yeğliyor ve kendini suya bıraktığında sessizliği kalıyor geriye. Küçük erkek kardeşinin mezarı da bu suyun içinde, dedesinin de. Thelma’nın doğaüstü güçleri kalıtsal ve büyükannesinden geçmiş ona. Yaşlı kadının bu özel durumunu ise kendi özel doktoru sayesinde öğreniyor yıllar sonra. Thelma’nın epileptik olmayan nöbetleri başka bir şeyin sonucu, belki stres kaynaklı, belki de bir çeşit travma var altında yatan, böylelikle de vücut bastırılmış bir şeye tepki veriyor bu nöbetler sayesinde. Doktoru ailenin genetik sistemine göz atarak ulaşmış büyükannesinin zihinsel sorunlar yaşadığı gerçeğine. Halbuki ailesi ona büyükannesinin öldüğünü söylemiş. Yaşlı kadınsa halen daha bir psikiyatri kliniğinde çok ağır ilaçlarla uyutularak bir sebze gibi yaşatılmakta. Oğlu yani Thelma’nın babası ise bu duruma ses çıkarmamış hiçbir zaman. Kızı da bu ortak kaderi paylaşıyor şimdi. Babası yavaş yavaş kızını da annesine çevirmeye bakıyor. Çok ağır ilaçlarla içindeki gücü baskılamaya çalışıyor. Thelma’daki bir şey, düşündüğü şey, hisleri, içindeki, adı artık her ne ise, onun tarafından neyi çok isterse gerçekleştiriyor. Yönetmenin başarısı ise, filmi süper güçler taşıyan ve intikam hissiyle dolup taşan bir süper kahraman filminden çok, Thelma’dan bir anti kahraman hikayesi çıkarmasından kaynaklı. Brian de Palma’nın ‘76 yılı yapımı “Carrie”sinin aksine soğukkanlı bir şekilde hareket ediyor Thelma, ortalığı kan gölüne çevirmeden intikamını kendine bile hissettirmeden sessiz sessiz alıyor. Günah denen şey kaygan bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla, tatlı tatlı giriyor içine. Filmde yer alan kara yılan ilk günahı temsil ederken, cama vuran serçe Thelma’nın ölümüne sebebiyet verdiği erkek kardeşi Mathias’ı dolayısıyla bastırılmış suçluluk duygusunu, geyikse kurbanı temsil ediyor. Bense bu naçizane benzetmelerimle yazıma son veriyor, hepinizin mecazi bir şekilde ayrı ayrı gözlerinden öpüyorum.

67C56E44-1678-4402-B607-B7AFE30D81C4

DUNKIRK

06170535-20EB-47E6-A611-E52EB6E451A2

DUNKIRK :

“Kakası gelen bir herifi öldüremeyeceğin için sen de vagona, arkadaşlarına, Fransa’ya, adi politikacılara, Bosch’lara, tüm dünyaya lanet okursun. Yeryüzünün paramparça olmasını ve geriye hiçbir şeyin kalmamasını istersin. Yataklarında bok kokusundan uzakta uyuyanları lanetlersin. Gözünü yummayı başaramazsın, o zaman henüz tattığın mağlubiyetini, daha yeni başlayan esaretini ve bu vagonu dolduran ve asla tanışmak istememiş olduğun salaklarla birlikte yemeden içmeden dip dibe yaşamak olduğun salaklarla birlikte yemeden içmeden dip dibe yaşamak zorunda kalışını düşünmeden edemezsin.” Ben Rene Tardi Stalag 2B Kampında Savaş Esiri

Sonbahar yaprakları misali küçük el ilanlarının uçuştuğu şirin mi şirin evlerle bezeli bir sokak arasında yürüyen altı askerden biri olan er Tommy’nin de benzer bir sıkıntısı var tıpkı yukarıda alıntı yaptığım Jacques Tardi’nin İkinci Dünya Savaşı’nda esir düşen babasının anılarından derlediği grafik romanında olduğu gibi. Tek fark esirlerin gitmekte olduğu vagondaki tıkış tıkış ve kapalı ortamın yerini açık havada boş olan herhangi bir köşeye bırakmış olması. Tommy el ilanlarını biriktirip tuvalet kağıdı olarak kullanmak üzere bir kenara çekiliyor. Fakat zor zamanlarda hele de bu bir savaş ortamıysa insanın en temel ihtiyaçlarından birini gerçekleştirmesi bile öyle kolay olmuyor. İki ateş arasında kalan askerlerden beş’i Alman’larca vuruluyor. Fransız bariyerlerinden de kurtulup canını kurtarabilen Tommy bir kez daha fakat bu sefer de sahilde tekrar şansını deneyecekken, şimdi de bir erin bir başka eri sahilde gömerken, diğer yandan da postallarını ayağına geçirdiğini görüyor. İhtiyacı yine yarıda kalıyor. Yine yalnız değil çünkü. Tommy’nin sorunu hepimizin sorunu oluyor. Savaş böyle bir şey işte. Az evvel yanıbaşında ölen askerleri unutup, bu en insanı ihtiyacını karşılama gayretine düşüyorsun tekrar. Çünkü hayat devam ediyor senin için, diğerleri için bitmiş olsa da. Bu dakikalardan sonra finalde birleşecek olan üç ayrı hikaye üzerinden film ilerlemeye başlıyor. Kurgunun mahareti ve başarılı Hans Zimmer müzikleri ise kapana kısılmışlığı, çaresizliği, bilinmezliği ve korkuyu besliyor ve körüklüyor iyiden iyiye. Öyle ki rahat bir nefes almanıza müzik karar veriyor. Sinir bozucu aynı ritim hiç susmayabiliyor ya da siz iyice gerilin diye daha çok şiddetleniyor. Bir hafta önce mendirekte başlayan ilk hikayede Almanlar tarafından hava saldırısına uğrayan sahildeki askerlerin ilk etapta kendilerini attıkları kumların üzerinden, üzerlerine de iyice bir bomba yağdıktan ve bir kısmı havaya uçtuktan sonra, sanki tökezlemişler de düşmüşler gibi kalkıp normal hayatlarına devam edişlerini gösteriyor. Bir asker bağırıyor sadece öfkeyle nerede bu lanet hava kuvvetleri diye. Tommy bu hikayenin kahramanlarından. İkinci hikaye yine bir hafta öncesinde başlıyor. Donanma, sahildeki onlarca can yeleğini içlerine istiflemek suretiyle teknelere el koyma emri veriyor. Dunkirk’te bulunan askerleri tahliye amaçlı kullanılacak olan teknelerden biri bir baba oğul ve kahraman olmak hayali taşıyan on yedi yaşındaki savaş gönüllüsü George tarafından çok daha önceden halatları çözülüp, yol almaya başlıyor bile. Filmin üçüncü hikayesi ise gökyüzünde geçiyor. Telsizlerden gelen emre göre savaş uçaklarının içindeki pilotlardan Dunkirk üzerinde kırk dakika savaşmaya yetecek kadarlık bir yakıt ayırmaları isteniyor. Çetin mücadelenin başlamasına ise bir saat var daha.

58B3B353-D433-4D89-B6F3-F066DD5C6B1A

689A3033-B926-470E-AA2C-6A27F2848512

721B986E-BF82-4321-B5F1-272B0CB8C7CB

Dunkirk, Fransa’nın Belçika sınırında ve Manş Denizi kıyısında yer aldığından mendireğin üzerinden karşı kıyıya özlemle bakan Komutan, eli kolu bağlı, yuvam dediği toprakların, bulundukları yerden neredeyse görülebildiğini söylüyor. Sahilde bulunan asker sayısı 400000’ken kırk, elli bin kadarını Amiral Ramsey, otuz bin kadarını da Churchill istiyor. Tüm bu askerlerin sahilden tahliyesi ise imkansız. Mendirekten yapılacak olası bir tahliye esnasında gemi batacak olursa da tam bir felaket olarak son kaçış yolları da tıkanacak. Sularsa çok sığ ve gemi sahile yanaşsa, bu sefer de karaya oturmuş olacak. Askerleri kısım kısım taşıyacak küçük tekneleri de yok. Tek seçenekleri olan mendireği denediklerinde de hava saldırısının kurbanı oluyorlar. Komutan yine içli içli izliyor uzaktan mürettebatın denizin üstündeki can pazarını. Çokluğun içinde yok olanlar ileride birer sayı olarak hatırlanacaklar sadece ve şimdiden kim ölmüş kim kalmış, bir dolu bireysel trajedi kimsenin umrunda değil. Sahilde bunlar bunlar yaşandıktan sonra, bir asker üzerindekilerle sahilden denize giriyor kararlı bir şekilde. Ya yüzerek kaçacak yahut intihar ediyor çaresizlikten o dakikalarda, spor amaçlı yüzmediğine göre. Sahilde oturan Tommy ve iki arkadaşı sessizce ve hiç tepki göstermeden izliyorlar bu acıklı anı. Her ne olursa olsun hayatta kalmanın savaşı veriliyor öte yandan. Uzaktan bomba yüklü uçakların seslerini işittiklerinde korku içinde büzüşüyorlar oldukları yere. Suların çekilmeye başladığını ise görünmeye başlayan cesetlerden fark ediyorlar. Sahile vuran bir sürü ceset şişmiş kalmış denizin içinde. Ufukta bir ümit bekledikleri gemi ve uçaklar henüz ortada yoklar. Zaten gelse de bir tane gelecek ekonomik önlemler zinciri dahilinde. Ufukta Britanya için yapılacak olan bir sonraki savaş var çünkü. Zaman Hitler’in Avrupa’da terör estirdiği zaman, fakat film boyunca ne bir Alman askeri görüyoruz, ne de kan. Onun yerine endişe verici, sinir bozucu tekinsiz bir müzik var sadece.

F3165D5C-9281-4074-82C3-841DB359FABF

Askerlerin suyun yükselmesini umarak girip saklandıkları teknede yaşananlar yaşama dürtüsüyle kendilerinden olmayanı nasıl harcadıklarını gösteriyor. Hayatlarını kurtarmış olan Fransız askeri ilk önce olmak üzere, kendi alaylarından olmadığı için Tommy’i ikinci olarak hedefe oturtuyorlar ilk fırsatta. Bir başka sefer boğulmakla, yanmak arasında kalıyor askerler. Onların arasında Tommy de var. Havasızlıktan denizin altında boğulmak üzere olan petrole bulanmış askerler yüzeye çıkar çıkmaz tutuşuyorlar acı içinde. Bu ve daha pek çok iki ucu güzel değnek anları barındırıyor film.

Senaryosunu filmin aynı zamanda yönetmeni Christopher Nolan’ın yazdığı metindeki karakterler kurgu olmakla birlikte, araştırmaları esnasında esinlendiği pek çok karakterle benzerlik taşıyor aynı zamanda. Pilot rolünde Tom Hardy’nin canlandırdığı Farrier ya da Kenneth Branagh’nın canlandırdığı Kumandan Bolton gibi. Bu ve bunun gibi isimsiz pek çok kahramanın hikayesini kurgulamış yönetmen. Dayanışma içinde birbirlerini kollayıp, yeri geldiğinde hayat kurtaran askerler, tüm savaşlarda olduğu gibi sessiz birer kahraman olarak kalmışlar tarihin gölgesinde. Churchill’in de kabul ettiği gibi savaşlar her ne kadar tahliyeler ile kazanılmıyorsa da, bunca askerin kurtuluşu müttefik güçler açısından aynı zamanda çok mühim olup, çok büyük bir askeri felaketten kıl payı kurtulmuş oluyor Britanya. Bir ulusun belki de tüm Avrupa’nın kaderini değiştiren bir tahliye burada söz konusu olan. Koskoca bir ordu ve nice oğullar evlerine sağ salim dönebilmiş bu sayede bir sonraki savaş için saklanmak üzere.

304825F9-4ED7-419D-BC21-A358D4A71D11

4D5ACF01-653D-46CD-A9D3-95BAED85AFD0

Filmi beş aylık bir rötarla izlemiş olup, şaşırtıcı derecede beğendiğimi belirtmem gerek. Ama işte yönetmen yönetmen olunca, hiç ilginizi çekmeyecek bir tür ve konu bile sizi çekiyor içine. Mel Gibson’ın kötü eleştirilerden nasibini almış Hacksaw Ridge’ini görmezden gelmiştim mesela ama Dunkirk başka. Savaş karşıtı bir film olmasa da. Kurgusu, müziği ve görüntü yönetimi çok çok iyi olmakla beraber, oyunculuklar da mükemmel. Tek Oscar ve üç Tony ödüllü Mark Rylance, pilot koltuğundan kalkamasa da oturduğu yerden göz dolduran Tom Hardy, benim en çok Ken Loach filmi “The Wind That Shakes the Barley”deki rolüyle hatırladığım Cillian Murphy ve doksan doğumlu pek çok geleceği parlak aktörün yanı sıra Komutan rolünde karşımıza çıkan Kenneth Branagh var kadroda. Filmin sonlarına doğru tam da rahat bir nefes almışken düşman uçaklarının sesini duyduğu anda aktörün mendireğin üzerinde çaresizce kaderini beklerkenki bittik biz Tanrım bakışı unutulmazdı bu arada.

Destan diye diye kendi aramızda yaşattığımız, yerine gidince reklam mahiyetinde barkovizyondan izlediğimiz Çanakkale Savaşı’mız ve Kurtuluş Savaşı’mızın darısı başına diyorum ben de. Daha da ne diyeyim ki oturduğum yerden? Hollywood’u olan, Hollywood’lu olan düdüğü çalar işte böyle. Kültür emperyalizmi böyle olurmuş, gözlerin dolarmış bir başka milletin zaferini izlerken, yazık bizimkiler uyusun(babam gibi konuştum gece gece).

-“Benim yaşımdaki adamlar bu savaşı başlattı. Savaşmaları için neden çocuklarımızı gönderelim?” Mr. Dawson

26C182D9-CBE6-42EE-AF41-A4D61F08DF4F

DETROIT

095E0E56-8DD4-405F-915D-8B84BDC03BA9

DETROIT :

”Nefret zamanlarında aşk daha kıymetli oluyor.”

“Birinci Dünya Savaşı öncesinde harekete geçirilen Büyük Göç yaklaşık altı milyon Afro-Amerikalı’yı Güney’deki pamuk tarlalarını terk etmesi için teşvik edecekti. Fabrikalardaki işlerin ve Kuzey’deki sivil haklarının cazibesiyle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra beyaz Amerikalılar, kendi göçlerini banliyölere doğru yaparak, kent mahallelerindeki para ve iş fırsatlarını da yanlarında götürdüler. 60’larda ırksal gerilim kopma noktasına geldi. İsyanlar, Harlem, Philadelphia, Watts ve Newark’ta baş gösterdi. Detroit’teki Afro-Amerikalılar, çoğunluğunu beyaz polislerin oluşturduğu, saldırganlığıyla bilinen devriye ekiplerinin gezdiği sokaklarda sıkışıp kalmıştı. Herkes için sunulan eşitlik fırsatı bir illüzyona dönüşmüştü. Bir illüzyon. Değişim kaçınılmazdı. Geriye kalan tek soru nasıl ve ne zaman olacağıydı.”

Nasıl oldu nasıl bitti diye uzun uzun anlatmadan önce filmin yönetmeni, filmin “kadın” yönetmeni Kathryn Bigelow’dan bahsetmek istiyorum kısaca. Irak saldırısını(sözlüklerde karşımıza çıkan manasının haricinde savaş, bence, kendi ülke sınırlarını korumak ve gözetmek için yapılır, yapılmalıdır, buna dış savaş denilemeyeceğinden sadece savaş denir, iç savaş dış olmayan savaştan farklıdır; ortada sınırlarını koruyup kollamak gibi kimi anlamlı nedenler de olmadığından ötürü Irak’a yapılan şeyin adı ne iç savaştır ne de dış, bir saldırıdır enikonu. Ortadoğu nere, Amerika nere derken, ne olacak canım uçakla on saat, füzeyle daha kısa sürer diyebilen içten pazarlıklı/çı iç sesimi tek yumrukla susturdum canım, merak etmeyin) savunan Cumhuriyetçi yönetmen için muhafazakar bakış açısına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bense halen daha Strange Days ile hatırlarım kendisini. Zor filmlerin ve bolca aksiyondan doğabilecek karmaşanın üstesinden kolaylıkla gelebildiğini düşündürtür her defasında. Setine, kalabalık oyuncu kadrosuna hakim, ne yaptığının ve işin sonunun nereye varacağının bilincinde olduğu izlenimi yaratır. Sevin sevmeyin, kimsenin yüzünü kara çıkartmaz, dört başı mamur bir filmi havada karada çeker, yapar, muktedirdir. Mazisinde üç yıl süren bir evlilik yapmış olduğu kişi mavi yaratıklardan oluşan bir de film çekmiş, büyük gemi ve büyük prodüksiyon seven, derin suların altına kafayı takmış James Cameron’dır. Kaldı ki Cameron’ın da özgüvensiz, sıradan bir kadınla evlendiğini düşünmek ihtimaller dahilinde dahi olamaz. Onlar evlenip ayrılmışlar habire filmler çekip, ara sıra Oscar almışlardır(oturduğum yerden bir anlığına da olsa Hollywood Reporter’a dönüştüğümü hissediyorum, fakat siz iyisi mi sabah kuşağındaki dedikodu kumkumalarını izleyin, sonra da koşarak gelin benim nadide yazılarıma konun).

6AD22681-7371-4254-93EC-962534C2D393

Film Amerika’nın Michigan Eyaleti’nin ülkenin beşinci en büyük şehri olan Detroit’te beş gün boyunca süren zenci ayaklanmalarında(bol bol zenci diyeceğim yazım boyunca çünkü zaman zenciye zenci dendiği zaman, Afro-Amerikalı desem her defasında yazması uzun sürüyor, siyahi hepsinden acayip) yaşananlar çerçevesinde Algiers Motel’deki ırkçı polisin sniper bulma dehşetini anlatıyor. İkisi beyaz kadın olmak üzere toplam dokuz kişinin maruz kaldıkları işkence dolu saatler ve sonrasında gelişen soruşturma, mahkeme süreci ve insan hayatlarının nereden nereye geldiğini gösteren iki buçuk saatlik yapım hareketli kamera kullanılarak çekilmiş olup bu haliyle belgesel bir tat veriyor aynı zamanda ve tüm bu anlatılanlar gerçekten yaşanmış bir zamanlar. Martin Luther King henüz hayatta ‘67 yazında. JFK’den sonraki başkansa Lyndon B. Johnson. Aralarında savaştan dönmüş bir arkadaşlarının da olduğu sırf zencilerden oluşan özel bir parti alkol ruhsatı olmadığı gerekçesiyle basılıyor ve tutuklamalar yapılıyor. İsyanın tetiğini çeken bu olaydan sonra, vitrin camları kırılıyor, dükkanlar yağmalanıyor. Vandalizm batı gettodan altı kilometre ötesine kadar yayılıyor. Haberlerde ateş edildiğine dair bazı raporlar kaydedildiğini, polisin ateş etme izninin olmadığını, zaten sayılarının da az olduğunu, onların da itfaiyeyi koruduğu söyleniyor. Michigan kongre üyesi ve Demokrat Parti adına isyancılara seslenen politikacı John Conyers de bu öfkeli kalabalığı sakinleştiremiyor. Değişimin bir gecede gelmeyeceğini ama yakında geleceğini, kendi mahallelerini mahvetmemeleri gerektiğini, yakıp yıkmanın bir cevap olmadığını söylüyor ama nafile. Ortalık savaş alanına dönmüşken, sözde sniperlar için eyalet polisini desteklesinler diye, ulusal muhafızlar giriyorlar devreye. Buluttan nem kaptıkları için de olası sniper çıkma endişesiyle sağa sola ateş ediyorlar. Filmin en can alıcı sahnesinde zenci bir kız çocuğu sokakta olan biteni öğrenmek için pencerenin önüne gelip merakla panjuru araladığında parlayan kurdelası ya da başka bir şey yüzünden zırhlıdan açılan ateş sonucunda vuruluyor daha ne olduğunu anlayamadan.

A5610AE6-A90C-4F35-B147-12324AC18B56

Detroit Burning: Photos From the 12th Street Riot, 1967

Filmin kötü adamları arz-ı endam ediyorlar devriye arabasının içinde. Burası Amerika olamaz, Afrika gibi, sokaklar yangın yeri diyor içlerinden biri. Ona göre tüm bunların kabahatlileri yine kendileri. Çünkü çok fazla yüz vermişler zenci halka. Sivil halka ateş etmeleri yasak olduğu halde, bir dükkandan elinde poşetlerle çıkan zenciyi sırtından vuruyor aralarında en gaddar olanı. Tehdit oluşturmayan bir hedefi vurmuş oluyor böylelikle. Bunlar şiddete eğilimli polisler ve Krauss ve Flynn, her şeyden önce bana Michael Haneke’nin Funny Games/Ölümcül Oyunlar’ındaki Peter ve Paul’ü anımsatıyor. Bütün dehşet evi andıran motelde yaşanıyor burada da. İsyanın başladığı günlerde tam da sahne almadan önce performansları ertelenen The Dramatics grubunun üyeleri kaldıkları moteldeyken yaşanıyor her şey. Polis ateş açıldığı ve aralarında bir sniper olduğunu varsayarak kızlar da dahil kim var kim yoksa duvarın önüne arkası dönük vaziyette dizdiriyor ve ölümcül oyun başlıyor. Kendi geliştirdikleri ve manyakça büyüttükleri bir çeşit sorgulama taktiği uyguladıkları şey. Aşağılayıp ara ara dövdükleri gençlerin her birini sırayla bir odaya kapatıp vurulmuş süsü veriyorlar. Onlar da can korkusundan çıtını çıkartamıyor. Fakat işler istedikleri gibi gitmiyor çünkü ortada bir sniper yok. Yok olan bir şeye de kimse var demiyor. Dövdükleri zenci gençlerden bir tanesine kızın pezevengi diyorlar, çocuk savaştan yeni dönmüş çıkıyor. Üstelik de Hava kuvvetleri mensubu imiş. Aralarındaki üçüncü kötücül polisse taktikten bihaber, vur dedikleri zenciyi vuruveriyor tereddütsüz. Kızlara fahişe diyorlar, kızlar aile terbiyesi alarak yetişmiş kızlar çıkıyor. Suçu atacakları bir kimse arayıp bulamadıkça batıyorlar. Ek cinayetler işler hale geliyorlar. Üç çocuğu yok yere vuruyorlar. Üstelik bütün bunların olma nedeni haset. İki beyaz kız onları değil, saçlarında afro sprey olan, kokan, derilerinin rengi siyah olan ve hiç durmadan sorun çıkaran bu yaratıkları seçmiş çünkü. Neden bizimle değil, onlarla yapıyorsunuz, bizim neyimiz eksik diye soruyor biri açık açık. O gün o motelde zencilerle beraber olan iki beyaz kız olmasaydı belki de işler bunca rayından çıkmayacaktı. Masum kanı akmayacaktı. Bu esnada dışarıda olaya müdahale etmek için gelen Michigan polisi, içeride Detroit polisinin çıldırmış gibi davrandığını ve terör estirdiğini öğrendiğinde sivil haklarını öne sürerek geri adım atıyor, davayı üstlenmiyor. Bakmadan olay yerini terk ediyorlar. Çocukların selameti bir avuç manyağın hoşgörüsüne terk edilmiş oluyor böylelikle. Öyle olmasa iki ölüm daha gerçekleşmeyecek halbuki.

Bu olayların yaşandığı gecenin ertesinde polis ilk fırsatta Dismukes’u tutuklayarak nezarethaneye koyuyor. Devletin gücü kolluk kuvveti dahi olsa ilk önce bir zencinin hakkından gelerek başlıyor işe. Bir günah keçisi seçilecekse eğer, yine ilk önce ötekinden seçiliyor. Mahkeme sonucu verilen kararsa polislerin lehine çıkıyor. Suçsuz bulunuyorlar. Polis şiddeti yargılanmıyor. Bazı insanlar işlerini yapan polislerin yargılanmasını istemiyor. Kazanan devlet oluyor. Ölen öldüğüyle kalıyor, aileleri hiç geçmeyen bir matemin içinde buluyorlar kendilerini. Müzik grubu ile sahne almak sevdası içerisinde olan Larry, bu yaşananlardan sonra çok başka bir halet-i ruhiyeye bürünüyor. Eski Larry yok artık çünkü. Motown kayıt için grubu çağırdığında, isteksizce söylüyor şarkısını. Grubu terk ediyor, beyaz insanlar için müzik yapmayı reddediyor, ısıtamadığı bir evde battaniyelere sarınıp sarmalanarak yaşıyor. Yaşananları hazmedemiyor bir türlü. En nihayet yakın bir mahalle kilisesinin koro şefi olmak üzere başvuruyor. Belki de bir yıldız olabilecekken, tüm fırsatları elinin tersiyle itiyor. Rahip ona fazla para veremeyeceğini, bu yüzden kulüplerde söylemesi gerektiğini öğütlediğinde, o tip yerlerin güvenli olmadığını ve polis bulunduğunu söylüyor. Korkudan, aşağılanmanın utancından, çaresizlikten kiliseye sığınmış olup The Dramatics yol alırken, kendisinin güvenli bir köşeye çekilmeyi tercih ettiğini görmüş oluyoruz. Larry Cleveland Reed halen daha kilise korosunda söylemekte olup, filmin prömiyerindekendisini canlandıran aktörle ve oyuncularla bir araya gelmiştir.

The_Dramatics_1967
The Dramatics

Yaşananlarla ilgili kesin bir ceza takibatı yapılmadığından, filmin tamamı katılımcıların hatıraları ve mevcut belgeler temel oluşturularak çekilmiştir. Bizler de Hollywood sayesinde ve yıllardır alışık olduğumuz şekilde Amerika’nın karanlık bir sayfasını daha iki buçuk saat süresince öğrenmiş bulunmaktayız. Kendi karanlık taraflarımızsa bir başka baharadır. Hollywood’umuz olmadığından, Hollywood’u olan Amerika’nın karanlık taraflarını izlemek zorundayız maalesef ki. Filme dair eleştiri konusu edilecek birkaç şey vardır elbette. Bunlardan ilki senaryosunu Mark Boal’un yazmış olduğu metnin arasına bir yerine sıkıştırılan ve bu kadar kötünün arasında elbet iyi polisler de vardır sahnesinde geçen diyaloglar olup, ikincisi de ev terörü esnasında kafası karışmış vaziyette sağdan soldan çıkan eli kolu bağlı, geceyi kazasız belasız atlatmak derdindeki Melvin Dismukes karakterinin pasifliğidir. Bunların dışında film başarılıdır, amacı neyse ulaşıp ulaşmayacağını da zaman gösterecektir. Kurgu olmadığını bildiğimiz konusunun etkisiyle motelde yaşanan gerilim bir hayli fazladır. Amerika’dan gelen ve filme karşı duyulan en büyük tepki ise tüm yapım ekibinin beyaz olmasıdır. Doğrudur, alayı beyaz tenlidir.

images

 

LEVIATHAN

9E9DBB9B-1336-4E82-951E-5B1AAF278E81

LEVİATHAN :

“”Devletin toplumun güvenliğini sağlama ve muhafaza etme niyetine rağmen, onun sahip olduğu gücü kötüye kullanmaya eğilimli bir kurum olduğuna tarihin hemen her sayfasında şahit olunabilir.” John C. Calhoun

Ve de her yerinde. Ve bu film o şahitliklerden bir tanesi sadece. Ne ilkti, ne de son olacak. Bir önceki yazım olan Andrey Zvygaintsev’e ait Loveless – Sevgisiz’de bahsini geçirmiştim eğer o yazımı okumuş idiyseniz. Bir şekilde gözümden kaçmış bir filmdi Leviathan. Fırsatsızlıktan ya da başka nedenlerden ötürü. Geçmiş artık çok çabuk geçiveriyor ve neden, nasıl diye kolay kolay hatırlayamaz oldum ben de çoğu şeyi. Bu sebepten ötürü de, ne edimlerimden ne de düşüncelerimden ötürü kimse beni yargılayamaz. Çünkü net olarak hatırlamıyorum. Yargılayamaz derken, yüklemden yükselen katılık ve katilikse beni Thomas Hobbes’un Leviathan’ındaki fikirlerle ters düşürmektedir. O fikirde şöyle diyordu; “Onları(vatandaşları) yabancıların istilasından koruyabilmenin, birbirlerine zarar vermekten engellemenin, kendi sanayilerini ve yeryüzünün meyvelerini güvence altına almanın yolu bütün gücü ve kudreti bir tek insana ya da insanların meclisine veriyorum demesinden geçer. Böylece bütün güç ve kudret tek bir insanda toplanır. Bu, devlet ya da latince civitas olarak adlandırılır. Bu büyük leviathan’ın doğması demektir.” Ya sevgili ve pek kıymetli okuyucum, yıllar yıllar önce yapılmış olan bu toplumsal sözleşme sayesinde biz zaten tüm hakkımızı devretmişiz, belki de sırf yıllar yıllar sonra Rus asıllı bir yönetmen çıksın da aynı isimli bir film yapsın diye. Paul Auster aynı isimli bir kitap yazsın diye. Hobbes da devletçi devletçi sayfalar dolusu döşenmiş bu nedenle. Ben de tüm bunların üzerine biraz tuz biraz da biber ekeyim diye varım bu satırların içinde. Peki bizi bizden kim koruyacak? Şöyle de sorabiliriz, çok acı ama sizi benden kim koruyacak? Kendi vicdanlarımız mı, benim vicdanım mı, varlığı her zaman tartışma konusu olmuş bir Tanrı mı yoksa Birleşmiş Milletler mi, komşu ülkeler mi ya da apartman komşularımız ve yakın akrabalarımız mı? Kim? Hobbes burada da cevabı yapıştırıyor hemen: “İnsan, insanın kurdudur”(Homo homini lupus) ve bizi bu kurttan ya da kurtlardan kurtarması için kendi kuvvet kullanma hakkını bir sözleşme ile bir otoriteye devretmiş ve devletin kurulma zarureti ortaya çıkmıştır diyor. Hobbes bu devlete Leviathan adını vermiş ve fikirlerini de bu adı taşıyan kitabında açıklamıştır. Herkesin en az bir kitabının olduğu, kitabı olmayanların şaşkınlıkla karşılandığı, neyse ki böyle insanların da halen bulunduğu şu yüzyıldan kaç yüzyıl önce bir kitap da Hobbes yazmıştır. Çok değildir. Anılarını anlattığı “Hobbes’un Leviathan Günlükleri” tarzında bir çalışma da yapmış olabilirdi mesela. Neyse ki kendisi meseleyi ciddiye almış, politik gerilim tarzında bir çalışma ile okuyucuyu kendisine çekmeyi başarmıştır on altıncı yüzyıl İngiltere’sinden teee bugünlere gelene dek(teee’nin te’si burada durumdan bihaber okuyucu ile anlaşmaksızın, içler acısı bir vaziyette kendileriyle yakınlık kurmak ve yaranmak gayretiyle kullandığım bir nidadır, bir zahmet hoş karşılayınız).

359A63F1-8685-4FDE-9B4A-99BD96D8799F

F586C277-A7EA-45F6-9467-16BF7B013B2F

Philip Glass’ın müziğiyle bomba gibi başlıyor film. Kayalıklara çarpan dalga sesleri ekleniyor müziğe ahenkle. Müzik fırtınadan sonra gelen sessizliğin filmin kahramanları için iyi mi kötü mü olacağı hususunda ilk ipucunu vermesi için görüntülere tutunuyor ve gemi enkazları bizi nasıl bir sonun beklediğinin habercisi oluyorlar adeta. Burası aynı zamanda Kursk denizaltı faciasının yaşandığı Barents Denizi kıyıları. Film boyunca karşımıza çıkan enkazsa birçok açıdan çok mühim bu yüzden. Bir zamanlar çocuklarını denize gömmeye razı gelindiği düşünüldüğünde özellikle(Rusya’yı eleştirmek de pek güzelmiş oturduğun yerden).

Film bir balıkçı kasabasında geçiyor ve deniz manzaralı, sahil kenarındaki ev, konumu itibariyle evin sahibi Kolya ve arsız ve her türlü pislikte tarağı olan belediye başkanı arasında bir çeşit kan davasına dönüşmüş çoktan. Taraflar birbirlerine diş biliyorlar. Başkan arazi üzerine şehir iletişim merkezi kurmak isterken, Kolya dedelerinden miras toprağını bırakmama gayreti içinde. Taraflar mahkemelik olmuş ve davanın karar aşamasına gelinmiş bile. Mahkemede tekerleme gibi okunan uzun uzun kararnameden çıkan ilk sonuç Kolya aleyhinde oluyor. Bu mücadelesinde destekçisi askerlikten beri arkadaşı, sırf bu dava için Moskova’dan gelmiş olan Dmitriy oluyor. Kolya ilk karısı öldükten sonra ikinci evliliğini yaptığı Lilya ve yine ilk karısından olan Roma ile yaşamakta. Araba tamirciliği ile geçiniyor. Karısı ise fabrikada balık ayıklıyor. Üvey annesinden hoşlanmayan Roma kadına karşı terbiyesizce davranıyor her fırsatta. Kadınsa bastırılmış vaziyette, itile kakıla yaşıyor evin içinde. Evleri elden gideceği zaman nerede yaşayacaklarını düşünmek de ona düşüyor. Yine apartman manzaralı metruk bir apartman dairesi de onu teselli edecek gibi değil. Dmitriy ile yaşadıkları ve onu bu ilişkiye iten de içinde bulunduğu bu halden ötürü rahat bir nefes alabilmek için bir kaçış yolu arayışında yatıyor belki de. Nitekim ilişki ortaya çıktıktan sonra bile, Moskova’dan gelen yakışıklı avukatı geride bırakmak pahasına Kolya’sına geri dönüyor. Kolya da kuzu kuzu kabul ediyor onu. Bir çocuk da kendisinden yapacağına dair bir umudu var bir de kadının. Ornella Muti’yi anımsatan hüzünlü yüzlü, hayattan bıkmış gibi görünen güzel Elena Lyadova ile Dmitriy’i oynayan -feci yakışıklı-aktör Vladimir Vdovichenkov çekimlerin ardından dünyaevine girmişler.

kinopoisk.ru

2DA9A43C-1AA2-4A08-96B3-18431140CAD2

Filmde kimi iyi ve kimi çook kötü karakterlerin altı kalın çizgilerle çizilmiş olmakla beraber gerek Kolya, gerek Dmitriy, gerekse Lilya hatalar yapan ve bundan pişmanlık duyan, vicdan sahibi bireyler olarak resmedilmişler. Lilya hepsi benim suçum dediğinde, Dmitriy bunu kabul etmiyor. Hepimizin suçları ayrı ayrı, her şey herkesin suçu diyor. Tanrı’dan çok bir avukat olarak gerçeğe inanan genç adam, itiraf bile etsek, kanunlar onu kanıt olarak kabul etmez, suçluluğumuz ispatlanana dek masumuzdur ama kim kanıtlayabilir ki diyor. Filmin en rasyonel, en doğrucu karakteri kendisi olmakla beraber, bir tutku suçu işlemekten geri duramıyor. Ondan yardım uman, yakın arkadaşının karısıyla ilişki yaşıyor gizli gizli. Kolya zil zurna olana dek içiyor. Aslında filmde herkes votkayı sek içiyor. Ruslar bayılana dek içiyorlar. Filmde üveyannesinden hiç hoşlanmayan ve kayalıklarda Dmitriy ile ikisini yakalayan Roma sonunda onu arar hale geliyor. Lilya filmin başında “O senin oğlun. Adam mı, maymun mu olacağı sana bağlı” diyordu Kolya’ya. Roma ise ne olur ne olmaz bilemesek de, hayatta yapayalnız kalıyor neticede. Yaşadıkları itibariyle hayatı Eyüp Peygamber’inkiyle paralel bir çizgide ilerleyen Kolya ise maço tavırları, sert çıkışları ve sert vuruşlarıyla bir yandan taşralı Rus erkeği şablonundan şaşmadan vücut bulurken, karşısındaki güçten ve onun yapabileceklerinden bihaber, aslanın karşısında yalnız bir kuzu sadece. Acıyla yoğruluyor hiç durmadan. Kuru iftiraya uğruyor ve tüm hayatı, evi, karısı, oğlu, geçmişi, geleceği ve özgürlüğü elinden alınıyor.

2B860E00-14E6-4B82-AE42-908315664C73

2BADE155-1E02-437E-AC6E-78CE1A3FEA4C

Filmin kötü adamı belediye başkanı ise ellerinden kan damladığı bilinmekle beraber, arkası kuvvetli olduğundan dokunulmazlığıyla yaşayıp gidiyor. Ona kafa tutanları bir bir alt ediyor. Yasa ve hukuk gözetmiyor. Günahlarından ötürü de her yerde düşmanlar görüyor, paranoyak düşünceleri sırtlanmış gidiyor. Filmde devleti temsilen var olan belediye başkanı dışında, dini otoriteyi temsilen gördüğümüz Ortodoks papaz da başkanın sırtını sıvazlamakla meşgul. Aynı amaç için çalıştıklarını düşünüyor, amaçlarından şaştıklarını bile bile. Başkana ayrı konuşuyor, pazar ayininde halka çok başka türlü hitap ediyor. Kuvvet neredeyse güç oradadır, eğer bölgeni kuvvetli tutarsan sorunlarını gücünle çözebilirsin, yardım aranma, yoksa düşman zayıf olduğunu görür diyor. Halka hitabense Tanrı dürüstlüğün içinde yaşar, güç içinde değil diyor. Baş konuşmacıyı dinleyen, baş dinleyici belediye başkanı ve avanesi ayin çıkışında dahi iş bağlıyorlar. Çocukları, süslü püslü karıları kollarında, konvoy halinde siyah arabalarına binip sözde parlak bir geleceğe, bol kazanca doğru ilerliyorlar. Kolya’ya ise on beş yıllık hapis sürecinde Eyüp peygamber sabrı dilemekten başka çaremiz kalmıyor.

Kolya : “Senin şu merhametli yüce Tanrın nerede?”
İyiniyetli Çevre Papazı : “Benimki benimle beraber. Seninki nerede bilemem.”

9DEA7A02-40DF-4B66-B35A-F927CB7B61EE

GOOD TIME – SOYGUN

CB28E4DF-8628-4EB2-8E46-B68917C1D7CD

GOOD TIME – SOYGUN :

“Bence önceki hayatımda bir köpektim. Ayrıca olduğumu biliyorum. O yüzden köpekler beni o kadar seviyorlar.” Connie Nikas

Büyük lafların edilmediği bir film “Good Time”. Süssüz püssüz, son derece gösterişsiz. Onun yerine nerede, ne kadar durmasını bilen şık kamera hareketleriyle fethediyor gönülleri içten içe. Müzik sözlerin yerini alıyor, söyleyeceğini söylüyor bir yandan. Filmin başlangıç sahnesinde, kamera, yüksek yüksek binaların bulunduğu şık bir manzaraya sahip semtin içindeki o yüksek binalardan birinin bilmem kaçıncı katındaki bir çeşit mülakata götürüyor seyircisini. Psikiyatrist ve hastası konumundaki Nick arasında geçen diyaloglar soru cevap şeklinde gelişiyor ve Nick zoru zoruna, bazen sessiz gözyaşları içinde akıllıca cevaplar veriyor karşısındaki doktora. Onu bu halden kurtaran kişi ise kardeşi Connie oluyor ve doktorun odasından çekip alıyor arkadaşım dediği, erkek kardeşini. Kliniğin koridorlarında ilerlerken karşılaşılan manzara uyuşturulmuş bireylerden ibaret olunca, anlıyoruz ki Connie, kardeşinin, toplumun tekleştirdiği, birbirinin aynı bireylerden birine dönüşmesini içine sindiremiyor. Film bize Connie’nin, kardeşini, sürünün dışına çıkartmak uğruna verdiği mücadelede başarılı olup olamayacağını gösteriyor nihayetinde. İlk iş olarak da sonu boka saran bir soygun düzenliyor kardeşini de bu suça ortak ederek. Bu para belki onun ve kardeşinin kurtuluşu olabilecekken Nick’in polisler tarafından yakalanması sonucunda tüm para, Nick’in kefaleti olarak bir kasaya gidiyor. Connie filmin bu noktasından itibaren, bu sefer de, Riker Adası’na gönderilmiş kardeşini kurtarmaya çalışıyor. Onun kardeşine adanmışlığı ve bu uğurda yaşadıkları, kıvrak zekası, kendinden yaşça büyük histerik ve maddi olarak annesine bağlı sevgilisine kefalet parasını tamamlayabilmek için katlanışı, büyükannesine, kanun kuvvetlerine, sisteme, sistemin bir parçası olan tüm birimlere ve temsili olan tüm bireylerine, önüne gelen herkese, hatta hatta seyirciye, kısaca tüm dünyaya meydan okuyuşunun bir destanı bir nevi bütün bu yaşananlar. Bir sürü tuhaf insanla, bir sürü tuhaf ortamda bulunmak zorunda kalıyor bu uğurda. Hastaneden kardeşim diye yanlış adamı kaçırıyor mesela. Filmin en absürd sahnesi de bu belki de. Onun uyuşturucu ve alkol eksenli garip yazgısını dinlemek zorunda kalıyor, umrunda olmazken. Her şey son derece garip olsa da, yaşanan aksiyon içinde ne Connie ne de biz bu garip halleri yadırgıyoruz. Kardeşine iyi zaman geçirtmek için, sonra da onu kurtarmak için çaresizce her yolu deneyen Connie’nin sert esen rüzgarına kapılıp gidiyoruz ve bu rolde hayatının rolünü oynamış olan Robert Pattinson’ı kariyerinin en iyi işinde izliyoruz bu vesileyle. İyi yönetmen, doğru rol ve adanmışlık son kertede, Pattinson’ı bir aktörden iyi bir aktör mertebesine çıkartıyor. Bir başka dikkatleri çeken isimse Nick rolünü oynayan ve yönetmen koltuğunu kardeşiyle paylaşan Benny Safdie. Rain Man’deki Dustin Hoffman’ı, Of Mice and Men’deki John Malkovich’i anımsatıyor ister istemez. Lars Von Trier’nin filmlerindeki tüm iyiniyetli karakterlerden bir parça taşıyor sanki. Ve Safdie Kardeşler’in çektiği ve bundan böyle çekecekleri filmler ister istemez takip edeceklerim listesine giriyor bundan böyle.

30AA5341-30E7-4062-ADC8-D828EC970252

6894E667-DD87-4EF1-98AD-25C0435CF08E

Kolaylıkla vahşileşebilecek bir köpeği bile yola getirmesini bilen Connie, filmin sonunda kıstırıldığı labirentten, elleri kelepçeli halde bindirildiği polis arabasında kameraya attığı son bakışları, hali ve tavrıyla tıpkı bir köpeği anımsatıyor. Çaresiz, fedakar, hayatını heba etmiş bir köpek görüyoruz. Kafka’nın Gregor Samsa’sının böceğe dönüşmesi gibi, o da aslında önceki hayatında olduğunu dönüştüğü bir köpeğe dönüşüyor ve tüm bunlara sırf kardeşini kurtarmak için katlanıyor. Sevginin fedakarlıktan geçtiğini yolu düşenler bilir ancak. Connie bu bilinçle yürüyor, hatta koşuyor tek bildiği yolda. Yöntemleri yanlış olsa da, iyi niyetli oluşu onun tarafını tutmanıza neden oluyor. Filmin sonunda çalan parçanın sözlerinde can buluyor tekrar Connie. Iggy Pop’un seslendirdiği “The Pure and the Damned”le eşlik ediyor adeta Nick’e. Onun yerine hapse giriyor. Kardeşine gelince, hiç tasvip etmediği merkezde karşıdan karşıya geçmesini öğreniyor sütüne havale sürünün çobanının peşinde. İnsanın içi sızlıyor boş yere çabalamış Connie’yi düşündükçe.

Film boyunca sizi şaşkına çevirdiği kadar, gülümseten bir sürü de anla karşılaşıyorsunuz. Bunlar özellikle Connie’nin hiç tanımadığı bir kadının evine izinle girip yerleştikten sonra hem evi, hem eşyalarını, hem de kadının torununu keyfe keder kullanmasıyla zirve yapıyor. Evde bulduğu saç boyasıyla boyuyor saçını. Kadının on altı yaşındaki torununu baştan çıkarıyor ve onu da suça alet ediyor. O şaşkın kız gibi biz de sesimizi çıkartamıyoruz bu durum karşısında. Yanlışlıkla kaçırdığı adam ve kızla beraber kızın anahtarlarını gizlice aldığı büyükannenin arabasına bindiklerinde dünyanın en garip üçlüsünün ne şartlar altında bir araya geldiğini düşünüyor insan. Bir de hayatta her şeyin mümkün olabileceğini. Pembeler içindeki siyahi kız, yara bere içinde ne yapacağını bilmez, ağzı bozuk, kafası kıyak, yeni hapisten çıkmış bir başka genç ve umutsuzca kardeşini arayan sarı saçlı Connie gecenin bir vakti lunaparkın yolunu tutmuşken, oradaki güvenlik görevlisiyle yaşadıkları ve adamın göğüs gerdikleri de içler acısı olsa da, insan katıla katıla gülse mi, kederden ağlasa mı bilemiyor ve filmin en büyük başarısı da bu oluyor kanımca. Şaşkınlık içinde başladığınız film, öyle de bitiyor aslında. Connie belki hapiste huzur bulacak bundan böyle. Nick tehlikeyi atlattı, psikiyatrist amacına ulaştı, büyükanne de. Her şey yerli yerinde, olması gereken yerde. Öyle mi acaba? Sorulması gereken en mühim soru da bu aslında; rahat bir nefes alabilecek miyiz acaba bundan sonra?

AEF5C509-60E2-4F25-9A52-E18FA05F0EBC

4B8743E0-6772-47FD-AD05-AACF1A3FA72B

Diziler alıp başını gitmişken, Netflix bırakılması güç bir bağımlılık yaratmışken ve ortalıkta izlenecek çok nadir kaliteli filmler varken, bir anda karşıma çıkan “Good Time” bu senenin en etkilendiğim bağımsız ruhlu filmlerinden oluyor ister istemez. Hakkında yazılan övgü dolu eleştiriler, çılgın senaryosu, ne yaptığını bilen görüntü yönetimi ve yakaladığı sinema diliyle görülmeyi, bolca görülmeyi, anlaşılmayı ve üzerine bol derin düşünülüp konuşulmayı hak ediyor. Good Time’ı atlamak, biraz Kafka’yı ıskalamak sanki.

ED7E25F1-4492-4D5D-BB32-D131E31826EA

 

 

THE BEGUILED – KADIN AFFETMEZ

 

IMG_0697

THE BEGUILED – KADIN AFFETMEZ :

“Askerler, eli silahlı, ürkmüş bir kadından daha korkutucu şey yoktur dediler.” Bayan Farnsworth

“Cesaret yalnızca zamanı geldiğinde gerekeni yapmaktan ibarettir.” Bayan Farnsworth

“Kadın Affetmez” olarak çevrilen ve bu isimle Yeşilçam melodramlarını anımsatan film çok başka kulvarlarda dans etmekte. Bir edebiyat uyarlaması olan “The Beguiled”, aynı isimli kitabın ikinci ve söylendiğine göre çok daha başarılı bir uyarlaması imiş. Thomas P. Cullinan ise kitabının yazarı. Filmini izlemediğim ve kitabını okumadığım için şimdilik karşılaştırma şansım yok. İlk filmin ve içerisinde olduğu her filmin ağır topu olmayı başarabilmiş Clint Eastwood’un yanında, yıllar sonra, ara ara rol çalar gibi olsalar da toplu performans sergileyen oyuncuların genellikle soluk kostümler içerisinde arz-ı endam ettikleri mütevazı sayıda kadından oluşan hanımlar topluluğunun beyazperdedeki dışavurumundan bilinçli şekilde yaratılmış bir mizansen olması dışında, herhangi bir rahatsızlık duymadığımı belirtmeliyim en başta(bu uzuun cümleyi kesemiyorum öyle bir anda). Kulağa çılgınca gelen içerisinde beyazlar giyinen erkeksiz kadınların yaşadığı malikane fikri, savaş koşullarında normalize edilebiliniyor pekala da. Bu şaşırtıcı ve gittikçe acımasızlaşıp ürküten güruh, sergiledikleri çok farklı karakterleriyle aynı zamanda her biri bir başka görevi ifa etmekle görevli bir gövdenin parçası, hatta hatta bir ağacın dallarını andırıyorlar zaman zaman. Sanki bir yap bozun parçası gibiler ve ayrılsalar da yeniden birleşiyorlar bir anda sanki aralarında bir mıknatıs varmışçasına. Tıpkı Edwina’nın söylediği gibi, kaçıp kurtulmaları imkansız gibi görünüyor çoğu zaman bir cehennemi andıran kendi küçük cemaatlerinden. Öyle de oluyor, Edwina’nın kurtuluşa ve erkeksiz geçen yıllarının son bulacağına dair son umut kırıntıları da, Onbaşı’nın hazin sonu ile beraber tükeniyor en sonunda. Eğer isteniyor da olmuyorsa, erkeksiz kadınlar tabiri çok acı verici geliyor hem göze hem de kulağa.

Yönetmen koltuğunda tüm filmografisine hakim olduğum, baba mesleğini sürdüren bir kadın yönetmen olan Sofia Coppola var. Oyunculukla yola koyulan yönetmenin altıncı uzun metraj çalışması olan “The Beguiled”, bu sene Cannes Film Festivali’nde, ona, bir de en iyi yönetmen ödülünü kazandırmış. Kendisinin gözümdeki kredisini baki kılan, aynı zamanda en sevdiğim filmi olan Lost in Translation’dan yıllar yıllar sonra gelen ve kendine has nüansları olan bir film var şimdiyse karşımızda. Tür olarak gerilimi de bünyesinde barındıran Don Siegel uyarlamasından sonra, dram yanı ağır basmış, her yaştan bütün kadın oyuncuların karakterlerini doksan dakika gibi kısa bir süre içerisinde seyirciye göstermeyi başarabilmiş olması açısından bakıldığında, yönetmenin oyuncu yönetiminde son derece başarılı bir tutum sergilemiş olduğunu görüyoruz. Savaş ortamında, genel olarak soluk ve açık renk kıyafetler içinde görmeye alıştığımız hanımlar, bir birey olarak ağırlıklarını koydukları gibi, her biri özgün birer karakter sergileyebilecekleri dar alanlarda göz kamaştırıyorlar adeta. Film bir kadın oyuncu yönetme filmi gibi de öte yandan. Fakat literatürde böyle bir kavram olmamasından ötürü, şimdilik benim ve sizin aranızda kalacak bir terimle baş başayız. Yönetmeni kadın, oyuncuların tamamının bir eksiği de kadınlardan oluşmakta ve hal böyle olunca, feminist bir bakış açısı sergilenebilecek filmde, kadın ruhunun gizli kalmış yönlerini, tutkularını, kıskançlıklarını, ihtiraslarını ve ihtiyaçlarını sergilemeyi uygun görmüş yönetmenimiz. Kadın kadının kurdudur demeden, öyle bile olsa dümeni ivedilikle ters yöne kıran, onun yerine sineye çekmeyi, alttan almayı, talihsizliği kabullenmeyi gösteren filmde tutkulu bir de sahne var, benden söylemesi… Her filmin bir rengi vardır derler, bu filmin rengi ise dışarıdan vakur görünen, saflık ve temizliği temsil eden, ama aslında her tür çılgınlığa zemin oluşturabilecek “beyaz” kanımca.

IMG_0699

IMG_0698

Toplamda dört yıl süren ve eyaletler arası bir savaş olan Amerikan İç Savaşı’nın üzerinden üç sene geçmişken Virginia’nın ormanlık alanında mantar toplamaya gelmiş küçük bir kız bir ağacın altında yatmakta olan ve bacağından yaralı paralı asker Onbaşı McBurney’i pek fazla uzakta olmayan ve kendisinin de ikamet ettiği Bayan Farnsworth’un kız okuluna götürüyor. Genç hanımların bulunduğu okulda, dört öğrenci, bir öğretmen, bir Bayan Farnsworth, yakışıklı Yankee gelesiye kadar da sıfır erkek var. Erkeklerden, dış dünyadan ve kapıdaki savaştan izole bir yaşam süre gidiyor içeride, demir parmaklıkların ardında. Köleler ayrılalı çok olmuş ve bir Kuzeyli olarak gelen yakışıklı askerle ne yapacakları gerçeği filmin ana eksenine oturuyor bundan böyle. Bir sürü kadın, bir tane adamla aksi gibi görünse de güçlükle başa çıkabiliyorlar. Çünkü hepsi adama göz koyuyor. Fakat savaşın karşı tarafından geliyor genç adam herşeyden önce. Yani o bir düşman savaş koşulları altında. Üstelik uzuun zamandır erkeksiz kalan yedi kadının yedisinin de ilgi odağı oluyor bir anda. Genç, yakışıklı ve muhtaç durumdaki genç adamın cazibesine yenik düşüyorlar teker teker. İrlanda asıllı onbaşı bir paralı asker ve ilk zamanlarda yaralı bacağını tedavi eden kadınlara duyduğu minneti belirtmekte zarar görmüyor. Aynı zamanda fena halde ortamcı da kendisi. Nabza göre şerbet veriyor. Gönül almayı, kalpleri kazanmayı iyi biliyor. Onu Güneyli askerlere teslim ettikleri takdirde, başına gelebilecekleri bildiğinden, hanımların suyuna gidiyor usul usul.

IMG_0696

Malikanenin otoriter sahibi ve aynı zamanda yöneticisi olan Bayan Farnsworth gidecek başka yeri olmayan kızlara iyi bakıyor, onları besliyor ve eğitmeye çalışıyor aynı zamanda. Her işlerini kendileri yapmaya çalışıyorlar. Çamaşırlar yıkanıyor, yemekler yapılıyor, bahçe tırmıklanıyor, hayvanlara bakılıyor. Bu sıkıcı ve rutin işlerinin arasında, bir adam hayatlarına dahil olduktan sonra, büyüğünden küçüğüne hepsi onbaşıyla vakit geçirmek için can atar hale geliyorlar. Biri giriyor biri çıkıyor odasına. En nihayet Bayan Farnsworth odaya girmeyi yasaklıyor. Bir an önce iyi olup, yola koyulmasını umdukları genç adamın onlarla kalmasını istiyorlar aslında içten içe. Evde bir askerin olması her birini değiştiriyor bu arada. Giyim kuşamda daha bir özenli hale geliyorlar beklenmeyen ziyaretçilerinin karşısına çıkmadan önce. Odasına dua kitabı götürenler, bir bardak su ister misin diyenler, iyi geceler öpücüğü verenler ve kalbini ona açan hurilerle çevriliyor genç adam. Onbaşı’ya ise sırasıyla reşit olan her genç hanıma kur yapmak düşüyor. Hepsi farklı farklı hisler barındırıyorlar ona karşı. Dünyada derslerden başka şeylerin de var olduğu gerçeğiyle yüzleşiyorlar onun sayesinde. Bundan iyisi Şam’da kayısı diye düşünenler içinse, bunca arzulu bakışın nesnesi olan adamcağızın yakaladığı şansın nasıl tersine döndüğüne ve işlerin nasıl da bir anda rayından çıktığına şahit oluyoruz. En büyük tehlike olan kıskançlıklar çıkıyor su yüzüne yavaş yavaş. Sürtüşmeler, sataşmalar devam ederken, Güneyli misafirperverliğini göstermekten de kendilerini alamıyorlar bir yandan. Eskiden danslı, müzikli partilerin verildiği evdeki ruhu canlandırmaya çalışıyorlar onu çağırıp, baş köşeye oturttukları akşam yemeği sayesinde.

IMG_0702

Filmin en enteresan sahnesi olan kesik bacağı törenle toprağa verme sahnesinde, yönetmen uzaktan izletmeyi tercih ediyor yaşananları. Bu esnada uyanıp da, bacağının yerinde yeller estiğini gören onbaşı ise sinir krizi geçiriyor. Ev erkanını düşman ilan ediyor. Kendisini teskin etmekse mümkün olmuyor. Bu iyi huylu ve yardımsever genç hanımlar, deli ve kindar kadınlara dönüşüyorlar onun gözünde bir gecede. Ona göre odasına gitmediği için kendisinden intikam alma peşine düşüp, onu yatağa mahkum ediyorlar. Kin güdüyor onlara bu yüzden. Gitse, gidemiyor bacaksız haliyle. O da kırıp döküyor öfkesinden. Potansiyel bir tehlikeye düşmüş Onbaşı’yı birliğe teslim etseler, konuşmasından korkuyorlar. En şeytani fikir, ufaklıkların birinin aklından çıkıyor. Zavallı Onbaşı eve ilk geldiğinde bahçeye yıkılmış, yedi nazik el tarafından verandaya taşınmıştı tedavi edilebilinsin diye. Şimdiyse aynı verandada kefeni dikiliyor ve aynı eller onu bu sefer kapının hemen önüne, demir parmaklıkların gerisine bırakıyor. İzlemeye koyuluyorlar sonra da uzaktan. Sağ çıkmak tabirinin ne anlama geldiğini görüyoruz sayelerinde, aksi şekilde.

IMG_0701

Filmin senaryosunun sıkıntılı olduğu düşünülse de, ders verme gayretinde olmayan, insanı, özellikle de kadın ruhunu, tüm açmazlarına rağmen gözler önüne sermeyi başarmış bir filmden fazla şey beklemek de haksızlık gibi geliyor bir yandan. Oyunculukların hiç aksamadığı, Nicole Kidman’ın altın çağını yaşadığını filmografisine eklediği Bayan Farnsworth karakteriyle iyice pekiştirdiği, Kirsten Dunst’ın tatlılıkla rol çaldığı, Colin Farrell’ın rol arkadaşları açısından en talihli olduğu, çok talihsiz bir karaktere hayat verdiği, biz kadınların yan yana, omuz omuza birbirimize destek olurken, hesapsız gelen bir erkeğin yaşamlarımızı nasıl da kolaylıkla alt edebileceğini, bizi birbirimize düşürebileceğini, öte yandan bunu da bertaraf edebileceğimizi tüm acımasızlığıyla gösteren bir film olmuştur kanımca The Beguiled. Bu taraftan bakınca, Kadın Affetmez ismi çok da yanlış görünmüyor aslında.

70th Cannes Film Festival 2017, Photocall  film "The beguiled".

 

 

 

 

 

 

 

WIND RIVER / KARDAKİ İZLER

IMG_0690

WIND RIVER / KARDAKİ İZLER :

Şiiri kimin için yazdığı değil, kimin yazdığı önemli.” Cory

Acın hafiflemeyecek. Eğer insanı rahatlatan bir an varsa, o da acıya alıştığın andır.” Cory

Bir iyi bir de kötü haberim var. Kötü haber bir daha asla eskisi gibi olmayacaksın. Kendini hep eksik hissedeceksin, bu hiç değişmeyecek. Kızını kaybettin ve hiçbir şey onun yerini tutmayacak. İyi haber, bu fikirle barıştığın anda kendine acı çektireceksin… Acıdan kaçamazsın. Eğer kaçarsan, kendini esirgersin. Kızına ait bütün anılardan kendini yoksun bırakırsın. Attığı her adımdan, son gülücüğüne kadar. Acıyı kabullen. Kızından kopmamanın tek yolu bu.” Cory

Taylor Sheridan’ı dizilerde ve sinema filmlerinde aktör olarak izlemiş olanlar, “Sicario” ve “Hell or High Water” sayesinde ise senarist olarak rüştünü ispat ettiğini bilenler için, beyaz bir kelebek misali gelmiş ve ekranlarımıza konmuş bir film “Wind River”. Sinema yazısı şiir gibi mi olurmuş, beyaz kelebek de nereden çıktı şimdi diyenlere, filmin ilk sahnesinde kullanılan dizeler birer referans olacaktır kanaatimce. Bu bir film üzerine yazılmış ve paragraflara sığdırılmış düşüncelerimin bir bütünüdür neticede ve onu okuma sabrını gösterdiğiniz sürece bu yazıdaki kanaat önderiniz de ben olacağım bundan böyle. Bir film izleyene, bir kanaat önderliği benden size hediye. Kaç kaçabilirsen yazdıklarımdan ama yakalandın bir kez… Bir parçacık şansın varsa eğer, Jeremy Renner’ın canlandırdığı Cory karakteri gibi bir avcı koruyup kollayacaktır seni ya da bir savaşçıysan eğer teslim olmayacaksındır hain kurtlara. Ciğerin patlayana dek, barometreler eksi yirmi dokuz dereceyi gösterirken, altı mil boyunca koşabileceksindir kangren olmaya yüz tutmuş çıplak ayaklarınla buz gibi karın üzerinde. Çok zor şartlar altında kalmış birinin yaşama arzusunun şiddetini bilemeyeceğin gibi, kendi sınırlarını da bu zor şartlar altında kalmadan tartamazsın. Natalie kadar dayanıp dayanamayacağını düşündüğün anda kendini kurbanın yerine koymakta olduğun gerçeğiyle yüzleşirsin ve okyanusun öte tarafında konumlanmış olan üç tarafı denizlerle çevrili, yedi bölge, cins cins insanla bezeli ülkende benzer korkularla yüzleştiğini ve hele de bir kadınsan eğer kendini daha daha çok kurbanla özdeşleştirmekte olduğunu görürsün için ürpere ürpere. Sen kara kara düşünürken, siyah sana en çok yakışan renk olsa da, bu hal çok başkadır aslında. Hele de kadına karşı her tür şiddetin tavan yaptığı şu zamanlarda, ne yaş, ne baş, ne ırk, ne mezhep mühimdir dönüp de baktığında. Bu ülkede yaşayan bütün kadınlar, erkek egemen toplumun, siyasi hedeflerin, kadına aç gözlerin “şimdilik canlı” hedefleriyiz. Bunun için haddimizi bilip ıssız yerlerde dolaşmamaya, evimize hava kararmadan dönmeye, erkek arkadaş edinmemeye gayret ediyoruz. Batı’ya, sıcak iklimlere, denize yakın yerlere yerleşmeye çalışıyoruz hep bu yüzden. Evimiz, okulumuz Batı’da olsun, sosyalleşme umudumuz bizimle olsun diye. Beyaz bir Amerikalı’nın kaleminden çıkmış olsa da benim zihnimden çıkan haliyle feminist olarak değerlendirilebilinecek ama gittikçe şiddetlenen korkularıma hitap eden bir filme ait düşüncelerim var yazımın her satırının içinde. Kadınlardan nefret eden adamlarla çevrelendik kanaatimce. Kanımı donduran bu düşünce için filmin çekilmiş olduğu buz gibi Wyoming’e ya da Kars’a gitmeye gerek yok bir de. Şimdi dönelim filmimize…

Sektörün çok yönlü işlere imza atan insanı olarak Taylor Sheridan için “çok yönlü” sıfatı doğru bir tabir olsa gerek. Emin adımlarla ilerliyor ve git gide çıtayı yükseltiyor filmografisiyle. Bir filmi tamamiyle sahipleniyor ikinci defaya mahsus olmak üzere. Hem yazmış hem de yönetmiş bu defasında. Amerika Birleşik Devletleri’nden aldığı bir çok adaylığın yanısıra, ödülle taçlandırılma kısmına gelindiğinde Avrupa’dan hem de en prestijli semalarından kayda değer ödülleri topladığını görüyoruz ve bunu da usulca yapıyor Teksas doğumlu beyaz adam. Avrupalıların, Amerika’nın bu bakir ve nispeten az bilinen coğrafyasından gelen sade insanlarının hikayelerini önemsediklerini ve ondan öte entelektüel kesimin ilgisini fena halde çektiğini düşünüyorum. Kara mizaha yatkınlıklarıyla bilinen Coen Kardeşler’den aşina olduğumuz topraklar, kar, kış, sonsuz da bir beyaz, bu defa dram odaklı bir hikayeye fon oluşturmuş. Şartlar gereği münzevi ve mütevazi hayatlar yaşanıyor burada. Filmin, yaşamları ellerinden alınan iki kayıp kızı da yaşıyor olsalardı eğer, ilk fırsatta gideceklerdi buradan. Onlar da öldüklerinden, şansları da beraberlerinde giriyor mezara yazık ki.

IMG_0691

IMG_0693

Film Kızılderili bir kızın, gecenin bir vakti, çıplak ayakla nefes nefese ve çığlık çığlığa karın üzerinde koştuğu, bir an yere çöktükten sonra tekrar koşmaya devam ettiği sahne ile açılıyor. Pırıl pırıl bir havada bembeyazlığa geçiyoruz bir sonraki sahnede. Bir avcı, kılsız tüysüz koyunları gözleyen aç kurtları tek tek vuruyor pusuya yattığı yerden. Kapısını çaldığı evde onu karşılayan ve aralarının limoni olduğu her halinden belli Kızılderili kadının, onun karısı olduğunu ve yavaş yavaş gizemi çözülen fotoğraftaki kızın, yine gizemli bir şekilde ölen kızları olduğunu öğreniyoruz. Sonuçta bunca acıya dayanamayan bireylerden oluşan aile parçalanmış; kızları umutlarıyla beraber gömülmüş, geriye kalan bir tek oğulları da annesiyle yaşıyor. Olaydan mesuliyet duyan baba da film boyunca gördüğümüz üzere bir yaşam bilgesine dönmüş, felsefe yapıyor acı çeken herkese. Kendini, masumları korumaya adamış bir avcıya dönüşmüş vaziyette kar kıyafetleri, tüfeği ve kar motoruyla mesai yapıyor sağda solda. Oğlunu insancıl yetiştirmeye gayret ediyor öte yandan. Ona ata binmesini, fakat bunun için atın saygısını kazanması ve ona karşı nazik olması gerektiğini anlatıyor. Ona bir kadına ve genel olarak bütün insanalara karşı takınması gereken tavrı anlatıyor gibi. Karısının ailesi Arapaho yerlilerinden ve hem kızı Emily hem de oğlu Casey Kızılderili ırkının belirgin fiziksel özelliklerine sahipler. Belki de tam da sular duruldu derken Natalie’nin cesedini bulan kişi yime Cory oluyor ve mazi gözünde canlanıyor adeta. Üstelik Natalie, Emily’nin en yakın arkadaşı. Babasıyla da Cory çok yakın iki dost. Şimdiyse ortak bir kaderi ve de kederi paylaşıyorlar adına evlat acısı denen. Filme ismini veren Wind River’sa Kızılderili Koruma Bölgesi’ne verilen ad. Cinayet ihtimali üzerine olay yerine gönderilen FBI görevlisi ise bir damlacık bir kadın. Meraklı ve kinayeli bakışlar karşısında “sırf” ben geldim diyor umutsuzca. Üstelik görev yeri olan Las Vegas’tan buraya kadar kiraladığı araçla, üzerinde bir de ince bir paltoyla gelmiş bulunmakta. Bundan böyle, şartlara, ortama yabancı genç bir kadının bu büyük ve güçlü adamlara kendini kabul ettirme çabasına tanık oluyoruz. Cory’nin ölmüş kızının kar kıyafetlerini veriyor ona anneannesi. Önce cinayet mahalline, oradan otopsiye, oradan da kızın ailesinin yanına gidiyor. Olay mahallinde kızın çaresizliğine, otopside kendi yetersizliğine, en nihayet ailenin yanında da onların dramına tanıklık ediyor genç kadın. Kızın nasıl öldüğünü ve ölmeden önce neler çektiğini öğreniyor. Tecavüze uğramış kız koşarak kaçarken, ciğerleri soğuk hava yüzünden buz tutup, içleri kanla dolunca öksürmeye başlamış ve patlamış bir süre sonra. Kız kendi kanında boğulmuş kısaca. Otopsi esnasında adli tabip bunun bir cinayet olarak kayda geçirilemeyeceğini söylüyor. Koşmuş koşmuş yorulmuş ve donmuş gibi duruyor çünkü. Fakat bu durumda FBI bölgeye ekip gönderemeyeceğinden, amiri dosyayı kapatacak, onu da derhal Vegas’a geri çağıracak. Buradaki ekipse şerif dahil altı kişi kadar ve onlar da Rhode Island’a kadar her yerden sorumlular. Pek fazla yardımı dokunmadığını bile bile, ondan başka bu işi üstlenecek kimse çıkmayacağının da bilincinde ve bu rolde Olsen kardeşlerden, Elizabeth olan, rol için son derece uygun düşmüş. Ne eksik ne fazla. Jane ne yapacağını bilmez bir halde olduğundan, yaban hayatı korumada görevli Cory’den yardım istiyor bu yüzden. Ailenin yaşadıklarını gördüğünde ise bayrakları iyice suya indiriyor. Anne kendini doğruyor yatak odasında, babayı avutmaksa aynı sınavdan geçmiş Cory’e düşüyor. İş bu haldeyken elde edilen ipuçlarıyla potansiyel suçluların peşine düşüyor bu bir avuç insan. Başlarında da FBI’dan çaresiz Jane. Destek birim çağırmayı teklif ettiğinde, şartları iyi bilen Şerif, burada kendi başının çaresine bakması gerektiğini söylüyor ona. İkinci bir ceset daha bulunuyor, akbabalara yem olmakta olan.

IMG_0689

Filmin en önemli yan karakterlerinden biri olan Chip, Natalie’nin bağımlı erkek kardeşi. Beyaz Adam’a karşı içinde biriktirdiği öfkeyle başa çıkamamış, esas olarak kendisiyle ne yapacağını bilemeyen, hiçbir fırsatı değerlendiremeyen, kısacası kendini harcamış ve harcamakta olan bir genç. Kardeşinin tecavüze uğradığını ve öldüğünü duyduktan sonra da daha çok acı, daha çok çaresizlik ekleniyor bu hislerine. Öyle öfkeliyim ki, bütün dünyayla kavga etmek istiyorum diyor. Cory bunun yerine o hisle mücadele etmesi gerektiğini, aksi takdirde her nasılsa sonunda dünyanın onu yeneceğini söylüyor. Yeri gelmişken burada belirtmek gerekiyor; film boyunca, yeni moda tabirle Amerikan Yerlileri dediğimiz Kızılderililer genel olarak iyi, dürüst, mazlum olarak tasvir ediliyorlar, kızları tecavüze uğruyor ya da öldürülüyor, sonunda mutsuz oluyorlar, hayat onlardan çok şey çalıyor. Beyazlarsa o kadar iyi değiller, ama aralarında iyi olanları da var. Filmin bilge karakteri Cory evlat acısıyla sınanmış beyaz bir adam mesela. Ailem dediği Kızılderililer’in bu bölgeye zorla getirilişinin ve bir asır boyunca burada hapsolduklarının bilincinde ama yine de ellerinden alınmayan tek şey olan kar ve sessizlikle iç dünyasında barışık bir adam. Kendini Kızılderililere yakın hissetmesinin nedeni, onlardan bir zarar görmeyeceğinin bilincinde olmasından kaynaklı, kaldı ki Kızılderililer de onu benimsemiş vaziyetteler. Buraya gelen yabancılar huzurlarını kaçırıyor sadece, bir de kızlarını bu kar ve sessizliğin içinde. Geride onlardan kalan izler de siliniyor yeni bir kar yağışının ertesinde. Etraf gene beyaza ve sessizliğe bürünüyor. Kar görünürde örtüyor bütün izleri, geriye her tür çaresizlik hissiyle dünyanın orta yerinde kalmış görünen, dertlerle başa çıkamayan,  zarar görmüş, hep düşünceli, yorgun insanlar bırakıyor.

Jane açısından baktığımızda, film bir yandan, bir büyüme ve olgunlaşma hikayesi anlatıyor. Sonlara geldiğimizde, canını bir avuç manyağından elinden Cory sayesinde kurtaran Jane, hastane yatağında bozulan sinirleriyle teslim oluyor gözyaşlarına. Karda altı mil boyunca çıplak ayakla koşabilmiş Natalie için, kendi çektikleri için hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Onu, masum bir kuzu olarak gören ve kızının yerine koyan Cory avutuyor her zamanki gibi, kurtlar şanssız geyikleri öldürmez, zayıf olanları öldürür diyor. Diğer yandan bu ikilinin arasında yaşanabilecek olası bir mızmız aşk hikayesi yok ve bu da senaryoyu değerlendirirken verilmiş en makul karar gibi görünüyor. Wind River senenin izlenmesi gerekenlerinden. Savaşçı bir kız’ın yaşam mücadelesine ve hayatta kalma güdüsüne tanık oluyorsunuz, sonunda kazanamayacağını bilseniz de. Bu kez Dostoyevski’den bir alıntıyla bitirelim yazımızı: “Bir insana, uçurumun kenarında sadece ayaklarının sığabileceği kadar yer sağlansa ve orda sonsuzluğa mahkum edilse yine de yaşamak isteyecektir.” Bizler de direniyoruz olduğumuz yerde, yaşamaya çalışıyoruz kendi bildiğimizce.

IMG_0694

 

A GHOST STORY – BİR HAYALET HİKAYESİ

IMG_0612

A GHOST STORY – BİR HAYALET HİKAYESİ

“Hangi saatte uyanırsan uyan, kapanan bir kapı vardır.” Virginia Woolf, Perili Ev

Diyor film başlamadan önce siyah ekranın üzerinde beyaz harflerle yazılmış vaziyette. Gerçekten öyle midir? Öyle diyorsa öyledir. Bu lafı eden söz konusu kişi Virginia ise gerçekten de öyledir ve bazı insanların sözleri referanstır. Neymiş peki? Öyle imiş, gerçek imiş, Virginia demiş. Hayaletler, cinler(=üçharfliler), periler gerçek imişler. Peki bu filmde olduğu gibi buruşuk, beyaz bir çarşafın içinde göz diye açılmış iki iri kara delikle, Sprited Away’in Casper’ı gibi mi gezerler? Şekilci ruhlar böyle sorular soraaar dururlar. Vazgeçin bu halden. Çünkü yönetmen ne yapmış etmiş bir parodiye dönüşebilecek Casper’ımızı sükunetle, ciddiyetle, kimi zaman hüzünlenerek, hem de melankolisine ve yalnızlığına ortak ederek kabul ettirmeyi başarabilmiş izleyicisine. Kah hastane koridorlarında, kah yollarda evime gideceğim diye kilometrelerce mesafelik yolu sessiz sessiz yürüyen, kavuştuğunda ise hiç çıkmamacasına evin bir köşesinde bekleyen etekli, gotik şey sizi kahkahalara boğabilecekken, gülücükleriniz dudaklarınızda soluyor ister istemez. Senenin tuhaf biçimde en iyi işlerinden biri olarak çıktı karşıma “Bir Hayalet Hikayesi”. Başrol oyuncusu Casey Affleck birkaç sahnesi dışında Casper olarak boy gösteriyor filmin tamamında. İngiliz Hasta’nın başrolünde oynayan Ralph Fiennes de benzer bir kaderi paylaşmıştı yıllar yıllar evvel, vücudunun yüzde sekseni yanmış Macar Kont Lazslo Almasy rolünde. Sonuç olarak, film, iddiasızlığının arkasında söyleyecek pek çok sözü olan ve çok da iddialı bir yapım aslında. Ben çok beğendim. Birçok nedenden ötürü. Sabrınız el verdiği sürece, beni okumak konusunda bir o kadar istekli olduğunuzu bildiğimden, olsa gerek, ağıır ağıır paylaşacağım sizlerle fikirlerimi.

A Ghost Story - Still 1

IMG_0614

2017’nin en beğenilen ve en özgün filmlerinden kendileri. Şimdilik. Başrol oyuncusunu hayalet olarak yerinden kaldırıp, bembeyazbir çarşafa sokacaksınız ve komik olmayacaksınız. Bir oyuncu için kariyer intiharına neden olabilecek bu rol, kaldı ki hayalet intihar ediyor filmin sonunda, atmosfer yaratılmasındaki başarı sayesinde zafere dönüşüyor. Çok duygusal, ince çizgileri olan ve o ince çizgiler üzerinde nezaketle yürümesini bilen ve hikmeti çarşafında gizli olan film, “I Get Overwhelmed” isminde harika bir şarkı ve genel olarak hepsi de birbirinden harika olan müzikler barındırıyor soundtrack’inde. Bu işin mimarıysa bestecisi Daniel Hart. Film bittikten sonra da aklınızdan çıkmayan sahnelerde bu başarılı müzik seçiminin etkili olduğunu hissediyorsunuz. Başta “müzik” olmak üzere birçok unsur; hayaletin ne hissettiğini, onun ruh halini ve bizim ona karşı ne hissetmemiz gerektiğini söylüyor adeta. Gerilim dolu bir müzikten hemen sonra ritim yumuşuyor bir anda. Önce öfkeyle, sonra çaresizlikle doluyorsunuz onunla birlikte. Seksen doğumlu yönetmen David Lowery’nin bundan sonraki filmlerini merakla beklemeye başladım şimdiden. Yakın tarihli işlerinden biri ise 2018 yılında vizyona girmesi planlanan ve yine Casey Affleck’in kadrosunda olduğu “Old Man and the Gun” var sırada. İnsan merak ediyor, Casey Affleck artık Oscar’lı bir oyuncu ve filmin tamamına yakınında sesini çıkarmadan, beyaz bir örtünün içinde dolanıp durmayı nasıl oldu da kabul etti derken, aynı ekibin 2013 tarihli ” Ain’t Them Bodies Saint”de de beraber çalışmış olduğunu görüyoruz. Yönetmenin filmografisinde ilk önce geriye gitmem gerektiği anlaşılıyor böylelikle.

IMG_0616

Filmimize dönersek eğer, başa dönüp tekrar izlediğinizde parçaların daha bir yerli yerine oturduğunu görüyoruz. Yok benim bir filmi ikinci kere izlemek gibi bir lüksüm yok, vaktim de yok diyorsanız eğer yazımı okuyun yeter. Ben size anlatırım:

Evli ve çocuksuz bir çift olan C(Casey Affleck) ve M(Rooney Mara) kırsal bir bölgede, tek katlı bir evde yaşıyorlar. C müzisyen ve kompozitör aynı zamanda. Sakin bir yaşantıları var dışarıdan görüldüğü kadarıyla. Filmin başında uzandıkları salon koltuğunda küçüklüğünde sık sık taşındıklarından, geride küçük kağıt parçalarına yazdığı notları her evin değişik yerlerine sakladığından bahsediyor M(Rooney Mara). Bunu yapma nedeni ise bir gün geri dönmek istediğinde bir parçasının onu bekliyor olduğunu bilmek. Gerekmediğinden şimdiye kadar hiç dönmemiş olan M’nin yazdığı şeyler, o evde yaşamakla veya o evin sevdiği bir parçasıyla ilgili şeylermiş en fazla ya da bir şiirmiş mesela. Fakat iz bırakma sevdalısı M’nin evliliği kocasının bir trafik kazasında ölmesiyle kesiliyor. Yas dönemindeki M’nin her daim izleyici konumunda bir misafiri bulunuyor evde. O da hayalete dönüşen eski eşi. Hastanede, cesedi, karısı tarafından teşhis edildikten sonra, bırakıldığı sedye üzerinde hayat buluyor bir nevi ve üzerindeki beyaz örtüyle ağır ağır önce hastaneden, sonra kırlardan geçiyor yürüyerek. Evini beklemeye koyuluyor bundan böyle. Zaman akıp gidiyor bu arada. Mevsimler değişiyor. Hayalet olup gelen C ise bekliyor da bekliyor. Sadece karısını değil, evini de bekliyor. Aslında evi bekliyor. Kendi gibi bir bekçi daha var karşı evin camında. Ona ne beklediğini sorduğunda, hatırlayamadığını söylüyor karşı taraf. Kim bilir ne kadardır bekliyor! Filmin en çarpıcı anlarından birinde eve kadar kendisini bırakan ve alkollü olan bir adamla kapıda öpüşen karısını gören C’nin öfkeyle karışık kıskançlığını gösterdiği anlar oluyor. Önce ampuller cızırdıyor, sonra da onun dikkatini çekebilmek ve kendinden uzaklaşmasını önlemek için kütüphanedeki kitapları fırlatıyor yere. Karısının önüne düşen kitaplardan biri yine Woolf’un Perili Ev’i ve içerisinden seçilmiş kelimeler dikkatini çekmek istediği: “hazine sizin.” Tüm bunlar bir gün karısının taşınmasına engel olamıyor. Eskiden anlaşamadıkları konulardan biri olan bu evden taşınma fikri, bir başına kalan M’nin nihai fikri oluyor. Arkasından üzgün üzgün bakmak da C’ye düşüyor. Karısının, geride, bir kolonun arasına sıkıştırdığı not, elleri olmayan hayaletin umutsuzca bu küçük kağıt parçasını çıkarmak için çok yıllar boyunca uğraşmasına neden oluyor. O kağıt parçasında yazılanları öğrenmek, tutkusu haline geliyor. Sonra yeni ev sahipleri geliyorlar sırasıyla. İlki Hispanik bekar bir anne. Biri kız biri oğlan, iki küçük çocuğu var. Fakat bir şekilde varlıklarıyla onu rahatsız ediyorlar. Öfke nöbeti geçiren C, varlığını belli ediyor onlara. Aile bireyleri ölebileceklerini düşünseler de, C’nin tek derdi onları korkutup kaçırmak. Mutfak dolaplarının içindeki bardağı tabağı fırlatıyor duvarlara. Ne var ne yoksa kırıp döktüğünde ancak sakinleşiyor genç adam(pardon hayalet). Çocuklar çığlık çığlığa bağırışırlarken, bir sonraki hamleleri evi boşaltmak oluyor. İstediği zaman kendini gösteren hayaletlerin tercihine saygı duymak gerekiyor. Bir sonraki ev sahipleri ise parti vermeyi seven bohem bekar insan topluluğu oluyor. Gelecek hakkındaki fikrini söyleyen bir adamı dinliyor C can kulağıyla kalabalığın arasında. Adamın Beethoven ve Dokuzuncu Senfoni üzerinden örneklendirerek ölümsüzlük ve iz bırakmak üzerine söyledikleri hayat dersi niteliğinde. Tamamiyle her sözcüğüne kapılarak katılıyorum. Neticede ne yazarsan yaz, ne bestelersen bestele, istersen hayalindeki evi inşa et; bunların hiçbirisi, çit kazığı gömmek için parmağını toprağa sokmaktan daha kıymetli olmadığı gibi, biz faniler parça parça mirasımızı oluşturuyoruz her geçen gün. Belki bütün dünya bizi unutmasın diye ya da birkaç kişi bizi unutmasın diye ama öldükten sonra da hatırlanmak, anılmak için yapıyoruz tüm bunları. Tıpkı benim gibi. Ve bir gün bir mağarada birisi, bir başkasının Dokuzuncu Senfoni’den bir kısmı mırıldandığını duyduğunda, kulaklarında hissettikleri o fizik onlara korkudan veya açlıktan veya nefretten başka bir şey hissettirecek ve insanlık devam edecek ve medeniyet yerine oturacak belki de bir şekilde. Tüm bunlara ek olarak filmin anlatmak istediğini özetleyen cümlelerse daha önce de alıntıladığım Saint-Exupery’nin Citadelle’inden: “Ağaç hiç de önce tohum, sonra filiz, sonra yaş gövde, sonra kuru odun değildir. Tanımak istiyorsan bölmemelisin. Sen de böylesin küçüğüm. Tanrı dünyaya getirir seni, sonra büyütür, sonra birbiri ardından isteklerle, üzüntülerle, sevinçlerle, acılarla, öfkelerle, bağışlamalarla doldurur , sonra da kendine döndürür seni. Ama sen ne bu okullu, ne bu koca, ne bu çocuk, ne de bu ihtiyarsın. Tamamlanansın sen. Kendini, iyiden iyiye zeytin ağacına bağlı, sallanan dal olarak görmesini bilirsen, kımıldayışlarında sonrasızlığı tadarsın. Ve çevrende her şey ölümsüzleşir…”

IMG_0617

IMG_0618

IMG_0615

Filmin bundan sonrası çok daha dramatik bir hal alıyor. Yıllar geçiyor, insanlar gelmez olduğundan, evler boş ve virane bir hal alıyor. Bir gün, aniden, buldozerlerle karşılıklı iki evi yıkıyorlar. Bu esnada C halen daha karısının bıraktığı notu yerinden çıkarmakla uğraşıyor. Bir anda mavi göğün altında, harabenin ortasında açıkta kalıveriyor. Fakat benzer kadere sahip karşı evin hayaleti pes ediyor geleceklerini sanmıyorum diyerek. Umudu tükeniyor ve bırakıyor. C içinse işler biraz daha yavaş ilerliyor. Evinin olduğu arsanın üzerine çok katlı bir bina yapılıyor. Önce yapım aşamasında, sonra da bittikten sonra dolaşıyor içinde. Hiç aşinalık hissetmediği yüzlerle karşılaşıyor. Çareyi çatısına çıktığı binadan atlamakta buluyor. Hayalet intihar ediyor. Bundan sonra bu noktaya nasıl gelindiğinin, kısaca öncesinin öncesine gidiyoruz. Evin tarihine tanıklık ediyoruz ölümsüz ruh’umuzla beraber. Çitlerin nasıl ve kimler tarafından çekildiğine, hayatların nasıl birbirine ve birbirinden geçmiş olduğuna, bundan yüzyıllar önce de bir çocuğun ufak bir kağıda yazdığı notu duvar olmadığından irice bir taşın altına gizlediğine şahit oluyoruz. Bunu neden ve neyi düşünerek yaptığını sorduğumuzda anlatamayacak olsa da içgüdüsel bir şekilde yapıyor o da. Bir iz bırakmak için, ben buradaydım demek için muhtemelen, o bunu bilmese de. Ve tüm bunları izliyor hayalet. Ölümleri, nasıl öldüklerini, bedenlerinin çürümesini, toprağa karışmasını ve yerine yenilerinin gelişini… Yüzyıllar boyunca zamana tanıklık ediyor ve de asırlar. Geçmişini takip ediyor. Bir konuşmalarında hayalet olmadan önceki heliyle C, karısına, bu evde bu kadar hoşuna giden şeyin geçmiş olduğunu söylemişti. Karısı ise burada sandığın kadar geçmişimiz yok derken yanılıyordu aslında. Hepimiz gibi. Sahiplenmekle ilgili bazı şeyler. Ve de hissetmekle. Orada kalmak isteyen adam, sonuna kadar, belki de sonsuza kadar orada kalıyordu bir şekilde. İnsan, insanlığı, varoluşu düşündüğünde tüylerinin diken diken olmaması imkansız bence.

Yıllar sonra en nihayet kağıdı yerinden çıkarmayı başarıp okuyan hayaletse sonunda yok oluyor, ruhu huzura kavuşuyor, hala süren anlam arayışı son buluyor, bundan sonra odadan odaya geçmesine, konuşmaları sessizce dinlemesine, bekçi gibi dikilmesine neden olacak bir şey yok ve giderken bir ışık huzmesi kalıyor sadece ondan geriye.

“Çocukların ölecek. Seninkiler de ölecek. Seninkiler de. Benden söylemesi. Ve onların çocukları da ölecek ve bu böyle devam edecek.”

IMG_0611

IMG_0619

ENDLESS POETRY

 

IMG_0603

ENDLESS POETRY :

“Korku hasarı arttırır. Aklın her depremden daha güçlüdür.” Jaime

“Şeytanımı ruhuma sattım.” Alejandro

“Bu, üzüntünün zarif bir hamlesi.” Alejandro

“Beyin soruları sorar, kalp cevapları verir. Hayatın anlamı yoktur, onu yaşamalıyız.” Jodorowsky

“Yetişkin bir kartalın yuvaya ihtiyacı olmaz. Kanatların varsa uç!” Enrique Lihn

“Bir şiir mükemmelliğe ancak tüketilince erişir.” Enrique Lihn

Şili doğumlu, Rus Yahudisi, sürrealist, normal bir vücut içinde yaşayıp, normal bir insan olduğunu ve normal çalışan bir akla sahip olduğunu reddeden yönetmen Alejandro Jodorowsky’nin otobiyografik içeriğe sahip, rengarenk, capcanlı, bol gözyaşı ve şiirle örülü, kendi büyüme hikayesi ekseninde, Şili tarihi de içerisinde, dönem dönem beraber yürüdüğü şair arkadaşlarıyla etkileşimi doğrultusunda, sorunlu bir ilk gençlik, despot baba, aryalar aracılığıyla konuşan annesinden oluşan çekirdek ailesiyle olan sorunlu ilişkisinden yola çıkarak, hem kendinden hem de çevresinde onu boğan engellerden kaçmak üzere bir limandan kalkan tekneye bindiği ana kadar geçen sürede yaşadıkları anlatılıyor “Endless Poetry”de. Jodorowsky’nin gençliğini canlandıran başroldeki aktör aynı zamanda yönetmenin şarkıcı olan oğlu Adan Jodorowsky. Filmin sonunda “La Barca de Oro”yu seslendiriyor sakince, gitar eşliğinde. Çok hoştu doğrusu hem oğul Jodorowsky hem de şarkıyı seslendirişi. “Adios, para siempre adios!”

IMG_0602

Yönetmen, filmini, aynı zamanda arkadaşı ve yaşarken önceki filmlerinin yapımcısı olan Michael Seydoux’a adamış. Şili’nin kuzeyinde yer alan Tocopilla’dan tekne üzerinde Santiago’ya doğru yola çıkıyor küçük Alejandro, anne ve babasıyla birlikte. Geride bıraktıklarına son kez hüzünlü bir bakış atıyorlar beraber. Jodorowsky iki bin kilometrelik gözyaşı olarak tanımlıyor bu çok da uzak sayılmayacak iç göç durumunu. Yönetmenin fiziksel olarak filme dahil olduğu özel anlardan biriyle karşı karşıyayız daha ilk dakikalarda ve daha pek çok kereler karşımıza çıkıyor kendisi, kendisi olarak. Babasının dükkanının olduğu Natucana Caddesi üzerine, hızla, dönemin dekoru döşeniyor. Burası bundan böyle Alejandro’nun bir zamanlar çevredeki işçi sınıfının kullandığı ve aynı zamanda babasının dükkanının olduğu ana caddeye dönüşüyor. Ailesini geçindirmek için bir mahkum gibi çalıştığını düşünen babası, fazla fazla ailesini düşünmekten ötürü insanlığın vicdan kısmının önemli bir kısmını memleketinde bırakmış olduğundan kalan az bir miktarıyla yaşamaya çalışıyor. Annesiyse bir korseye sıkıştırdığı bedeninin izdüşümü olan hayatındaki talihsizliklerle mücadele edebilmek için belki de her ağzını açışında meramını aryalara sığdırıyor. Kolay değil tabii, bir parça çilekli pasta yerken boğulup ölen bir kardeşe sahipmiş bir zamanlar kendisi. Şimdi de bu yüzden yüzünü iki katlı pastaya gömen bir anneye sahip. Ve yaşayıp yaşamadıklarını bilmesek de, Jodorowsky’nin annesinin akrabalarına karşı çok da sevecen bir tutum içerisinde olmadığı görülüyor.

Alejandro’nun en büyük açmazı ise babası. Her daim ruhunda derin yaralar açmayı başarabilen adam, ona, dükkandaki cüce hırsızı tekmeletiyor, oğlunu Garcia Lorca okurken yakalandığında tüm şairlerin, ressamların ve oyuncuların ibne olduğunu, bu yüzden de şiir yerine tıp fakültesine girmek için biyoloji kitapları okuması gerektiğini söylüyor. Bir de erkekler ağlamaz diyor. Ve de erkekler birbirine sarılmaz, dokunmaz; bu kişi oğlu dahi olsa. Aljandro’nun ergenliği boyunca boğuşmak zorunda olduğu bir mesele de bu oluyor: “İ.n. miyim değil miyim?” Bir gün aniden karşısına çıkan ve şarabın etkisiyle peygambere dönüşmüş bir sarhoş oluyor Alejandro’nun ufkunu aça, hayatını değiştiren ve o sihirli cümleyi sarf eden: “Çıplak bir bakire, ateşten bir kelebekle yolunu aydınlatacak.” Bu cümle, bundan böyle, dünyayı babasının gözünden görmeyi bırakmasını sağlıyor ve daktilonun başına geçip ilk şiirini yazmaya başlıyor. Yine de babası gözünde o kadar güçlü bir figür ki, deprem anında hemen babasına sarılıyor korkusundan baba beni kurtar diye. İsa’nın Tanrı’ya çaresizlikle yakardığı anlar sanki bunlar. Fakat burada olduğu gibi, kimse kimseyi, insan insanı kurtaramıyor. Korkusunu bastırmaya çalışıyor sadece karşı tarafın, tıpkı bu anlarda olduğu gibi.

IMG_0593

IMG_0605

Anne tarafından akraba olarak birbirinden ilginç bireylere sahip bir sülaleye sahip Alejandro. Poker esnasında içinde puro saklı Tora’yı ortaya sürüyor yaşlı bir akrabası. Oyunda el birliğiyle hile yapıp, babasını yeniyorlar. Erkek kuzeni ona aşık oluyor ve aşkına karşılık bekliyor. Yıllar sonra aynı kuzenini kendini ağaca asarak intihar etmiş halde buluyor. Genç adamın hayalleri vardı halbuki bir zamanlar; mimar olacaktı, cesur olacaktı, maskesini çıkarmıştı… Alejandro ise yirmili yaşlarının başında sembiyotik dansçılar, süper tenor, ultra piyanist, poli ressam gibi çılgın bir kümenin içine dahil olup, çok başka kıyılara yelken açıyor. Nicanor Parra ve Pablo Neruda kıyaslaması yapılıyor filmde. Neruda’yı fazla yüce buluyor Alejandro. Parra ise zayıflıkları olan, ama muhteşem zayıflıkları olan bir insan evladı onun gözünde. Stella Diaz sayesinde tanışıyor onunla. Pamela Flores Vargas’ın canlandırdığı Stella için söyleneceklerse aşikar: Böyle bir kadın olabilir mi dedirtiyor adeta insana. İçti mi iki litre bira içen, onu da bir dikişte lıkır lıkır içen, adamları tekme tokat döven, hepiniz bir hiçsiniz diye sağa sola fütursuzca sataşan, fiziksel acıya geçit vermeyen, hem bakire hem öfkeli hem de erkek gibi boyunca kızıl saçları olan bir kadın Stella. Böyle bir kadının yanında, yarattığı kaostan her geçen gün ezilen, onun görüntüsünü yansıtan bir ayna olmaktan öteye geçemeyen Alejandro ise bir türlü kendini bulamıyor. Bir başka şair Enrique Lihn giriyor bir sonraki aşamada hayatına. Farklı düşünmenin onları sürüden ayırdığının bilinciyle hareket ediyorlar beraber. Hayalsiz kalmış bir halk’ın arasında farklılıklarıyla yer açmaya çalışıyorlar kendilerine. Ve hep beraber sema yapıyorlar hiçbir demirin kendi başına keskin kılıç olamayacağını biliyormuşçasına. Jodorowsky ustasını arıyor, ona yol açacak, yol gösterecek bir mürşit…

Alejandro bir gün Nicanor Parra’nın çalıştığı okula giderek, en sevdiği şairin, mühendislik okulunda ders vermekte olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor. Parra, sonradan olma heyecansız hoca kafasıyla, ona, şiiri bırakmasını, kitap okumasını, bir diploma alıp kendi gibi öğretmen olmasını öğütlüyor. Çünkü artık kimse kitap okumuyor. Çünkü geçim şart, sünnet değil. Jodorowsky’nin geleceğini şekillendiren bir başka güçlü anlardan biri de bu oluyor: “Kelebekler sineğe dönüşmemelidir, şairler de birer öğretmen’e” deyiveriyor. Öte yandan Parra’nın şair yanını ve şiirlerini çok beğenirim, kendi adıma. Bu vesileyle birbirinden önemli olan simgeleşmiş iki güçlü karakterin ne kadar farklı olduğunu görmüş oluyoruz bir yandan da. Biri toplumdaki itibarını ve statüsünü sağlamlaştırırken, Jodorowsky ise… Ne diyeceğim şimdi bakın, şu az önceki cümlemde yer alan kıyaslamam var ya… o kadar sığ ki! Ve o kadar sığ ki, ve de lüzumsuz… Bu adamlardan biri hem Parra olmuş hem de öğretmen/hoca/bizdeki memur vs, diğeriyse bir başka yoldan yürümeyi pardon uçmayı tercih etmiş ve Jodorowsky olmuş. Kıyaslamak kıyaslayanı da değersizleştiriyormuş şimdi anladım.

IMG_0604

IMG_0596

IMG_0594

Seksen yaşına merdiven dayamış yönetmenin yaşlılık, ölüm ve sonrasında olabileceklere dair tüm hayatı ve kendi hayatını sorgulayışına tanık oluyoruz. Akla yatkın kehanetlerde bulunuyor usta sihirbaz. Yaşlanacağız, öleceğiz, çürüyeceğiz ama hafızamız yok olmayacak.  Kelimelerimiz, vicdanımız, kısaca bize ait olan her şey unutmanın olmadığı bir kara kuyuda toplanacak.  Öte yandan sokaklar yok olacak, arkadaşlarımız, şehir, gezegenler, ay güneş, yıldızlar, hepsi  yok olacak. Jodorowsky her ne kadar yüz elli yaşına dek yaşayacağını söylemiş olsa da bu filmi yapmadan önce kendi gündemindeki temalara cevap arıyormuş gibi görünüyor. Hayatta bizi ölüme hazırlayan şeyin yaşam olduğunu görüyoruz onun sayesinde. Yaşamak ama tutkuyla yaşamak. Hayatta var olarak, severek, yaratarak yaşamak. Her geçen günle beraber üzerine yürüdüğümüz ve giderek yaklaştığımız şeyse kendi küçük kıyametimiz oluyor. Her gün bizi ölüme biraz daha yaklaştırıyor.

IMG_0598

IMG_0597

Filme genel olarak son bir bakış attığımızda, sancılı bir büyüme hikayesinin yanında, dönemin ruhunu, süpürgeli diktatöre karşı azınlık oluşunu, karnaval ruhunu çok başarılı yansıtmış yönetmen. Jodorowsky üslubundaki tazelikten bir şey kaybetmediği gibi, sivri köşelerini de doğal haline bırakmış. Ne de olsa yüz elli yaşına kadar yaşamak isteyen bir insan karşımızdaki ve Fellini filmlerini anımsatan karnaval sahnesiyle meydan okuyor yıllara(biliyorum her tür karşılaştırmadan uzak duracaktım ama insan beyni işte). Fransa’ya gitmek üzere limana gelen Alejandro bir daha babasını görüp göremeyeceğini  biliyor muydu bilinmez ama filmi sayesinde vedalaşıyor belki de onunla sonunda. Ona bir şey vermeyerek her şeyi veren, onu sevmeyerek sevginin ne kadar kıymetli olduğunu öğreten, Tanrı’yı reddederek hayatın değerini öğreten babasını affediyor nihayet. Esasında çok acıklı bir baba oğul hikayesini, kendi babasını ve kendi gerçeğini anlatmış Jodorowsky.

“Yaşlılık aşağılanma değildir. Kendini her şeyden uzaklaştırmaktır. Seksten, paradan, şöhretten. Kendinle olan bağını koparırsın. Göz alıcı bir kelebeğe dönüşürsün. Saf ışıktan oluşan bir varlık.”

IMG_0599

TOWER : KULE

IMG_0587

TOWER : KULE

“Sonsuz bir bekleyiş ve sonsuz bir terör.”

Sadece küçük şeyler, büyük değişiklikler yapar.”

Vurulmak istemiyordum. Bu belirleyici bir andı çünkü bir korkak olduğumu fark ettim.”

Gerçek hayatta yaşanmış, basına yansımış, dolayısıyla arşiv görüntülerine ve tanıklıklara yer veren, tekniği ile Richard Linklater’ın A Scanner Darkly’sini akıllara getiren, daha da pek çok öncülünü düşündürten dokümanter bir film “Kule”. Ve filmin ismi “Sadece” Kule. Yapım yılı 2016, İngiltere’deki vizyon tarihi Şubat 2017, ülkemizde internete düşüş tarihi sonbahar 2017. Benim resmi olarak filmi izleyip, yazıyı yayınlamamsa Eylül’ün ortası. Kayıtlara geçilsin lütfen otoritelerce. Otorite değilseniz eğer, okuyun geçin sadece. Bana yeter.

Seksen iki dakikalık süresiyle hayli ekonomik “Kule”. Kimi artık aramızda olmayan tanıkların ağzından anlatılan olaylar ise son derece acı yüklü. Amerikan tarihinde ilk defa keskin bir nişancı bir kampüsü hedef seçerek, rastgele belirlediği kişileri bir bir avlıyor kuş misali. Konumlandığı yer ise Teksas Eyaletinin, Austin şehrinde yer alan Teksas Üniversitesi’ndeki saat kulesi. Yıllardan 1966, Ağustos ayının ilk günü ve bir pazartesi sabahı gerçekleşiyor bütün bunlar. Yaşanan terör doksan üç dakika sürüyor. Katil kurbanlarının kalbini hedef alarak nişan alıyor. Kimi olay yerinde can verirken, kimisi yerde, beton zemin üzerinde otuz sekiz dereceyi bulan Teksas güneşinin altında kaderlerini bekliyorlar, bir yandan yaşama tutunma gayreti içinde.

IMG_0591

Filmin ilk dakikalarında radyodan ilk anonslar geçmeye başlıyor, üniversitenin kulesindeki keskin nişancının rastgele ateş ettiğine dair. Teknoloji henüz ceplerine  sığmadığından, çoğunluk habersiz bir şekilde günlük rutinine devam ediyor uyarılardan bihaber. Dağıtılacak gazeteler, girilecek dersler, yetişilmesi gereken yerler, yetiştirilmesi gereken işler ve daha da bir sürü yapılması gereken şey var. İlk kurban haberlerden habersiz Claire oluyor. Kaderin bir cilvesi, Claire ve erkek arkadaşı Tom, o gün antropoloji dersinden erken çıkıyorlar sınavları olduğu için. Claire sekiz aylık hamile ve arkadaşlarıyla içtikleri kahvenin ardından, parkmetreye gidip hızlıca para atma telaşına düşüyorlar. Aksi takdirde park cezası yiyecekler ve kampüste park edemeyecekler bir daha. Bu kadar küçük bir şey için duydukları endişe, onları kendi trajedilerinin ortasına sürüklüyor. İlk vurulan Claire oluyor. Ona yardım etme gayretine düşen Tom da hemen arkasından. Bir ayakkabısı ayağından fırlayan Tom öylece yere düşüyor bir daha hiç kalkmamacasına. Claire sırtüstü yerde yatarken bebekten ses gelmez oluyor. Keskin nişancının ilk hedefi Claire olsa da, ilk kurbanı kızın tek kurşunla anında ölen sekiz aylık bebeği Baby Boy Wilson oluyor. Bir başka hedef kuzeniyle beraber gazete dağıtan çocuk oluyor. Bisikletin üzerindeyken vuruluyor. Halbuki o gün gazeteyi dağıtacak olan çocuk bir başkası olacakken, gazeteden sabah telefon geliyor ve bir gün daha dağıtım yapması isteniyor ondan. Bereket Claire kadar açık hedef olmadığından, ilk müdahalesi çevredekiler tarafından yapılıp, ivedilikle gelen ambülansla hastaneye yetiştiriliyor. Sıradan ama sıcak bir Austin günü bir cehenneme dönüyor kısa sürede. İnsanlar vurulmamak için kaçışıyorlar. Kimisi ise halen daha 4 Temmuz’dan kalan havai fişeklerin atıldığını düşünmekte.

IMG_0588

Dakikalar ilerledikçe sniper’ı haklayacak polisler bir bir beliriyorlar. Bunlardan en önemlisi kızlarını kreşe bırakan, eşini işe göndermiş Martinez oluyor. Neler olduğunu duyar duymaz amirini arıyor ve aktif görev istiyor ondan. Bu ricası memnuniyetle kabul ediliyor. Bir başka yerde satranç oynayan iki genç, radyodan dinledikleri haberi duyar duymaz, gençliğin verdiği merakla, bir parça da eğlenceli olabilceğini düşündüklerinden kampüse gidiyorlar korkusuzca. Olayın ciddiyetini anladıklarında ise önlerinde yatmakta olan ölü ya da diri olduklarını bilmedikleri insanların var olduğu gerçeğiyle yüz yüze geliyorlar. Ve kendi yaşamları pahasına bir telaş ve binbir endişe içinde yerdeki ölü ya da diri insanları, ilk önce de karnı burnunda ve yaşamsal belirtiler gösteren hamile kızı güvenli bölgeye taşıyorlar can havliyle. Bir başka görgü tanığının söylediği gibi, bu anlar, cesur insanları korkak insanlardan ayıran anlar oluyor. Oraya gidip yardım etmenin hiçbir yolu olmadığını düşünen çünkü vurulmaktan ölesiye korkan insanlar var. Öte yandan yine ölesiye korkup, bir karar verip, cesur bir hamle ile insanların hayatlarını kurtaran insanlar var. Ve bir insanı bundan sonraki hayatında tanımlayacak anlar da bunlar oluyor. Bunların arasında benim gözümde en unutulmaz olan kişi kızıl saçları ve Janis Joplin’i anımsatan yüzü ile koşarak Claire’in yanıbaşına gelen ve tüm iyiniyetiyle yardıma ihtiyacın var mı diye soran Rita. Bu haliyle komşusunun kapısına gelen iyi kalpli komşuyu andırıyordu adeta. Dermanı azalan Claire’se sniper’a hedef olacağı korkusuyla yattığı yerden “git” diye fısıldayabiliyordu çaresizce. Rita ise ısrarla bırakmıyordu onu. Bunu neden ve nasıl bir cesaretle yaptığını öğrenemesek de, çok uzuun süren dakikalar boyunca Claire ile konuşup, kendini kaybetmemesini sağlıyordu hiç olmazsa. Bazı anlar vardır ve yakınından göremeyeceğin iyiliği, hiç tanımadığın bir yabancıdan görürsün. Claire için bir başka özel durum da o anlarda kımıltısız ve suskun vaziyette yanında yatmakta olan Tom’la tanıştıklarında yaşadıklarıydı anlattığı kadarıyla. Tom onun hamile mi yoksa şişman mı olduğundan emin olamamış ilk tanıştıklarında. Fakat bu birbirlerine aşık olmalarına mani de olmamış. Claire’in hamileliğinin altıncı ayından itibaren birlikte yaşamaya başlamışlar. Şimdiyse asla gerçekleştiremeyeceği hayalleriyle yatıyor yanında. Bir daha banjo çalamayacak mesela, şair olamayacak ve beraber antropoloji dersi alamayacaklar Claire ile beraber. Tom Eckman öldüğünde sadece on dokuz yaşındaymış. Tüm bu yaşananlara sebebiyet veren kişi ise önceki gece annesini ve karısını öldürdükten sonra, bu sabah cephanelik malzeme topladıktan sonra Teksas Üniversitesi Kulesi’ndeki seyir terasına giderek terör yağdıran deniz subayı Charles J. Whitman. Whitman da öldüğünde yirmi beş yaşında sadece. İki şehir polisince vurulduğunda, sonsuzmuş gibi görünen ve 11:47’de başlayıp, 13:23’de biten terör son buluyor nihayet. Okul bir günlüğüne kapatılıyor sadece. İzleri silmek ve yerlerdeki kanları temizlemek için. Kulenin yakınına o gün hayatını kaybedenlerin anısına bir yer yapılıp, üzerine Claire’in hiç doğmamış çocuğunun da dahil olduğu isimler yazılıyor buna ek olarak. Bu filmse onca yıl geçmesine rağmen hala daha bu yaşananlara bir anlam vermek gayretindeki mağdurların bütün bu yaşananları hiç mantıklı bulmadıklarını ve bunu bilen insanların da olmamasından muzdarip olduklarını gösteriyordu. O gün hakkında konuşacak kimsenin bulunmaması zaten yeterince acı vericiyken, yıllar sonra kendilerini ifade etmeye çalışanlar açısından filmin iyileştirici bir tarafı olduğunu anlıyorsunuz öte yandan. Claire geçen yıllar boyunca yaşadığı sayısız tecrübeye dayanarak Whitman’ı affettiğini, çünkü kendisinin de çok defalar affedildiğini itiraf ediyor. Life dergisinde Whitman’ın üç yaşında çekilmiş fotoğrafına bakarak söylüyor bunu. Fotoğraftaki bu sevimli çocuk ya da başka başka sevimli küçük çocuklar büyüyüp korkunç şeyler yapabiliyorlar. Whitman’ı ise kafası çok karışmış ve bir şekilde çok zarar görmüş genç bir adam olarak kabul ederek affediyor o da. Yoksa Claire bir daha hiç hamile kalmamış ve hiç kendi çocuğunu kucaklayamamış. Evlatlık edindiği oğlunu kendisinin doğurmamış olduğunu hatırlamayacak kadar sevse de, en başından beri hayalini kurduğu bebeğini unutması mümkün olmamış asla. Whitman’ın ona verdiği hasarın telafisi yok.

Son olarak filmden bir alıntıyı olduğu gibi aktarıyorum ki bu yaşananların altında yatan sebepler iyice anlaşılsın: “Bu olanların korkunçluğu, aramızdaki hastalıkları, hiper medeniyetimizin korkunçluğunda bulmalı. Şiddete garip bir eğilim, kısmen hükumet tarafından desteklenen hayata saygısızlık, kendini savunma ilkesine bağlılık gençlere öldürmeyi ve zarar vermeyi öğretiyor. Bunlar en ünlü gazetelerin karikatürlerindeki, televizyon programlarındaki ve filmlerdeki bedensel zarara uğramak için yeni araçlar icat edenlerdir. Bir insan nasıl olur da mağara adamı felsefesine sığınarak medeniyet parçalanırken sessiz kalır? Güçlü olan haklıdır der! Görünen o ki Charles Joseph Whitman’ın suçu toplumun suçuydu.” Walter Cronkite

IMG_0589

IMG_0590

Filmde bir başka dikkat çeken unsur olarak dakikalar ilerledikçe ve emniyet birimlerinin bir şey yapamadıklarını gördükçe-çünkü polis departmanının o kadar yükseğe ateş edecek silahları yok o zamanlar-ellerine tüfeklerini alan bir takım sivillerin sniper’ı hedef almak suretiyle sathı müdafaaya dönüşebilecek bir hattı müdafaaya yöneldiğini görüyoruz. Bu hal bizde de çok görülen bir durum olmakla beraber, bireysel silahlanmanın, yani nefsi müdafaanın gerekliliğini böyle bir olayla karşılaşıldığında sorgulatıyor öte yandan. Bir yanda çıldırmış bir adam var bir avcı gibi, çoluk çocuk ayırt etmeden avlıyor. Diğer yanda bu yalnız avcıyı avlamak için kendi marifetlerini sergileyen avcılar var.

Ve yüzümüzü kendi ülkemize çevirdiğimizde her ne kadar hiper bir medeniyete sahip olamasak da, mağara adamı felsefesine sığındığımız çokça anlar var ve bizim de şiddete aynı benzerlikte bir eğilimde olduğumuzu görüyoruz toplum olarak. Henüz bir sniper çıkıp, rastgele sağa sola ateş etmemiş olabilir ama bir sürü vandallıkla karşı karşıya geliyor insan şu dört başı mamur ülkede. Bazen bir ölüyü bile yerinden edebiliyor bazı insanlar aynı dört başı mamur ülkede.

Ve her tür terör korkunç; bu ister bireysel olsun, ister marjinal bir grup tarafından gerçekleştirilmiş olsun. Devlet terörü de buna dahil.

IMG_0586

QUE DIOS NOS PERDONE : TANRI BİZİ AFFETSİN

IMG_0585

QUE DIOS NOS PERDONE : TANRI BİZİ AFFETSİN

“Narcos’dan sonra İspanyolca bir şeyler olsun, üstelik Madrid sokaklarını mesken tutmuş olsun, hem de yakın tarihli politik olaylara gönderme yapmış olsun, bir taraftan 15-M’nin sokaktaki etkileri sürerken, diğer yandan Papa kaçıncı Jean Paul pardon Benedictus ruhani ruhani Madrid’e gelecek olsun, aynı zamanda kriminal bir vakanın peşinde birbirine taban tabana zıt iki dedektif özel hayatlarıyla akıllarımızda yer tutmuş olsun” demiyordum elbette filmi izlemeye başlamadan önce. Şimdiyse diyorum. Ortalamanın üzerinde bir film diye de ekliyorum. Türün en çarpıcı örneklerinden olamasa da; biri kekeme, diğeri şiddet eğilimli ve küfürbaz ikisi de arıza olan dedektiflerin varlığı için bile izlenebilir. Goya ödüllerinden payına düşeni geçen sene itibariyle toplamış olan Tanrı Bizi Affetsin biraz geç de olsa görüş mesafemize girmişken, izlemekte fayda var derim ben.

15-M hareketini hatırlamakta fayda var öncelikle. Taksim Gezi Parkı protestolarından iki sene öncesine ve yine bir Mayıs ayına gitmek gerek. Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu binlerce kişi İspanya’nın tüm bölgelerinde “Gerçek demokrasi, hemen şimdi!” sloganlarıyla siyasetçileri ve bankaları protesto ederken, mitingi düzenleyenler siyasi partilerin ve sendikaların katılımına karşı çıkmış, bu eylemden yaklaşık bir ay sonra yani 19 Mayıs tarihinde yapılan yürüyüşe ise yaklaşık 50 farklı şehirden bir milyondan fazla insan “15 Mayıs Hareketi” (15-M) ya da İndignados(öfkeliler ya da öfkelendirilmişler demek) olarak bilinen grupla katılmışlardı. Sonraki dört hafta boyunca düzenlenen kitlesel toplantılara onbinler katılmış olup amaç gençliği dirençsizlik ve sorumsuzlukla suçlayan söylemleri geçersiz kılmaktı(çok da tanıdık ha!). Başta işsizlik olmak üzere, krizlerin giderek derinleştiği koşullarda radikalleşmenin çabucak gerçekleşmesinin mümkün olduğunu gösteren bu hareket hakkında az önce okumuş olduğunuz bilgileri muhalefet.org’da yayınlanan bir makalenin orijinal aslından değil de Feride Tekeli çevirisinden özetlediğimi belirtmekte fayda vardır, zarar yoktur. Gelelim filmimize…

IMG_0584

IMG_0579

Şehir meydanı belediye görevlileri tarafından hortumla yıkanmaktayken açılır filmin ilk sahnesi. Son sahnede ise bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaktadır. Su, bir şeyleri temizlemek, bazen örtbas etmek, bazen yüzleşmek, belki de arınmak için bir metafor olarak kullanılır. Filmde alışık olduğumuz acıklı baba-oğul hikayelerinin aksine sorunlu anne-oğul hikayeleri olan adamlar var bu defa ters kutuplarda odaklanan. Bunlardan biri seri katile dönüşen bir oğul iken, bir diğeri bu rolüyle Goya ödülüne layık görülen ve mesai arkadaşınca dahi çocuk olarak adlandırılan ama insanı sinir edecek ölçüde kekeme ama neyse ki geveze olmayan Velarde. Tek başına yaşadığı dairesinde plaklar dinlemekten zevk alıyor ve yazın ortasında ceketini üzerinden çıkarmadan ve bir gram terlemeden yaşayabiliyor. Polis olmasına rağmen silahlarla arası yok. Kılıfından çıkarıp doğrultması bile bir mesele. Onun aksine sıcaktan bunalan ve inadına bindikleri arabanın, çalıştıkları odanın klimaları ya yetersiz ya da hepten arızalı olduğundan buram buram terleyen, terledikçe sinirlenen, mesai arkadaşlarını tek yumrukla yere seren, dahil olmadığı kavgaya bile zorla davetiye çıkartabilen, herkesin koktuğunu düşünen, iki ay terapi ve bir ay görevden uzaklaştırma alan, öfkeli, gergin, küfürbaz Alfaro var öte yandan gün boyu Velarde’nin payına düşen. Geceyle gündüz, akla kara kadar farklı ikili cinayet masasında çalışıyorlar ve şanslarına bir manyak şehirde yalnız yaşayan yaşlı kadınları öldürüyor. İlk cinayetinden sonra da mevzusunu tecavüzle taçlandırıyor. Anneannem yaşında, kocası ölmüş, alışverişten dönmüş, beyaz saçlı nineleri o hallerde göstermekse filmin seviyesini düşürdükçe düşürmüş kanımca. Ne gerek vardı masanın kenarındaki o manzaraya!

Her neyse aynı cani, bu yaşlı anneannelerin bazılarıyla flört bile ediyor. Onlarla tiyatroya gidiyor, çay içiyor, sohbet ediyor. Kendisi hakkında çıkartılan profilse kısaca şöyle; çocukluktan kaynaklı yaşlı bir kadınla yaşanan travması olma ihtimali olan zanlının hayatında yer etmiş bu kişinin anne, büyükanne, okuldaki rahibe, eş ya da kayınvalide, belki de teyzesi olma durumu söz konusu. Aşırı büyük penisli ve bu durum gençlik yıllarında sorun yaratmış olabilir. Zamanında utanç duyduğu şey, artık, kadınların ona yaşattığı acıya karşılık olarak onlardan aldığı intikamın simgesi haline gelmiş. İlk kadını kazara öldürmüş, ikincisineyse tecavüz etmiş. Tecavüz de yetmediğinden öldürmeye başlamış. Çünkü öldürmekten zevk alır olmuş. Kurbanlarına karşı acımasız davranmış, çünkü otorite konumunda ve sadece zayıf canlılara karşı merhametli. Çocuklar, köpekler, kediler ve ev hayvanlarına karşı mesela. Bu profile sahip otuz, otuz beş yaşlarında, beyaz, orta boylu, yaşlılarla çalışan, kurbanlarına şehir merkezinde saldıran ama başka yerde yaşayan, yaşlı kadınlarla olan sevgi-nefret ilişkisine ivme kazandıran güçlü bir kadın figürü olan, orta-üst tabakadan, temiz giyimli, dış görünüşünün önemli olduğunun farkında, aceleci ve sadist, durdurulamaz olduğunu düşünen, fakat fiziken iyi durumda olan, kurbanlarına yalnızken yaklaşan ve tüm bu kadınlara tecavüz edip onları öldürürken bunları aslında annesine yapan ama ona hiç el sürmediği tahmin edilen; neticesindeyse yüzü olmayan bir adamın peşinde, güneş tepelerinde, kimi zaman didişe didişe, bir tür kör dövüşünün içinde, türlü engellenmeye karşın ilerlemeye çalışıyor bizim tabiatları farklı ikilimiz. Çünkü Papa şehirlerini ziyaret edecek ve yaşlı ninelere takık bir manyağın elini kolunu sallaya sallaya ortalıkta dolaştığının duyulmasını istemeyen amirleriyse haberin hele ki bu şekilde gazete ve internette yayınlanmasına engel oluyorlar. Bu halse katili daha çok hırslandırıyor ve her defasında çok daha vahşice cinayetler işler hale geliyor.

IMG_0581

Bu arada şiddet suçu işleyen ve bu suçu kadınlara karşı işleyen caninin peşindeki dedektiflerden Velarde, sakin görüntüsünün altında saklı cüretini, evine gelen kadına tecavüze yeltenerek gösteriyor. Fiili hususunda başarılı olamasa da bir çuval inciri mahvediyor. Bir süre sonra yanlışının farkına varıp düzeltmeye çalışıyor fakat filmin sonunda kekemeliğinin ve kadınlara yanlış yaklaşımının altında yatan nedenin küçüklüğünde annesinden yediği dayak olduğundan finalde bahsediliyor. Filmin vermek istediği mesajın arızalı ana-oğul ilişkilerinden böyle de arızalı çocuklar olur mu olduğu tartışılabilinir. Fakat öte yandan filmin bir mesaj vermek isteyip istemediği de tartışılır. İşte o noktada bu film yanıltır, çok vurucu bir konu bir anda yavanlaşır.

Bir de ikinci yarıdan itibaren papadan bağımsız olarak filme dahil olan kilise ve onun temsil ettiği şeyler dahil oluyor filme. Papanın gelişine karşı yapılan protestoların yanında kilise kurumu da eleştiriliyor inceden. Ayin esnasında “Günahlarımızı değil, kilisene olan inancımızı gör” derken bir anlaşma yapılıyor sanki gizliden. Aynı kilisede vaftiz olan katil, anlaşmasını bu şekilde yapıyor sanki; günahlarım benimdir sadakatimse senin demek istiyor bir yerde. Tanrı affetsin affetmesine de, zamanında bir mağdur iken muktedir hale geldiğinde doğru tarafı seçmek varken, haydi seçmedin, seçemedin diyelim, içindeki kötü ses seni engelledi ve sen de yaşlı kadınlara ölmeden önce eziyet etmeyi seçtin ve de uyguladın. Üstelik hayata böyle bir şey olarak başlamamıştın ama dönüştün garip geçen çocukluğundan ötürü. Yakalandığındaysa artık bu işleri bıraktığını söylüyorsun, bırakmışsın da üstelik. Öfkenin kaynağı olan kadını boğmuşsun da kaçarken yalnız kalmasın diye. Kiliseye duyduğun çok inanç kafi gelecektir o halde tüm bu olup bitenlere. Öyle mi? Velarde’nin azmi, hırsı, intikam duygusu sayesinde gördün göreceğini, onun sayesinde biletin kesildin. Seni yumruklarken onun da içindeki şiddet duygusunu ortaya çıkarıverdin. Bir kez göstermişti zaten. Şimdi şoför koltuğunda oturma sırası geldi onun da. Sen, Alfaro ve yumruklarıyla konuşmayı seven diğer sert çocukların tahtına oturacak isim bundan böyle belli. Anneni temsilen diğer kadınları öldürerek susturmuştun, bu defasında uslu duran bir adamı uyandırdın ve geçmişiyle yüzleştirdin. Sonuç mu… Hayatın kendisinin izdüşümü olan filmler de birer kısır döngüden ibaret sadece. Birileri yazıyor, birileri çekiyor, bir diğeri yönetiyor, sen de izliyorsun sadece oturduğun yerden. Sonra da ahkam kesiyorsun böyle satırlar boyunca. Sonuç bu.

 

 

LADY MACBETH

IMG_0557

LADY MACBETH :

“Cehenneme ya da kızgın denizlere gitsen de, çarmıhta gerilsen de, hapse de mezara da girsen, göklere de çıksan peşinden geleceğim. Hislerimden şüpheye düşmektense, nefes almayı kesmeni yeğlerim.” Lady Macbeth

“O bir hastalık.” Sebastian

“Babam seni satın aldı bir ineğin otlanamayacağı kadar küçük bir toprak parçasının yanından.” Alexander

William Oldroyd, çekmiş olduğu üç kısanın ardından, Rus yazar Nikolai Leskov’un Mtsenskli Lady Macbeth adlı kısa hikayesinden uyarlanan ilk uzun metraj çalışmasıyla, çiçeği burnunda bir yönetmen olarak çok zor bir işin altından rahatlıkla kalkmış gibi görünüyor. Yaklaşık doksan dakikalık filmiyle seyircisinin canını sıkmadan ve hem kolaya hem de ucuza kaçmadan, az diyalogla, sanki çok olabilecekken teatrale kaçmamayı da başararak, İngiliz kırsalının durağan coğrafyasının içinde esen sert rüzgarlarına kattığı seyircisini de peşinden sürüklemişe benziyor, aldığı ödüller ve basında hakkında çıkan övgü dolu eleştiriler göz önüne alındığında. Acımasız Ladymizin başından geçenler yahut güzel başının altından çıkanlara bu kez Mtsensk değil 19. yüzyıl İngilteresinin kırsalında bulunan ve gotik dönem Durham Kontluğuna ait Lambton Kalesi ev sahipliği yapmış. Kostüm ve set tasarımları oldukça başarılı filmin ilk sahnesi, duvağını örten yüzündeki şaşkın ifadeyle, evlendirildiği adamın yüzüne bakan Katherine’in evlilik yeminiyle leydiliğe resmi olarak ilk adımı atmakta olduğu sahneyle açılıyor. İlk gecesine hazırlanırken, daha kalın cildi sayesinde, ev buz gibi olmasına rağmen hiç üşümediğini öğreniyoruz. Soğukkanlılığı buradan geliyor belki de. Hazırcevap, gönlü ferah, az kindar, çok acımasız, gittikçe vicdansız leydimizin ateşini söndürmeye gönüllü olmayan ve kendisinden misliyle yaşlı kocası, çok uzun zaman boyunca bırakıyor karısını buz gibi evde tek başına, nasıl olsa kalın cildi soğuk geçirmiyor diye düşünerek ya da zerre kadar düşünüp umursamadığı zevcesini ne hali varsa görsün diyerek. Evde bulunduğu süreler boyunca gelinini hizaya getirmek vazifesi kayınbabaya düşüyor. Gitmeden bir eş olarak görevlerini daha ihtimamlı bir şekilde yerine getirmesini tembihlediği gelinini, bir kedi ve birkaç hizmetçiyle bırakıyor. Viktoryen döneminin ağır ve kasvetli mobilyaları arasında nefes almaya çalışıyor genç kadın, çoğu kez sıkıntıdan patlıyor, bol bol da uyuyor. Ta ki hizmetçisi Anna sayesinde tanıştığı yeni sağdıç Sebastian ile karşılaşana dek. İki genç ve ateşli bedenin arasına girecek bir engel de bulunmadığından, dizginsiz bir aşk yaşıyorlar bir süreliğine. Tüm bunların şahidi ise biraz saf siyahi hizmetçi Anna oluyor. Öncesinde beraber olduğu Sebastian’ı hanımına kaptırıyor. Bu arada gelinini yoklamaya gelen kayınbaba ona karşı gelen gelinini tokatlıyor, bir eş olarak görevlerini yerine getirmediğini, kocasına meşru bir varis veremediğini ve nihayet evi çekip çeviremediğini söylüyor yüzüne karşı. Bu yaşananların şahidi Anna oluyor. Lady Katherine’in Lady Macbeth’liğe geçiş süreci böylelikle başlıyor: Tek bir tokatla. Oğlunu da kendisini de sevmediği kayınpederini mantarla zehirleyerek başlıyor icraatlarına. Bu anlara da yine tek başına şahit olan Anna vicdan azabından gözyaşı dökse de, kimselere ses edemiyor yazık ki. Bu duruma bir son vermeye ne cesareti ne de aklı yetiyor. Biliyor ki hanımının şeytani zekasıyla uğraşamayacak. Zaten Katherine yaşananlardan ötürü Anna’yı suçluyor. Artık yemeklerini onun pişirmesini istemiyor. Hiçbir şey yapamayan Anna da, hırsından mutfakta hamur yumrukluyor.

IMG_0560
Nasıl da masum görünüyor!
IMG_0551
Nasıl da masum uyuyor!
IMG_0550
Nasıl da masum bakıyor!

Kayınpederinin cenazesini aradan çıkarıp, tam da Sebastian’ı evin beyi yapıp bey gibi de giydirmişken gelmez gelmez kocası geliyor bu sefer de ani bir baskınla. O da tıpkı eceline susamış babası gibi. Katherine çoktan bir ölüm makinesine dönüşmüş olduğundan onun kendisini aşağılamaktan çekinmeyen nefret ettiği başını sopayla vura vura eziyor bir güzel. Kocasının atını da bizzat Katherine vuruyor geride iz kalmasın diye. Acemice yapıyor atışı ama Sebastian bir de atı vurursa iyiden iyiye kahrından öleceğinden, tüm soğukkanlılığıyla bu işin de üstesinden tek başına geliyor. Vicdan azabı duyma sırası Sebastian’a geçiyor şimdi. Ne zaman gözlerini yumsa, gözünün önüne geliyor yaşananlar. Halbuki o bir şey yapmıyor. Kocasını da, kocasının babasını da, kocasının atını da öldüren Katherine. Üstelik tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi davranan da Katherine ve her zamanki gibi mazereti de hazır; bundan böyle kimsenin önünde diz çökmelerine gerek olmayacak. Unutmadığı takdirde bu hissin bitmeyeceğini, vicdan azabının dinmeyeceğini söylüyor ona. Bunu ikimiz için yaptım derken Sebastian da, dışarıdan bir göz olarak ben de inanmak istiyor ama başaramıyoruz Katherine’in sözlerine.

IMG_0552

Ne Katherine’in leydiliğinin ne de Sebastian’ın beyliğinin önünde bir engel kalmadı derken son kerte kocasının bir başka kadından olma çocuğu çıka geliyor aniden. Annesi ölen, babasıysa aniden ortadan kaybolan babasının küçük mirasçısı Teddy, meşru evraklar da beraberlerinde, anneannesiyle çıkageliyor aniden. Sebastian bir kez daha tıpış tıpış evden gönderiliyor. İlişkileri ortaya çıktığı takdirde, cinayetler de anlaşılacak ve darağacına gönderilecekler yoksa el ele. Katherine’inse saklamaya çalıştığı hamileliği iyice belirginleşiyor. Bir de başında küçük efendisi ve onun çok bilmiş anneannesi var. Katherine’in kaldığı geniş odayı, evin beyi olan torunu için istiyor. Süregiden hamileliğe ve evin içindeki karmaşanın halen daha tek tanığı, suskun ve garip(gariban anlamında) Anna oluyor her zamanki gibi. Çocuk alınganlık edip evden kaçtığında, şelalenin kenarında yarı donmuş vaziyetteki bedenini Sebastian bulup getiriyor. Fakat anneanneye yaranamıyor yine de ve kovuluyor odadan. Onun gözünde ne yapmaları gerektiğini söyleyen bir hizmetçi çünkü. Sınıf farkı herşeye rağmen gücünü gösteriyor. Bu çok büyük iyiliğin karşılığında kibrine yenik düşen kadın torununun kötü sonunu kendi diliyle hazırlamış oluyor böylelikle. Katherine ona söylenen hiçbir kötü sözü, yapılan hiçbir ters davranışı unutmuyor. Bir süreliğine sineye çeker gibi yapıyor, sonradan bir fırsat yaratıp korkunç bir şekilde intikamını alıyor. Kötüsü o kadar kötü ve iyi halleri o kadar belirsiz ki, çevresini yakıp yıkıyor. Çünkü hissetmiyor, çünkü duygusuz ve bu hal onun kötülük etme kapasitesini sınırsızlaştırıyor. İnsanın tüylerini ürperten bir kadın bu ama koşulları dahilinde hayatını sürdürüyor.

IMG_0559

Katherine son kozunu oynuyor efendisiz bir yaşam uğruna. Çocuğu, Sebastian’ın da yardımıyla birlikte boğuyorlar. Teddy’i morarmış vaziyette bulan da yine Anna oluyor. Bu arada ilk defaya mahsus Katherine gözyaşlarına hakim olamıyor. Bu seferki kurbanının masum bir çocuk olmasından kaynaklı bu kısa bir süreliğine akıttığı gözyaşları. Sebastian’ın susmayan vicdanı onu efendisini gömdükleri ormanlık alana götürüyor. Cinayetleri itiraf ettiğindeyse kimse evin hanımının böyle bir şeye tenezzül edebileceğini düşünmüyor. Anneanne hemen Katherine’in tarafını tutuyor. Katherine Anna’yı hedef gösteriyor. Zehirli mantarları onun topladığını, Sebastian’la ilişkileri olduğunu ve bunun açığa çıkmasından korktuğundan tüm bu cinayetleri işlemiş olduğunu söylüyor. Suçlamalar karşısında gıkını çıkaramıyor genç kadın. Biliyor ki baş edemeyecek. Orada olmamayı diliyor sanki. Gözlerini kapatıyor. Suçlamaları onaylarcasına başını eğiyor yalnızca. Zengin ve yoksul taraf, proleterlerle, ayrıcalıklı sınıf saflarını belirliyorlar. Kimse melek yüzlü güzel kadının hele ki kendi çocuğum gibi sevdim dediği çocuğu elleriyle boğduğunu düşünmek istemiyor, yakıştıramıyorlar da. Güçsüz olan haksız duruma düşüyor. Cinayetler Anna ve Sebastian’ın üzerine yıkılıyor. Ellerinden kelepçelenmiş, kuzu kuzu, ortak kaderlerine doğru ilerliyorlar bir at arabasının arkasında boylu boyunca uzanmış vaziyette. Asılacaklar muhtemelen. Sebastian gökyüzüne doğru bakıyor. Bu görüp göreceği son gökyüzü olacak belki de. Belki de her ne pahasına olursa olsun, hiç susmayan vicdanı susacak diye seviniyor belki de. Anna ise sırtı Sebastian’a dönük, yine suskun ve kabullenmiş bir şekilde arabada uzanmış, gökyüzünü görmeye mecali olmadan yaşadıklarını sindirmeye çalışıyor her zamanki gibi.

 

Öte yandan Katherine hayaletler görmeden, onlarla konuşmadan, akli dengesini yitirmeden yahut çoktan yitirmiş olsa bile yitirdiğini belli etmeden sakince oturduğu koltuğun üzerinde, eli de artık iyice belirginleşen karnı üzerinde tek başına kala kalıyor koskoca evin içinde. Bundan böyle ona akıl verecek, efendilik taslayacak kimsesi yok. Kocasını, kocasının babasını, kocasının çocuğunu, ayrıca karnındaki çocuğun babasını ve tüm bu süreçlere şahit Anna’yı kah toprağa kah darağacına göndermiş olmanın verdiği rahatlıkla günlerini anca can sıkıntısıyla geçirecek gibi görünüyor bundan böyle. Belki bir gün bir Raskolnikov vicdanı devreye girecek ama ortada bir Dostoyevski olmadığına göre bu son derece zor gerçekleşebilecek bir hadise.

IMG_0556

IMG_0547

IMG_0548

Oyunculuklardan bir parça bahsetmek gerekiyor. Katherine rolünde Florence Pugh kadar, Sebastian rolündeki Cosmo Jarvis ve saftirik Anna rolündeki Naomi Ackie de başarılı oyunculuklar sergiliyorlar. Benimse Leydisini görür görmez tatlı talı bakan Teddy kaldı en çok aklımda, dönemin tablolarının canlandırıldığı kareler ve de vücut kimyaları uymuş oyuncuların canlandırdığı tutku dolu sahneler de var. Jarvis’e her baktığımda, Sebastian Heathcliff’e dönüştü gözlerimin önünde. Florence Pugh ise  Dalgaları Aşmak’taki Emily Watson’ın canlandırdığı Bess’i çağrıştırdı; özellikle de düğün sahnesinde, huyları benzemese de.

IMG_0554

NOSTALGHIA

IMG_0542

NOSTALGHIA :

GİRİŞ : KEMALLARLI AHMET

“Sıla, insanın doğduğu, yetiştiği, kültürüyle yakından bağlantılı olduğu, köklerini salmış olduğu ülkedir.” Andrei Tarkovsky

Melek Ayşe’nin torunu, sert mizaçlı Emine’nin oğlu olan Bulgaristan’ın Razgrad şehrinin Kemallar ilçesinde doğan arkadaşımın babasının adını “Ahmet” koymuşlardı aile meclisi tarafından alınan ortak bir kararla. Yıllar yıllar sonra yakasına yapışan hastalık tatlı tatlı ısırarak her geçen gün biraz daha didik didik ettiği karışmış aklını yavaşça alıp uzaklara götürürken, gök mavisi gözleri bundan böyle bir bebeğin araştırmacı ve şaşkın bakışlarının ev sahibiydiler. Hayatının son on yılında etrafında artık ona iyice yabancılaşmış olan insanlara bakıyordu bağlanmış olduğu makinelerin gölgesinde. Aklı yerli yerindeyken, geçmişinden çekip çıkarttığı kimi çocukluk anıları en büyük mirası olacaktı sevdiklerine bırakacağı. İkinci Dünya Savaşı esnasında bahçelerine gelen atlı Alman askerleri ellerindeki meyvelerden vermişlerdi onlara. Başını okşamıştı bir Alman ağabey. Hiç de fena görünmemişti gözüne. Ufuktaki savaştan, kopacak fırtınadan, heba olacak hayatlardan habersiz meyvelerin karşılığı olarak sahip oldukları tek şeyi, içtenlikli gülücüklerini sunmuşlardı çocuklar. Ahmet koca bir adam olduğunda ne zaman eline kağıt kalem alsa, hala daha şevkle, doğduğu köyü, köyünün çocuklarıyla oyunlar oynadığı bahçeleri, dallarından meyveler kopardıkları ağaçları, dere kenarlarını, koyunları, kuzuları çizerdi kabataslak. O isimsiz koyunlar da, kuzular da bambaşkaydılar gözünde. Köyünün, çocukluğunun nostaljik birer kahramanıydılar. Çizdiği benzer resimlerin içinde, bir kareye hapsolmuş hayvanlar nefes almaya çekinerek baktılar Ahmet’ten yana, yıllar yıllar boyunca. Ahmet büyüdü büyüdü, kocaman adam oldu gözlerinin önünde. Onlarsa ne uzayabildiler ne de kısalabildiler. Ağaçlar hiç dökemediler yapraklarını, mevsim geçişlerini bilmeden durdular dimdik. Sürüler hep aynı yerde otladılar. Dere aktığı yerde dondu kaldı. Sanki mevsim hep kıştı. Ahmet’in nostaljik doğasının herbir parçası, onun sonsuzluğa uçan ruhuyla özgürleşebildiler en nihayet. 1940’ların üzerinden geçen yetmiş küsur yıl sonra sahipsiz kalakaldı o imgeler, kağıtlarda… akıllarda… Ahmet’in Sıla özlemi de yitip gitti beraberinde. Nostalghia’yı izlerken aklımda hep Ahmet Amca vardı, onun gözleriyle bakmaya çalıştım filmin nostaljik sahnelerine. Yaşıyor olsaydı da, bir kerecik izletebilseydik kendisine, keşke, dedim durdum kendi kendime. Eminim onun deresi farklı yönde akardı, o ağaçlar akçaağaçtı, dişbudak değil. Andrei’nin geçmişinde ise, mübadele şartlarında, apar topar terk etmek zorunda kaldıkları evlerinden çıkıp geldikleri tren istasyonunda anacığının bir elinde kendi minik eli, diğerinde ise tüm geçmişini sığdırdığı bir küçük torba taşıdığı o sahnede, bir kez olsun dönüp arkasına bakmayan bakamayan, peron boyunca dimdik ilerleyen ve hayatı boyunca da hiç gülmeyen mağrur bir anne yoktu öte yandan. Andrei ve Ahmet kendi sılalarını yaşadılar. Andrei’nin özlemi iki saat boyunca gözler önüne serilirken, Ahmet’in sıla özlemini yakınındakiler bildiler sadece. Bir teklik attıktan sonraki halini bir daha dünya gözüyle görme şansı bulamayacağım Ahmet Amca’nın. Beraberinde yaşaran gözlerini de göremeyeceğim. En çok gerçek kahramanlar ölüyorlar ses seda etmeden.

IMG_0543

GELİŞME : ŞAİR ANDREI GORCHAKOV

“Şiir tercüme edilemez. Bütün sanat gibi. ” Şair Andrei

“Şiir gerçekliği değiştirmez. Yaratır.” Yönetmen Andrei

“Bir tek yolculuk mümkün yalnızca; kendi iç dünyamıza yaptığımız yolculuk. Gezegenin yüzeyinde gezinerek pek fazla şey öğrenmiyoruz. İnsanın geri dönmek için yola çıktığına da inanmıyorum. İnsan asla başlangıç noktasına geri dönemez, çünkü o arada kendi de değişir. Ve tabii ki kendinizden, olduğunuz kişiden, kendinizle taşıdığınızdan kaçamazsınız. Kabuğunun içindeki kaplumbağa gibi, biz de ruhlarımızın evini taşıyoruz. Dünya üzerindeki ülkeleri gezmek sadece sembolik bir yolculuktur. Nereye giderseniz gidin, hala kendi ruhunuzu arıyorsunuzdur.” Andrei Tarkovsky

Adıyla ve derdini anlatmaya çalıştığı ana teması ile son derece uyumlu bir sahneyle açılıyor film. Tıpkı ismi gibi nostaljik ve siyah beyaz bir açılış bu. Kaldı ki film boyunca ne zaman ki kahramanımız geçmişi ansa, siyah beyaz oluveriyor o kareler. Birkaç dakika sonra ise sislerle kaplı bir yolda ilerleyen arabayı görüyoruz. Hayat Ağacı’nın yanından geçiyor aynı araba. Ortalık sisli puslu. Şair Andrei ve mihmandarı Eugenia’yı taşıyan araba şiir gibi bir manzaranın önünde duruyor. Araçtan inen genç kadın manzaraya duyduğu hayranlığı dile getiriyor, Moskova’ya benzetiyor bulundukları yeri. O, kiliseye doğru ilerlerken, geride kalan adam önündeki ve geride bıraktığı bütün o hasta edecek kadar güzel görüntüleri görmekten duyduğu bıkkınlığı dile getiriyor. Adamın yılgınlığı filmin üzerindeki sis perdesi oluyor iki saat süresince. İster çok güzel manzaraların, bir sürü su birikintisinin, buğulu aynaların, yağan yağmurun şişelere çarptığında çıkardığı ahenkli seslerin, ister rutubetten sıvası dökülmüş duvarların önünden geçerken yaşadığı iç sıkıntısını paylaşıyoruz hep beraber. Derin, ağır bir uykuda ilerliyoruz hem belirsiz hem de umut dolu olmayan bir geleceğe doğru. Şairin İtalya’da bulunma nedeni çektiği sıla özlemi yüzünden ülkesine dönen fakat kölelik Rusya’sındaki şartlara dayanamayarak intihar eden Rus besteci Sosnovski hakkında belge toplamak ve bestecinin hayatını konu alan bir libretto yazmaktır. Şair de tıpkı Sosnovski’ninkine benzer bir yazgının tesirinde, kendini bulunduğu ortamda dışlanmış hissetmekte, çevresindeki insanlara yabancılaşmakta, sıla özlemi çekmekte, karısını, çocuklarını, köyünü ve gözünün önüne gelen bütün o pastoral anları burnunun direği sızlayarak hatırlamaktadır. Ondandır kederli bakan gözleri, hüzünlü silüeti, ser verip sır vermeyişi ve tutumlu kullandığı kelimeleri. Derin depresyondaki şairin hallerini çok zarif bir şekilde canlandırır aktör Oleg Yankovskiy.

IMG_0544

IMG_0545

Eugenia kiliseye girdiğinde çocuk sahibi olmak için gerçekleştirilen ritüel, serçelerin uçurulduğu sahne, tüm bunlar çelişkiler yumağına dönüşmüş Eugenia’nın asıl sorununa parmak basmaktadır. İçeride ona laf atan hademenin, kadınlarla ilgili en saf ve ilkel düşüncesini dile getirdikten sonra basit bir adam olduğu mazeretinin ardına saklandığını görürüz. Anne olmanın ya da olamamanın çok daha elem verici bir hadise olduğundan dem vurmaktadır kendince. Kadınlık annelikten geçer ve kilisede bulunan kadınların sayısının erkek nüfusundan fazla olmasının nedeni, daha dindar olmalarının altında yatan başlıca neden de budur ona göre ya da Tarkovski’ye göre. Eugenia’nın karşı cinsle yaşamış olduğu hayal kırıklıkları ve sonuçsuz ilişkilerine bir göndermedir bu anlar bana göre. Yönetmen bekar ve arayış içindeki bir kadının karşısına çok güçlü bir duyguyu çıkartır. “Annelik içgüdüsünü”. Öte yandan Andrei hakikatin peşindeki bir izsürücüdür. Onun karşısında, Eugenia’nın hayata karşı tavrında çok belirsizlikler vardır. Dolaysız yollardan ne istediğini ifade edemez. Bu ikircikli hal aralarındaki çekimi sonu gelmez bir çıkmaza sürükler.  Yönetmenin kadınlar hakkındaki düşünceleri bilinmektedir. Verdiği demeçler aracılığıyla da bunu hiç çekinmeden, açıkça yansıtır zaten. Kadınları sınırlı bir biçimde resmetmiştir filmlerinde. Derin düşüncenin sahibi hep erkek olmuştur. Kadının anlamı, kadının aşkının anlamı, kendini feda etmektir. Kadının büyüklüğü burada yatar. Tek başına bir kadın anormaldir ona göre. Bir kadın hayatta kendini tam anlamıyla gerçekleştirebilmek için egosunu, sevdiğinin egosunda eritmeye hazır olmalıdır. Bu ise benim ve hemcinslerim açından kabul ve tahammül edilemezdir. Kadınlardaki kadına saygı duyan yönetmen bir başka düşüncesini de film vasıtasıyla yansıtır izleyicisine. Bir basın toplantısında söylediklerini aktarıyorum burada: “Nostalghia insanların birbirlerini gerçekten tanımaksızın birarada yaşamalarının imkansızlığı hakkında, insanların birbirlerini tanıma zorunluluğundan doğan sorunlarla ilgili bir film. Tanıdıklar, ahbaplar edinmek kolaydır, ama bir başka insanı derinden tanımak çok daha zordur. Sonra bir de filmin yüzeyde o kadar belirgin olmayan, kültür ithalatının ya da ihracatının, başka bir halkın kültürünü benimsemesinin imkansızlığıyla ilgili bir yönü var. Biz Ruslar Dante’yi ya da Petrarka’yı bildiğimizi iddia edebiliriz, tıpkı siz İtalyanların Puşkin’i bildiğinizi iddia edebileceğiniz gibi, ama aslında böyle şeyler imkansızdır, böyle bir şeyin olabilmesi için, hepimizin aynı milliyetten olmamız gerekir. Kültürün yeniden üretimi ve dağıtımı, özü açısından zararlıdır ve yalnızca yüzeysel bir izlenimi yayar. Bir insana başka bir insanın kültürünü öğretmek imkansızdır.” 

IMG_0540

IMG_0541

SONUÇ :

“Rusça’da “nostalghia bir hastalıktır, hayatı tehdit eden bir hastalık.” Andrei Tarkovsky

Milano’da çalışmakta olduğu evi ateşe veren hizmetçiden bahseder Eugenia Andrei’ye. Adam güneydeki evini ve ailesini o kadar özlemiştir ki geri dönmesini engelleyen şeyi yani evi yakıp kül eder. Otele yerleşirlerken, otel sahibi, şairin üzgün görünmesini aşık olmasına bağlamıştı. Halbuki iki gündür karısıyla konuşmayan şairin hüznünün nedeni özlem duygusunun gittikçe sıla hasretine dönüşüp, şairi derin bir depresyona sokması idi. Odasına yerleştiğinde dışarıda yağan yağmuru hissetmek için pencereyi açar, yatağın bir köşesine üstüyle başıyla oturup, çok büyük bir zahmetmişçesine önce paltosunu ve ayakkabılarını çıkartır. Bu haliyle hayatının son günlerini geçirmekte olan çok çok hasta bir adama benzemektedir uzaktan. Daha sonra da olduğu gibi uzanır yatağına. Bir yastık ya da yorgan aramadan. Bir hayal olan ve şimdi ondan çok uzaklarda olan köpeği banyodan çıkagelir ve kıvrılır ayak ucuna. Başını okşar hayvanın, sanki oradaymışçasına. Sobra da uyuyakalır ve bu su sefer de rüyasında karısını hamile görür. Tüm bu anlar gerçeklik, hayal, uyku ile uyanıklık arası, uyku esnasında yaşananlar Andrei’nin yaşadığı bütün açmazları sergiler sessizce. Filmin en güçlü ve unutulmaz sahneleri idi bu dakikalar bana göre.

IMG_0546

İçmediği halde sigara isteyen, elinde yanan mumlarla havuza giren ve insanların onun kendisini boğmasından korkup dışarı attığı Domenico bir deli olmasına rağmen gerçeğe çok daha yakın duruyor ve bir çeşit alter egosu oluyor Andrei’nin. Yıllar önce aile fertlerini eve hapsetmiş ve yedi yıl boyunca orada tutmuş. Amacı ailesini tehlikelerden kurtarmakmış ve ona göre her canlı kurtarılmayı hak etmekte imiş bu dünyada. Andrei ise delileri anlamadığımızı düşünüyor, kendi yalnızlığını onların yalnızlığına benzetiyor. Onunla öğle yemeği yemek istiyor. Eugenia bunun imkansız olduğunu çünkü saatin sabahın yedisi olduğunu söylüyor. Andrei Moskova saatinde yaşıyor adeta ya da zaman mefhumunu yitirmiş dolaşıyor ortalıkta, Eugenia nereden bilebilir bu hali! Andrei hep aynı şeyi düşünüyor, sıla özlemiyle yanıp tutuşuyor ve bu hal onda hastalık yapıyor. Tarkovsky Andrei ve Domenico üzerinden derin düşünmenin yollarını açıyor bize. Onun kahramanları hep erkek bu arada! Kendisinin derin düşünceler insanı olduğunu hissediyoruz. Ve de kimsenin kimseyi kurtaramayacağını hissettiriyor inceden. Ne Domenico ailesini kurtarabilmiş ne de filmin sonunda da görüldüğü üzere Andrei Domenico’yu kurtarabiliyor. Tıpkı Andrei’nin kendini de kurtaramadığı gibi. En büyük kurtuluşu ölümü oluyor. Bunu da kendini kurban etmek suretiyle yapıyor nihayet. Domenico ailesini yani karısını, çocuklarını, kendi etinden ve kanından olan insanları dış dünyadan korumak adına yıllar boyunca güneşi göstermeden yaşatmış dört duvar arasında. Bir trajedi yaşatmış onlara kendilerini kurtarmak adına, Domenico’nun cesareti ve insanları kurtarmak konusundaki kararlılığı kendini ateşe vermek suretiyle sona ererken, kurtarılma sırası ona geldiğinde kimse kılını kımıldatmıyor bile. Boş yere duyarlılık bekliyoruz çevresinden. Domenico’nun küçük kıyametinin yaklaşmakta olduğunun habercisi bir köpeğin uluması oluyor sadece.

Yönetmen Andrei Tarkovsky ya da Andrey Tarkovski ya da… her nasıl en doğru yazılıyorsa Latin harflerle, bu filminde nostaljinin Rus biçimini anlatıyor bizlere. Rusların, girdikleri yeni çevreye öyle kolay kolay ayak uydurup uyum sağlayamadıklarını, kötü göçmenler olarak nam salmış olmalarından gayri söz konusu ebedi bir kalış olmasa dahi ülkeyle, coğrafyayla, köksüzlüğüyle ne kadar yaban kalabildiklerini görüyoruz Andrei’nin kişiliğnde. Nefes alamıyor adeta yurtsuz topraksız. Yönetmense baş karakterininkine benzer bir kader yaşayacağını ve sürgünde hastalanıp öleceğini düşünmeden ya da tam tersi bilinçaltında bunun bir şekilde kendi başına geleceğini bilerek çekmiştir bu filmi belki de, kim bilir! Filmin buğusu kalmış şair oğlu şair’in hayatında. İnsana en büyük hıyaneti kendi insanı yapıyor. Ya da diğerlerinin yaptığı daha az koyuyor. Biz bizi ve bizden olanı sevmiyoruz galiba en çok. Öldükten sonra da pek çok seviyoruz ve ödüller veriyoruz ya da adına ödül törenleri düzenliyor, bir sokağa, bir stadyuma ismini veriyoruz. Irkımız, milletimiz ne olursa olsun fak etmiyor sanırım bu ayrıcalıklı durum.

IMG_0536

MISS SLOANE

IMG_0528

MISS SLOANE :

“Siyasetçiler oylarını kendi siyasi kariyerleri için değil, ülkeleri adına doğru olduğuna inandıkları şey için kullanmalı. Bu dileğimin boş olduğunu biliyorum. Çünkü bizim sistemimiz çökmüş. Vicdanlarıyla oy veren dürüst politikacıları ödüllendirmiyor. Asıl ödüllendirdiği sıçanlar. Yemlendikleri yalağı kaybetmemek uğruna ülkesini satmaya razı olanlar. Bu sıçanlar Amerikan demokrasisi üzerindeki gerçek asalaklardır.” Miss Sloane

Mahkemede Miss Sloane tarafından sarf edilen bu ateşli cümleler filmin bir parça tribünlere oynadığının açık ara göstergesi olmakla beraber, bu durum, içerisinde benim de olduğum tribünlerdeki suskun seslerin filmi beğenmediği ya da onaylamadığı anlamına da gelmiyor. Heyecanlı heyecanlı izledim hem bayanı hem de “saygın” icraatlarını. Nasıl geçti anlayamadım iki saat ve artı on dört dakikası. Film üzerine yazılan eleştirileri okuduktan sonra ise, sıkıcılığından boğulmaktan ötürü bir köşesine sindiğimiz hayatlarımızda iki saatliğine de olsa birer Sloane’a dönüşüvermemizin bizi nasıl da mutlu edebileceğini gördüm. Bir taş koymuş olduk böylelikle sisteme Miss Sloane sayesinde ve onun kimliğinde, dinamiti patlattık mahkemede kendimiz de içinde, sonra da kodese gönderiliverdik zahmetsizce. Bakınız Cumhuriyet Gazetesi’nin işine. Taş, dinamit, bum. Allah kimsenin çoluğunu çocuğunu sistem karşıtı etmesin bu ülkede. Bum bum.

Kadın erkek fark etmez, bütünn seyirci gönüllerinde yatan dişi kaplan, gıpta ile bakılan, aklına, hırsına, kafasında dolaşan küçük tilkilere dahi hayran olunan bir kadın karakter geçmiş oldu gözlerimizin önünden Miss Sloane sayesinde. Öyle ya da böyle kadın oyuncular ne kadar mızmızlanırsa mızmızlansınlar, Amerika’da güçlü kadın başroller yazılabilmekte. Hem de çoğu erkeklerin elinden çıkma ve yönetmenleri de onlar. Bu da yamanından bir çelişki olarak geçiyor sektörün tarihinin görünmez sayfalarına. Yoksa çok erkek başrol izledik mahkeme filmlerinde, hepsi de eni konu şaşkın birer Demokles idiler. Bu durum ise, az çok endüstride kadınların yadsınamaz bir gücü yaşatabildikleri ve muhafaza edebildikleri anlamına da gelmiyor değil hani. Bir kaya değil belki ama taş yerinde ağırdır neticede. Düğüne mi geldiniz ölüme mi, sinema yazısı mı okuyacaktınız yoksa çok da parlak bir hayatı olmayan birinden hayat dersi almaya mı geldiniz! Sizler vereceksiniz kendi kararlarınızı. Hayat sizin, Miss Sloane yaşamayacak onu da. O şimdi sıfırdan başlamak suretiyle geçinmek için kendine bir iş kurmak gayretinde. Belki bir çi’köfte dükkanı açacak. Belki bir güzellik salonu. Belki de izbe bir bilardo salonuna ortak olacak. Kim bilir?

Gelelim ülkemizde çok fazla hakkı teslim edilmemiş Miss Sloane”umuza. Sağlam bir kurguya, iyi oyunculuklara, iyi de bir yönetmene ve kendine hayran bırakan çılgın senaryoya sahip film uyuşmuş zihinleri açmaya deva adeta. Kendisi bir parça uzun, uzun olmasına ama…artık doksan dakikada sıkış tepiş derdini anlatmak telaşında yönetmen kalmadı sinemada. Önemli bir kısım televizyona geçti zaten, bölüm bölüm, ağır ağır anlatıyor anlatmak istediğini hiç telaşa düşmeden-galiba parası da güzel, bizde öyle derler. Bu uzun süren film deneyimlerine alışmak ve bundan böyle kabullenmek gerek. Miss Sloane ise bu güçlüğü her saniyesinde ayakta tuttuğu merak duygusu ve kilit özelliğindeki aralara serpiştirilen vurucu anlar sayesinde seyirciye hissettirmeden yeniyor. Sistemle, sektörle, rakiplerle baş edebilmek için gereken dişi kaplanlık, bol deneyim, aklıevvellik, kurnazlık ve öngörü sahibi olmak gibi bir takım şartlara sahip olmanın gerekliliğinin yanısıra, işin içine vicdanı girdiğinde son kertede tam bir haklayış söz konusu oluyor bayanın adına. Miss Sloane kendi söylediği gibi kariyeri yüzünden intihar etmektense, kariyer intiharı yapıyor nihayetinde ve eğer filmi izlemeden yazımı okuyanlarınız varsa eğer beni artık sevmeyeceklerdir, bol miktarda vermekte olduğum spoiler’lar sayesinde. Ya benim yazımı zamansız okumayacaksınız, yahut filmin sonunun vereceği yüksek hazzı erteleyeceksiniz ki ilki daha kolay görünüyor sizin için. Yani okumayın beni bundan böyle. Çünkü ben bildiğimi okuyacağım, bu böyle. Can çıkar, huy çıkmaz güzel insanlar. Bir de bu yazıyı okurken, benim aşırı rutubet ve yüksek ısı eşliğinde, ocakta kaynadığımı hissederek kalemimle cebelleşe cebelleşe yazdığımı esas alınız lütfen. Empati şarttır, sünnet değil. Ve eğer bir gün(bu cümleyi değil, cümlenin içindeki bir başka düşünceyi parantezliyorum bu defasında) intihar haberim duyulursa bir yaz sıcağında, sıcaktan çıldırmış hormonlarım bunda etkendir. Neden kısa ama acılı, fakat banal ve aciz olmayan bir yöntem seçtiğim sorulursa, her şeyden önce kestirmeleri severim ve evim çatı katında, uçmayı tecrübe etmek istemiştim her zaman her ne kadar bu tecrübeyi sizinle paylaşamayacak olsam da. Düşmelere alışık bir bünyem vardır, her eşikte tökezlemişimdir hayatım boyunca. Ayrıca cebimde çakıl taşlarıyla boğulmaktan, kendimi kesmekten-ki bu kendi derimi yüzmekle eşdeğer gözümde(kurbanlık koyun muyum ben, yine parantez açtım, evet farkındayım)- iyidir. Son olarak gerekli bütün açıklamaları arafta yapacağım benden sorumlu yetkili üst mercime. Beden yorgunluğumu üzerimden attıktan sonra, hafifleyeceğimi dolayısıyla rahatlayacağımı umuyorum. Sevdiklerimle konuşup moral bulacağım en azından. Yalnız öleceğini düşünen herkesin böyle küçük planları vardır; ama gerçekleştirir ama gerçekleştiremez. Oklar yalnız ve münzevi bir sonu gösterirken, bu yazıda yalnızca Miss Sloane olmadığını anlamışsınızdır sanırım. Ben varım biraz da. Kavram kargaşası değil okuduklarınız, benim.

IMG_0533

Lobicilik bir meslek dalı olarak A-B-C’de pardon A-B-D’de(aynı espriyi kullanmam sadık okuyucumu şaşırtmıştır, o şaşkın okuyucuyu alnından öpüyorum çünkü herkes tüm sadakatiyle “tüm” yazılarımı okumuyor, dolayısıyla harcamaktan korktuğum garip esprilerimi tekrarlama gereği duyuyorum) bir hayli önemli. Kuralları esnek ve dürüstlük içerdiği de söylenemez. Filmin ilk dakikalarında başarının nereden ve nasıl geldiğini anlatıyor Bayan Sloane dürüstçe : “Rakibinizin hamlesini önceden kestirirsiniz ve ona göre önlemler geliştirirsiniz. Rakibinin bir sonraki adımını hesap eden ve rakibi kozunu oynadıktan hemen sonra kendi kozunu oynayan kazanır. Amaç karşındakileri şaşırtmak ama seni şaşırtmalarına izin vermemektir.”

Miss Sloane, ondan haz etmeyen avukatıyla mahkemenin yolunu tutmuşken adamın tavsiyeleri vardır kulağında. En azından biz öyle düşünürüz. Çünkü karşımızdakinin öngörülemez bir kadın olduğunu ancak zaman geçtikten sonra kavrarız, tıpkı çevresindekiler gibi. Tek bir suçlamayı dahi cevaplarsa, mahkemede susma hakkından feragat etmiş olacak ve bütün soruları cevaplamak zorunda kalacaktır. Üstelik taraflı bir mahkemede, hem de ulusal basının önünde tabi tutulduğu Cadı Avı misali bir yargılamadır. Avukatı ondan, Gandhi sabrı göstermesini ister. Miss Sloane ağzını tutaar… tutaar… ta ki tutamaz hale gelinceye dek ve oyuna dahil olur. Avukatı cinnet getirir. Senatör geviş getirir. İzleyici içinse gerçek şenlik bundan sonra başlar. Bayan’ın bugünlere nasıl geldiğini izlemeye koyuluruz flashback’ler eşliğinde.

IMG_0535

Genç kadın 10 yıl boyunca aynı limited şirkette çalışmış, ta ki dünyanın en mantıksız tekliflerinden biriyle karşısına gelen zengin ve güçlü adamı küçük düşürüp, karşıdan gelen yeni teklife vicdanının sesini dinleyerek evet diyene dek. Bu güçlü, galiba Cumhuriyetçi bey silah satışlarında kapsamlı geçmiş araştırması şartı getiren yasa tasarısının onaydan kaldırılmasını istemektedir. Yürütecekleri reklam kampanyasında silah yüzünden çocuklarını kaybeden anneler yerine silah sayesinde çocuklarını koruyan anneler, silahla tehdit edilen, ezilen eşler yerine 38’lik tabancasıyla saldırgan kocasını yere seren eşler ön plana çıkarılacaktır. Silah kadının güçlenmesinde bir araçtır ve bu bencil, bunamasına az kalmış, yüzsüz adam her kadını Thelma ve Louise sanmaktadır. Sloane’un cevabı önlenemez kahkahalarla karışık yediden yetmişe vatandaşları donuna kadar silahlandırarak mı annelerin daha güvenli bir ABD vaadiyle kandırılacağı sorusudur(bu tip bir söylem Karadeniz’de tutabilir ve bu adamın hiç bilmediği kökeninin bir kısmı Karadeniz’e dayanıyor olabilir, Viking’de olabilir). Serbest piyasanın ateşli savunucusu Sloane’un bile böyle bir teklifi aklı almaz ve önemli müşterileri olan güçlü bir limited şirketten kibarcası “küçük balık” olan mütevazı bir “butik şirket”e zıplayıverir ekibinin önemli bir kısmıyla. Güçlü bir kamuoyu oluşturan maçı kazanacaktır bundan böyle. Kimin neyi ne kadar oluşturduğu ve rakibinden ne kadar fazla öngörülü olduğu finalde anlaşılacak olup, bir nevi “Şeytan’ın Avukatı” yaşanacaktır son dakikalarda. Güzel bayan şeytana pabucunu ters giydirecek ama bunu iyisinden yapacaktır. Bu süreçte Rodolfo Scmidt rolünde İngiliz aktör Mark Strong harika yakışıklıdır ama bir parça da saf kalır Sloane’un cin aklının yanında(bir insan için kelimeler yetersiz, sıfatlar küçük kaldığında, tarafımdan itinayla uydurulurlar, harika yakışıklı buna sağlam bir örnektir).

IMG_0529

FILM-SLOANE-COMMENT

IMG_0531

Sokratçı, ilkeli lobici Miss Sloane’un geniş bir nüfuzu, Washington’daki bazı üst düzey yetkililerin tek parmak şıklatmasıyla kariyerlerini mahvedebilecek de bir gücü vardır. Kırklı yaşların başındadır, iddialı ruj seçimi, daracık tayyörleri, iğne topuklu pabuçlarıyla Jessica Chastain aynı zamanda son derece dişi bir kadına hayat verir bu rolle. Geçmişi muğlaktır. Silahlarla ilgili kötü bir tecrübesi olup olmadığını öğrenemeyiz. Ailesine ne olduğu, kim olduğu da şaibelidir. Ama başta beraber çalıştığı insanlar olmak üzere aynı havayı soluduğu dost düşman herkes hakkında araştırma yaptırır küçük köstebeklerine. Belli kişiler için kafasında hep bir planı olsa da o kişiler planın ne olduğunu dahil olana dek bilmezler. Bilgiyi çalışma arkadaşlarıyla paylaşır ama sadece bir kısmını. Dolaylı yollardan sorar ve sonunda bildiğini okur. Sosyal ilişkiler için yardım alır. Bir sosyal hayatı, bir evi ve ailesi yoktur. Tek sorumluluğu davasına karşıdır. Nerede durması gerektiğini bilir de bilmez. Tüm bunlara yetişebilmesi için de az uyuması gerekmiştir. Bu sebeple kullandığı uyarıcı ilaçlar mahkemede aleyhine delil olarak kullanılır. Daha da bir sürü şey aleyhinde delil olarak kullanılır. Duygusal yakınlık kurmamak için oteline çağırdığı erkek escort bile mahkemeye dahil edilir. Belli güçlerin tesiriyle kendisiyle uğraşan senatörün birincil özelliği halkı temsil etmek olacakken, umutsuzca bulunduğu mevkiyi korumaya çalışmaktadır. Çevresince normal olmadığı ve dürüst davranmadığı düşünülen Sloane, başta davasını yürüten senatör olmak üzere, pek çok adamdan daha dürüst davranmıştır aslında. Son noktada hakkı teslim edilir ve Bayan Sloane etrafındakilerin ağzını bir karış açıkta bırakan bir oyun oynar. Başlarda delirttiği avukatı bile şaşkınlıkla izler mahkemede yaşananları. Aslında Sloane’un avukata filan ihtiyacı yoktur. Kendi savunmasını kendi yapar. Kendi davasını kendi kazanır. Kendi yazar, kendi oynar.

IMG_0534

Filmin en beğendiğim sahnesi son saniyeleriydi. Jenerik akmadan hemen önce ve birkaç saniye sonrasında, siyahlar içerisindeki Elizabeth Sloane hapisten çıktıktan sonra kapının önündedir ve karşıya, yine bir belirsizliğe doğru bakmaktadır. Yalnızdır. Çıktığını bilen ve karşılamaya gelen bir tanıdığının olup olmadığını göremeyiz. Tıpkı geçmişi ve geçmişini şekillendiren, onu bugün olduğu şey yapan olay ya da olaylar hakkında bir şey bilmediğimiz gibi.

“Bir gün pederin biri genç bir rahibeyi arabayla evine götürüyormuş. Vites değiştirirken elini rahibenin dizine koymuş. Genç rahibe dönmüş ve Luke 14:10’u hatırlayın demiş. Peder utanç içinde elini geriye çekmiş. Bir sonraki ışıklarda durduklarında peder bu sefer elini rahibenin kasıklarına koymuş. Rahibe gene Luke 14:10’u hatırlayın peder demiş. Peder özür dilemiş. Kızı bıraktıktan sonra evine gitmiş. Eve varır varmaz İncil’de Luke 14:10’u açmış. Diyormuş ki: “Arkadaşım, daha yukarı çık ki, güzelliklere ulaşasın!” Yani üzerinde çalıştığınız konuyu bilin. Bilmezseniz elinizdeki altın fırsatı kaçırabilirsiniz.” Miss Sloane

NOT 1 : Ben çevirmenin çevirisine sadık kaldım. Her zamanki gibi/ As usual. Luke 14:10’un orjinali ise şöyledir:”Friend, move up to a better place. Then you will be honored in the presence of all the other guests.” Çeviri zor iştir vesselam.

From the Files - The Candidates

NOT 2 : Bu fotoğrafı, bu filmin sonunda neden kullandığımı biliyorum aslında ama söylemeyeceğim. Miss Sloane gibi gizemli olmak gayretindeyim çünkü. Size verebileceğim tek ipucum uzaktan sıkmanın kolay olduğudur. “🇺🇸🇹🇷 = Amerikan ve Türk halkı kardeştir.” Mesajım kendimedir. Son olarak harika bravo maşallah katlandınız bana. Sabırlıydınız. Teşekkür ederim bu son satıra gelme sabrını gösteren okuyucuya. İyi ki varsınız.

 

A QUITE PASSION

images-3

A QUITE PASSION :

“Şiirler hepimizi çevreleyen sonsuzluk için bir tesellidir.” Emily Dickinson

“Zaaflarımız kılık değiştirmiş erdemlerimizdir.” Austin Dickinson

“Önemsiz bir hayat yaşayan ve özel bir aşktan mahrum olan bizler açlık nedir çok iyi biliriz.” Emily Dickinson

“Korktuğumuz şeylere dönüşüyoruz. Bu yüzden dünyadan nefret ediyorum.” Emily Dickinson

“Bizler insanız, bizi bununla maskara etme.” Emily Dickinson

“Güçlüyken kaybettiklerini tatlılıkla kazandı.” Emily Dickinson

-“Senin şiirlerin var Emily.”
-“Ama senin de bir hayatın var.”

Biri hiç durmadan yazmış; eline geçen her fırsatta, doğadan gelen sesler kulağında, her anını gelecek yüzyıllarda hiç tanımadığı okurları için satırlara dökmek suretiyle ölümsüzleştirdiğini bilmeden, yazmış yazmış… Kaderinden muzdarip, kelimelerin gücüne sığınmış, hayatını yaşamaktansa, şiirleriyle nefes alarak zahmetli bir hayat geçirmiş, döneminin çok çok üzerinde bir akla, yoğun duygulara ve derin düşünceye sahip bir Emily Dickinson portresi var karşımızda iki saat boyunca. Bir başkası ise uzun ve zahmetli bir sürecin meyvesi olarak, şairin bu kıymetli dizelerini serpiştirdiği filminde, dönemin ruhuna uygun mizansenler yaratıp, diyaloglar yazarak seyircisine eşzamanlı olarak ulaşabilmiş Terence Davies. Sinemanın gücü buradan geliyor. Edebiyatın okuyucu kitlesi sınırlı iken, söz konusu bir sanat filmi dahi olsa bir ölüyü geniş kitlelere ulaştırarak tekrar diriltebilmek sırrına haiz. Daha kolay değer biçiyor hayata edebiyata nazaran. Buradan anlaşıldığı üzere de yönetmen, şairimizden hem dönem açısından hem de işin içinde görsellik olduğundan çok daha şanslı. Filmde Dickinson’ın karşısına çıkan birçok engelin yanısıra en muzdarip olduğu şeydi ölmeden önce tanınmak, okuyucuya ulaşmak. Kendisi tüm bunları göremeden öldü. Ölümünden sonra basılabildi şiir kitapları yazık ki. Ben mi? Ben mi ne yapıyorum? En zahmetsizinden oturduğum yerden okuduğum şairin şiirlerinden ve izlemiş olduğum iyi bir yönetmen filminden geriye kalanları içime sindirmeye çalışıyorum, üzerine birkaç satır karalamak uğruna. Acizlik bu biraz, eğer insanın elinden gelen tek şey buysa. Birçok biyografik film izledim bugüne kadar, en az sizler kadar. Dönemin ruhunu yansıtmaktaki gerçekçiliğinin yanında, oyuncu yönetimi, istikrarlı bir senaryo ve akılcı diyaloglar, yönetmenin üslubu ve genel olarak tüm bunların uyumu bir filme nihai katkıyı sağlarken, övgü dolu yorumları ve iyi eleştirileri de taşıyordu dilden dile, tıpkı A Quite Passion’da olduğu gibi. Yönetmen Terence Davies, benim izlediğim ilk filminde Bela Tarr ve Tarkovski’yi anımsattı en çok. Bir Amerikalı’dan çok Avrupalı bir yönetmen vardı sanki karşımda. Zamanın ruhunu ve duyguları aktarmaktaki başarısı filmini özgün kılmış öte yandan. Kolay kolay zihinlerden silinmeyecek anlar yaratmış yönetmen. Hepsinden bahsedeceğim teker teker, sabrınıza sığınarak. Hem beni hem de sizi bekleyen uzuun bir metin var önümüzde. Öncesinde de ağır ağır, sindire sindire izlemeniz gereken bir film. Ama muhakkak izleyin. Bazı filmleri izlemek gerekir.

Film, şairin, genç kızlığından ölümüne kadar geçen süre içindeki yaşantısını, aile bireyleriyle olan ilişkilerini, beraber yaşlandıkları evlerinde geçirdikleri zamanları, anne babasının ölümünü, şiddetli nöbetler geçirmesine neden olan Bright hastalığını, kendi yoksunluklarını, sınırlı sayıdaki okuyucusuyla olan ilişkilerini, haksız ve seksist eleştiriler karşısındaki duyarlılığını, bastırmaya çalıştığı hıncını, bastırılmışlığını, kıstırılmışlığını ama herşeye rağmen hiç tükenmeyen üretme hırsını gözler önüne seriyor.

images

images-5

downloadfile

Cadıların cadısı bir rahibenin karşısına dizilmiş bir düzine genç kız görüntüsüyle açılıyor film. Rahibe, Tanrı’ya ulaşmanın yollarını göstermek niyetiyle, Hıristiyan olup kurtarılmayı dileyenleri sağa, sadece kurtarılmayı dileyenleri ise sol tarafa alarak iki gruba ayırıyordu kızları. Aşağı yukarı eşit miktarlarda kendi özgür iradeleriyle sağa sola giden kızlardan geriye ise, Emily kalıyordu tek başına. Açık yüreklilikle Tanrı’ya dua etmenin hayatında olumlu ya da olumsuz pek fazla bir şeyi değiştirmediğinden, henüz uyandırılmadığından, günahlarının bilincinde olmadığından kısacası sanki Tanrı’nın ağzından konuşuyormuşçasına tavır takınan, kızlara dereyi görmeden paçayı sıvatmaya çalışan rahibenin tehditkar tutumuna karşılık bir parça da alayla ama dimdik durarak masumiyetinden, diğerleri gibi hissetmeyi deneyip başaramadığından bahsediyordu. Böylelikle sürüden farklı bir ruhu olduğunun sinyallerini veriyordu daha bu ilk dakikalarda, üstelik de büyük bir metanetle. Gözünde umutsuz bir vaka olan ve hem Nuh’un Gemisi’nde bulunduğunu hem de kurtarılmayı reddettiğini belirten Emily’i isyanında, isyanıyla baş başa bırakıyordu rahibe, baş edemeyeceğini anlayarak. Emily’nin de yatılı macerası sonlanıyordu bu vesileyle, hızla ilerleyen Evanjelizm sayesinde. Hayatı boyunca da temkinli yaklaşıyor Hıristiyanlığa. Asla boyun eğmiyor, dizlerinin üzerine çökmüyor. Tanrı’nın onu nasılsa her şekilde gördüğünü, onun sevgisine ihtiyacı olmadığını ve affedici olduğunu düşünüyor. Herkes böyle olmalı işte.

images-4

Bir gün kız kardeşi Vinnie ve erkek kardeşi Austin’i yanına alarak geliyor yatılı okula babaları. Sonra da hep beraber operaya gidiyorlar. Senato üyesi, aynı zamanda avukat olan babalarının muhafazakarlığına şahit oluyoruz burada. Bir kadını sahnede görmekten ve kendini bu şekilde sergilemesinden hoşlanmadığını belirtiyor kısaca. Yine de ilerleyen zamanlarda idrak ettiği gibi koca evinde asla bulamayacağı bir lüks olan gece yazma iznini babasından alabiliyor Emily ve babasının ricası sayesinde “Sic Transit Gloria Mundi” adlı şiiri bir gazetede yayınlanıyor. Yayıncının mektubuysa çok daha ilginç ve dönemin kadınlara karşı tutumunu sergiliyor başlı başına. Her dilde diyor karşı taraf, kadınlar edebiyatta kalıcı eserler yaratamazlar, gerçek klasikler erkek işidir diyor. Emily’e gelince o cinsiyetiyle barışık bir gençlik geçiriyor. Halasıyla yaptığı karşılıklı atışmada bir Robespierre değil ama bir Charlotte Corday olabileceğini söylüyor. Halalarının ziyareti esnasında toplandıkları oturma odalarında, karşılıklı atışma şeklinde başlayan ve son bulan diyaloglar birer usta işiydi öte yandan. Ailenin bütün fertlerinin karakterlerinin gün ışığına çıkmasına yardımcı oluyordu bu sahne. Baba Dickinson sofistike ve uysal çocuklar arasında seçim yapmam gerekseydi, sofistike olmalarını yeğlerdim diyerek başta Emily olmak üzere çocuklarından ötürü duyduğu memnuniyeti dile getiriyor bir anlamda. Uysallık bir nevi kölelik çünkü ona göre. Çocukları ise bir konu hakkında fikir yürütebilecek kadar akıllılar, bir o kadar da dikbaşlılar. Anne ise sessiz kalışına mazeret olarak dinlemeyi tercih ettiğini ve böylelikle önyargıların bir görüş olmaktan çıktığını düşünüyor. Hayatının bir rüya gibi gelip geçtiğini, bunun bir parçası olmayı hiçbir zaman başaramadığını, son çocuğu olan Vinnie’nin doğumundan sonra içini mutluluk sandığı melankolinin sardığını ve ömrünün sonuna dek bu histen kurtulamadığını görüyoruz. On dokuz yaşında bir gençten bahsederken gözleri doluyor, eski zamanları özlerken hissettiği içini yakan derin acıyı anlatırken gözyaşlarına boğuluyor ve kendine üzülerek geçiriyor günlerini ve gecelerini “ah bana vah bana” Emily Norcross Dickinson. Onu seven bir kocası ve hayata tutunmasını sağlayan üç cocuğuna rağmen melankolisi içinde boğuluyor adeta. Emily’nin kalemindeki melankoli, o yüzyılda böyle bir misyon edinip, şairliği bir meslek olarak seçmesinin nedeni belki de annesinden miras genleri.

Erkek kardeşi Austin baba ve dede mesleği olan hukuğu seçiyor ve hayata babasının yanında çalışarak atılıyor. İç savaş çıktığında askere gitmek için çok yalvarıyor. Fakat bu nafile çaba, babasının biricik oğlunu askere göndermektense 500 dolarlık bir tahvil ödemesiyle beraber kesiliyor. Dünyadaki tek oğlunu riske atmayacak kadar bilinçli olan babasının karşısında, Austin korkaklıkla yaftalanmaktan korkuyor içinde bulunduğu çevre ve arkadaşları ne der diye. Evlendikten sonra karısını aldattığını gözleriyle gören Emily’le olan çekişmeleri bitmiyor. Emily agresifleştikçe, Austin daha da kırıcı oluyor. Ancak kayda değer bir okuyucu kitlesine ulaştığında, itibarının artabileceğini söylüyor yüzüne. Gazetede hakkında çıkmış eleştiriyi okuyor acımasızca. Fakat yine de son nefesinde kendisinden sadece bir yaş küçük kız kardeşinin baş ucundan ayrılmıyor. Vinnie’yle beraber temizliyorlar onu, nöbet geçirirken kendine zarar vermesin diye sıkıca tutuyor kollarından. Yine de kardeş. Birlikte uğurluyorlar onu son yolculuğuna. Mayıs ayının ortasında, doğduğu evden çıkıyor cenazesi Emily’nin. ”Mezarda bir çukur, o korkunç yeri bir yuva yapar.” Evin küçüğü Vinnie de hiç evlenmiyor, tıpkı Emily gibi. Ev işlerini ve evin idaresini üstleniyor, bir de kavgasız gürültüsüz yaşamak en büyük gayesi. Haklıyı haksızdan ayıracak kadar muhakeme gücü yüksek, mantıklı ve bilinçli. Görünür bir başarı yakalayamadığını düşünüp öfkeyle dolan Emily’nin yanında sakin kalmayı başarabiliyor. Emily kendini ailesinin ötesinde, yabancılar arasında hayal edemezken, Vinnie yani Lavinia’nın evliliğin eşiğinden dönmüşlüğü var pek çok kez. Emily çok daha hırslı, kızkardeşine nazaran. Eleştiriler karşısında güceniyor hemen. Basit bir ekmek yapma yarışmasında dahi ikinci olduğunu duymak onu memnun etmiyor. Birinci olmak varken.

images-6

downloadfile

Erkek kardeşinin eşiyle yaptığı sohbet esnasında, eviçi kurallarla yetiştirilmiş birer hanımefendi olduklarından, evlilik hakkında ve erkeklerin eşlerinden beklentileri hakkında konuşurlarken bile son derece edepliler. Öyle ki neredeyse konuşamıyorlar bile. Gelinlerinin bir eşten beklenenleri bir görevmişçesine yerine getirdiğini anlıyoruz sadece. Ruhsal cefa çektiği ve halen daha çekmekte olduğu çok belli olan Emily ise, cefadan sefa doğmadığını idrak etmiş durumda ve aradan geçen bir tam yüz yıla rağmen, aynı zamanda hayranı olduğu Bronte Kardeşler’in yaşadığı çağdan beri çok da fazla bir şey değişmemiş olduğunu görüyoruz. Kadınların edep çağı uzadıkça uzuyor sanki. Filmde adı geçen yazarlar arasında Bronte kardeşler dışında George Elliot, Elizabeth Gaskell da var bu arada.

Birbirlerinin dilinden anlayıp, sohbet edebilen Emily ve Vryling Buffam sık sık bir araya geliyorlar. Buffam ona öğütler veriyor her fırsatta. Topluma uyum sağlaması gerektiğini, radikallerin ülkede barınamadıklarından dem vuruyor. Buffam en nihayet evlilik kararını verebildiğinde, bu durumdan bir çeşit ayrılık, hatta hatta ölümmüş gibi bahsediyor Emily. Çünkü biliyor ki artık eskisi kadar çok beraber vakit geçirip, her şeylerini paylaşamayacaklar. Evlilik ona bir dost kaybettiriyor. Buffam’a göreyse dünyada ölümü bile kişisel bir başarısızlık olarak algılayan tek ülke A-B-C, pardon A-B-D.

Emily memnun edilmesi son derece zor bir kişilik ve kendine karşı da bir o kadar acımasız. İsyanını içinde yaşıyor. Başarız ve zavallı olduğunu düşünüyor. İğneyi de, çuvaldızı da kendisine batırabiliyor. Hem dış görünüşünden muzdarip hem de çirkin olmaktaki iyimserliğin güzel olanların fikri olduğunu düşünüyor. Hayranının karşısına çirkinim diye çıkmıyor. Ona fazla yaklaşılması, kendini kötü hissetmesine neden oluyor. Bir şeye özlem duyuyor ama bu fikir onu korkutuyor da aynı zamanda. Evli bir rahipten hoşlansa da, adamın bir başka şehre taşınacak olması Vinnie ile aralarında krize neden oluyor. Kimse ona acısın istemiyor çünkü. Fakat içindeki duygusal boşluk da kapanacakmış gibi görünmüyor. Üzerine babasını, birkaç yıl arayla da annesini kaybediyor. Annesi felç geçirdiğinde, o da kendisine şiddetli ataklar geçirten hastalığıyla boğuşmakta. İki kızkardeş serçeler gibi bakıyorlar annelerine. Onu siliyor, temizliyor ve besliyorlar. Anneleri onların elinde can veriyor. Son nefesini vermeden “neden ben” kelimeleri dökülüyor melankolisini yenememiş kadının ağzından. Bana göre filmin en dramatik anı, benim en beğendiğim sahneydi. Bir insanın son nefesini verişi bu kadar gerçekçi bir şekilde çok ender aktarılmıştır perdeye. Terence Davies’in hakkını vermek gerek bir kez daha.

Güvenilir bir baba ve sevilen bir anneyi kaybetmiş olmanın verdiği bilinçle yaşıyor Emily bundan böyle. Öte yandan etrafa saldırıyor her fırsatta. Çünkü incinmiş ve öfkesi dünyaya karşı bir çeşit savunma mekanizması olan bir kadın var. Üstelik çalışmalarının meyvesini almaktan çok çok uzakta. Bir an geliyor hayatını yaşayamadığını düşünüyor bu uğurda. Hakkında çıkan eleştiriler yalnız, mutsuz ve perişan bir kadının çabaları olarak küçümseniyor. Bu halse onu delirtiyor. Hayatla mücadelesi hiç bitmeyen, erken doğmuş, çileli bir hayat yaşamış, kendini güvende hissettiği evinde doğmuş, büyümüş ve ölmüş Dickinson’ın doğayı, ölümü, savaşı, insanın insanla, insanın kendiyle mücadelesini anlattığı kimi dizelerinin ve pek çok şiirinin çağının ne kadar üzerinde olduğunu görmüş olduk filmi izledikçe, merak ettiğiniz takdirde de okuduğunuz ya da okuyacağınız şiir kitaplarında. Gençlik ve yetişkin hallerini iki ayrı oyuncunun canlandırdığı Emma Bell ve Cynthia Nixon var bu rolde. Hours’da Virginia Woolf’u canlandıran Nicole Kidman neyse, Emily Dickinson rolündeki Cynthia Nixon da o benim gözümde. Ayrıca tüm oyunculuklar başarılı olmakla birlikte, çok enteresan bir anne kompozisyonu ve baba rolünde de Keith Carradine’ı izleyeceksiniz. Şefkatle yargılanmayı dileyen bu önemli şair kadının hayatını es geçmeyin son kez ve bir kez daha. Hem senaryosuyla hem de görselliğiyle aynı oranda başarılı, duygulara hitap edebilen çok fazla film çıkmıyor maalesef artık karşımıza.

Şefkatle Yargılayın Beni :

Bu benim mektubumdur Dünyaya
Hiçbir zaman yazmamış olan Bana–
Basit Haberleri Doğanın söylediği–
Şefkatli İhtişamla

Teslim edilmiştir Onun Mesajı
Benim göremediğim Ellere-
Onun aşkı için benim –Tatlı—hemşerilerim—
Şefkatle yargılayın – Beni

Emily Dickinson

5

 

THE SEA OF TREES – SONSUZLUK DENİZİ

IMG_0016

THE SEA OF TREES – SONSUZLUK DENİZİ

“Ölmek istemiyorum. Sadece artık yaşamak istemiyorum.” Takumi Nakamura

“Neden hayatını bitirmek istiyorsun? Eğer diğer tarafta Tanrı seni beklemiyorsa kim bekliyor?” Takumi Nakamura

“Sanırım özümüzde hepimiz ne zaman öleceğimizi biliyoruz.” Joan Brennan

“Buraya eşimi kaybettiğim için gelmedim. Yas tuttuğum için gelmedim. Suçluluk duygum yüzünden geldim.” Artur Brennan

“En kötü zamanlarımızda sevdiklerimiz bize çok yakındır, ölmüş olsalar bile.” Takımi Nakamura

Film hakkında yazılmış tüm kötü eleştirileri bir kenara bırakarak izledim. Filmin Cannes’da ıslıklarla yuhalanmasını bir kenara bırakarak izledim. Yerli ve yabancı yazılı basında çıkmış olan vasatın üzerine çıkamadığı eleştirilerine, düşük IMDB puanına ve yıldızlarına gözlerimi kapayıp, kulaklarımı tıkadım. Öyle izledim. Ama çok da tıkayıp kapatmadım. Gus Van Sant’i çok takip etmesem de filmografisini göz önünde bulundurarak saygıyı hak ettiğini düşünerek izledim. Özellikle My Own Private Idaho, Far and Away, Good Will Hunting ve Milk söz konusu olunca… Sözü getirmek istediğim temel mevzuysa şu ki; filmde Arthur’un Joan’a yönelttiği sen bir klişesin söz öbeğinin bilinçli bir şekilde film boyunca kör kör parmağım gözüne şeklinde ön plana çıkarılmasında bile olası başarısızlığın olası bir tercih olduğunu gördüm. Birkaç potu görmezden geldiğimdeyse eli yüzü düzgün; dingin müziği, dozunda oyunculukları, başarılı görüntü yönetimi ve iyi niyetli senaryosuyla filmi beğendiğimdir. Çok beğenmedim ama sinemada izlediğimde yuhalayıp ıslıklayacak kadar da kötü bulmadım. Bu senaryodan bu film olmuş. Ekmek bu, köfte bu. Zaten The Sea of Trees en büyük eleştirisini kendisine yöneltmiş olduğundan, üzerine gelen her eleştiri önemini yitiriyor aslında ve bu açıdan çok mühim bir film bu. İzleyip sevecek misiniz yoksa “çöp bu!” mu diyeceksiniz. Kağıt israfınıza yazık bence. Önümüzdeki anlamsız seçim için kafi miktarda israf var zaten. Çokça eleştirilen ve Eşkıya’nın repliğini anımsatan “Ne zaman bir ruh buradan kurtulup huzura kavuşursa tam orada bir çiçek açar” cümlesi ve filmin sonundaki taşların bir bir ama tıkış tıkış yerlerine oturtulduğu, cevapsız hiçbir sorunun bırakılmamak için aşırı bir gayretle finale gelindiği son dakikalar dışında benim naçizane eleştirimse neden yönetmenin daha sert bir üslupla yaklaşmadığı olacaktır en fazla ama karşımızdaki Gus Van Sant olunca bu tip eleştiriler de huzursuzluk veriyor insana. İyisi mi gelelim benim konusu ve geçtiği yerin gizemi sayesinde ilgimi çekip izlediğim filmi bir parça anlatmaya. Yanlış anlaşılmasın aklamak değil derdim, sadece bu kadar önemli bir mevzunun ve yerin her yerin ve her şeyin hakkını vermeyi bilen ve seven Amerikan film endüstrisi tarafından nasıl olup da kullanılmadığı. Bu son derece derin ve içten kaygılarımla kendimi, sizi ve koskoca bir endüstriyi zehirlemeden dönüyorum yüzümü güneşe pardon “İntihar Ormanı”na pardon “Sonsuzluk Denizi”ne.

IMG_0015

Filmin başrol oyuncusu aynı zamanda mekan sahibi Fuji dağının eteklerinde kilometrelercekarelik bir alanda göz alabildiğine uzanan, yüksek gövdeli ağaçların evsahibi Aokigahara Ormanı’nın rüzgarda kamaşan dallarından çıkan çok sesliliğinden oluşan senfoniyle açılıyor Sonsuzluk Denizi(şair kimliğim bazen beni tuhaf anlam arayışlarına sevk etse de buradaki önemli hususun okuyucunun sabır konusunda gösterdiği direncin sınırlarının olduğunu düşünmekteyim kara kara ve de ayrıca şu an bu filmi ıslıklayan biri var ise eğer bana neler diyordur acaba). Bu ormanın ziyaretçilerinden biri olmak için harekete geçen umutsuz bilim adamı ve Amerikalı Arthur Brennan arabasının kontağında bıraktığı anahtarını almaya gerek duymadan havaalanına giriyor ve Tokyo’ya tek gidiş bileti alıyor. Üzerinden çıkarmadığı pardösüsüyle uçuyor uzun seyahati boyunca okyanusu aşarak. Bindiği taksiden Aokigahara Ormanı önünde iniyor. Havalimanı araç park yerinde kendi arabasına yaptığının bir benzerini başkaları yapmış kendi araçlarına. Anahtarları kontakta terk etmişler arabalarını, hayatlarını… Güvenlik kamerasını ve Japonca ve İngilizce tercümesi olan levhaları geçiyor teker teker okuyarak. Ailenizin size bahşettiği hayatınız kıymetlidir diyor bir tanesinde. Tek bir hayatınız var ona iyi davranın diyor ötekinde. Andrew geçilmez denilen bariyerden geçiyor kararlı bir şekilde. Rengarenk ipler karşılıyor onu, kaybolmadan dönmeyi umanların ipleri bunlar. Ölmeye yatanlarsa ayakkabılarını çıkarıp uzanmışlar ve öyle de kalmışlar. Eriyip gitmiş bedenlerden geriye kalanlar birkaç parça çaput, kafatasının içindeki dişler ve kemik yığınları sadece. Bunlar ilaç içerek intihar edenler. Ormandaki yaygın intihar yönteminden bir diğeriyse kendini asmak. Her milletten insan buraya gelip sakin sakin ölüp, doğaya dönebiliyor. Arthur’sa teker teker ilaçları suyla yutarken sanki ağırdan alıyor hayatı. Bir karınca tutunuyor ayakkabısına, bir kanatlı konuyor çiçeğe, doğada hayat akıp gidiyor canlılar tarafından sorgulanmadan. Bir süre sonra kafa karışıklığının nedenini çözmesine yardımcı olacak Japon Takumi çıkıyor karşısına. O da intihar etmek için gelmiş ormana ve filmin sonunda anlıyoruz ancak yaşananların bir başka tezahürü olarak karşısına çıktığını ve içindeki yangını söndürmesinde yardımcı olmak için orada bulunduğunu. Andrew bileklerini kesmiş ve acıyla inleyen adama yardım ediyor elinden geldiğince. Hiç çıkarmadığı kıymetli pardösüsünü karısından sonra bahşettiği ikinci kişi oluyor hayatında. Ona çıkışı gösteriyor, kaçıp kurtulsun diye. Fakat çıkışı bulamıyorlar ve ormana ve gizemli güçlerine yoruyorlar bu yaşananları. Oysa ki Andrew’un içindeki başa çıkamadığı bir dürtü bir şeylerin nihayetlenmediğini düşünerek ona engel çıkartıyor hiç durmadan. Israrla inkar ediyor Takumi’ye buraya ölmek için değil, gezmek için geldiğini. Beraber düşe kalka, bir sürü tehlike atlatarak soğukta titreşerek, yaralarından kanlar sıza sıza bir gün ve bir gece geçiriyorlar kah konuşarak kah ağlaşarak.

IMG_0014

Andrew’u intihar ormanına getiren süreci görüyoruz flashbacklerle. Güzel ama alkolik, iyi kazanan emlakçı eşiyle yaşadığı evliliğin çatırdadığını görüyoruz. Bakar da görmez bir koca Andrew. Joan’unsa içtiğinde dilinin önünde durmak olanaksız. Andrew’un bilim dünyasından arkadaşlarıyla çıktıkları akşam yemeğinde Joan’un az kazandırdığı için Andre’un işini küçümsediğine tanıklık ediyor arkadaşları. Evin yükünün çoğunu sattığı evlerle karşılamaya çalışan Joan, entelektüel zevklerini geliştiren kocasına duyduğu öfkeyi gizleme ihtiyacı duymuyor herkesin önünde. Bir de üç yıl önceki kaçamağını yüzüne vuruyor her fırsatta, özellikle de içince. Joan’a konulan teşhis sonrası ve ameliyat aşamasında çiftin arasındaki gerginliğin unutulduğunu ve birbirlerine kenetlendiklerini görüyoruz. Tam da bazı şeyler rayına oturacakken ve ikinci şansı kazanmış olduğu düşünülürken ağlarını aniden ören kader ve de ecel hızlı bir kamyon sayesinde bir keder yumağına dönüştürüyor hayat geride kalan Andrew’u. Ondan ıssız bir yerde ölmemesini dileyen Joan’un fısıltısına kulak veriyor belki de ve direniyor o da tüm gücüyle ölmemek için. Onu buraya çeken orman, şimdi de gitmesine ve ölmesine izin vermiyor.

IMG_0018

Esasında temelinde bir ilişkinin kopma sürecinden itibaren sıfırdan başlamak üzere evrilişine, çocuksuz ve farklı işler yapan Amerikalı evli çiftten, kadının trajik ölümüne tanıklık eden kocasının yaşadıkları ve intihar düşüncesiyle geldiği ormanda biçare vaziyette, bir çıkış yolu bulmaya çalışmasının anlatıldığı bir konusu var filmin. Her zaman iyi gitmediğini itiraf ettiği evliliğinde bir sürü iyi yıllar, iyi günler de geçiren çiftin hayatlarında değişen bir şey olmadığını, zamanla kendilerinin değiştiğini ve farklılıklarının ortaya çıktığını anlıyoruz. Andrew, karısı için, normal bir hayatı olan bir alkolikti derken, kendisi için de normal bir hayatı olan ve hiç durmadan aynı pardösüyü giyen bir bilim insanı demek mümkün. Zaman zaman birbirlerine karşı can yakacak ölçüde kötü ve ters davranan çiftten kadın, ihaneti öğrendikten sonra kocasını bahane ederek daha çok içer olmuş. Kavga, tavır ve öfke ise karısının hastalığıyla beraber bıçak gibi kesilmiş. Fakat hayatlarını değiştiren an çok geç gelmiş ve geride birbirlerine özür dileme şansı olmayan çiftten adam kalmış. Vicdan azabıysa bu çaresiz adamı karısının ölümünden iki hafta sonra “a perfect place to die”/ “ölmek için mükemmel bir yer” dendiğinde internette ilk sırada çıkan 2003 yılında 105 ölü bedenin bulunduğu Aokigahara Ormanı’na getirivermiş ansızın.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Sonrası… İşte bundan sonrası tam bir klişe. Anlatmıyorum bile. Karısının, bu zamana dek sormadığından öğrenemediği(biz bu gibi kocalara ibretlik olsun diye hanzo diyoruz bu topraklarda fakat bunun Amerikalı bilim adamı üzerinden bir karşılığını bulmak mümkün görünmüyor, sadece aydın deriz biz böylesine karşılığı ise entelektüel İngilizce’de), en sevdiği rengi, en sevdiği mevsimi, en sevdiği kitabı öğrendiğimiz sahneler filan tam Yeşilçamlık. Öte yandan ne bekliyordunuz bilmiyorum ama bu dünyada varoluş, öteki dünya, başka başka dünyalarla ilgili sorularınıza verilebilecek cevaplar son derece kısıtlı ya da cevapsız olduğundan; ne Kur’an da, ne İncil’de, ne ibretlik anlarıyla Hz. İsa’nın hayatının bir çarmıhın üzerinde güneşin altında geçirdiği tarifi mümkün olmayan trajik saatlerinde, ne de hadisleriyle Hz. Muhammed’de, ne başka başka mutasavvıfların sözlerinde, ne Alamut’ta ne Kaf Dağı’nda var. Bunlardan medet umarak yepyeni bir gerçeğe, mutlak gerçeğe ulaşmak imkansız görünüyor şu aşamada. Bu filmin de bu sebepten ötürü parmak bastığı konulara verebileceği net bir cevabı yok, olamaz da bayanlar beyler. Öldürmeyen Allah öldürmedi, iyi huylu tümör verdi ama geldi bir kamyona biçtirdi. Andrew’u da deli divane etti. Bir ormanda kameraların görmediği, kimselerin bilmediği, Andrew’un da varlığını ispat edemediği İngilizce konuşabilen bir Japon’un bedeniyle konuşa konuşa geçirdiği saatlerde onu zehirleyen ve bu dünyada azap çektiren düşünceleri ateşin başında dile dökmesini sağladı. Şimdi söyleyin bakalım bunu kim yaptı? Allah mı yaptı? Ormanın ruhu mu yaptı? Yoksa Andrew’un konuşası mı vardı? Tamam tamam senaryo yazarının işiydi tüm bunlar.

IMG_0017

FRANTZ

images

FRANTZ :

“-Çok acı çekmiş olmalısın!
-Tek yaram Frantz.”

“Affını istemeye,
Yükümden kurtulmaya,
Öldürdüğüm adamı tanımaya geldim.” Adrien

“Cebindeki mektupta yazılanları içime kazıdım.” Adrien

“Oğlum, oğlun, senin oğlun, senin iki oğlun. Onları cepheye kim gönderdi? Cephanelik taşıyıp süngüleri bileyen kimdi? Bizdik. Babaları. Hem bizim hem de onların tarafında bu böyleydi. Biz sorumluyuz. Onların binlerce evladını öldürürken zaferimizi biralarımızı içerek kutladık. Onlar evlatlarımızı öldürdüklerinde de şaraplarını içerek kutladılar. Evlatlarının ölümlerine içen babalarız biz.” Frantz’ın babası Dr. Hans Hoffmeister

Francois Ozon’un, Ernst Lubitsch’in de bir tiyatro oyunundan uyarladığı 1932 yılı yapımı Broken Lullaby isimli gişede fiyaskoya uğramış tek dram filminden bir kez daha fakat bu kez farklı bir karakterin bakış açısıyla ve bir başka temaya parmak basarak uyarladığı filmi, yönetmenin enteresan filmografisinde, özellikle de son zamanlarda izlediklerim arasında, en başarılı bulduğum eseri olmuştur kısaca(cümlemin uzunluğunu bastırmaya çalışıyorum “kısaca” kelimesinin cılız gölgesine ve kurmakta olduğum uzun cümlelerin nedensizliğine yaslanarak; bu sonradan kazanılmış meziyetimi artı olarak haneme ekleyiniz lütfen ve sonra da o verdiğiniz artıyı özenle atınız çöpe, sakın ola da sakınmayınız, bense gücenmek bilmeyeceğimdir nasılsa). Sekiz kadın ve Dans la Maison vardı bundan önce Ozon Sineması denildiğinde, şimdiyse daha kestirmeden “Frantz” var sadece. Bir parça geç izlemiş olmaksa benim kusurumdur. Telafi etmek için her tür numarayı yapacak ve olmayan gizli güçlerimi devreye sokacağım derhal. Eğer gerekirse de ışın kılıcımla sayfayı ortadan ikiye ayırıp rahatça okumanızı sağlayacağım. Frantz ve naif ve bir o kadar gerçekçi senaryosu melodramlara taş çıkartıyor. Abarttığımı düşünenler için abartmak çok içten bir kelime, inandırıcılığımızı yitirmediğimiz sürece.

images-3

Frantz’ı Ozon’un diğer filmlerinden ayıran en büyük özellik Bergmanvari açılışı ve karakterleri oluyor ilk etapta. Yönetmenin ara ara renklenen ilk siyah beyaz filmi imiş kendisi. Filmin etkileyici serbest uyarlamasını güçlendiren diyalogları, savaş karşıtı söylemleri, özellikle duygu geçişlerini başarıyla verebilen Paula Beer’ın oyunculuğu ve bambi bakışları, kırılgan vücuduyla canlandırdığı Adrien rolünde Pierre Niney sizi sarıp sarmalıyor hararetle. Liv Ullmann canlanıyor gözümde Paula Beer’ın göründüğü her sahnede. 1919 Quedlinburg’una yükseklerden bakılan bir sahneyle açılıyor film. Sonra pazarında, dükkanlarının arasında dolaşıyoruz siyah beyaz, rehberimizse siyahlara bürünmüş Anna. Biricik nişanlısını Birinci Dünya Savaşı’nda kaybetmiş ve şimdi onun ailesiyle birlikte yaşıyor. Merhum Frantz bir ailenin bir oğlu. Ailesinin onun yerine koyabileceği bir başka tesellileri de yok. Anna bir gün ellerinde çiçekler, Frantz’ın mezarı başına gittiğinde taze çiçekleri görüyor ondan önce bırakılmış olan. Mezarlık görevlisine verilen bahşişten onun bir Fransız olduğunu anlıyor. Bir akşam kapıları çalınıyor yüzünü göstermek istemeyen genç bir delikanlı tarafından ve belki de şehrin tek oteline gidiyor Anna, Adrien’ın kimliğini öğrenebilmek için. Adrien bu noktadan sonra sakladığı sırrıyla dahil oluyor Frantz ve ailesinin hayatına. Bizlerse yavaş yavaş bir şeyler öğreniyoruz hem Frantz hem de Adrien hakkında. Anna’ysa tanıdıkça sever oluyor Adrien’ı. Yaşlıca ve onu seven Kreutz’u tek kelimeyle reddederken, Frantz’ın arkadaşı olduğunu söyleyen Adrien’la ortak konuları ve bağları olan Frantz hakkında konuştukça tutuluyor ona. Adrien bu acılı oyunun yaratıcısı ve oyuncusu olarak Frantz’a dönüşmekten şikayetçi görünmüyor. İlk başlarda oğlunu öldürenin bir Fransız askeri olmasından ötürü, onun yerine ölmüş olmayı dileyen ve bu yüzden Adrien’ı kabullenmekte zorlanan doktor baba bile zamanla alışıyor yeni duruma ve seviyor bu kırılgan ve utangaç kemanisti. Annesi oğlunu çok iyi tanıyan ve seven bir arkadaşıyla tanışmaktan duyduğu memnuniyeti gizleyemiyor.  Teselli buluyor aile zamanla Adrien’ın varlığıyla.

Mevsimlerden en çok sonbaharı, dillerden Fransızcayı ve şehirlerden de Paris’i seven, aynı zamanda pasifist, vurulduğu esnada tüfeği dolu bile olmayan, Verlaine’in şiirlerine tutkun, hatta Rilke’ci Anna’ya onun “Sonbahar Şarkısı” adlı şiirini ezberletmiş Frantz’ın olduğu sahnelerde ve sevginin varolduğunu hissettiğimiz anlarda film renkleniyor bir anda baharda açan çiçekler gibi. Aile Frantz’ın döndüğünü farz ediyor Adrien’ın bedeninde. Eve huzur geliyor ilk defa Frantz’ın ölüm haberinden sonra. Adrien aynaya baktığında Frantz’ı görüyor. Frantz yaşıyor sanki onlarla birlikte. Göz kırpıyor ona. Halbuki mezarının altında değil cesedi, Fransa’da cephede gömülüvermiş diğer askerlerle birlikte, isimsiz bir şekilde.

downloadfile

Adrien’ın aile ile olan ilişkisi derinleştikçe bir zamanlar okullarında birbirlerinin dillerini öğrenen iki komşu ülkenin oğullarının cephelerde birbirlerini vuran erkeklere dönüşmek zorunda bırakılmaları anlatılıyor alttan alta. Miıyonlarca genç ölmüş her iki taraftan bu ilk dünya savaşı esnasında. Her ikisi de pasifist olan Frantz da, Adrien’da kaderin bir oyunuymuşçasına gidiyorlar cepheye. Adrien küçük yaşlarda kaybetmiş müzisyen olan babasını. Filmin sonlarına doğru karşımıza çıkan dominant annesine kalmış çiftliği yönetmek ve tek çocuğu Adrien’ı yetiştirmek. Frantz’sa babası tarafından gönderilmiş cepheye, vazifen diye, vatanına hizmet etmen gerek diye. Şimdiyse oğlundan yadigar ve onun yüreğine benzettiği kemanı veriyor Adrien’a ihtiyar bir Alman vermişti dersin diye. Hiç duymadığımız Frantz’ın sesi oluyor keman film boyunca. Film renkleniyor müziğin sesiyle birlikte. Müziğin mutlulukla bir alakası olması yeryüzünde. Frantz’ın görünmediği sahnelerde ama sanki varlığı etraflarındaymışçasına her hissedildiğinde yine renkleniyor film. O hissi bilir misiniz? Seversiniz, kaybedersiniz. Varlığı değil de, onunla geçirdiğiniz anlar canlanır gözünüzde. Filmdeyse Frantz’ın kendisi var oluyor bir anda, yaşıyormuşçasına. Geçmiş şimdiden güzel, şimdiyse anlaşılmaz bir şekilde geleceğe ait bu filmde.

images-1

Filmin dönüm noktası olan Adrien’ın itirafının ardından, Anna kendisini bir dizi kurtarıcı yalanın içerisinde buluyor. Her geçen gün Frantz’ı daha çok seven ve bu yüzden de acısı derinleşen Adrien artık içinde taşıyamaz olduğu yükü, Anna’ya teslim ediyor. Hal böyle olunca Frantz’ın yaşlı anne ve babasını korumak Anna’ya düşüyor. Adrien’ın ani gidişi ve sonrasıyla ilgili onun ağzından mektuplar yazıyor, bir bahane yaratıyor vedasız gidişine. Frantz’ın cepheden gönderdiği mektubunu okurken Adrien’ın sesi karışıyor mektuba bir sahnede. Frantz mutlu bir hayat yaşamasını vasiyet ediyor mektubunda kendisine bir şey olduğu takdirde. Anna manen boğuluyor ve nehre girip intihar etmekte buluyor çareyi. Fakat kurtarılıyor. Sevdiklerini kaybetmekten yorgun, sakladığı büyük sırrı taşıyamaz hale geldiğini görüyoruz. Sık sık karşımıza çıkan intihar olgusu Manet’nin İntihar tablosunda da çıkıyor karşımıza. Ve Anna ile Adrien arasındaki ufacık bir sevgi olasılığı sevimsiz bir şekilde sonlanıyor. Anna Adrien’ı bulmak için Fransa’ya trenle gidiyor. Genç adam evindeki bir sürü sorun, kafasındaki bir sürü soru işaretiyle karşılıyor onu. Birbirlerini sevmek ve ortak bir hayat kurmak için çok geç kalmış, çok yanlış zamanlarda karşılaşmış genç insanlar belki de onlar. Tıpkı Frantz gibi Adrien’da Anna’ya mutlu olmasını tembihliyor. Onu mutlu etmekten o kadar uzak ki. Adrien bir parça saplantılı bir aşkla bağlanmış olduğu Frantz uğruna, hiç yaşanmamış ortak mazilerini yeniden yazarak geçmişte yaşarken, Anna’nın serüveni ve büyümesi Adrien’ın ardından yaptığı tren seyahatiyle başlıyor. Bu yolculuk esnasında yaşadıkları hayattaki yalnızlığını doldurmak ve aynı hislerle kendisini karşılayacağını düşündüğü Adrien’ı görmek olsa da, Adrien’ın bu boşluğu doldurmaktan fersah fersah uzakta olduğuna şahit oluyoruz üzülerek. Anna’ysa teselliyi ona yaşama gücü veren tabloda buluyor. Film Louvre’da, Edouard Manet’nin “Le Suicide” tablosu karşısında sona eriyor. Yüzünde mutluluk okunmayan genç kadının yine de hayat karşısında dimdik durduğunun sinyallerini veriyor bu son sahne adeta. Bu tablonun ona anımsattıklarından yola çıkarak dünyanın tüm acımasızlığına inat içgüdüsel bir yaşama tutunma dürtüsüyle teselli buluyor Anna.

Sonbahar Şarkısı
“Sonbahar kemanlarının uzun hıçkırıkları monoton bir ağırlıkla kalbimi yaralar.
Saat çaldığı zaman, bitkin ve solgun eski günleri hatırlayarak ağlar
Ve kendimi kuru bir yaprak gibi oradan oraya sürükleyip götüren
Hain rüzgâra kaptırırım.” Paul Verlaine

IMG_0010

I, DANIEL BLAKE

IMG_0001

I, DANIEL BLAKE : BEN, DANIEL BLAKE

“Ben bir müşteri, bir alıcı ya da hizmet kullanıcısı değilim. Ben bir kaytarıcı, bir beleşçi, bir dilenci veya bir hırsız değilim. Ben bir sosyal güvenlik numarası ya da ekranda yanıp sönen bir iz değilim. Faturalarımı, vergilerimi zamanında ve kuruşuna dek ödedim. Bununla da gurur duyuyorum. Kimseye boyun eğmem, ama elimden gelirse komşumun gözünün içine bakar ve ona yardım ederim. Sadaka istemiyorum ve kabul de etmiyorum. Benim adım Daniel Blake. Ben bir insanım, köpek değilim. Bir sıfatla haklarımı talep ediyorum. Ben, Daniel Blake, bir vatandaşım. Ne bir eksik, ne bir fazla. Teşekkür ederim.” Daniel Blake

“Bu senin hatan değil. Harika bir iş başardın. İki çocukla kendi başına, burada sıkışıp kaldın. Utanılacak bir şey yapmadın.” Daniel Blake

“Hangisi daha çok insan öldürür? Hindistan cevizi mi köpek balığı mı?” Daniel Blake

“Kendine saygını yitirdiğin takdirde, işin bitik demektir.” Daniel Blake

Cannes Film Festivali kapsamında dinlemiş olduğum en etkileyici teşekkür konuşmasının sahibi, iki kez Altın Palmiye ödüllü, emekçi babanın Oxford’da hukuk okumuş, istese çok çok büyük paralar kazanabilecekken, günümüze dek seçtiği ve asla dönmediği meşakkatli yolda hiç durmadan ilerlemiş ve seksen yaşında ikinci Palmiye’sini alarak ayakta alkışlanan yönetmeni Ken Loach’un “Ben Daniel Blake”ini izleyebildim nihayet. Bu senenin en kıymetlilerindenmiş çok geç yakaladığım. Dardenne Kardeşlerle birlikte Avrupalı işçi kesiminİn dramını en iyi anlatan İngiliz bağımsız yönetmenidir kendisi. John Lennon’un “Working Class Hero”sunu getirir akıllara. Çalışan kesimin kahramanıdır çoğu kişinin gözünde. Hayatı ıskalamadığı ise yaptığı işlerden aşikar yönetmenin cafcafsız son şaheseri var karşımızda. Filmin duygu sömürüsüne müsait konusuna rağmen, karakterlerini hiç harcamadan, sığlıklar denizinde boğulmalarına da hiç mi hiç müsaade etmeyen yönetmenin usul usul ilerlemiş ustalık dönemine ait bir şaheser var karşımızda. Öte yandan filmin bu kadar başarılı olmasındaki önemli bir paya sahip bir diğer etken de senaryo yazarı Paul Laverty. Carla’nın Şarkısı ile birlikte yürüdükleri yaklaşık yirmi yıllık mazilerinde birçok ortak iş yapmışlar. “The wind that shakes the Barley” ilk defa Altın Palmiye ile ödüllendirilirken, benim hafızamda en çok yer eden filmleri ise Peter Mullan’lı “My name is Joe” idi bir nedenden ötürü. Loach’a filmografisine ekleyeceği yeni filmler ve bunun için de sağlıklı ve uzun bir ömür diliyor ve filmimize geçiyorum aklım dağılmadan, arkası yarın olmadan. İşte size “I, Daniel Blake”:

IMG_0008

Ekran henüz siyah olduğundan, bir telefon konuşması olduğunu düşündüğümüz karşılıklı görüşmenin yüz yüze yapıldığını anlıyoruz nihayet ekran aydınlandığında. Yoğun İngiliz aksanına sahip bir kadın, Daniel’in çalışma yardımına uygun olup olmadığını anlamak için sorduğu sorularla bizim Tübitak’ta yapılan projelere mantıken taş çıkartıyor. Şimdi bu bununla karşılaştırılır mı diyeceksiniz biliyorum ama kelimelerle kararttığım bu sayfa da, başımın içindeki beynim de benimse eğer, her türden karşılaştırma da benim keyfime kalmış demektir. Daniel’a yöneltilen sorularsa kısaca şöyleler: “Kimseden yardım almadan elli metre kadar yürüyebilir misiniz? Gömlek ceketinize uzanabilir misiniz? Kolunuzu kaldırıp şapka giyer gibi başınıza uzanabilir misiniz? Telefon klavyesi gibi bir şeyin düğmesine basabilir misiniz? Yabancılarla basit bir konuda konuşurken demek istediğinizi kolayca anlatabilir misiniz?” Yetmediyse eğer devamında da bunlar var: “Hiç aşırı ishal olup dengenizi yitirdiğiniz oldu mu? Bir çalar saati kurmayı başarabilir misiniz?” gibi. Daniel’ın problemi ve çalışmasına engel olan uzvuysa kalbi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından bir Amerikan firması tarafından atanmış olan şirket çalışanı ise ne doktor ne de hemşire. O bir Sağlık Bakımı Uzmanı ve ciddi bir kalp krizi geçirip neredeyse iskeleden düşmek üzere olan Daniel’ın halinden ve kalbinden anlamaktan fersah fersah uzakta. Aldığı cevaplarsa önündeki belgelerin içindeki küçük kutulara koyacağı birer çarpıdan ibaret. Duygular bu odada yaşamıyor kısaca. Bunun üzerine doktoruna gidip durum değerlendirmesi yapan Daniel’sa, henüz işine dönebilmek için erken olduğu cevabını alıyor. Karısı ölen ve mesleği marangozluk olan Daniel’in çok ciddi bir sağlık sorunu yaşadığını bizler anlasak bile, yetkililer anlamamakta bir hayli ısrarcı davranıyorlar ve yardım parası alamayacağını buyuruyorlar. İtiraz edeceğini söyleyen Daniel içinse asıl film bundan sonra başlıyor. iş arama yardımı için başvuru yapmak üzere Çalışma ve Destek birimine itiraz etmesi gerekiyor. Güçlüklerin ilki bu şekilde gösteriyor kendini. Daniel bir evi yapabilir, pek çokları bir çiviyi bile çakmayı bilmezken. Daniel bir evi ısıtacak yöntemleri de bilebilir, bizler doğal gazla ısıtılan peteklerde üşümüş ayaklarımızı ısıtmaktan başka bir şey düşünemezken. Ama Daniel internet kullanmayı bilmemektedir ve bu onun bürokratik başvurular yaparken çekeceği çileyi, telaşı, sıkıntıyı ve yetersizliği tarif edilemez boyutlara taşır. Pes etmemeye and içse de, henüz daha bu yola yeni baş koymuştur ve başka da bir alternatife sahip değildir. Zorunlu güncel özgeçmiş yazma kursuna katılır. Katılmadığı takdirde yaptırımı olacağından mecburen katılır. Kursu veren uzmanla katılımcılar arasındaki çelişki çarpar hemen gözümüze. Yeterince iş olmadığı gibi zaten çoğu düşük vasıflı katılımcılar için hırslı ve adanmış görünmek ve aynı zamanda özgeçmişlerini şekillendirmek için türlü atraksiyonlara girmek öyle tezat bir durumdur ki, kamera, aralarında gezinip az biraz looser tiplerin üzerinde dolaşırken insanın içinden gülmek gelir. Hepsi bu. Bazı firmaların akıllı telefondan gönderilmiş özgeçmiş videosu istediğini anlatan uzmanla inceden dalga geçer aynı çaresiz insanlar. Kapitalizmin sonu yokmuş gerçekten. Ona bilgisayarda yardım eden siyahi gencin sözleriyse insanın aklında yer edecek cinsten. Kırk beş dakikada boşalttıkları kamyon için kendilerine ödenen para sadece üç pound ve yetmiş dokuz pensmiş. Çin’de bile daha iyi derken, burası düşmez kalkmaz, güneşin batmadığı ülke İngiltere ve insan sömürmenin sonu  yok gerçekten.

IMG_0005

Daniel’ın hayatındaki en güzel şeyse tam da bu açmazın ortasında çıkar karşısına; Katie ve iki çocuğu yine bir başvuru merkezinde bir sürü de sevimsiz personelin hoşgörüsüzlüğünün ortasında yaşama tutunabilmek adına bir lütufmuşçasına var olacaktır bundan böyle hayatında. Maddi anlamda ne kendilerine ne de birbirlerine hayırları dokunacaktır halbuki. Katie Londra’dan New Castle’a gelmek zorunda kalmıştır ve iki ayrı babadan olma çocuklarıyla yapayalnızdır. Telefonla konuştuğu annesiyse Londra’da kalmış, ara ara yaptıkları telefon görüşmelerinde onu üzmemek adına mutlu olduklarını söylemektedirler nezaketen. Devletin onlara verdiği ev burada olduğundan buradadırlar. Daha önce kaldıkları yerse tek odalı bir evsizler yurdudur. Gündelikçi olarak evlere işe gitmeyi bile dener çaresizce. Evlerin posta kutularına telefonunu ve ismini bıraksa da, geri dönüş olmaz. Filmin en dramatik sahnesinin kahramanı Katie’yi canlandıran oyuncu bu sahneye hazırlanmak için benzer bir süreçten geçmiş ve bu sayede en doğal haliyle açlığın ve açlıktan gözü dönmenin ne demek olduğunu canlandırmıştır başarıyla. Tek eliyle musluktan su içer gibi yer titreyen elleriyle açtığı içinde makarna sosu olan konserveyi. Sonra da ağlar herkesin gözü önünde utancından. Başta da çocuklarının gözü önünde. İnsanın gözlerinin dolmaması elinde değil bu sahnede. Hiç ajite etmeden ama insanı mahveden bir sahne bu. Çok uzun zamandır bir filmin orta yerinde gözlerim dolmamıştı.

IMG_0002

IMG_0004

Emekli maaşı, kira yardımı ve herhangi bir geliri olmadan yaşamaya çalışan ve olmayan işleri arayan Daniel Black’in hazin hikayesini hem üzülerek hem de merakla izleriz film boyunca. İşe girse sağlık durumu el vermeyen, bu yüzden iş arıyor görünen, fakat kendisine iş bulunduğunda da bunu reddetmek mecburiyetinde kalan Daniel’a, en çok Katie’ye teselli vermeye çalıştığı zamanlarda üzülüyor insan. Sistemin dışına itilen yaşlı, hasta ve yorgun adam, daha çok gençsin, önünde uzun bir hayat var diyerek avutuyordu genç kadını. Yakın bir tarihte ölen karısını anlattığı zamanlarda da görüyoruz ki, hiçbir zaman kolay bir hayatı olmamış Daniel’in. Molly özel olmasına özel olmakla birlikte, zor bir kadınmış. Çocukları olmayan çiftten Molly’nin psikolojik sorunlarının o ölünce biteceğini ve tüm zorluklarından kurtulacağını düşünen Daniel, şimdiyse hayatta yalnız kalmış. Bir anlığına Molly öldüğünde kendisini kaybolmuş hissettiğini itiraf ediyor Katie’ye. Pes edip, çok az bir parayla geçinmesine sebebiyet verecek işsizlik parası başvurusu yaptığının ertesindeyse son çare olarak kurumun dış duvarlarına sprey boyayla derdini döküyor, insanların dikkatini çekebilmek için. Daniel Blake, Daniel Bansky’e dönüşüyor bir anlığına ve her ülkenin duvarlarının dili konuşur zor zamanlarda. Duvarlardan hayatlar çıkar ortaya tüm çıplaklığıyla. Ekonomik krizin içindeki ülkelerin duvarları daha bir renklidir her zaman. Polise ise kendisini bu benim sanat akımım diyerek savunan ve kaybedecek bir şeyi kalmamış adama destek çıkan bir adamın sözleriyse efsane niteliğindedir. Elit semtin zengin piçlerine, lanet büyük kulübün üyelerine, Muhafazakar Parti’den Çalışma ve Emeklilik Bürosu Genel Sekreterliği(umarım doğru çevirmişimdir) yapan Ian Duncan’a sesleniyor bir de, keltoş pislik diye. Daniel’a senin heykelini dikmeliler derken, Ken Loach’un sıradan bir hayat yaşayan ama kendisi gibi binler ve onbinler ve ne kadarsa o kadarın sesi olabilmeyi başaran ölümsüz karakterini ve ismini unutmanın mümkün olmayacağını hissediyor insan bundan böyle, bir an bile. I… Ben… iyi ki tanışmışız sizinle Sir Daniel Blake.

IMG_0006

IMG_0003
Mhairi Black

-İzledin mi?
-İzledim.
-Nasıldı?
-Bu sene izlediğim en iyi filmdi. Etkisinden kurtulamıyorum.
-Ben de.
-İyi ki bu ülkedeyiz.
-O nasıl söz şimdi?
-Ne bileyim, ölsek kalsak oralarda başımıza gelecek olan bir gariban cenazesi sadece. Hastalansak bir kap çorba yapıp vermezler. Tarhana bilmez adamlar.
-Tarhana ?
-He ya.
-Duygusala bağladın iyice.
-Çok üzüldüm. Daniel’a, Katie’ye, çocuklarına. Hep aç gezdiler. Hep yemek az. Nereye gitseler az. Daniel, komşusu olan çocukların evine gidiyor; tek tabak, tek kurabiye, üç adam var. Yemek yapıyor Katie, tabakta azıcık bir şeyler var. Onu da önce çocuklara koyuyor. Kendi payını da Daniel’a veriyor. O da binbir itirazla kabul ediyor. Kendisiyse kaç akşamdır bilinmez yeşil elmasını ısırıyor aç biilaç.
-İngiltere öyle. Sterlin almış başını gitmiş. Biz gittiğimizde ki maaşlarımız iyiydi o zamanlar, çok fazla dışarıda yemek yiyememiştik. Hiç öyle bolluk bereket yok. Herşey çok pahalıydı.
-Değil mi? Biz de olsa pırasanın kilosu çok ucuz pazarda, pişirir yersin limonla.
-Sen acıktın galiba! Pırasa, tarhana…
-Misal verdim. En ucuz sebze diye. Yaz gelir sebze meyve bollaşır. Cennet ülkem be.
-Devlet büyüklerimize teşekkürü de ihmal etme.
-Onlar bana etsin. Burada da dolar, euro olmuş kaç para. Bozduracakmışım bir de, hassiktirsinler ordan. Mhairi Black’i örnek alsınlar.
-Aç ve asi ? Kim ki o?
-Ve de küfürbaz. İngiliz Parlamentosunun en genç, İskoç ve lezbiyen üyesi.
-Senin anıtını dikmeliler. Mhairi şu genç yaşına rağmen bizim meclis için birkaç beden büyük öte yandan. Direk Silivri’deydi şimdiye. Ian Duncan’a benzer bir devlet büyüğümüze hakarettense filmin senaristi ve yönetmeni Atatürk Havalimanı’na ayak bastıkları andan itibaren mehter, linç ve meczup ekiplerce birnvenue edilirlerdi bir çırpıda.
-Orası öyle. Benimse kıymetim bilinmedi. Henüz anıtım yok yani. Acı ama…
-Duygusal insanlar diyarı burası. Şu filmi burda çekseler melodramdan göz gözü görmezdi. Gözyaşı çılgını olurduk hepimiz. Neden bu kadar gözyaşı döktüğümüzü anlamamızsa yıllarımızı alırdı ama ağlar dururduk hiç nedensiz.
-Abartıyorsun.
-Coğrafyamdan kaynaklı.
-Ben Haneke hayranıyım.
-Michael olan mı?
-Evet.
-Gotik. Bernhard’ın memleketlisi. Coetzee dış görünüşlüsü. Mesafesinden yanına yaklaşılmaz sanki. Korku filminden çıkmış gelmiş bir hali var gene de.
-Olsun. Karizmatik.
-Bir şey demedim. Ürkütücü sadece. Bu arada Ken Loach bu filmiyle benzer dertten muzdarip ülke vatandaşlarının kaderini değiştirmeyi başarabilmiş ve Mhairi de referans olarak bu filmi göstermiş parlamentoda yaptığı bir konuşmasında. Bir adamın gücüne bak hele. Adaletsizliğe, haksızlığa,kraldan çok kralcı personelin anlayışsızlığına, tıkanmış kalmış bürokratik engellerin ortasındaki vatandaşın derdine, bütün o yemek kuyruklarında çekilen cefaya tercüman olmuş ve yasayı değiştirebilmiş sanatının gücüyle.

HIDDEN FIGURES – GİZLİ SAYILAR

images-28

HIDDEN FIGURES – GİZLİ SAYILAR :

“Birimizin gelişmesi, hepimiz için gelişmedir.” Dorothy

“İnsan hakları her zaman insani değildir.” Levi Jackson

“Ne zaman öne geçmeye çalışsak, bitiş çizgisini öteliyorsunuz.” Mary Jackson

“İki kişinin yarıştığı bir yarışta nasıl ikinci olduk?” Al Harrington

Gerçek olayların, bir kısmı kurgu olan karakterlerin olay örgüsüne dahil edilmesiyle hareketlendiği(şimdi reklamlar: küçük bir detayla hareketlendirilen objeler, kostümler, mekanlar ve de sıradan hayatlar; doğrudur dünyanın hiçbir şey üzerine bir ton gevezelik edebilen ve bunu da niye yaptığını bilmeyen çok gereksiz sayfasına geldiniz tek tıkla, hemen çıkın o frekanstan yoksa beyin ölümü çok daha erken gerçekleşebilir umduğunuzdan, çözümse…ne çözümü…ne çözüm ne de sözüm…tıpkı doğumun(şaşkın) ve ölümün gibi(bitik ve yenik, yenilmeyen çıkmadı şimdiye kadar hiç)…), altmışlı yılların başında tam da Rusya ile Amerika arasındaki uzay yarışı tam gaz devam ederken, hem ırkçılık hem de önyargıyla baş etmeye çalışan NASA çalışanı üç siyahi kadın karakterin iş hayatında olduğu kadar özel hayatlarında verdikleri mücadeleyi de iki saat gibi kısa bir süreye sıkıştırmayı başarıp, ucunu kaçırmadan, hiç açık kapı bırakmadan ama düz bir anlatımla, bol bol da seyirciye oynayarak ve bunda bile başarılı olmayı başararak tatlı tatlı anlatabilmiş bir hikayeye sahip “Hidden Figures”. Filmin yönetmeni olan Theodore Melfi’yi tanımıyorum, o da muhtemelen beni tanımaz ama fotoğraflarına bakıldığında kendisinin ve filmde de rol verdiği-tersi ise aldığıdır kendi yöntemleriyle-eşinin de beyaz olduklarını görüyoruz. O da ilginç. Filmin başında çok beyaz olan Ruth karakterini canlandıran Kimberly Quinn, filmin ilerleyen dakikalarında Katherine karakterinin sıkışıklığından etkilenerek en çok, azar azar kararıyor oturduğu yerde; belirtmekte fayda var burada gereksiz bir başka bilgiyi de. Bazen muziplikten kendini alamazsın ya. Almaya çalışarak yazmaya çalışacağım bundan böyle. Yoksa ipin ucu kaçmak üzere.

images-31

666109-970x600-1

Dehası öğretmeni tarafından fark edilir edilmez altıncı sınıftan sekizinci sınıfa tam bursla geçirilen küçük, gözlüklü, siyah kız çocuğu büyüdüğünde, kendisi gibi çeşit çeşit zekalara sahip iki samimi arkadaşı ile birlikte siyahların çalıştığı departmanda, sadece siyahlara tanınan alanlarda -ilk başta ve en mühimi WC-çalışıyorlar deyim yerindeyse dirsek dirseğe, edepleriyle. Bağlı bulundukları kurum NASA, yıllardan da 1961. Onlar gibi siyah ve beyaz bir sürü “kadın” personel var uzay programında çalışan. Sovyetler Birliği’nin uzaya fırlattığı ve böylelikle aleni bir gözdağı vermesiyle başlayan ve Sputnik 1, Sputnik 2 şeklinde bir başına ya da öldükten sonra dönüşü zaten hesapta olmayan kaniş cinsi Laika/Layka isminde sonradan Moskova yakınlarında anıtı dikilen bir köpekle başlayan uzay yarışına, NASA, biz daha iyisini içine insan koyar, sonra da sağ salim geri getiririz iddiasıyla dahil olunca çalışanlar açısından zorlu bir süreç başlamış oluyor. Kevin Costner’ın başarıyla canlandırdığı kurgu bir karakter olan Al Harrington her başarısızlıkta çalışanlarını fazla mesai ya da maaş kesintisiyle korkutuyor. Siyahlarsa zaten daha çok çalışıyorlar, daha az maaşa mahkumlar, bir beyaz gördüklerinde ekstra saygılı olmak zorundalar, beyazların el sürmediği ayrı bir kahve makineleri, beyazların girmediği ayrı bir yemekhaneleri ve ortak işeyemedikleri bir de tuvaletleri var. Biz NASA’da aynı renk işeriz diyerek bu ayrımı balyozla kıran Al Harrington’dan sonra ancak gerçeği idrak ediyor çalışanlar. Beklentilerini düşük tutmak nedir’in cevabı, bu insanların yazgısı imiş o dönemlerde.

190117
Octavia Spencer, Dorothy Vaughan rolünde

Yardımcı kadın oyuncu dalında Oscar adaylığı getiren Dorothy Vaughan rolüyle Octavia Spencer, yaş olarak üçlünün en kıdemlisi. Müdürlük için ne kadar başvursa da, üstlerinden ret cevabı alıyor her defasında. İsyanı, on yıldır çalıştığı kurumda işe hiç geç kalmadan, hiç hasta olmadan, hiç şikayet etmeden, kendisine verilen her işi zamanında ve doğru yapıp müdür sorumluluğu alsa da, müdürlüğe terfi edemeyişinden ve düşük maaşa talim etmek zorunda kalmasından. İki erkek çocuğunu yükselen siyah karşıtı eylemlere karşı korumaya çabalarken, diğer yandan da onları bilinçlendirmeye ve haklarını nasıl savunacaklarını öğretmeye çalışıyor. Kütüphanelerde bile siyahlar ve beyazlar için ayrılmış yerler var tıpkı otobüslerde ve mahkemelerde olduğu gibi ve elbette ki hep arka sıralar, arka koltuklar ve kütüphanelerdeki sınırlı sayıdaki kitaplar. Sokaklarda eylemler artarken, alınan tedbirler ve şiddetin dozu da artıyor. Kennedy ve Martin Luther King var alanlarda, duvarlarda ve de zihinlerde.

372156

images-29
Janelle, Mary Jackson rolünde

Moonlight’la birlikte bu sene bir diğer performansıyla izleyici karşısına çıkan Janelle Monae, Mary Jackson rolüyle NASA’nın ve Amerika’nın ilk kadın hava mühendisi olmak için Virginia’da sadece beyazların eğitim aldığı bir okuldan ders alabilmek adına mahkemeye başvurmak zorunda kalıyor. Zira NASA, kadınları mühendislik programına almıyor ve Virginia Eyaleti’ndeki hiçbir siyahi kadın beyazların lisesinde okuma şansına erişememiş şimdiye dek. Kocası, bana ve herkese rağmen diyerek mücadelesinde karısını destekliyor, başlardaki kendi tutumunu eleştirerek. Üstelik o da biri kız, diğeri erkek iki çocuk büyütmeye çalışıyor.

images-33
Taraji P. Henson, Katherine rolünde

Katherine Coleman Goble Johnson, ilki kızlık, ikincisi ilk, üçüncüsü ise ikinci kocasına ait soyisimlerine sahip, tüm bunlar bir yana beyin tümöründen ölen eşinden sonra üç kız çocuğu ve annesiyle birlikte yaşayan, matematik dehası bir kadın. İkinci eşi Albay Johnson’la tanıştıklarında NASA’da çalışmakta ve kendi payına düşen eziyeti çekiyor o da her şekilde. Bir NASA pardon bir oda dolusu önyargılı beyaz adamla ve onlardan daha da erkek, beyaz ve pek de dost canlısı olmayan Rose’la çalışıyor ilk başta. Günde birkaç kez siyahların gidebildiği tuvalette ihtiyacını giderebilmek için, ince topuklu ayakkabıları ve daracık eteğiyle yarım millik mesafeyi koşarak katediyor her dafasında kan ter içinde. Beyazlar onun dokunduğu kahve makinesinden içmemek için şahsına özel ve nispeten küçük bir kahve makinesi koyuyorlar kendilerininkinin yanına. Bilgiler kendisinden saklanıyor, bir Rus ajanı olabileceği şüphesiyle sorguya çekiliyor ve hep aynı sağduyusuz, önyargılı bakışlar karşılıyor onu birazcık ön plana çıkmaya çalıştığında. Çünkü Katherine, değiştiremeyeceği siyah bir tene sahip ve de en önemlisi bir oda dolusu adamdan daha zeki.  Bir rakip olarak görülüyor her fırsatta. Dehası olmasa o odada bir dakika fazla kalması mümkün görünmüyor.

“Senin işin ne biliyor musun Paul? Bu dahiler arasındaki dahiyi bulmak. Hepimizi yukarı çıkarmak. Zirveye ya hep birlikte çıkarız ya da hiçbirimiz çıkamayız.” Al Harrington’dan cinsiyetçi ve ırkçı ama sonradan kahveci güzeli olan Paul Stafford’a cevap

images-37

images-24

Tüm bunlar yaşanırken hesap makineleri ve personel alımı yerine, IBM iş hayatında iyiden iyiye rol çalmaya başlıyor. Bu arada 1.57 cm. boy uzunluğuna sahip Rus kozmonot Yuri Gagarin 1961 yılında Vostok uzay arcıyla uzaya çıkarak, dünya yörüngesinde turunu tamamlıyor. Bundan tam 23 gün sonra da New Hampshire doğumlu deniz kuvvetleri mensubu Alan Shepard’da ikinci insan fakat ilk Amerikalı oluyor yıldızlara değen. Tarihler 20 Şubat 1962’yi gösterdiğinde de John Glenn en nihayet dünya yörüngesindeki ilk Amerikalı olarak uzay ve NASA tarihine geçiyor.

Sonuç olarak NASA’sı tasası derken Amerikan tarihine, Amerikan sivil havacılık tarihine ve Amerika’nın her türden insanlarının haklarının mücadelesinin tarihine hem de tarihler eşliğinde iyice hakim olmaktan mest olmam gerekirken, hüzünleniyorum sadece oturduğum yerde. Alem uzaya gitmiş fi tarihte, aradan geçmiş altmış yetmiş sene, biz daha Sabahattin Ali’nin hayatını bile filme çekememişken, Tübitak onaylı ”nolur bir salavat da sen çek” projesiyle yetinmek zorunda kalmaktan ne duymak ne hissetmek gerektiğini bilemiyor insan. Yüz, yüz elli yıl kadar geriye gittik son on, on beş yıl sayesinde. Sadece üç “Amerikalı” oldukları için, üç siyah kadının adının da tüm dünyada duyulmasını sağlayan Amerikan sinema endüstrisinin gücünün karşısında kendimi pire gibi hissediyorum bir kez daha sadece.

Filmin güçlü bir başka özelliğine gelince, seçilmiş bu üç kadının sonu zaferle biten bireysel mücadeleleri hep başrolde. Mary Jackson gitmeden önce çok iyi hazırlandığı mahkemede, yargıcı tatlı tatlı ikna ederek, akşam derslerine katılmaya hak kazandığında bahçede topuklarının üzerinde sevinçten ve gururdan zıp zıp zıplarken ve içi içine sığmazken aynı duygu size de geçiyor. Önyargılara teslim olmadan ve de pes etmeden ulaştılar hem kendileri hem de dünya için çok önemli hedeflerine. Geçen sene Oscarlar ne kadar da beyaz derken bu sene oyunculuk dallarında ve ana dallarda birçok adaylık alan filmlerdeki hikayelerde seslerini duyurup, ödüllere kavuşabildiler nihayet. Bu arada dünya ya da Amerika daha iyi, daha güzel bir yer olabildi mi? Herkes bildiğini okumakta nihayetinde. Trump, Pentagon’a elli dört milyar dolarlık savunma bütçesi artışı verdi bile. Öte yandan Ashgar Farhadi ikinci defa bir İranlı olarak kendi tercihi olup, gelmemeyi seçmiş olsa bile Oscar’ını aldı bir kez daha ”Satıcı” filmiyle. Şans, kader ya da adı her neyse doğru zarlar önemlidir her seferinde. Özellikle de ucunda adını tarihe yazdıracak önemli bir olay var ise.

Oyunculuklara gelince beyaz kısımlarda görülen rol çalmalar bir adım öne çıktı benim gözümde. Kevin Costner-bu adama altmışlı yıllar hep yaramıştır, bir de Kızılderili halkı-başta olmak üzere, Kirsten Dunst ve Jim Parsons var diğer yan rollerde.

downloadfile-2

 

SATICI – FORUSHANDE

images-26

SATICI – FORUSHANDE :

“-Bir adam nasıl ineğe dönüşür?
-Yavaş yavaş.”

“Hayatın sadece ilk yüz yılı zordur.” Emad

“Küfür eden biri yozlaşmış demektir.” Babak

Kendisine ve mensubu olduğu ülkesine bir Oscar adaylığı, olası da bir Oscar ödülü daha kazandırma şansı yakalayan, son filminin sevincini yaşayamadan ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’ın da dahil olduğu yedi ülkeye vize kısıtlaması getirmesiyle, vetoya veto ile karşılık verme kararı alan, şahsına özel istisnai vizeyi Oscar törenlerine katılmayacağını açıklayarak reddeden ve yazılı bir basın açıklaması yaparak ABD’nin yeni yönetimini İran’ınkine benzeterek, okyanusun iki tarafındaki muhafazakarların dünyayı benzer şekilde algıladıklarını ve eylemlerini meşrulaştırmak için insanların içine korku saldıklarını ifade etmişti yönetmen Ashgar Farhadi. Neyse ki uzak ülke, diğer kıta; ve sınırı olan bir komşu değil İran, yoksa Meksika sınırına döşenen o anlamsız Çin Seddi’ne ne demeli! Onu da Meksikalı bir yönetmen protesto etsin, Trump’sa sosyal medya hesabından cevap versin, sonra o Sed Meksika Seddi’ne dönüşsün ve üzerine konuşulsun konuşulsun uzuun uzuun, sonra da her şey unutulsun… Zaman geçsin, insanlar yenilensin, yeni muhafazakarlar kalabalık kitlelere kalabalık aileleriyle seslensin.

downloadfile-1

Film bir tiyatro sahnesi içine açılıyor. Dekorlarda geziniyor kamera. Bir sonraki sahnede ise Rana ve Emad Etesami çifti yan taraftaki inşaatın binayı çökme noktasına getirmesiyle zar zor terk ediyorlar yuvalarını apartmanda yaşayan diğer sakinlerle beraber. Duvarlarda çatlaklar oluşuyor camlarla birlikte. Yan binanın zemininde buldozer bir köstebek gibi çalışırken, oturdukları bina da çatır çatır çatlıyor. Akşam suarelerde başrol oynayan çiftten Emad, gündüz erkek öğrencilerden oluşan bir okulda edebiyat dersleri veriyor. Arthur Miller’ın oyunu “Satıcının Ölümü”nü sahneye koyma aşamasında, bir yandan provalar devam ederken, öte yandan çiftin yeni bir mesken arayışı da devam ediyor. Aktör arkadaşlarından Babak onlara bir ev teklifiyle geliyor. Gidip bakıyorlar beraber. Burası bir arkadaşının oturduğu kiralık bir çatı katı ve bir odasında hala daha eşyaları var. Aynı eşyalardan bir kadın ve çocuğunun oturduğunu anlıyoruz. Aslında bir apartmanın en üstüne sonradan yapılmış, eğreti duran ekleme bir bülbül yuvası sanki. Çatıdaki gecekondu. Terastan izliyorlar manzarayı. Bir manzara yok aslında, sadece binalarla önü kapanmış dağlar var. Babak ve Emad betonarmeyi eleştiriyorlar. Yıkıp tekrar yapanların eserleri ise ortada. Zevksiz binalar, düzensiz moloz yığınları. Yine de imkanlar dahilinde ve de çaresizlikten en çok, eve taşınmayı kabul ediyorlar seve seve. Filmde kaderin dönüşüyle ve uğursuz döngüyle ilgili ilk sinyalleri Rana’nın evin banyosunun ışığını açmak istemesiyle, patlayan ampul veriyor. Banyoda yaşanacak olan dehşetin ilk sinyalleri oluyor adeta. Film esnasında çok çeşitli anlarda elektrikle ve şalterle sınav veriyor oyuncular. Şalterin bir vesileyle indirilmesi, yaşam enerjisinin körelmesi, ruhun dolmasını,  çürümeye başlamanın bir tasviri olarak çıkıyor karşımıza. Emad’sa saf saf seviniyor evi gördükten sonra, Tanrı bize merhamet ediyor derken.

images-22

Oyunun gidişatına paralel giden bir kurgusu var çiftin hayatının. Satıcı’nın ölümüyle beraber onların da içinde bir şeyler ölüyor en nihayet. Sansür kurulu altı değişiklikten üçünü onaylamış ve provalar esnasında duştan pardesüyle çıkıp giysilerim olmadan nasıl çıkabilirim diyen kadın oyuncu karşı tarafı kahkahalara boğuyor ister istemez. Taksi dolmuşun içinde ben şimdi başımızı sokacak uygun şartlardaki bir evi nasıl ve nereden bulacağım diye kara kara düşünen Emad’ı biraz bacağınızı toplayın, rahatsız oluyorum, ben ön koltuğa geçiyorum, durdurun arabayı, taciz var diyerek karşı tarafı taciz eden kadının savunmasını, aynı dolmuşta oturan öğrencisine karşı Emad yapıyor yine de, daha önce muhakkak başına gelmiş böyle bir olay olmuştur da ondan böyle davranmıştır diye. İran’da yaşamaya çalışan okumuş yazmış, aydın kesimin gündelik hayatına tanıklık ediyoruz bir yandan da. Çok zor yaşıyorlar aslında. Sansür, baskı, kapanmak, yozlaşma, düşüncelerini ifade edememek, kısıtlanan özgürlükler, güvensizlikten kaynaklı huzursuzluk, baskı ve şiddet.

images-23

Filmin ilk yarım saati bizi gerçekleşecek olan şiddet olayına hazırlıyor. Sonraki süreçte kendi paylarına düşen kederi yaşıyorlar kendi çaplarında. Olayla baş etmeye çalışıyorlar. Polise gitmek istemeyen taraf Rana oluyor. Karakola gidip başına gelenleri bir polis memuruna anlatmak istemiyor.  Emad’sa ne yapacağını bilemiyor. Aralarında git gide artan iletişim bozukluğu en çok adamı sersemletiyor. Günlük yaşantısında agresifleşiyor. Karısı geceleri onu yanında istemezken, gündüz olunca da işe gitmesin istiyor. Onu hiçbir şey yapmamakla suçluyor. Işıklar ve kapılar açıkken uyuyabiliyor ancak. Tek başına evde kalamıyor, saldırıya uğradığı banyoda yıkanamıyor. Ona saldıran adam hakkında belirsiz konuşuyor. Unutmak istiyor aslında yaşanan olayları. Kocası ne biliyorsa, ne kadar biliyorsa, bizler de o kadar biliyoruz. Arkadaşları banyoda kadının ayağının kaydığını sanıyor. Olaya dahil olmuş komşular tek bir sözleriyle adamı intikam almaya sevk ediyorlar. En çok da kadınlar yapıyor bunu. Kendilerinden önceki kadının fahişelik yaptığını komşulardan öğreniyorlar. Üstü örtülü bir linç kültürüdür gidiyor inceden. Fakat ortada zanlı yok, konuşmaktan kaçınan bir mağdur var sadece. Aktör arkadaşı Babak bu dedikoduların asılsız olduğunu söylüyor. Oyun esnasında kendini kaybedip eğer eline geçse karısını darp eden adama söyleyeceklerini söylüyor Babak’a izleyicilerin önünde. İyice kinlenen koca, bireysel intikam peşine düşüyor. Uslu ve geçimli adam intikam planı için ağır ağır hazırlanıyor. Kamyonetin sahibini öğreniyor bir öğrencisinin polis olan babası sayesinde. O fırıncıya gittiğinde önyargısı yüzünden bunu yapanın bir genç olacağını düşünüyor mutlaka. Finalde bunun aksini görmek şaşırtıyor Emad kadar bizi de. Bunu yapanın genç ve güçlü bir erkek olabileceğini düşünüyoruz. Sert bir adam bekliyoruz belki de. Halbuki yaşlı, evli, kalp hastası-hem de, kızını evlendirme arifesinde, karısıyla kardeş gibi olmuş, dışarıdan bakıldığında böyle bir kadınla para karşılığı seks yapmaya gitmesi imkansız gibi duran mazbut bir adam var Emad’ın karşısında ve o da ne yapacağını tam bilmiyor aslında. Adamı karanlık odaya tıkıyor ite kaka. Gidip o arada suaresinde rol alıyor. Satıcı’nın sahne üzerindeki ölümü gerçekleşiyor. Sonra da karısını getiriyor beraberinde intikamını onun gözleri önünde almak üzere. Ailesinin önünde rezil etmek en büyük gayesi. Adam yalvarıyor, af diliyor azledilmek için ve de karısının ve çocuklarının önünde küçük düşürülmemek için. Rana vazgeçiyor adamın çaresizliğini gördükçe. Rana gitsin diyor, Emad otursun istiyor. İntikam alıyorsun diyor kocasına. Kocasını tehdit ediyor adamın ailesine bir şey söylediği takdirde onu terk edeceğine dair. Emad yine de adama yapacağını yapıyor. İntikam almak kimseye mutluluk getirmiyor nihayetinde.

-Ben geldimmm…
-Sevinmem mi gerekiyordu?
-Ne güzel film hakkında konuşacağız işte.
-Sonu kavgayla bitiyor ama.
-Anlaşalım da etmeyelim kavga. Ben sorayım, sen cevapla. Sevdin mi filmi?
-İyiydi.
-O kadar mı?
-Çok daha iyi Farhadi filmleri izlemiştim.
-Yani beğenmedin mi?
-Tüm kalbimle Oscar almasını isterim. Zaten iki Altın Palmiye ödüllü. “Geceleri Sessizdir Tahran”ı okumuştum yakınlarda. Devrimden sonraki üç yıl boyunca kapalıymış üniversiteleri. Çoğu kaçmış ya da idam edilmiş kadrolarının. Bütün dini hareketlerin bir süreç meselesi olduğundan bahsediyordu ama din adamlarıyla halkı elinde tutan bir yönetimi yenilgiye uğratamazsın ki.
-Bu konuların filmle ne ilişkisi var yahu?
-Toplumsal yozlaşma, kadının film boyunca yaşadıklarını bir türlü dile getirememesi, yaşadıklarından utanç duyması, adamın da intikam ikisiyle yola çıkması… Tüm bunlara bir neden gerek. Al sana bir sürü neden.
-Çok katmanlı filmi bir soğan gibi soymak gerek diyorsun. Karakterler hakkındaki düşüncen nedir? Kocayı çok yargılamışlar kişiselliğe döktü, intikam almak peşine düştü diye.
-Merhameti yitirdi ama onun üzerinde hem toplumsal baskı vardı hem de karısının baskısı. Fiziksel şiddete uğramış, travma geçirmekte olan bir insanla yaşamak çok kolay değil. Bir dakika birbirlerine dokunduklarını görmedik. Kadın adamı yanına yaklaştırmadı.
-Adam haklı yani.
-Adam mı haklı? Ben öyle bir şey dedim mi şimdi adam haklı diye?
-Onun tarafından konuşuyorsun ama…
-Kimin?
-Adamın.
-Adamı böyle bir son yazmaya iten ortamdan bahsetmek onu haklı bulmam demek değil ki. Gene başladın.
-Neye?
-Lafı kıçından anlamaya.
-Küfür yozlaşmaydı hani?
-Ben küfür etmedim. Kıç demek kalça demek.
-Bu küfür değil diyerek öne sürdüğün ilk kelime küfürdür.
-Sabır ver. Emad gibi etme beni.
-Duymadım.
-Duyma zaten sen.
-Filmin en hoşuna giden tarafı neydi?
-Farsça.
-!
-Azizem, Ranacan, saket…
-Komşu ülkeler, komşu diller. Peki Oscar alır mı sence bir kez daha?
-Alsa da konuşma yapamayacak. Ama alsa keşke. İran sineması Ranacandır. Ne baskılarla çekiliyor o filmler. Sansüre takılmak için kendi lisanlarını oluşturmuş bir avuç adamı desteklemek gerek dünyanın neresinde olursa olsun.
-Çok duygusal konuştun be.
-Kıç.
-Aaa… Yoz.
-Kavgaya girişmeden bir kez de bwn bir soru yönelteyim; Asghar Farhadi mi Asgar Ferhadi mi doğrusu?
-Zor bir soru ama Bir Ayrılığın yönetmeni en doğrusu.

9076c7fa956a03b043eb3df1716d632c

LA FILLE INCONNUE – MEÇHUL KIZ

images-16

LA FILLE INCONNUE – MEÇHUL KIZ :

“Ölmüş olsaydı sürekli aklımızda olmazdı.” Jenny Davin

“Kapıyı açsaydım, şu an yaşıyor olacaktı.” Jenny Davin

“Sığınmak için kapıyı çaldığında açmadım, bir sorumlu varsa o da benim.” Jenny

Bu sene izlediğim filmler arasında yönetmenliğini Mungiu’nun yaptığı Mezuniyet’inden sonra başrol oyuncusunun bir doktoru ve ekseninde gelişen olayları anlattığı ikinci önemli filmin yönetmeni Belçikalı Dardenne Kardeşler’in, 2016 Cannes Film Festivali’nden elleri boş, ortalama eleştiriler yüzündense belki kalpleri bir parça kırık ayrılmalarıyla sonuçlanan Meçhul Kız’ını en nihayet izleyebildim ve de şaşıra şaşıra “çok” beğendim. Ya bende bir tuhaflık var ama bu tuhaflığım her neyse onunla barışığım ve de ona alışığım, yahut zevklerim şahsıma münhasır diyerek kendime çok fazla yüklenmeden hayatıma ve yoluma devam etmeye karar veriyor, bir beyaz sayfa açıyorum önümde ve başlıyorum film için birkaç satır karalamaya(mütevazı bir film için mütevazı kelimelerdi özel olarak seçtiklerim). Sıradan hayatlara yükledikleri anlamlar, evrensel kaygılar ve hümanist yaklaşımlarıyla filmlerini eşsiz kılan Kardeşler’in yine benzer temalar içeren filmiyse, çok genç yaşta mesleğini olanca özverisiyle gerçekleştiren Jenny’nin, uğrunda yok saydığı özel hayatını göremeyen izleyiciler olarak, iş yerinde uyuyup uyanan ve hasta bakan genç kadının, mesleki disiplinini sadece bir anlığına göz ardı etmesiyle, bir saniyelik bir olay ve üzerine verilmiş kararın bir hayatı ve o hayata bağlı diğer hayatları, dolaylı yollarla da kendi hayatını, bir karar aşamasında olduğu konumunu, olaylara bakış açısını nasıl değiştirdiğine tanık ediyor izleyicisini(zor bir paragrafın daha sonunu görme mutluluğuna erişmiş olup bundan böyle kolaya kaçmak istiyorum).

images-19

Jenny, Belçika’nın Liege şehri yakınlarındaki Seraing bölgesinde, özel bir klinikten aldığı teklif öncesinde stajyeri Julien’le rutin hasta muayeneleri yapıyor. Bir önceki doktordan devraldığı hastaların profilleri aşağı yukarı belli. Ortalama gelir düzeyine sahipler, pek çoğu da göçmen. Olaylar zinciri sara nöbeti geçiren küçük İlyas’la beraber değişmeye başlıyor. Julien dona kalıyor çocuk yerde nöbet geçirirken. Bunun üzerine Jenny tarafından azarlanıyor bir güzel. Yalnız kaldıklarında ise ona iyi bir doktor duygularını kontrol edebilmeli, düzgün tanı koyabilmeli diyor. Eğer hastanın çektiği acıdan etkilenirse koyduğu tanı da yanlış olacak çünkü. Peki Jenny tüm bunları başarabiliyor mu? Kısmen. Kısmenden kalan kısımdaysa o da bir insan neticesinde ve duygularına yenik düştüğü anlar oluyor elbet ve bu özel anları izliyoruz bundan sonra. Jenny muayenehaneyi kapatalı bir saat olduğundan, Julien’in sadece bir kez çalınan kapıyı açmasını engelliyor. Sonra da bu hareketinin altında yatanın genç asistanına üstünlük taslamak olduğunu itiraf ediyor kendi ağzıyla. Julien muayenehaneyi terk ettikten sonra, Jenny, işe başlayacağı Kennedy Kliniği’ndeki iş akadaşlarının kutlamasına katılıyor. Ondan övgüyle bahsediliyor burada. Asistanlığını yaptığı profesörü otuz yıldır sahip olduğum en iyi asistanımdı derken, ondaki azmi, özveriyi, insan sevgisini, disiplini ve adanmışlığı görmüş olsa gerek.

Nehir kenarındaki bir inşaatta cesedi bulunan kızla, Bryan ve ailesiyle müşerref olmamız aynı zamanlarda gerçekleşiyor. Akşam saat sekiz’i beş geçe çaresizlik ve korku içinde kapılarını çalan Afrikalı kız’ın güvenlik kamerasına yansıyan görüntüsü Jenny’i darmadağın ediyor. Hem muayenehaneyi hem de hasta ziyaretlerini aksatmadan yürütse bile, kız’ı bir saniye olsun aklından çıkartamıyor. Bir dedektif gibi ama onlarınkinden daha büyük bir gayret ve cesaretle bir yandan kız’ın kimliğini öğrenmek, diğer yandan faillerini bulmak için insanların üzerine gidiyor her bulduğu fırsatta. Telefonundaki görüntüsünü bir bilen çıkar diye gösteriyor her önüne gelene. Hani davasından ne olursa olsun dönmeyen insanlar vardır ya, işte Jenny onlardan. Öte yandan sen git onca insan kurtar ama senden hayatına mal olacak bir küçük yardımı isteyen kız’a farkında olmadan sırtını dön… Malzemesi insan olan bir mesleği icra eden, toplum sağlığı için çalışan genç kadın, onun kapısına yardım için gelmiş ve gerekli yardımı göremeyince öldürülen kız’ın değerini  kendi varlığından üstün tutuyor. Bir hayaletin peşine düşüyor Jenny. Film esnasında bir tanesi başka nedenden ötürü, dördü ise meçhul kız’la ilgili olmak üzere toplamda beş kez darp ediliyor Jenny. Kadın olduğu için fiziksel olarak kolay korkutulacağı düşünüldüğünden, insanların işlerine burnunu sokup sağda solda kız’ı araştırmasından ve hiç vaz geçmemesinden  ötürü yaşıyor bütün bunları. Ama her defasında derin bir nefes alıp kendini toparlıyor ve işlerini aksatmadan yoluna devam ediyor.

images-14.jpg

Kız’ın üzerinden ne bir kimlik ne de bir telefon çıkıyor. Eski bir kaban ve pembe bir etekten ibaret olan kız’ın otopsi sonuçlarına göre kafası yarılmadan önce iki bilekte birden oluşan hemorajik eziklerden, boğuşmuş olduğu anlaşılıyor. Jenny’nin sanki kendi sebep olmuş gibi, suçluluk duygusu da iki katına çıkıyor böylelikle. Kennedy Kliniği’nde çalışmaktan vaz geçiyor. Doktor Habran’ın muayenehanesini devralmaya karar veriyor. Hastalarına bir bebeğe bakar gibi bakıyor. Bir yandan da kız’ın mezarının yapımının ücretini üstleniyor. Yakınında bir ağaç olan mezar yeri seçiyor ona. Bu arada Belçika’daki mezarlık ücretleri hakkında fikir sahibi oluyoruz bizler de. Her on’ar yıla göre fiyatlandırılan mezarlıklarda ilk on yıl 420 euro’dan kiralanıyor. Yatacağın yerin bile bir bedeli var. Nefes almanın, artık nefes alamamanın, her şeyin.

Jenny’nin tüm gayreti Meçhul Kız’ın ismini öğrenmek ve onun huzura kavuşmasını sağlamak, dolayısıyla da kendisi huzura kavuşacak. Olaylar netlik kazandığında, daha önce bir defa karşı karşıya geldiği, ancak sonradan kim olduğunu öğrendiği meçhul kız’ın ablası olan Afrikalı kadın bir gün ansızın iş yerine teşekkür etmek için geliyor. Ağlaya ağlaya hem çalıştığı internet kafeye gelip kardeşinin fotoğrafını gösterdiği için hem de bir nevi günah çıkartıyor kardeşini sevgilisinden kıskandığını, kız ortadan kaybolduğunda rahatladığını itiraf ederken. Daha on sekiz yaşına basmamış meçhul kız’ın adını öğreniyor en nihayet Jenny: ” Felicie Koumba”. Rosetta’daki geç kadın karnında taşıdığını varsaydığı çocuğuna tutunarak hayatta kalıyordu. Burada ise filmin son sahnesinde Jenny izin istiyor Felicie’nin ablasına sarılmak için. İnsan insana tutunarak, dayanarak, dayanışmayla ayakta kalıyor, yaşama tutunuyor işte böyle. Tek bir an teselli veriyor insana, tüm hayatın vicdan azabıyla dolu olsa da. Dardenne Kardeşler’den son dakikada vicdan muhasebesi yaptıran, insana rağmen insanı sevdirten, bence çok iyi bir film daha “La Fille Inconnue”. İzlemekten sakınmamanız dileğiyle.

2016-05-18_11h17_06

KRISHA

images-20

KRISHA :

“Senin de daha önce ön cama çarpmış yaralı bir kuş olduğunu biliyorum. Ama arabalar hızlandıkça, kuşların kanatları da zayıflıyor.” Doyle

“Bende bir sorun var. İçmenin ötesinde. Daha ötesinde. Aptalım.” Krisha

“Beni sadece kardeşin olduğum için mi seviyorsun? Krisha

Film Krisha’nın depresif yüzüyle başladığı gibi de bitiyor. Seksen bir dakikalık ekonomik süresiyle hiç sıkmadan hem de, filme ismini veren Krisha’nın derdini anlatıyor bize seksen sekiz doğumlu yönetmen Trey Edward Shults. Kendisinin aynı zamanda rol de aldığı filmdeki oyuncuların çoğu akrabaları ve arkadaşlarından oluşmuş. Bu da filmin maliyetini epey düşürmüş olsa gerek. Öte yandan annesini oynayan Krisha Fairchild aslında altmış beş yaşındaki öz teyzesi imiş. Annesi ise onu büyüten teyzesi rolünde. Tüm amatör oyunculuklar son derece makul performanslar sergiliyorlar. Filmin ortalarında Şükran Yemeği’ne gelen büyükanne de Trey’in gerçek hayattaki büyükannesi imiş. Trey, Terrence Mallick’in üç filminde kamera arkasında görev almış. Birden çok kısa filmi ve en nihayet aynı adlı kısa filminden uyarlamış olduğu Krisha’sı var bol ödüllü. Bu sene içersinde vizyona girmesi beklenen başrolünde Joel Edgerton’ın oynadığı, zaten hepi topu altı kişiden oluşan minnacık kadrosuyla korku, gizem türündeki filmi “It comes at night”ı merakla bekliyorum doğrusu, türün meraklısı olmasam da.

Sinir sistemini bozan bir açılış ve fon müziğiyle başlayan film, sanki bir zamanlar bir arabaymış ama oyuncak arabaymış izlenimi veren küçük kamyonetini park eden ve telaşlı olduğu arabanın kapısına sıkışmış siyah etek ucundan anlaşılan altmış yaşlarında, beyaz saçlı, kilolu, uslu da bir köpek sahibi Krisha’nın valizini çekiştire çekiştire aradığı dokuz köpekli adresi bulmak için verdiği mücadeleyi takip eden kamerayla sürüyor. En nihayet doğru adresi bulduğunda ter içinde sarılmak zorunda kalıyor aile bireylerine. Uzun zamandır görüşmedikleri aradan geçen zaman zarfında, çocukların genç, bir zamanlar genç olanlarınsa evlenip çoluk çocuk sahibi olmalarından anlaşılıyor. Hep beraber yiyecekleri Şükran Günü Yemeği için kızkardeşinin evinde toplanmışlar. Özellikle ebeveynler kendi çaplarında sıkıntılılar ama Krisha hepsinden daha sıkıntılı ve onu özyıkımına götüren taşlar teker teker döşeniyor inceden. Krisha bir bağımlı. Anahtarını kolye olarak boynunda muhafaza ettiği içinde çok çeşitli ilaçların olduğu bir kutusu var. Pandora’nın Kutusu açılmaya görsün, yok yok içersinde. İlerleyen dakikalarda bir şişe şarabı açmak için ne yollara başvurduğunu görünce, ikinci bağımlılığın da adı konmuş oluyor. Olaylar ve o olayları tetikleyen insanlar üzerine gelmeye başladıkça ve bu gelişlerin dozu da arttıkça zıvanadan çıkması da çok zamanını almıyor. Bu süreçte Şükran Günü hindisini pişirmeyi üstleniyor. Fakat hindi çok kişilik, dolayısıyla da çok ağır olduğundan tek başına kaldırması mümkün olmuyor. Önce tüyleri yolunmuş hayvanın içini boşaltıyor bir güzel. Alex iğrenerek bakıyor hayvanın içersinden çıkanlara. Ciğerleri, kursağı, yuttukları… Sonra da karıştırdığı bir sürü malzemeyi tıkıyor hayvanın boşalan içine. Bu beyhude uğraşı izliyoruz bizler de, Alex gibi, oturduğumuz yerde. Evin içiyse tam bir curcuna. Gençler ve yüksek enerjileri gürültü olarak dönüyor. Tavana top atıyorlar, hiç yoktan güreşiyorlar. Köpekler dokuz tane ve evin hem içinin, hem dışının tozunu attırıyorlar. Bir küçük bebek var, biri geveze öteki endişeli iki de enişte, ortancaları olduğu üç kızkardeş ve nihayet bir de tekerlekli iskemlede bir nine. Durum böyle böyle.

images-15

İzleyiciye Krisha’nın neden ve ne kadar süreyle ortadan yok olduğuna dair sağlam bir bilgi verilmiyor. Aile bireyleri de çoğu şeyden habersiz görünüyor. Mesela Krisha’nın her açtığında bir merhem sürerek kapattığı kesik işaret parmağının neden kesik olduğu bilinmiyor, kimse de neden diye sormuyor. Oldukça uslu bir köpeği var ve ona da ilaç mı veriyor, hayvan neden öyle onu da öğrenemiyoruz ama bir kez onu adam yerine koyup bağırıp boğazını sıktığında, hayvanın da hafif kaçık sahibinden ürktüğü için bu halde olduğunu söyleyebiliriz. Bir bebeği uyutur gibi üzerini örtüyor hayvanın. Köpekse uzaklara dalıp gidiyor yattığı yerden. Çok acayip çok. Trisha’nın oğlu Trey’i kızkardeşine bırakıp ne zaman gittiği de bilinmiyor, tam olarak neden terk ettiği de. Eniştesi neredeydin, neler yaptın bunca zaman diye sorduğunda da, maneviyatımı güçlendirmeye, iyi insan olmaya, içimdeki huzurlu insanı bulmaya gitmiştim filan diyor. Adam da haklı olarak onun altmış yaşında olduğunu hatırlatıyor. Yirmi yaşında, sırt çantalı, kendini bulmak için Avrupa’ya giden, Alpler’i dolaşan bir üniversite öğrencisinin ruh hali bunlar diyor. Fakat gene de Krisha’nın ağzından nereye gittiğini, hatta gidip gitmediğini bile öğrenemiyoruz. Belki de durdu ve bekledi. Haşere suratlı pis çöp torbaları dediği dokuz köpeğe, Krisha’nın kızkardeşine, çocuklara ve daha da bir sürü şeye katlanan eniştesi, onun kalp kırıp, terk edip gittiğini, sonra da insanların hayatına kaldığı yerden girmeye çalıştığını söylüyor. Bu arada da hindi fırında pişmekle meşgul kendi kendine. Tıpkı Krisha’nın gittikçe ısınan beyni gibi. Tüm bu olayların üzerine tuz biber eken ve artık tahammül gücü iyice tükenen kadının tekerlekli iskemledeki kırış buruş annesi eve getirildiğinde, ortanca kızının yüzüne onun doğduğu yerden ve yaşadığı şeyler yüzünden utanç duyan bir kadın olduğunu söylediğinde, Krisha’nın ne kadar da kaybolmuş olduğunu ve kendini küçük gördüğünü anlıyoruz. Ailesi de ona sempati beslemiyor, öyle görünüyorlar sadece. İlk sırada oğlu var, onu hala daha affetmemiş olan. Annesinin telefonlarına bakmamış,  dönmemiş de.

Filmin final bölümü yaklaşık yarım saat sürüyor ve bu süre zarfında Krisha, Nina Simone’un “Just in Time”ının eşliğinde önce ufaktan sonra bir anda deliriyor. Binbir zahmet doldurduğu hindiyle beraber zemini öptüğü ve buna sebep olan boş şarap şişesinin kanıt olarak aile büyüklerine sunulmasıyla aradaki açık, uçuruma dönüşüyor ve hem doktor hem de karate bilen diğer eniştesinin enerjisinden yüksek bir enerjiyle oğlunun ve tüm aile bireylerinin önünde, kızkardeşiyle saç saça baş başa girip, masadaki tabağı bardağı fırlatıp attıktan sonra güçlükle zaptediliyor. Kırmızıları giyen Krisha öfkeli bir boğaya dönüşüyor sonunda.

Krisha-ne çok dedin be Krisha Krisha-, öfke sorunu olan, içince abartan, abarttıkça coşan, coştukça da çığrından çıkan, uyumsuzluktan kaynaklı hallerini sergiledikçe, ondan uzaklaşmak yerine ailedeki hepsi birbirinden gıcık huylara sahip olsalar da bunu baskılayan hepsi sosyal bir varlık olan akrabalarına deli oluyorsunuz içten içe. Huzursuz ruhlu bir kadın o ve ne yaparsa yapsın değişmeyecek çünkü tabiatı böyle. Bir defasında kızkardeşine ben iyiydim, aile arasına girince böyle oldum deyince, onu bozan birincil nedenin ne olduğu anlaşılıyor böylelikle. Haydi bakalım konuşa konuşa ilerleyelim bundan böyle:

-Filmi beğendin mi?
-Evet, çünkü özgündü. Evet, çünkü bir ilk film için çok başarılıydı, Whiplash gibi bir kısa film uyarlamasıydı ve Cannes’da Altın Kamera için yarışma hakkını kazanmıştı. Evet, çünkü parlak kamera hareketleri vardı. Eve…(sözümü kesti, kesin ne söyleyeceğimi unutturacak ve bu konuşma çok başka yerlere gidecek. Salak.)
-Parlaktan kastın?
-Işıltılı ve parlak saçlar.
-Anlamadım!
-Anlama zaten.
-Sordum kabahat.
-Sormasan da kabahat.
-Ne yapayım peki?
-Sözümü kesme.
-Tamam. Devam et!
-Emir verme bana. Nereden devam edeceğimi de unuttum zaten.
-Parlak diyordun.
-Evet. Krisha’nın mutfakta deli tavuklar gibi döndüğü sahne mesela, biz de onunla döndük durduk. Bizim de kafamız karıştı, sabrımız taştı, fırında pişmekte olan içi tıka basa dolu hindiyle eşzamanlı olarak öfkemiz kabardı. Hindi çıtır çıtır, Krisha kıtır kıtır…
-Aileye neden gıcık oldun sen şimdi?
-Şundan ötürü: Trey hadi haklı diyelim, çocuk meçhul bir süre boyunca terk edildi. Diyelim enişte de haklıydı sözlerinde. Bir anne aydınlanma yolculuğuna altmış yaşında mı çıkarmış, ya da elii. Ya da her neyse… Tamam bu sorumluluklardan kaçmak demek ama ya yapamıyorsan, ya çok mutsuzsan… İş gibi düşün kısaca, ya sana hiç uygun olmayan bir işte ömrünü tüketiyorsan ve bu seni korkunç derecede kapana kıstırılmış ve kötü hissettiriyorsa? Bir fırsatın varken kaçıp kurtulmaz mısın bu halden?
-Çocuğunu bırakarak mı? Üstelik hala bağımlı ve o parmak neydi öyle? Çok içtiği bir gün kendini mi kesti ki?
-Bravo doğrusu, tebrik ederim seni. Çok harika senaryo yazıyorsun kafadan. Bunları ben bile düşünemezdim.
-Aklımı severim.
-Enişte de böyleydi. Onun da kendinde sevdiği pek çok özellik vardı. Krisha’yı küçük görmek ve yargılamak bunlar arasındaydı.
-…

images-11
Soldaki öz annem, sağdaki öz Krisha teyzem, ortadaki gözlüklü de ben Trey Edward Shults

JACKIE

 

images-7

JACKIE :

“Geleneksel olmak için zaman gerekir.” Jackie

“Hayattan geriye güçlü kalan tek şey gelenektir.” Jackie

“İnsanların geçmişe ihtiyacı vardır. Geçmiş onlara güç verir.” Bill Walton

“Acımızı ellerinde oyuncak etmek istiyorlar.” Jackie

“Onunla yürümeliyiz, bu son şansımız.” Jackie

“Bazen tek başına ıssız bir yere gider ve şeytanın kendisini cezbetmesine müsaade ederdi. Ama hep bize döndü, sevgili ailesine; ve ben sigara içmem.” Jackie

“İnsanlar peri masallarına inanmak isterler. Ben bir sayfada yazılan kelimelerin onu yanımda durmuş o adamdan dahi daha gerçekçi yapacağına inanıyorum.” Jackie

Ortalama puanı ve kimi eleştirmenlerin ve izleyicinin vasat olarak değerlendirdiği filmin yorumlarını bir kenara bırakarak izlediğimde, beni hayli şaşırtan ve de çok beğendiğim bir yapım oldu “Jackie”. Bunun birçok nedeni olabilir; mesela filmi vasat bulanları ben vasat buluyor olabilirim-bu durumda onlar da beni filmi çok beğendiğim için vasat bulabilir, her şey mümkün olabilir- ya da herkes az beğendi, ben neden az beğeneyim, ben daha çok beğenip bir orjinallik yapayım içgüdüsüyle yaklaşmış olabilirim, olabilirim de olabilirim ama kesinlikle net değilim. Pablo Larrain’e olan sempatim de ağır basmış olabilir ama o da mümkün değil. Bir film iyi mi kötü mü diye yönetmeninin kim olduğundan bağımsız olarak değerlendirilmelidir-netliğim bilgiçliğimden geliyor olamaz mı, olabilir, her şey mümkün olabilir; söz konusu duygularsa eğer reaksiyonlar elbette ki kişiden kişiye değişebilir-. Biyografi düşkünlüğüm var mıdır? Özellikle değil ama arka planda tarihin bilmediğiniz ya da unuttuğunuz bir kesitinden ufak çapta da olsa bilgi sahibi olabilirsiniz sayelerinde ve bu da merak duygunuzu körükleyebilir ve sizi araştırmaya itebilir çünkü anlatılanlar kurgu değildir. Peki biyografik olmayan bir filmin dönemin ruhunu anlatan arka planı yok mudur? Vardır elbet ama birebir yansıtmayadabilir, ödevi de değildir. Ödev diye film mi çekilirmiş? Ne için, kim için film çekilir sorusunun cevabını vermem yakışık alabilir, almayadabilir. Biz en iyisi eleştirmenleri ikiye bölen filmimize dönelim yoksa tuhaf düşüncelerle dolu kafamla kafanızı daha beter karıştırabilirim. İyisi mi işte size “Jackie”:

images-5

Her şey bitmişken başlıyor film. Kırk altı yaşındaki JFK hiç afsız başına ve boynuna isabet eden kurşunlarla beyninin bir kısmı parçalanmak suretiyle olay yerinde anında ölmüş ve cenazesi Arlington Ulusal Mezarlığı’na büyük bir seremoniyle gömülmüş bile. Aradan çok uzun zaman geçmeden Billy Crudup’un eşsiz mimiklerle hayat verdiği bir gazetecinin röportaj yapmak üzere Jacqueline Kennedy’nin kapısını çalmasıyla Massachusetts, Hyannis Limanı’ndaki Kennedy’lere ait sayfiye evine misafir oluyoruz beraberinde. Daha kapıyı açar açmaz içine sindiremediklerini sıralıyor teker teker yaslı dul. Konuşmalarının çerçevesi çizilmiş oluyor böylelikle; yani JFK’in nasıl anılmasını istediği üzerine şekillenecek olan konuşmaları. Kocasının, yaptıklarının ve anılarının unutulmaması en büyük gayesi. Zamanında CBS kanalı için Beyaz Saray’a tur düzenlemiş ve bunun bir amacı olduğu düşünülmüş hep. Nesnelerin ve eşyaların insanlardan daha uzun ömürlü olduğunu ve bu şeylerin tarih, kimlik ve güzellik gibi önemli düşünceleri temsil ettiğini düşünen Jackie, bunu televizyonlarının karşısındaki milyonlarca Amerikalı izleyici için yapmış olduğunu söylüyor. İnsanların pek bilmediği huyundan bahsediyor. Kitap okumak ve okudukça da artan merakı. Bir şeyin yazılı olmasının onu gerçek yapıp yapmadığı tartışma konusuyken, televizyon sayesinde artık insanların her şeyi kendi gözleriyle ve tüm çıplaklığıyla gördüğünden bahsediyor. Tarih yazmak, yapmak kadar mühimken; yazan, yapana sadık kalmazsa eğer, değişmeyen hakikatin insanlığı şaşırtacak bir mahiyet kazanması içten bile değil diyen Atatürk’ün sözlerini çağrıştırıyor. Gözlerimizle gördüklerimiz ve ileriki nesillere miras kalan görsellik unutulmaması bir yana, anın değişmezliğini koruyor nesilden nesile aktarılan bir mirasmışçasına. Filmin bir kısmında Natalie Portman’ın canlandırdığı Jackie bize sarayı gezdiriyor uzun uzun. Yayını orijinal haliyle izleyip, Jackie ile Portman’ı karşılaştırdığınızda Portman’ın mimiklerde ve konuşmalarında ne kadar başarılı olduğunu ve üzerinde uzunca bir süre çalışmış olduğunu anlıyorsunuz. Bu kez yapımcı koltuğuna oturan Darren Aronofsky, Portman’ı gene Oscar’a taşır mı bilemeyiz ama kendisi bu filmde Black Swan’dekinden daha da başarılı. Natalie Portman yok, Jackie var sadece.

natalie-portman21

Jackie, Saray’ın gördüğü üçüncü en genç eş olarak suikast esnasındaki şaşkınlığı geçtikten sonra cenazenin nasıl olması gerektiğine dair güvenlik nedeniyle sık sık fikir değiştirmek zorunda kalmış olsa da, son derece mantıklı kararlar verip, aynı zamanda metanetini korumayı başarabilmiş. Kimine göre bir gösteriye dönüşen cenaze alayı ile birlikte hemen yanıbaşında da çok sevdiği Bobby ile beraber sekiz blok yürümüşler sükunet ve siyahlar içinde. Çocukları ise zırhlı arabanın içinden eşlik etmiş onlara. Yıllar yıllar önce, Oliver Stone’un çekmiş olduğu JFK’de ayrıntılarıyla anlatılan suikast, tetiği çektiren el ve derin devlet mevzuları üzerinden olaylar işlenmişti. Bu kez bir başka yönetmen farklı bir bakış açısıyla, kederli eşinin gözünden anlatıyor yaşananları. Kendisinin neler çektiğini görüyoruz. Hareketli kamera bir an olsun peşini bırakmıyor. Geriye kalan iki babasız çocuğun varlığını göstermek suretiyle empati kurmamızı, dolayısıyla işin bir de bu boyutunu görmemizi sağlıyor. Biliyoruz ki bu tip suikastlerde tetiği çeken el de kolaylıkla yok edilir tıpkı masum olduğunu haykırsa da, suikastten iki gün sonra kendisi de bir süre sonra yargılanma aşamasında kanserden ölecek olan bir başka mahkum tarafından öldürülecek olan Lee Harvey Oswald gibi. Bu ve benzeri durumları Sabahattin Ali’den, Uğur Mumcu’ya ve de günümüze dek pek çok defalar görmekte olduğumuz ülkemizde pek de yadırgamaz olduğumuz ve artık yazık ki normal karşıladığımız bir olgu haline gelmiş suikastlerde ölen ölüyor da, bir de geriye kalanlar  ve her şekilde mağdur olanlar var. Bilinçli ailelerin çocukları ve vakur kalmayı başarabilen eşler seviyeli bir öfke içinde yaşamaya çalışıyorlar, en azından ben öyle olduklarını tahmin ediyorum. Yoksa insan nasıl dayanır haksızlığın böylesine? Jackie’de aynı soruyu sorup duruyor kendi kendine ve nihayet bir rahiple paylaşıyor içinden yükselip gelen öfkeyi. Gazeteci, Jackie’ye Kennedy’lerin bir parçası olmak nasıl bir duygu diye sorduğunda, JFK’in durumunu özetliyor kısaca: abisini savaşta kaybeden Kennedy, onun gibi savaşa katılıp bir kahraman olarak dönmüş olsa da, insanlar önyargılar içinde onun refah ve ayrıcalıklarla dolu bir dünyaya doğmuş bir erkek çocuğu olduğunu görmüşler sadece. Kendi düşünceleri uğruna her şeyi feda etmiş adamın düşüncesi ise milletine hizmet etmekmiş. Suikastten beş yıl sonra sivil haklar mücadelesi veren avukat ve senato üyesi, aynı zamanda başkan adayı iken sürdürdüğü kampanyalar esnasında Robert “Bobby” Kennedy de(RFK olarak bilinir) benzer bir suikaste kurban gidince doğruluk ve dürüstlüğün aile bireylerinin şiarı olduğunu ve her birine ayrı ayrı çok yazık olduğunu düşünmeden edemiyor insan. İşte Kennedy olmak böyle bir şey. Bir çeşit uğursuzluk var üzerlerinde nesilden nesile geçen.

images-8
Filmde Kennedy’lerin iki yıl, on ay ve iki gün süren başkanlığı döneminde sanatla ve sanatçılarla olan bağları ve görkemli partiler söz konusu olduğunda, bir sosyete kızı olarak görülen Jackie’nin aynı zamanda entelektüel altyapısı ve mükemmelliyetçiliği de ortaya çıkıyor. Filmde belirtilmese de Jackie, George Washington Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Fransız dilinde okumuş ve medya tecrübesi var. El yazısını beğenmediği gazetecinin aldığı notları teker teker okuyor, beğenmediği yerlerin üzerini çiziyor. Zevk sahibi ve koleksiyoner aynı zamanda. Eskinin değerini bildiğinden bir zamanlar eşiyle beraber açık arttırmayla satın aldığı Lincoln’e ve eşine ait olan özel parçaları yatak odalarında kullanıyorlar. Yine yatak odalarındaki Lincoln ve eşine ait resimlerle bir yandan onlara duydukları hayranlığı dile getirirlerken, diğer yandan da benzer bir kader döngüsünde birleşiyorlar bir zaman sonra. Lincoln’ün dulu olarak adlandırdığı Mary Todd Lincoln’ün kocasını kaybettikten sonra parasız pulsuz kaldığını, sırf başlarının üzerinde bir çatı kalsın diye teker teker eşyalarını satmak zorunda kaldığını hatırlıyor kalabalığın ortasında. Aynı anda Kennedy ailesi kadınları cenazenin aile arsasına gömülmesi için baskı yapmakla meşguller başında. Halbuki son sözü söyleyecek tek kişi var, o da Jackie. Onun da Kennedy’nin duluna dönüşmesi beklenirken, hiç öyle olmuyor. Kendine özgü tarzı, herkesin sözünü dinleyip dinleyip en sonunda kendi kararını verişi, saçıyla, kıyafetleriyle bir moda ikonuna dönüşümünü dolayısıyla birinin dulu değil de “Jackie” oluşuna tanıklık ediyoruz ve tüm bunları çok çaba sarf etmeden yapıyor, zaten kendi de ne yaptığını bilmiyor o anlarda ve her şey öngörülemez bir planın parçasıymışçasına kendiliğinden oluveriyor. Çocuklarının okul masrafını çıkarmak, kendine yeni bir hayat kurmak için hesap yapmak zorunda hissediyor kendini bundan böyle. Travması bir yana bir de bunları düşünmek zorunda kalıyor. Yeni başkan, eski başkan yardımcısı Lyndon Johnson ve eşi daha uçakta başkanlık yemini edip birbirlerini kutlarlarken bir köşede duruyor çaresiz çaresiz tıpkı bakıldığı evden atılan yavru bir kedi gibi. Az evvel kucağında ölen kocasının simsiyah tabutunun başında şaşkın şaşkın oturuyor. Ona üzerini değiştirmesini söylediklerinde şiddetle reddediyor. Herkes görsün istiyor ne çektiğini. Odasında yalnız kaldığı ana dek kocasının kanı üzerinde başında, ipek çoraplarında, pembe takımında onunla beraber yaşıyor. Banyoya girip içlerinde kocasının kanı ve deri parçalarının olduğu tırnaklarını törpülüyor çılgınca. Ağlaya ağlaya çıkartıyor kanlar içindeki ipek çoraplarını. Duşa girdiğinde başından akan kanlar sırtına iniyor. Onlar kocasının kanları. Natalie Portman’ın ayna karşısında gözleri ağlamaktan kanlanmış, yüzündeki kanları silmeye çalıştığı ve bağıra bağıra ağladığı yakın plan sahnede özellikle, kadının neler çektiğini, ne kadar çaresiz kaldığını anlıyoruz. Bu senenin en iyi, en özel, en akıllarda kalıcı sahnelerine imza atmış bir yandan başarılı oyuncu. İnsanın içi parçalanıyor izledikçe. Hepimizin bir şok anında sevdiğini kaybettiğinde ya da kaybetmek üzereyken hıçkıra hıçkıra ağladığı bir an vardır muhakkak-yok demek, duygular alındığında öyle olur bazen ya da insanlığını kaybettiğinde-. Gerçekten mi yok?

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

İşin bir diğer acıklı olan yanı ise ne kocasının ne de kendisinin tüm bunların kendi başlarına geleceğini hiç düşünmemiş olmaları. En azından bu şekilde. Her şey iyi gidiyormuş onlara göre. Böyle bir zamanda ona teselli veren tek isim kayınbiraderi Bobby oluyor ve yemin töreninin Teksas’ta olmasını istediği için hedef gösterilmekten ötürü dertli o da kendince. Jackie, Bobby, ortalarındaki tabutta da JFK, cenaze aracının içinde giderlerken Jackie’nin şoföre yönelttiği soruyla bizler de Lincoln ve JFK haricinde iki Amerikan başkanının daha öldürülmek suretiyle yok edildikleri gerçeğini öğreniyoruz. James Garfield ve William McKinley, her ikisi de suikaste kurban giden iki başkanın isimleri belki kendi ülke vatandaşları tarafından biliniyor olsa da, adını yeni gelen nesillere taşıyacak olan rüzgar kapılarını çalmamış anlaşılan. Her zaman sevgiyle ve hep iyi düşüncelerle hatırlanacak olan Lincoln ve JFK var sadece. Ben size bunlar iyi, diğerleri kötü demiyorum, sadece ananları pek yok diyorum ya da hatırlayanları.

images-13

Bobby’nin tavsiyesi üzerine bir limuzinin içinde başlayan bilge rahiple konuşmalarında, Tanrı’nın zalim olduğundan yakınan Jackie’yi uyarmak zorunda hissediyor yaşlı adam, yoksa kederli başını Tanrı’yla daha çok belaya sokacağına dair. Bizlerse görüyoruz ki, dinler, mezhepler, yüzyıllar, ülkeler, kıtalar ve insanlar değişse de bazı şeylerin asla değişmiyor, değişmeyecek de. Avutan taraf itaatkar olmaya ikna ediyor karşı tarafı, aksi halde ters giden şeylerin daha da ters gideceğine bağlıyor durumu daha da güçleştirmemek için. Peki Tanrı neydi? Tanrı sevgiydi. Tanrı neredeydi? Tanrı her yerdeydi ve sonsuz bilgeliğiyle herkese bir görev vermişti, çekebilecekleri kadar acı ve sonunun ne zaman, ne şekilde geleceği bilinmeyen bir vade. Jackie ise küskün ve öfkeli ona karşı. Tanrı madem her yerdeydi, o zaman Jack’i öldüren merminin de içindeydi ve günlerini gizlenmekle geçiriyordu, ortaya çıkmak yerine. Aynı Tanrı, onun iki küçük çocuğunu, daha da bir sürü küçük çocuğu babalarından mahrum etmekteydi. Daha da ötesi içi boş vaatlerle dolu cennetinin başında beklemekteydi. İnancının yanında hayatını da sorgulayan Jackie, teki ana rahminde, diğeri doğumundan otuz dokuz saat sonra ölen iki çocuğunun kaybını sorguluyor önce. Sıradan hayatlar yaşayan ve öyle de adamlarla evlilik yapan kadınlara gıpta ettiğini, kendininse gözü açık uyuduğunu söylüyor. Saf saf itiraf ediyor en nihayet, cenaze merasimiyle ilgili tüm ihtişamın kocasını onurlandırmaktan çok, kendini avutmak ve meşgul etmek için kendi tasarısı olduğunu, bir sahnede belirttiği gibi bu durumun iş edindiği bir planlama olduğunu ve de her gün her sabah uyandığında ölmek istediğini. Son olaraksa birlikte yaşlanmayı ve çocuklarının büyüdüğünü beraber görmelerini istemenin çok fazla şey olduğunu yeni yeni anladığını. Şimdiye kadar görev almış Abd başkanları arasında Roma Katolik Kilisesi’ne mensup yegane başkanın JFK ve dolayısıyla ailesi olduğu bilgisini de burada belirtmek gerekiyor sanırım. Konuşmalarında sıklıkla Roma ve Yunan tarihinden örnekler veren ve genel olarak tarih okumayı seven JFK, tıpkı Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri gibi dünyayı kurtarmak için idealleri olan ve bunun için mücadele veren, yeri başka başka şekillerde doldurulacak olsa bile bir başka Camelot’un olmayacağını söyleyen Jackie ve beraber yapacakları tüm işlerin yarım kaldığını söyleyen Bobby rolündeki Peter Sarsgaard’ın çaresizliği çıkmıyor akıllardan.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Filmi giriş, gelişme, sonuç diye ayırmak bir yana, çok akılcı bir tercihle kesitlerle anlatımın yeğlenmiş olduğu görülüyor. Başlarda birbirinden bağımsız görünen bu sahnelerin son derece mantıklı bir kurguyla ilerlediğini görüyoruz. Gazeteciyle Jackie’nin evin çeşitli bölümlerinde geçen diyalogları, Jackie’nin ilk defa sarayın kapılarını açıp televizyoncular vasıtasıyla uzuun uzuun bu masa, bu sandalye bu da peçete som altından işleme diye anlattığı, kısaca halka burası sizin de eviniz dercesine gösterdiği sahneler, suikast sonrasında uçakta, Beyaz Saray’da yaşananlar ve cenaze korteji yürüyüşü, Jackie’nin bir başına kaldığında veya Bobby’le bir araya geldiklerinde birbirlerini mutsuz eden itirafları, öfke patlamaları, Jackie’nin rahiple konuşup içini döktüğü, nasihat aldığı ve bu vesileyle aralara serpiştirilen beş çok önemli sahne, suikastin apaçık işlendiği sahne ve Jackie’nin en mutlu günlerimizdi dediği saray günlerinden geriye kalan “küçücük, parlak bir an” olarak bir partideki yanak yanağa dansları. Tüm bu parçalı anlatımsa kurgusal anlamda filmi değerli, olayları ise daha anlamlı kılmış ve güç vermiş. Başına oturup izlemeden önce çok nazlanıp, tıpkı benim gibi bir parça burun büyüklüğü ile yaklaşacağınız, bu sene Larrain’den Neruda varken Jackie de kimmiş, biri şair diğeri JFK’in dulu diyeceğiniz ama sonra sonra fikrinizi değiştirecek çok önemli anlar yakalayacağınız, yakalayamazsanız da eğer bu satırlara kadar okuyup yazık oldu yüz dakikama, lanet olsun sana deyip, şahsıma ve yakınlarıma ettiğiniz küfürleri kabul etmekten başka çarem olmayacaktır şu aşamada, canınız sağ olsun. Daha da ne denir ki?

-Jacqueline Kennedy Onassis’i nasıl bilirdiniz?
-Tayyörlerinin içinde zarif ve narin bir hostesi andırırdı.
-Önceliğim fiziksel özellikleri değildi.
-JFK’den sonra gidip Yunan armatör Onassis’le evlenmesini içime sindirememiştim.
-Annem gibi konuştun. Önceliğim medeni hali de değildi bu arada.
-Bak annen de sindirememiş
-Annem seksen yaşında.
-Allah daha çok versin.
-Konumuza dönebilsek.
-Kişiliği hakkında bir fikrim yoktu ki. JFK’in karısı, iki çocuk annesi, bir de Marilyn kısmı var tabii. Kaldı ki filmde bahsettiği şeytanlardan biri de o olsa gerek.
-Bilmiyorum film Jackie’yi anlatıyor, Monroe’yu değil.
-Ağzımdan duymak istediğin şey Jackie’yi sevip sevmediğimse eğer, sevdiğimdir. Çok da üzüldüm yaşadıklarına. İki çocuğu yaşamamış. Yaşayanlarsa yetim olarak büyüyecekler. Film süresince ne zaman ki şoku bir parça atlatıyor, ben ne olacağım demeye başladığını görüyoruz. Bir günde eski ve dul bir başkan eşine dönüşüvermek kolay değil ki. Kaldı ki kocan bir suikast sonucu mutlak ölüm için özellikle baş ve boyun bölgesi hedef alınmak suretiyle öldürülüyor, otopsi yapılıyor, olay herkesin gözü önünde cereyan ediyor ve sen bir arabanın içinde, kucağında kafası dağılmış kocanla en yakın hastaneye götürülüyorsun. Kafasından koparak üzerine düşen parçanın rengini hatırlıyorsun. Bir gece yatıp, bir sabah uyanamamak yok bu anlattıklarımda. Kısa bir zamanda tüm hayatın alt üst oluyor. Hiç tanımadığın adamlar eşyalarını toplamaya koyuluyorlar evin dediğin ama aslında sana ait olmayan bir yerden. Ne gideceğin yer belli, ne de geleceğin. Bir kocan vardı, artık yok. Sıradan bir adam olmaması da cabası. Başkanla evlenme derken haklıymışsın Jackie. Bir de can havliyle arabanın arkasından gitmeye çalıştığın anlar var, kocanın kafası ikinci gelen kurşunla dağılmışken. Koruma bir kartal gibi aracın arkasına tutunarak, ivedilikle hastaneye gitmeleri emrini veriyor şoföre. Sağduyusuyla senin arabadan çıkıp nereye gittiğini bilmeden sağda solda çığlık çığlığa koşturmanı engelliyor.
-Ne iş yaptığın önemli değil, o işi iyi yapıp, en iyi olman mühim lafına geliyoruz bir kez daha. Koruma mantıklı bir kararla bir arada kalmalarını sağlayıp toparlayabilmiş hepsini, biri ölü, biri yaralı, biri de firardayken.
-Aynen öyle. Bir de bazı kadınlar bir erkekle tamamlanmış hissederler kendilerini. Jackie’nin her defasında şeytana uyup uyup dönen kocasını affettiği anlaşılıyor ama yalnız bir hayat düşünemiyor. Etrafındaki insanlara bana ne olacak, çok korkuyorum derken, ona çok genç olduğunu ve önünde uzun bir yaşam olduğunu söylüyorlar, John Hurt’ün canlandırdığı bilge rahip ve Greta Gerwig’in canlandırdığı Kennedy’lerin özel sekreteri Nancy Tuckerman da dahil olmak üzere.
-Greta Gerwig bana Gülse Birsel’i çağrıştırır nedense.
-Olabilir. Çağrışımlar için neden bulmak zorunda değiliz.
-Değiliz, değil mi?

 

PATERSON

images-2

PATERSON :

“Ben şiirle nefes alırım.”

“Emily Dickinson seven bir otobüs şoförü.”

“Bazen boş bir sayfa daha fazla olasılık sağlar.”

“Aşk yoksa, her şeyin sebebi ne olabilir?”

“Only Lovers Left Alive”dan üç yıl sonra çıkagelen ama iyi ki de gelen Jim Jarmusch’un son filmi “Paterson”, gücünü sadeliğinden ve şiirden alıyor. Film süresince fiili olarak ve farkında olmayarak bir kez kahramanlık yapacak olan Adam Driver’ın canlandırdığı otobüs şoförü Paterson, aynı zamanda New Jersey eyaletinin nüfus bakımından üçüncü büyük kenti ve ABD Türkleri’nin en yoğun olarak yaşadıkları yer. Vikipedi’ye göre de Eskişehir’le kardeş şehir olmuşlar bir tarihte. Bu hoş anekdotun ardından ve de arayı daha da fazla lüzumsuz bilgiyle doldurmadan tekrar filmimize dönüyorum. Jarmusch, sadece kendisinin okuduğu şiirler yazan karakterine çok büyük anlamlar yüklemekten kaçınıyor iç dünyasına dahil olduğumuz şiirlerini satırlara döktüğü zamanlar dışında. Çünkü Paterson son derece basit ve sıradan bir yaşam sürdürüyor. Laura isminde bir karısı ve kendisini rakip olarak gören Marvin adında İngiliz buldoğu bir köpekleri var. Cannes Film Festivali’nden Palm Dog alarak dönen Marvin’in oyunculuğu ise kelimenin tam anlamıyla efsane. Filmin ilk saniyelerinde, Laura, ikizleri olduklarını gördüğü rüyasını anlattığında, Paterson’ın tepkisi bundan böyle iki değil, dört kişi oluruz iken, aslında Palm Dog Marvin’in bir köpekten öte başlı başına evin üçüncü kişisi gibi hareket ettiğini dikkate almıyor. Halbuki evde gizli bir rakibi var oyunculuk açısından Oscar’lık bir performans sergileyen. İntikamcı Marvin, Laura’nın gülü iken, dikenlerini de Paterson’a batırıyor önce gizliden, sonra da alenen. Sırf gıcıklık olsun diye her gün Paterson’ın eve girmeden önce kontrol ettiği posta kutusunu eğiyor. Sonra da bir zevk bir zevk pencereden ne tepki verdiğini izliyor. Paterson akşamları onu hava almaya çıkardığında inatla kendi yolunu çiziyor. Sahibi barın içinde bir bira içerken, park yerine bırakılmış araba gibi bekliyor dışarda. Evin reisi gibi kurulduğu tekli koltuk yatağı, tahtı, her şeyi. Kendisinin Laura ve Paterson’ın köpeği olması olayın bir boyutu iken, olayın diğer boyutu ise onun da insanı olarak Laura ve Paterson olması.

Paterson ismindeki filmde
William Carlos Williams’ın beş ciltlik şiir kitabıyla aynı ismi taşıyan
Paterson ismindeki karakter
Her sabah 23 numaralı Paterson otobüsüyle yolcu taşıyor.
Şiirler yazıyor yola koyulmadan önce ve de her boş vaktinde
Bir kutu Ohio Bue Tip marka kibrit oluyor ilham kaynağı ya da dördüncü boyut olan zaman
Günler birbirinin aynı ilerlerken
Güneş her sabah doğduğu gibi
Her akşam batıyor da
Ama hep yeni bir gün geliyor
Kimselere hissettirmeden.

paterson-tt-width-750-height-630-fill-0-crop-1-bgcolor-000000

Bir pazartesiden sonraki ilk pazartesiye dek kahramanımızın sabah uyandıktan sonraki rutinine şahit oluyoruz hafta içi ve hafta sonu olmak üzere. Laura’ya sarılmış vaziyette uyanıyor yatakta. Altı’yı biraz ya da birazdan fazla geçmiş oluyor saati gözünü ilk açtığında. Sessiz bir alarm var sanki onu uyandıran. Güçlükle ayrılıyor sıcak yatağından ve Laura’sından. Mısır gevreğini yiyor kahvaltı olarak. Erken kalkmışsa eğer Marvin eşlik ediyor ona yemek masasında. Her sabah aynı yollardan yürüyerek varıyor işyerine. Hintli Donny istasyon müdürü. Çıkıyor musun derken çıkma saatinin geldiğini belirtiyor kibarca. Bazen, fırsatları varsa tabii, birbirlerine nasıl olduklarını soruyorlar. Paterson için her şey aynı olduğundan verecek cevap bulamıyor. Donny ise ayaklı dert fabrikası sanki. Bazı sabahlar bir çırpıda dökülüyor dertleri ağzından madem sordun diyerek -kısaca sen kaşındın diyor- bazense boş veriyor çünkü bu dertleri bitmeden yeni dert dalgaları yapışıyor üzerine ve nedense hep onu buluyor. Misal; böbreğim yorulmuş, arabamı tamire götürmem gerek, eşim Florida’ya gitmek istiyor ama kirayı ödeyemiyorum, Hindistan’dan amcam aradı, yeğenimin nikahı için para istedi, sırtımda garip bir şey çıktı… Bu dertlere ek olarak birkaç gün sonra gelen yenileri ise şunlara benzer oluyorlar kısaca; kayınvalidem bize taşınıyor, kedimiz diyabet olmuş ama ilaçlar çok pahalı, kızım keman dersleri almaya başladı ve sesi kafayı yedirtiyor(gıy gıy gııyyy bir evin içinde). Karşı tarafı sabır ve sükunetle dinleyen Paterson, aracıyla düşüyor yollara. Her gün birbirinden farklı yolcu profillerinin konuşmalarına kulak kabartıyor. Her yaştan, her ırktan ve nesilden yüzlerce insan inip biniyor her gün otobüsüne. O ise henüz dünyanın bilmesine hazır olmadığı şiirlerini çoğaltmak için uğraşıyor her boş vaktinde. Bu beyhude uğraş Marvin’in dikkatinden kaçmıyor olsa gerek ki, Paterson’ın en çok değer verdiği, biricik ve kopyasız defterini lime lime ediyor o evde yokken. Sonra da sessizce insanlarının tepkisini izliyor kapının ardından, kabahatini gayet iyi bildiği halde.

Paterson iş çıkışında, günün kendine ayırdığı saatlerini, bir bira keyfi yapmak için gittiği, sahibinin müşterinin ısrarına rağmen televizyon almayı reddettiği aynı barda, kişilerden çok kimi siyah beyaz fotoğraflar ve kesilerek çerçevelenmiş gazete kesitleriyle ilgilenerek geçiriyor. Yüzeysel sayılabilecek birkaç çift söz, geç gelen birkaç küçük itiraf ve samimi görünmeye çalışılan birkaç an dışında yaşananlar burayla sınırlı ve dışarı taşmadığı gibi taşınmıyorlar da. Aynı zamanda filmi kaleme alan yönetmen, şairlere, yazarlara, Iggy Pop’a çok çeşitli göndermelerde bulunuyor film boyunca. İtalyan yazar ve şair Francesco Petrarca’nın uzun yıllar boyunca sevdiği ve şiirlerinin esin kaynağı olan kadının adının da Laura olması bir tesadüf değil. Uluslararası pek çok yapımda rol almış olan Gülşifte Ferahani canlandırıyor Laura’yı. Evde oturmaktan sıkıldığı her halinden belli genç kadın her akşam yorgun argın işten dönen kocasının karşısına parlak bir fikir ve gün boyu parlattığı ve akşama doğru artık iyice göz kamaştıran yaratıcı bir zihinle çıkmayı başarıyor. En büyük hayali kendi kapkek işini kurmakken, Patsy Cline gibi bir country şarkıcısı ve bir star da olmak istiyor aynı zamanda. Baştan aşağı siyah beyaz giyinerek kendi tarzını yaratmayı planlıyor. İnternetten siparişini verdiği gitarı geldikten sonra, onu da siyah beyaza boyuyor, her şeyi boyadığı gibi. Tüm kapkeklerini kakaolu, üzerlerini de beyaz kremalı yaptığı gibi. Perdelerini zımbalıyor, duş perdelerini dahi boyuyor  ya da geometrik desenler çiziyor üzerlerine halka halka. Tabii ki siyah beyaz. Hep yeni bir şeyler icat ediyor. Cheddar peyniri ve brüksel lahanalı turtasının tadına bakan Marvin’den sonra Paterson’ın da kendine gelmesi bir hayli uzun sürüyor. Bu enteresan çifti birleştiren şeyse evde buldukları huzur. İkisi de evcimen ve sakin; üstelik evde beraber vakit geçirmeyi seviyorlar. Bir de çiftin hiç esamesi okunmayan aileleri var. Sanki bu dünyada yalnız kendileri ve birbirleri için varmışçasına hareket ediyorlar – bir de Marvin’leri var tabii. Paterson tasmaya benzettiği cep telefonlarını taşımaya yeltenmezken, Laura tam bir teknoloji tutkunu. Laptop, ipad dahil her şeyi var ve her tür bilgiye internetten kolaylıkla erişiyor. Birbirlerinin tüm tuhaflıklarını kendi tuhaflıklarıyla sarıp sarmalayan alternatifsiz bir ikili olarak uyuyup uyanıyorlar her sabah.

-Filmi beğendin mi?
-Evet.
-Çok mu?
-Eh. Biraz çok.
-Yani?
-Üst üste pek çok iyi film izleyince biraz sönük kalmış olabilir aralarında. Çok daha iyi Jarmusch filmleri izlemişliğim de var öte yandan.
-Hani sade ve şiirsel diyordun ilk başlarda?
-Sade evet. Ama şiirsel demedim, gücünü şiirden alıyor dedim. İkisi çok farklı şeyler.
-Anlamak istemiyorum desem?
-Sana deli misin nesin derdim. Demek anlayabilecek durumdasın ama anlamamayı bir tercih olarak görüyorsun.
-Aynen canım.
-Canım?
-He canım.
-Bak şimdi sana ne soracağım: ” Bir balık olmayı mı tercih ederdin?”
-Anlayamadım.
-Tahmin etmiştim. Bir tercih olamayacağını da bilmiştim.

LOVING

tdkdgkc_6rr-iv9symb91fvept4_dc7ea50tydp8gnu3zbyqi4v_k42svw63xxilrcmjaqskzlu-6j5fbmncrz8tylijcg8w470-h313-nc

LOVING :

“Bu Tanrı’nın koyduğu kanun. Serçe için serçe, bülbül için bülbül yarattı. Bir sebepten ötürü farklılar.” Şerif Brooks

“Seni koruyabilirim.” Richard Perry Loving

“Biz kimseye zarar vermedik.” Richard Perry Loving

Sade bir açılışla yola koyulan ve başladığı gibi de sakin sakin ilerleyen, gücünü hikayesinden, gücünü bir adamın bir kadına duyduğu sevgiden alan “Loving”, bir yandan da sıradan hayatlar yaşayan bir çiftin Amerikan tarihine, dolayısıyla insanlık tarihine nasıl yön verdiğine tanıklık etmemizi sağlıyor. Erkek severse dağları deler demekten kendini alamayan ama hep kendi kendine kendini alamayan, tahripkar zihinlerde kapanması zor yaralar açmaya müsait olan film siyahi bir kadının beyaz bir erkeğe çekinik bir sesle hamile olduğunu söyledikten sonra, karşı tarafın tepkisini beklediği saniyelerle başlıyor. Bundan önce ne yaşanmışsa yaşanmış, biz sonrasına bakıyoruz. Erkeğin olumlu tepkisiyle beraber evlilik yoluna giren çift, Washington’a giderek nikahlarını kıydırabiliyorlar ancak. Çünkü Virginia’da ırklararası evlilik yasal değil ve böyle bir beraberlikten doğan çocuklar “piç” sayılıyorlar. Bu küçük ayrıntıyı çok sonradan öğrenen çiftimizse evlilikleri süresince dura kalka ama kısa aralıklarla üç piç yapmaya devam ederler miydi bu mevzuyu bilselerdi, tartışmaya açık olsa da, Richard, Washington’dan beraberlerinde getirdikleri ve çok güvendiği evlilik sözleşmesini -evlilik bir sözleşme ve öte yandan Virginia eyaletinin kabul etseydi eğer bu sözleşmeden sonra yaptıkları şeylere piç değil ürün adını vermek uygun düşecekti- yatak odalarının duvarına asıyor ilk iş olarak. Çiçeği burnunda çift, kendi evleri olana dek Mildred’ın ailesinin yanında kalırlarken, nikahtan beş hafta sonra, bir günün çok erken saatlerinde, şerif ve yardımcıları onları yatak odasından polis nezarethanesine taşıyorlar hem de çok büyük bir istek ve coşkuyla. Yan yana koğuşlarda geçirdikleri gecenin ardından, Richard salıveriliyor. Mildred’sa pazartesiye kadar nezarethanede tutuluyor. Şerif’in ırkçı söylemlerini dinleyen Richard sabaha kadar kamyonetin içinde karısını bekliyor bütün bir hafta sonu boyunca. Bir erkek için çok ağır şeyler bunlar. Karısının yanında küçük düşürülüyor. Kanuna ve onu temsilen karşısında duran kanun adamlarına karşı çaresiz bırakılıyor, karısını nezarethaneden çıkartmaya, kanunun karşısında durmaya ise gücü yetmiyor. Şerif ona yüksek perdeden, ders verir nitelikte bir nutuk atıyor. Mildred’ın karışık olup ne olduğunu bilmek istemeyen kanından dem vuruyor üstü kapalı; biraz kızılderili, biraz yerli, biraz zenci… Mildred’ın “ne olduğunu bilmek istemeyen kanı” depedüz onu ilgilendiriyormuş en çok, görmüş oluyoruz böylelikle. Ayrıca bu işin peşini bırakmayacağının sinyallerini de veriyor Şerif. Tekrar tutuklamakla tehdit ediyor onu ve karısını.

images-19

İyi bir avukatla, mevzuya sempati beslemeyen bir hakimin karşısına çıkıp suçluluk savunması yapıyorlar ki bir yıl hapis cezasına çarptırılmasınlar. Karşılığındaysa yirmi beş yıl boyunca beraber Virginia’da yaşayamamakla cezalandırılıyorlar. Bir çeşit zorunlu göç yaşamak ve çekmek zorunda bırakıldıkları ve kanunlar vatandaştan intikam alıyormuşçasına hareket ediyor. Tüm geçmişlerini, ailelerini geride bırakan çiftten Mildred on sekiz, Richard’sa yirmi dört yaşında henüz. Daha önce hiç görmediği ve özlemini çektiği şehir hayatının hiç de beklediği gibi olmadığını gören Mildred’ın gözüyle bakıyoruz yaşayacakları yere. Çöpleri karıştıran köpekler, balkonlardan sokaklara taşarak bira içip gevezelik eden siyahlar, belirgin bir düşkünlük hali, mahalledeki yegane yeşillik olaraksa bir ağacın dibinde biten kurumaya yüz tutmuş otlar… Richard inşaatlarda çalışarak nafakalarını çıkartsa da, özellikle Mildred hiç mutlu görünmüyor ve onu mutsuz gören Richard da mutsuz oluyor. Televizyonda bilmem hangi açıyla ay’a, uzaya füze gönderişini müjdeleyen ülkenin hallerinden, televizyon karşısına geçmiş ırklararası evlilik yaptığı için doğdukları topraklarına dönemeyen bir çift. İroni ancak böyle güzel ifade edilebilir kelimelere dökmeden. Doğum yaklaştıkça huzursuzluğu artan Mildred, Richard’ın ebe olan annesinin doğumunu yaptırtacağını düşündüğünü söylediğinde dayanamayıp evlerine gidiyorlar ve doğum ertesinde olanlar oluyor, gene yakalanıyorlar, gene hakim karşısına çıkartılıyorlar ve aynı iyi avukat son bir kereye mahsus olmak üzere kurtarıyor onları. Artık önlerinde yılları var toprak hasreti çekecekleri. Yaklaşık on yıla yakın bir zaman zarfında çiftin, üç çocukları oluyor toplamda ve hala aynı mahallede yaşıyorlar. Martin Luther King’in tarihi “I have a dream” konuşmasını yapmak üzere Lincoln Anıtı etrafında toplanan yüzbinlerin yürüyüşü ilham veriyor ve filmin ikinci yarısında Mildred’ın Bob Kennedy’e yazdığı mektubun değerlendirilmesi sayesinde onlar da kendi hayallerinin peşine düşüyorlar. Yüksek mahkeme tarafından itirazları kabul edilen çiftin davasına bakan ve hem genç hem de tecrübesiz olan iki avukat işin nereye varabileceğini çok iyi biliyorlar; zira bu davanın büyüklüğü Birleşik Devletler Anayasası’nı değiştirebilecek güce sahip olmasında yatıyor ve yüksek mahkeme her yıl, her dört yüz davadan birini önemseyip görüşüyor ancak. Bu dava içerik ve önem açısından tarihi bir olay haline geliyor. Öte yandan canlarına tak eden ve tekrar Virginia’ya dönen çift kuytu bir yerde hala daha yakalanıp hapse atılma korkusu içinde yaşıyorlar. Eller ay’a giderken…

Filmi anlat anlat bitmedi diyenleriniz varsa eğer zaten tanıdık ve çok bilinen bir hikaye olmasının ve daha önce konuyla ilgili bir de dökümanter filmin yapılmış olmasının etkisi de olabilir üzerimde. En azından ben böyle tuhaf bir his içerisindeyim ve filmi neredeyse saniye saniye anlatmaktan “çok” zor tutuyorum kendimi. İsterseniz bir de Time ‘dan gelen fotoğrafçı Grey Villet’in Loving çiftinin ve çocuklarının çok özel anılarını fotoğraflarıyla ölümsüzleştirdiği anların nasıl doğduğundan bahsedeyim. İster misiniz? Hayır, bahsetmeyeyim. Bence oturup ’78 doğumlu, altı filmlik enteresan bir filmografiye sahip, aynı zamanda Loving’in senaryo yazarı olan yönetmen Jeff Nichols imzalı filmi izleyin. Oyunculuklardan Mildred’ı canlandıran Ruth Negga’nın ismi filmin kazandığı tek adaylıkla Oscar’larda temsil hakkını kazanmış olsa da, Exodus’da Ramses’i canlandıran Avustralya doğumlu oyuncu Joel Edgerton’ı da şahsen ben çok beğendim. Köylülüğünü ve çaresizliğini asaletle taşıyan, sakin mizaçlı, az konuşan, kameralar karşısında hiç konuşmayan, içine kapanık, bir kadını çok seven ve sevmekten de hiç vazgeçmeyen, beyaz olmakla beraber siyahların arasında huzuru bulan ve onlarla kaynaşan, sevdiğini sahiplenen ve avukat Cohen yüksek mahkemeye çıkmayı reddeden Richard’a senin adına orada ne söyleyeyim dediğinde “hakime karımı sevdiğimi söyle” diyen Richard Perry Loving rolünde sapsarı saçları ve yumuk gözleriyle ve tüm dünyaya karşı durmaktan yorgun düşmüş olsa da, seni koruyabilirim derkenki haliyle bir adamın kendi iç dünyasında çektiği sıkıntıları ve hissettirmemeye çalıştığı yetersizliklerini olanca naifliğiyle aktarmayı başarıyor izleyiciye. Sevgi nedir, sevmek nedir, seven insan nasıl olur sorularının bütün cevapları Richard karakterinde cevap buluyor sanki. Ona söz verdiği evi kendi elleriyle yaptıktan sonra, içerisinde çok da uzun süre oturamadan, sarhoş bir sürücünün çarpması sonucu çok genç yaşta hayata veda ediyor. Mildred ömrünün sonuna kadar bu evde, bir daha evlenmeden oturuyor. Ölmesine yakın bir tarihte -2008- verdiği bir röportajda onu özlediğinden ve kendisini hep koruduğundan bahsediyor. En önemlisi ise Loving v. Virginia adı verilen karar anayasaya aykırı bulunarak evlilikte ırk yasağını kaldırtmış olup, evliliğin doğuştan gelen temel bir hak olduğunu kabul etmiştir. Bizler de endüstrileşmiş bir sektör vasıtasıyla bizim olmayan bir tarih hakkında fikir sahibi olmuşuzdur. Kendi ülkemizde sanata verdiğimiz önem sayesinde kendi tarihimizi tanıtmamız ve hatırlamamız ve dünyaya izletmemizse olanaksızdır şu koşullar altında.

the-loving

lying-on-couch

images-10

ruth-negga-loving-photocall-at-cannes-film-festival-5-16-2016-4

SILENCE : SESSİZLİK

images-6

SILENCE : SESSİZLİK

“Dağlar ve nehirler yerinden oynatılabilir ama insanın doğası değiştirilemez.” Bir Japon atasözü

“Zayıf bir adamın fiyatı ne kadar ki, özellikle böyle bir dünyada?” Kichijiro

“Bataklıkta hiçbir şey büyümez. Japonya büyük bir ülke. Bana değil, Japonya bataklığına mağlup olacaksınız.” Ioume

“Bizim kendi dinimiz var peder. Bunu farketmemiş olmanız çok yazık. Budha’mızın sadece bir insan ve bir kul olduğunu mu düşünüyorsunuz?” Çevirmen

“Senin Tanrı’ya seslenmen gibi, onlar da yardım için sana sesleniyorlar. Sessizsin ama böyle olması gerekmiyor.” Ferreira

Film başladığı gibi bitiyor. Sessizliğin ardından ve içinden doğarak yükselen cırcır böceklerinin sesleri, kuş cıvıltıları, akmakta olan nehrin şırıltısıyla. Doğanın içinde ve içinden doğarak gelen hikaye, yine ona dönüşle son buluyor. Bunun, yetmiş dört yaşındaki yönetmen Martin Scorsese’nin olgunluk eseri olarak hafızalarda kalacak filmi olduğuysa hem senaryosuyla hem de her karesiyle kendini belli ediyor. Tecrübenin yabana atılamayacağını görmüş oluyoruz uzuun uzuun; çünkü filmin süresi tam 161 dakika ve bu süre bir film için bir hayli uzun. Ama açık bir zihinle izlendiği takdirde, kişiye çok şeyler katabilecek, çok çeşitli okumalara gebe, bataklıkta açan çiçeklerin bir bir solduğu uzak bir coğrafyadan ve kayıp bir yüzyıldan seslenen, ehil ellerin hikmetli ellerinden çıkma, tarihi olmakla birlikte aynı zamanda senenin en taze filmlerinden biri var karşımızda. Kitabıyla aynı adlı filmin uyarlandığı romanın yazarı olan Shusaku Endo’nun en çok bilinen ve ses getiren, Tanizaki ödüllü romanı imiş Sessizlik, bu vesileyle tanışıyoruz kendisiyle ve eserleriyle. Güzel Türkçemize çevrilmiş bir romanı ise şimdilik yok -derken bir arkadaşımın “var” sözü üzerine kıvırıyorum bir güzel. Sessizlik güzel Türkçemize çevrilmiş bile ben uyurken-. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan “Üçüncü Jenerasyon” akımı üyelerinden biri olan Endo, on bir yaşında iken annesinin tesiriyle Roma Katolik Kilisesi tarafından vaftiz edilmiş. Bir yandan romancılık kariyerini sürdürürken, diğer yandan tebürküloz dahil türlü hastalıklarla mücadele eden yazarın eserlerinde görülen tek tema Hıristiyanlık inancı olunca, Japon Katolik yazar olarak anılmaya başlanmış. Eserleri Graham Greene ile karşılaştırılan Endo’dan, Greene, yaşayan en iyi yazarlardan biri olarak bahsetmiş zamanında. 1994 Nobel edebiyat ödülünü Kenzaburo Oe’ye kaptıran yazar 1966 yılında hayata gözlerini yummuş yazık ki. Scorsese’nin yayın haklarını satın aldığı romanın büyütülüp hayata geçirilmesi ise yirmi altı yıllık bir süreci kapsıyor ve çekimlerin tamamı Tayvan’da gerçekleştirilmiş. Sektörün en iyi görüntü yönetmenlerinden ve başarılı filmografisiyle tanınan Mexico City doğumlu Rodrigo Prieto harika bir iş çıkarmış öte yandan. Filmin tek Oscar adaylığı bu daldaki adaylığıyla gelmiş, bu da senenin haksızlığı olmuş kanımca.

images-3

images-2
Rahip Garupe ve Rahip Rodrigues

Film; sessizliğin doğanın seslerine, karanlığınsa sislerin ardından görünen kesilmiş başların biblo gibi durduğu bir dağ manzarasına dönüştüğü sahneyle açılıyor. Liam Neeson’ın canlandırdığı Rahip Ferreira 17. yy Japonya’sından sesleniyor yazmış olduğu mektubu aracılığıyla. Ülkede Hıristiyanların barınabilecekleri yerin azlığından şikayet ediyor. Bir zamanlar aydın bir ülke olan Japonya’nın, şimdiki kadar karanlık olabileceğini hiç tahmin etmediğinden yakınıyor ilerleyen satırlarda. Nagasaki hükumeti tarafından yakalanan dört keşiş Tanrı’yı terk edip, müjdelerinden vazgeçsinler diye akıl almaz işkencelere maruz bırakılıyorlar çermiklerde. Dante’nin Cehennem bölümünden bir sahne sanki canlandırılan. Asılmış vaziyetteki keşişlerin yüzlerine ve vücutlarına delikli kutulardan akıtılan kaynar sular hem işkencenin süresini uzatıyor hem de sıçrayan her bir su damlası yanan kömür gibi kızartıp yakıyor bedenlerini. İşte böyle bir ortamdan çıkıp gelen bir mektubun başka başka ellerde dönüp dolaştıktan sonra Portekiz’e ulaşmasının ardından Peder Valignano’ya karşı üstat bildikleri Ferreira’yı savunan genç rahipler, Rodrigues ve Garupe Japonya’ya gidip dininden döndüğü söylenen ve Tanrı’nın varlığını toplum içinde inkar edip inancından vazgeçtiği söylenen, Japonya’da bir Japon olarak yaşamını sürdüren Ferreira’yı bulup aklamak üzere tekneyle Japonya’ya gitmek üzere yola çıkıyorlar. Bu iki kişilik ordunun amacıysa rahibin üzerindeki laneti kaldırmak ve ruhunu kurtarmak. Beraberinde götürdükleri bir bavulları dahi yok. İdealist ruhlar, kalpleri ve niyetleriyle çıkıyorlar yola.

kichijiro
Kichijiro
pdc_silence7
Inoue

Engizisyon başkanı Inoue kadar ilginç bir karakter olan Kichijiro rahiplerin ilk tanıştıkları Japon olması açısından çok büyük öneme sahip ve bu rolde Japon aktör Yosuke Kubozuka, zapzayıf bedenini taşıyan çıtırık bacaklarıyla iki ayağının üzerinde durmaya çalışan yeni doğmuş bir tayı anımsatıyor, yelesi yerinde kuzguni saçları var. Leş gibi kokan, uyuz gibi kaşınan, az bir kumaş parçasının örttüğü bedeninde kemikleri sayılan, sadakatsiz, prensipsiz, gurur ve etikten habersiz, dengesiz, inkardan beslenen, evine dönmek istemeyen, zaten bir evi ve ailesi de kalmamış, “Hıristiyanlar ölüyor ben Hıristiyan değilim” diye işin içinden çıksa da, defalarca dininden dönüp defalarca günah çıkartan, yoklukta rahiplerin hayatlarını havale ettikleri ama hayatına girdi mi çıkmak bilmeyen, biraz yılışık, hayatta hep itilip kakılmış ama acı çekmekten ve ölmekten de çok korkan ve bu korkusundan dinine en kolay yoldan ihanet ederek kurtulan, enteresan bir kompozisyon çiziyor göründüğü her karede. Coğrafyaya yakıştıklarından mıdır nedir, yardımcı rollerdeki bütün Japon oyuncular harikalar yaratıyorlar. Kichijiro karakteri bu film için neyse ve ne kadar önemlise, yönetmenin New York Çeteleri’ndeki Daniel Day Lewis’in canlandırdığı Kasap Bill de o benim gözümde. -Efsaneler ölmez, şekil değiştirirler.- Bir filmin olmazsa olmazlarıdırlar.

Kichijiro tarafından ihanete uğrayacaklarını bildikleri halde çıktıkları yolda onları ilk karşılayıp kucaklayan, ruhlarını besledikleri için akşam yemeklerini onlara veren saf köy halkı oluyor. Saklanarak yaşayan bir halk var karşılarında. İnançlarını, sevgilerini bir yük yapmış taşıyorlar sırtlarında. Yüzlerinde ise bir maske. Andrew Garfield’ın canlandırdığı Rodrigues onların neden bu kadar çok acı çekmek zorunda kaldığını soruyor kendi kendine. Öte yandan gündüz kulübelerinde karanlıkta saklanarak yaşayan rahipler, geceleri yeraltında yaptıkları ayinlerde sessizce ve Latince dualar etmekten, köy halkının ruhlarının açıklarını paylaşmaktan, Hıristiyanlığın getirdiği sevgi ve haysiyeti kazandıklarını görmekten büyük bir haz duyuyorlar. Rodrigues bu yaşadıklarının hayatını anlamlı kıldığını düşünüyor. İlk defa hayvanlar gibi değil de, Tanrı’nın kulu gibi davranılan halka, bu zamana dek çekmiş oldukları acıların hiçlikle değil, kurtuluş ile sonlanacağı sözü verilmil olsa da, filmin ilerleyen dakikalarında bu vaadin gerçekleşmediğini görüyoruz. Bu dünyada mükafatlandırılabilineceğini düşünen ve hep fakir kalmış, ezilmiş köylü için umudun pırıltıları, akabinde yaşanan şiddet dolu dakikalarla siliniveriyor bir anda. Çünkü Hıristiyanlığın yasadışı kabul edildiği bu topraklarda er ya da geç deşifre oluyorlar. Yakalanan ve işkenceye maruz kalan köylüleri gözyaşları içinde uzaktan izleyen rahip için sorgulama aşaması başlıyor yavaş yavaş. Tanrı insanları test etmek için imtihan ederken, imtihanın neden bu kadar zor olduğunu, neden kendi kalbine baktığında onlara verdiği cevapların bu kadar zayıf göründüğünü soruyor. Kichijiro testi geçip işkence çekmeden ölmekten kurtulurken, diğer üç adam dalgalar ve tuzla imtihan oluyorlar. Tüm bu yaşananları uzaktan izleyen köylüler Tanrı’nın sessizliğine benzer bir sessizlik içinde ama saygıyla izliyorlar olan biteni. Rahip Rodrigues’se bunca acıya katlanan bu insanlara Tanrı’nın sessizliğini nasıl açıklayabileceğini düşünüyor keder içinde. Rahip Garupe ise bu insanların kendileri yüzünden ölümünü izlerken, kendi kaçışlarını içine sindiremiyor bir türlü.

downloadfile

images-5

downloadfile-1

Filmin ikinci yarısından itibaren Kichijiro tarafından İsa’nın onu otuz gümüş karşılığında Yahudilere satan havarisi Yahuda’nınkine benzer bir ihanetle Rodrigues’i Nagasaki yönetimine ispiyonluyor. Rodrigues’in kendi imtihanını ve akibetini izliyoruz bundan böyle. Hapsedildiği tahta bir kafesten Japon Hıristiyanlara yapılan işkenceyi dinlemek zorunda bırakılıyor. Bundan önce ara ara gördüğümüz engizisyoncu Inoue önemli bir yer teşkil etmeye başlıyor ve bu yaşananları Japonlar açısından değerlendirmemizi sağlıyor. Dört güzel karısı olan bir adamın hikayesini anlatıyor Inoue. Hepsi birbirini kıskanınca huzuru kaçan adam, dördünü de uzaklaştırıyor kendinden ve kaçırdığı huzuru tekrar yakalıyor. Bu hikayeyi Japonya’ya uyarladığında, dört güzel kadın olarak İspanya, Hollanda, Portekiz ve İngiltere’nin üstün gelmek adına sarayı yıktıklarını söylüyor. Bu yüzden Hıristiyanlığı kabul etmememiz gerekiyor diyor. Bundan sonra filmin en can alıcı ve akılcı diyaloglarına şahit oluyoruz Inoue ve Rodrigues arasında geçen. Neticedeyse dinlerini bir lanet değil, tehlike olarak gördüğünü itiraf ediyor. Bu noktadan bakıldığında iki tarafın da kendince haklı olduğunu görüyoruz. Misyonerler fersah fersah uzaktaki ülkelerinden geldikleri Japonya’da kaleyi içerden, iyilikle fethetmeye çalışırlarken, Japonlar hiç büyüklük taslamadan, özlerini bozup huzurlarını kaçıracak olan dinden öte onun temsilcilerine şüpheyle bakıp, kendi içlerinden Hıristiyanlığı seçen halkı asimile etmek için en ağır ve en yaratıcı işkence metotlarını kullanıyorlar. Sağ kalan misyonerleri de Japonlaştırıyorlar ellerinden geldiğince. Mezara giresiye kadar peşlerini bırakmıyorlar. Ondan sonrasını tek bilense Allah. Her zamanki gibi bu uğurda en çok acı çekenler zaten doğuştan fakir olan halk oluyor. Ölmek daha iyi, cennet buradan çok daha iyi, kimse aç ya da hasta değil orada, vergi ve ağır işler de yok diyen esir bir Japon Hıristiyan kızın sözlerine hak vermemek elde değil, yaşadıkları sefalete tanık oldukça. Öte yandan tüm gerçekliğiyle dönem ve bölge insanlarının ortak yazgısını sinemaya uyarlamayı başarmış, çok başarılı atmosfer, karakter ve kompozisyonlar yaratmalar ustası Scorsese imzalı senenin en iyi filmlerinden biri çıkıp gelmiş bulunuyor karşımıza. Bize düşense izlemekti hiç yorulmadan. Kadim uygarlıkların ve dinlerin gizli kalmış aşamalarını çok bilemesek de, değiştirilemez insan doğası üzerine çok şey söyleyen bir film var karşınızda, inancınızdan öte size sizi sorgulatacak olan.

downloadfile

images-7

 

MANCHESTER BY THE SEA

images-1

MANCHESTER BY THE SEA :

“Baba biz yanıyor muyuz?”

“Ben yedek plandım.” Lee

İzlenecek iyi film yok, dizi izlerim daha iyi dediğim günler, mazide kaldılar nihayet. Oscar yarışında adı birden çok dalda defalarca geçen filmler bir bir vizyona girdikçe ya da malum ortamlara düştükçe çıtanın ne kadar yüksek olduğunu görmüş olmaktan büyük mutluluk duydum bir seyirci olarak. Neden mi? Çünkü iyi film izlemiş oluyorum bahaneyle. Çünkü bir film benim kriterlerime göre vasat ya da vasatın altındaysa eğer, bunu anlar anlamaz izlemeyi bırakıyorum ve adını bile anmıyorum. Değersizliğe övgü düzecek halim yok. Kriterlerime gelince tek bir kriterim var; o da filmin “iyi” olması. Görüyorsunuz karşınızda sadece iyi film izlemek isteyen biri var. Kriteri çok yok, bir’az var. Sizden bilimkurgu sipariş etmiyor kişi, suç filmi olsun diye de diretmiyor. Büyük bütçeli, şu bu oyunculu, o bu konulu gibi dayatmaları da yok. Sadece iyi olsun istiyor ve bence çok şey istemiyor. Ve de konzervatif olmamak zorunda, çünkü sanatta tutuculuk yoksunluk krizi çeken bir maymuna çeviriyor eseri. Gidip en yakın hayvanat bahçesindeki maymunları izleseniz daha iyi, hiç olmazsa onlar olduğu gibi. Manchester by the Sea ise bu kriterlere bir hayli uyuyor ve hayatınızdan çalmış olduğu iki saat on yedi dakikanın hakkını verdiği gibi, sizi hayvanat bahçesine gitmekten alıkoyuyor tüm asaleti ve gösterişsizliğiyle-hayvanat bahçesine gitmeyin demiyorum ayrıca, ona da gidin bu filmi de izleyin, sözlerimi ciddiye alıyorsanız eğer. Bu kişisel bir blog neticede, istediğimi yazma özgürlüğüm var. Şimdilik. Ben de dilimden geleni yazacağım dilediğimce. Sonrası… Sonrası Allah kerim-. Gösterişsiz demişim az önce bir cümle içinde, evet öyle, çünkü suistimallere fazlasıyla açık olabilecek bir konu ve buna bağlı olarak overrated/Meryı Streep/çok abartılmış-müracaat Trump-oyunculuklar da tercih edilebilirdi-seyirciye vaat ettiği bol gözyaşı ise cabası. Oysa ki alabildiğine serinkanlı performanslar var önümüzde ve de düz bir hikaye. Biz olsak filmi biter dizisi başlar misali, bin bölüm bin sene haftada iki saatten oynatır izleyiciyi de bir güzel çileden çıkartırdık elimizde bunca malzeme, dilediğimiz her şekilde. Sonra da adına kader der geçerdik yaşananların. Film boyuncaysa kader olgusu, mukadderat denilen büyük kuvvetin istekleri pek fazla anılmıyor. Mahzun, durgun ve yorgun bir adam var sadece. İçiyor, susuyor ve düşünüyor.

images-5

Altın Küreler’de Meryl Streep’in yapmış olduğu bol dokundurmalı konuşmadan anlaşılacağı üzere, bir zamanlar Beyaz Saray’la çizgileri aynı olan ve ısmarlama filmlere ödüller dağıtan Akademi’nin bu sene özellikle insaflı davranacağını umuyor ve on dört adaylığı bulunan La La Land’in yanısıra Moonligt başta olmak üzere birbirinden önemli filmlere hak ettiği değeri teslim edeceğini tahmin ediyorum oturduğum yerden. Ve bileğinin hakkıyla almış olduğu altı Oscar adaylığıyla Manchester by the Sea’nin de öyle kolay kolay es geçilemeyeceğini anlamış bulunuyorum. Voltran’dansa senenin Kutsal Üçlüsü belirlenmiş oluyor böylelikle. Senaryosu ve karakterleriyle ön plana çıkan, ekseninde çok büyük bir trajedinin yaşandığı dram ağırlıklı filmin kimi anlarında, önüne geçemeyeceğiniz bir gülümseme yerleşecektir yüzünüze. Hayatın doğal akışındaki küçük detaylar gülümsetiyor tam da bu anlarda insanı. Bir trajedi, bir kayıp, yok olmaya yüz tutmuş bir ailenin son ve en genç bireyinin ortada kalmasının akabinde ne yapacağı sorunsalı ve cenaze merasimi planlanırken yaşananlar yer yer mizahi bir dille bazen beden diliyle bazen de sözlerle aktarılıyor izleyiciye. Aksi takdirde yaşananların ağırlığına katlanamaz ve trajik olaydan sonra Lee’nin tepkisine benzer bir tepki verme hissiyle duramazdık durduğumuz yerde.

downloadfile

Filmin ilk sahnesinde balıkçı teknesiyle açılmışlarken, Lee, henüz daha küçük bir çocuk olan Patrick’e soruyor “eğer bir adaya yanında sadece bir kişiyi götürme hakkın olsa ve onun en iyisi olduğunu bilsen, hayatta kalmayı bilen ve dünyayı daha iyi bir yer yapacak olan ve aynı zamanda seni de mutlu edecek biri olarak beni mi yoksa babanı mı seçerdin?” diye. Patrick seçme şansı varken ve babası halen hayattayken elbette babasını seçiyor. Ne Patrick ne Lee ne de abisi bilmiyorlar ki, bir gün gelecek ve Patrick için tek alternatif Lee kalacak geriye, hem de tüm isteksizliğiyle… Günümüze döndüğümüzde ise Lee’nin balıkçılıktan çok farklı bir iş yaptığına şahit oluyoruz. Dört apartmanın birden kapıcılığını yapıyor. Daire sakinlerinin ipe sapa gelmez dertlerini dinliyor, onlara dert anlatıyor, yol gösteriyor, aynı zamanda binaların elektrik ve tesisat işlerine koşuyor, çöplerini döküyor, kapının önündeki birikmiş karları kürüyor. Tuvaleti tıkananlar, ona aşık olanlar, sıkıntıdan çıldırmış ev kadınları musallat oluyorlar ara ara. O ise aldığı bahşişe, yaptığı işe bakıyor. Yakışıklı ve genç bir adam aslında ve sadece tamirat için gittiği dairelerde değil, gitmiş olduğu bir barda bile onunla konuşmak isteyen bir kız çıkabiliyor hemen yanında. Lee ise önündeki biraya bakıyor ve karşısındaki beyaz yakalılara düşmanlık beslemekle fazlasıyla meşgul olduğundan, yanındaki kızdansa az sonra çıkaracağı kavgaya, dağıtacağı suratlara odaklı en fazla. İşvereni onun güvenilir olması ve iyi iş yapmasının yanısıra kaba saba olduğunu, dost canlısı olmadığını söylüyor yüzüne. Günaydın bile demeyen Lee, bir bodrum katında tek odalı bir evde tek başına yaşıyor. Bir gün çalan telefonuyla, bir buçuk saat uzaklıktaki Manchester’a gitmek üzere yola çıkıyor. Hastaneden aranıyor Lee ve uzun zamandır kalp hastası olan abisi son anlarını yaşamakta. Trafik sıkıştığından, onun son anlarına yetişemiyor. Morgda vedalaştıktan sonra, okulun hokey takımında oynayan Patrick’in yanına gidiyor haberi vermek için. Amca yeğen bir başlarına kalıyorlar. Lee bir yandan cenaze ayarlamalarını yaparken, diğer yandan motoru bozuk tekneyle ne yapacağını düşünüyor kara kara. Patrick’in vasisi olarak atanıyor. Üstelik oldukça hevessiz ve bir şekilde ve her şekilde sorumluluktan kaçtığını görüyoruz. Film boyunca Patrick’e bir yuva bulmak peşinde çabalayıp duruyor Lee. Kanından ona kalan tek kişi ve biricik abisinin de tek mirası. Çocuksa onunla beraber gitmek istemiyor çünkü burada bir düzeni var. Okulu, arkadaşları, birbirinden habersiz iki kız arkadaşı, babasından yadigar motoru bozuk teknesi, oynadığı iki spor takımı ve gitaristi olduğu da amatör bir müzik grubu var. Kapıcılıkla geçimini sağlayan amcası için vazgeçilmez bir şey olmadığını düşünüyor Quincy’de bulunmanın. Oysa ki Manchester’daki fısıltıların içinde çok önemli bir yeri var Lee’nin. Ona iş verilmemesinin, efsane kabul edilmesinin de bir nedeni var.

images-6

Lee ile ilk tanıştığımız andan itibaren insanlara yadırgatıcı gelen tepkileri oluyor. Küfür edebiliyor en olmadık yerde, içince olay çıkarıp yumruk sallıyor, kafa atıyor, sanki olay çıkarmak için içiyor, dayak yiyinceyse sakinleşiyor. Acısı ona hayatın gerçeklerini unutturuyor bir süreliğine; aynı zamanda nereye giderse gitsin taşımak zorunda olduğu geçmişini de. İçine kapanık, canı istemediği takdirde canının istemediğine tek kelime etmiyor, kimseye nezaket gereği jest yapmıyor, ondan hoşlandığını bildiği halde daire sahibi kadının verdiği bahşişi hiç önemsemeden alıyor. İstemediği bir şey, beğenmediği birisi ya da onaylamadığı bir olay olduğunda hemen o kişinin yüzüne söyleyiveriyor. Çok kolay hayır diyebiliyor insanlara. İnsan sosyal bir varlık ve Lee kendini insanların ne düşündüğünden bu kadar soyutlamış yaşarken, yaşadıklarından geriye kalan yaşayan bir “ölü” adam olduğu düşüncesi yerleşiyor zihinlerde.

kinopoisk.ru

Flashback’lerin Lee’nin anıları vasıtasıyla kullanımı ise hem senaryonun hem de rejinin başarısı. İlk başlarda yadırgatıcı ve bir parça anlaşılmaz görünse de, filme anlam katan en önemli unsur oluyor zamanla. Kyle Chandler’ın canlandırdığı abiyle morg haricinde tanışmamız mümkün olamayacak çünkü başka türlü, çocuklarla da, Lee’nin babasıyla da. Sanki yaşıyorlarmış hissi uyandırıyorlar izlerken. Filmi özel kılan bir başka unsursa, Lee’nin travmasının nedenini seyirciye açan sahnenin sona saklanmayışı. Bu durum filmin ikinci yarısını sıkıcı kılmıyor elbette ve bütünlüğünü de bozmuyor. Filmi yarıladığımızda neler olduğunu öğreniyoruz ve bakış açımız değişiyor ister istemez. Lee’nin açısındansa değişen bir şey yok. O her zamanki solgun, renksiz ve gülmeyen yüzüyle dolaşıyor, hep düşünceli, hep mutsuz, zor taşıyor sanki nazik gövdesini. Eski eşi Randi’nin tekrar hamile kaldığını öğrendiğinde, dinlemeye tahammül edemiyor daha fazla, hemen bir bahane bulup telefonu kapatıyor yüzüne. Randi ise olaydan sonra ağzına geleni söylemiş olsa da, günah çıkartıyor Lee’nin karşısında ve seni seviyorum diyor. Ortak bir geçmişleri var ve filmin en acıtan tarafı da bu oluyor; sevgileri bitmeden, onu tüketemeden ayrılmış olduklarını anlıyoruz. Ama böyle bir olaydan sonra geri dönüş mümkün görünmüyor, özellikle de Lee açısından. Film boyunca büyük bir başarıyla verilen ve benim de takipten yorulduğum bir başka unsur da, Patrick’le ne yapacağına dair sil baştan yazdığı senaryolar. Önce beraberinde götürmeye karar veriyor. sonra orada kalmaya. İş bulamayınca tekrar gitmeye karar veriyor ve en nihayet on sekiz yaşına kadar vasisi olabilsinler diye evlatlık veriyor aile dostları olan ve düzenli bir hayat yaşayan Charles ve eşine. Lee nihai kararını verdiğinde ise bir oh çekiyoruz, omuzlarındaki yük kalkınca, hafifliyoruz bizde ister istemez. Ben o adam değilim derken aslında hiçbir zaman sorumluluk almaya meyilli olmadığını en az onun kadar bilsek bile olan olmuş bir kere. Mümkün olsa o anları değiştirebilmek için neler yapardı kim bilir ama sil deyince silmek olmuyor, kovmakla da kötü hatıralar gitmiyor. Herkes kendi filminde başrol oynuyor bir şekilde.

Kenneth Lonergan benim ilk kez müşerref olduğum bir yönetmen ve bu size şunu düşündürtecektir eminim: ”Nasıl bilmez?” cevap veriyorum: ”Bilmem bilmem.” Apartmanımdaki tüm komşuları da tanımıyorum. Gene cevap veriyorum, bu defasında sormanıza fırsat vermeden:”Tanımam tanımam.” Önemli olan bundan sonra bilecek olmam filmin yönetmeni ve ayrıca oyun yazarı ve senarist olan Lonergan’ı. Bir aktörün başına gelebilecek en iyi rollerden biri olarak gördüğüm Lee Chandler rolündeki Casey Affleck içinse Oscar kaçınılmaz olabilir, en yakın takipçisi ise Ryan Gosling. Affleck dışındaki tüm oyunculuklar da yerli yerinde. Ufak tefek sürprizler ki bunların başında çok Hıristiyan rolünde bir görünüp bir kaybolan Matthew Broderick sürpriz oldu gerçekten de. Söylenenlere bakılırsa proje aşamasında yönetmen koltuğuna oturmayı düşünmüş olan Matt Damon’ın ismine yapımcılardan biri olarak rastlıyoruz ve bir şekilde Affleck kardeşlerle yaptıkları işler yarıyor hepsine. Öyle ya da böyle iyi ki ”Manchester by the Sea” tam da bu kadroyla ortaya çıkmış diyor, yazımı bitiriyorum ben de.

images-3

MOONLIGHT

hqdefault
little,Chiron,Black

MOONLIGHT :

“Bir noktada kim olduğuna kendin karar vermek zorundasın. Bu kararı senin için kimsenin vermesine izin veremezsin.” Juan

“Çocukken senin gibiydim.Bir keresinde yaşlı bir kadının yanından koşarak geçiyordum. Kadın aniden yoluma çıktı. Beni durdurdu. Dedi ki, etrafta koşarsan, düşersin. Düşersen de her yerin mavi mor olur. Sen mavi misin? Ben sana böyle diyeceğim. Mavi.” Juan

“Ne olduğunu tek sen bilebilirsin.” Teresa

Çook iyi bir film Moonlight. Bu cümlenin üzerine kurduğum her cümlenin, yaptığım her yorumun bundan böyle evrende bir fazlalık olacağını bile bile yazıyorum bu satırları. Senenin en derin, en hüzünlü, yorucu ve melankolik hikayesi ile karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor bu muazzam hikaye. Israrla ve de üzerine basa basa hikaye dememin sebebi de senaryonun orjinalinin 1980 doğumlu yazarı Tarell Alvin McCraney’nin otobiyografik özellikler taşıyan bir hikayesinden uyarlanmış olmasından kaynaklı. Film bu vesileyle olsa gerek oldukça idareli, ölçülü ve akılcı bir şekilde planlanmış. Bir romanın bölümlerini okuyoruz sanki izlerken. Aynı karakterin üç farklı evresinden hiçbirine daha büyük ayrıcalık, daha fazla alan tanınmamış. Hiçbirisi ne oyunculuk ne de önem açısından bir sıralamaya tabi tutulacak gibi değil. Her karakter kendi derin hüznünü yaşamış ve yaşatmakta bir yandan da. Çocukluk, ilk gençlik ve yetişkinlik dönemlerini kapsayan bu üç farklı evre arasındaki geçişlerse hiç hissettirmeden ve yadırgatmadan aktarılıyor izleyiciye. Bu ve daha da bir sürü dokunaklı anlarıyla Moonlight silindir gibi ezip geçiyor insanı. İyi ki izlemişim dediklerimden. Bana çok şey katanlardan. Anlam ifade edenlerden.

mahershala-ali-hd-image-still-moonlight
Juan
images-4
Black

Uyuşturucu satıcısı Juan’la açılıyor film. Ağzından mıknatısla laf alabildiği küçük, siyah çocuğu evine getiriyor. Çocuksa onu kovalayan çocukların şiddetinden zar zor kaçarak sığındığı metruk bir eve hapsediyor kendini. Çocuklar ellerine geçeni yıkık dökük evin camlarına fırlatırlarken, o ise sinmiş olduğu köşesinde kurtarılmayı ummazken, kapıyı kırarak içeri giren Juan’ı o andan itibaren hayatının merkezi ve kurtarıcısı olarak görüyor. Çünkü babasız, çünkü çaresiz, onun farklılığını bilen akranları ya da daha büyük çocuklarca her fırsatta eziliyor. Yürüyüşü, giyinişi, hal ve hareketleri onu ele veriyor ne yaparsa yapsın. Çünkü biliyorlar ki o farklı. Kendisiyse bunun farkında değil. Zaten evde ara ara yoksunluk krizleri geçiren bağımlı bir annesi var ve böyle anlarda öz oğlunu paramparça ettiğini düşünmeden, ağzına geleni söyleyebiliyor. Eve geldiğinde yabancı ve sevimsiz adamlarca karşılanıyor. Kimi zamansa kafası bir dünya annesi onu pervasızca evden kovalıyor, annesi erkekleri rahat rahat eve alabilsin diye. Bunu da uyuşturucu parası için yapıyor. Çocuk bir gün eve geliyor ki, televizyon gitmiş. Ocakta kaynattığı koca kova kaynar suyu küvete dökmek için taşırken o kadar küçük görünüyor ki insana. Bir başına yıkanıyor küvetin içinde beyaz köpüklerin içinde. Televizyonda gittiğinden tek bir ses yok evde. Etrafında onunla konuşan bir büyük yok, yol gösteren de; hal böyle olunca Juan gökten inmiş bir melek, bir baba figürü oluyor çocuğun gözünde ve hayatı boyunca yakalayabildiği nadide fırsatlardan birine dönüşüveriyor karşılaştıkları ilk andan itibaren. Konuşmayı sevmeyen çocuk, can kulağıyla dinliyor onu. Zamanı geldiğinde ne olacağına ışık tutan onun sözleri oluyor ve kendi seçimlerini yaşıyor bir yerde ilerde. Babasını bilmediğinden, babası yerine koyduğu Juan’a dönüşüyor hayatta. Gel zamaan git zamaan…

moonlight-mahershala-ali-barry-jenkins-awards-season-gotham-news-jpg-644x761_q100

Küçüklüğünden itibaren farklı bir çocuk Chiron(Şaron okuyunuz). Konuşmayı değil, dans etmeyi ve yemek yemeyi seviyor. Oğlanlarla oynasa da, bir süre sonra sıkılıyor yanlarında durmaktan, anlamsız şeyler peşinde gün boyu koşuşturup durmaktan. Kimseye üstünlük taslamıyor, kaba kuvvete başvurmuyor, sürüye katılmıyor, hal böyle olunca da günah keçisine dönüşüyor. Aynı mahallenin çocukları olan itici veletler de onunla beraber büyüyorlar bir yandan. Tek ve en yakın arkadaşı olan ve ona Black lakabını takan Kevin’la olan yakınlığı, çok farklı boyutlara taşınıyor zamanla. Chiron’un hayatından önemli kesitlerin aktarıldığı her dönemde bir şekilde var oluyor Kevin uzak ya da yakın. Tıpkı ihtiyacı varken onu sevmesini bilemeyen, en sonunda da her şeyi mahvettiğini kabul eden annesi gibi. Chiron iyi ve yufka yürekli bir çocuktan, öyle de bir adama dönüştüğünden annesini affedebiliyor ama film boyunca en çok sorguladığım şeylerden biri oluyor benim de, herkesin anne olup olamayacağı, dolayısıyla biyolojik olarak ebeveyn olmanın kimi zaman bir anlam ifade etmeyişi. Kan bağı sorunları çözmüyor burada olduğu gibi, daha büyük sorunlar yumağını getiriyor beraberinde kimi zaman, sadece daha kolay affediyorsun kendi kanından olanı ve tek tesellin oluyor bu. Henüz küçüklüğünde daha annemden nefret ediyorum derken, bu hali değiştirmek mümkün olmadığından günlerini kendilerini adamdan sayan zorba piçlerin tacizlerine karşı çaresizce durmaya çalışarak geçiriyor. Kendini savunmasını bilmiyor ve bu ona hiç öğretilmemiş. Zaten tabiatından kaynaklı bunun aksine izin vermemiş özel durumu da var. Filmde üç kişinin ona dokunmasına izin veriyor sadece. Biri ona yüzmeyi öğrettiği esnada Juan, diğer ikisi de annesi ve Kevin. Chiron gay olmasına rağmen Kevin’dan sonra ve başka hiçbir erkeğin kendisine dokunmasına müsaade etmemiş. O da hiçbir erkeğe dokunmamış. Juan’dan dinleyip özümsedikleri doğrultusunda yolunu çizmiş ve savunma mekanizmaları geliştirmiş kendine. Üçüncü bölümde karşılaştığımız Black’e dönüşmüş küçük Chiron’a, en az Kevin kadar şaşırıyoruz biz de. Okulda yumuşak lakabı takılan çocuktan, dişleri altın kaplama, kaslı dövmeli bir vücuda sahip sert bir adam çıkmış ortaya. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki tacizden ne kadar bunaldıysa, onu sürekli taciz eden oğlanın sırtında kırdığı sandalye bir milat teşkil ediyor onun için. Polisler onu kelepçelemiş götürürlerken, bindirildiği arka koltuk camından son bir kez bakıyor Kevin’a sırrımızı saklayacağım dercesine. Miami sayfası böylelikle kapanıyor ve Atlanta’da sıfırdan başlıyor her şeye. Bunca yıl boyunca Kevin’ın neler yaşadığını da öğreniyoruz kendi ağzından. İşler onun için de pek iyi gitmemiş. Bir kez evlenmiş, bir çocuğu olmuş. Normal görünmeye-her ne demekse, normal olmaya çalışmış elinden geldiğince. Hiçbir zaman, hiçbir işe yaramadım diyor kendi ağzıyla. Yapmak istediklerini yapamamış, hiç kendi olamamış. On sekiz aylık şartlı tahliyesi, çocuğu ve işi ona hayatından geriye kalanlar. Aşçılıktan kazandığı çok az parayla geçinmeye çalışıyor. Hayatta bir kazananın olmadığını görüyoruz-siz, ben öyle değilim, neler neler yaptım, ne marifetlerim var diyenlere de aldanmayın fazla, şu tek giriş çıkışlı dünyada. Siz bence ben diyene dönüp de bakmayın bir kez olsun daha-. Okul hayatı boyunca ve nihayet bir yetişkin olduğunda rol yaparak kendini akran baskısından kurtarmış Kevin da mutlu olamamış. Bir gün restoranına gelen bir adamın müzik kutusundan istediği şarkı ona Chiron’u anımsatınca, telefonunu istemiş Teresa’dan. Şimdiyse karşı karşıya gelmiş otururlarken, sanki daha önce provasını yaptığı şarkı oluyor onların sesi. John Berger “Hoşbeş” adlı deneme kitabının bir bölümünde “Zenginler şarkıları dinler; yoksullar şarkılara tutunur ve sahiplenir. Hayat zehir ve baldan ibarettir. Anlaşılmaz hayatlarımızın şarkısını söyler bize.” diyen Cesaria Evora’ya kulak vermişti. Geçmiş tecrübeleri anlatan, söylendiğinde şimdiyi dolduran, bir taraftan da gelecekteki bir dinleyen kulağa ulaşmayı umut eden, hep ileriye uzanan, illa ki yolculuklara dair olan ve genel olarak akıbetleri, geri dönüşleri, karşılamaları ve vedaları anlatan şarkının kaderini yaşıyor Chiron ve Kevin, birkaç dakikalığına da olsa.

wxrjosjox9uymm7oaoj4x6klluzqapluxcnwe5h4b9ms0v3rg9yt7iojxyohbcjbhdmdrgxgyisgfql4fmjpkbicmv6ynncjnk6ljakze7grw480-h240-nc

2017-01-23-18-28-46-1716650500

Kendisine yumuşak denen, bağımlı ve öfke kontrolü olmayan bir annenin elinde ne yapacağını bilemeden yaşamaktan ötürü içe kapanıp sessizleşen, cinsel kimlik sorunları arasında sıkışmış kalmış, kendince bir çıkış yolu arayan ve hayatında tanıyıp bildiği tek baba figürünün de uyuşturucu satışından geçimini sağladığını öğrenen, insanların acımasızlığına isyan ederek en nihayet bir gün kendi verdiği kararla kendisi olmaktan vazgeçen, bu yüzden de ipekten kozasını ören Chiron’un tesellisiz geçmiş hüzünlü hayatının tanıkları olarak ayrılıyoruz sinema salonlarından. Bu senenin en sarsıcı filmiydi ben’im açımdan-ben de ben dedim sonunda, iyisi mi siz de bakmayın bir kez olsun bana-. Harika bir afişe, içli bir soundtrack çalışmasına(Little’s Theme ve The Middle of the World başta olmak üzere), Nicholas Britell gibi başarılı bir kompozitöre, neyi ne kadar anlatması gerektiğini çok iyi bilen bir yönetmene, sağlam bir hikayeye sırtını yaslamış, geleceği parlak oyunculardan oluşan da bir kadroya sahip filmden aklımda kalan Caetano Veloso’dan Cucurrucucu Paloma eşliğinde siyah çocuk bedenlerin deniz kenarında ve parlak ayışığının altında coşkuyla kıyıya vuran dalgalar arasında varoldukları sahne başta olmak üzere, ilk önce dalgaların ortasında Juan’ın emin kollarında yüzmeyi öğrenen küçüğün hemen akabinde tek başına kulaç atarak suyun yüzeyinde kalma gayreti ve paralel gidecek olan hayatı ve son sahnedeki bakışı ben’im için unutulmazdı. O kadar ki, illa ki izleyin ve izletin. Chiron’un sınıftaki sandalyesini bir hışımla içeri girdikten sonra, kendisini hayatı boyunca taciz eden ve bu sadislikten zevk alan zibidinin sırtında parçaladığı sahnenin akabinde sessizce yere yığıldığında içinizin yağları erimez ise ve oh olsun demezseniz eğer ben de Meriç değilim. Senenin muazzamı, kıymetlisi ve en özelidir: Barry Jenkins’ın Moonlight’ı.

“Bazen o kadar çok ağlıyorum ki suya dönüşecekmişim gibi hissediyorum.”
i.little
ii.Chiron(Şaron)
iii.Black

moonlight
Trump’ın Oscar’lardaki olası favori filminin toplu halde kadrosu

LA LA LAND

images-2

LA LA LAND :

“Bu hikaye hayal kuran aptallara gelsin
  Her ne kadar çılgın görünseler de
  Bu hikaye kırılan kalplere gelsin
  Bu hikaye çıkardığımız karışıklığa gelsin.”

Ünlü müzikal tiyatro yönetmeni Bob Fosse, Moulin Rouge’u izleyebilseydi eğer, nihayet iyi bir müzikal izledim, artık huzur içinde ölebilirim diyecekti. Ama öldüğünde yıl 1987 idi. Moulin Rouge ise 2001’de çekildi. Aradan geçen yıllar içinde Chicago, Mamma Mia, Les Miserables dışında çok tatminkar işler çıkmadı bu dalda, benim açımdan, belleğimde kalan. Ta ki gencecik bir yönetmen La La Land diyene kadar. Bob Fosse, Azrail’i bir kerecik olsun daha oyalayıp, 2016’yı da görebilseydi eğer, bu son olmak suretiyle huzur içinde başını önce yastığa, sonra da musalla taşına koymak için yeterli nedene sahip olabilirdi-musalla dedim bir kere dönmeyi de düşünmüyorum. Damien Chazelle, Whiplash’ın üzerinden çok da zaman geçmemişken çok zor bir işin altından kalkabilmiş eline yüzüne bulaştırmadan. Deha böyle bir şey anlaşılan, ikide iki başarı hem de bu genç yaşta… Komedi müzikal dalında Altın Küreler’de aldığı en iyi film ödülünün yanında, yedi ödülle ayrılmış kendisi ve ekibi aynı geceden. Öte yandan Oscar yarışında “muazzam” Moonlight ve henüz izleyemediğim Manchester by the Sea olacaktır tahminim en yakın takipçileri ama iyi müzikal de öyle kolay kolay çıkmıyor ki. Dolayısıyla şaşayı seven Akademi açısından bakacak olursak, en iyi film dalında Oscar alacağına kesin gözüyle bakıyorum kendisine, şimdiden-haydi durma şaşırt beni Moonlight!- Moulin Rouge’dan sonra izlediğim en iyi müzikal La La Land. Üstelik bir yeniden yapım değil ve son derece özgün. Türü sevmeyenlerin bile karşı çıkamayacağı bir film var karşımızda. Can sıkmamak çok mu mühim diyenleriniz çıkacaktır aranızda ya da şöyle toplumsal gerçekçi bir müzikal olsun diyenleriniz. Demiyor musunuz? Yerim sizi. Müzikal bir süre sonra bayabilir, bayarsa iç geçirtir, iç geçiren kişi of’lar. Kimse of’layan bir izleyici görmek istemez sinema salonunda, özellikle de çok milyon dolarlık yatırım yapmış büyük büyük yapımcılar. Chazelle tüm bunlara geçit vermeyerek, dehasını çıkarmış ortaya. Ekip bir yere kadar. Yönetmen iyi olmazsa, ekip ne yapsın, şapkadan tavşan mı çıkarsın ara ara? Ciddi bir eleştiri okuyacağını sanarak bu şimdi ne yazmış diyen okuyucuya sözüm şudur benim de: “LALA” LAND, işte bu kadar. Hayal kuran bir aptal, kalbi kırık bir çılgın var karşınızda karışıklık çıkarma meraklısı olan. Ne sanmıştınız ki?

The Revenant’da yönetmen Inarritu’nun uzuun plan sekans sahnesini hatırladıysanız ve üzerine daha da iyisi gelmedi diyorsanız eğer, La La Land başlar başlamaz köprünün üzerinde yaşanan cümbüşlüsünün izahı yok gerçekten. Görüntü yönetmeni İsveç doğumlu Linus Sandgreen’e dikkat! Emmanuel Lubezki kadar başarılı bir iş çıkarmış 72 doğumlu yetenek. Köprünün üzerinde, trafikte, arabalarının içinde sıkışmış kalmış insanların geçmişte kalmış birkaç güzel anını düşünerek hayıflanmasına, hayallerine, hayal kırıklıklarına, yeni güne dair umutlarına ve salıverseler eğer içlerinde koşuşturup duran coşkun atların neler yapabileceğine tanıklık ediyoruz kısacık zaman zarfında. Konuşmaları bölen iphone melodileri, günümüz filmlerine yapılan atıflar ve geçmişle günümüz arasındaki tezatlıklar da olmasa, kendini kaptırmış izleyiciyi kolaylıkla müzikallerin parlak dönemlerinde geçtiğine inandırabilir kendini La La Land. Bu senenin en nostaljik filmidir kendisi. Kış mevsiminde başlayıp, beş yıl sonra yine bir kış mevsiminde biten, Casablanca başta olmak üzere bir çok filme göndermeler yapan, yıllar sonra karşılaştıklarında bir gülücüğü birbirinden esirgemeyen, severek ayrılanların anlatıldığı bir film olmuş aynı zamanda. Bir sürü acımasızlık, kötülük ve felaketler silsilesi dört bir yandan üzerimize yağarken, romantizmden nasibini almayı unutmuş bünyelere tatlı bir şurup gibi gelecektir La La Land ve evet hiçbir filmin adını bunca sıklıkla tekrarlamamıştım. “La La Land” “La La Land” “Lala Land”

rs-la-la-land-3d3a431a-8329-4539-b953-51e2d61a396c

Sebastian rolündeki Ryan Gosling caz müziğine tutkun bir piyanisti canlandırıyor. Değerinden az ve ufak işlere gidiyor para kazanmak uğruna. Restoranlarda yemek müziği çalıyor çatal bıçak sesleri arasında. Aynı zamanda müzmin, çekingen ve yalnız bir bekar ve tutkusu yüzünden kadınları ikinci plana itmiş; ta ki oyuncu olmak için eleme eleme dolaşan, Warner Stüdyoları’nın içindeki kahve dükkanında çalışan, Hollywood partilerinde ona asılan ya da bilgiçlik taslayan erkeklerden yaka silkmiş Mia’yla karşılaşana dek. İkisi de duyarlı kişiliklere sahipler, Sebastian’sa biraz daha fazla duyarlı. Mia oyuncu olmak için gelmiş Los Angeles’a, O.C. ve Tehlikeli Düşünceler’in elemelerine katılmak için burada ve geride yarım bıraktığı hukuk fakültesi var. Pişmanlığını dile getirse de, oyuncu olabilmek için tırmalıyor bir yandan da deyim yerindeyse. Greg, ona bu ve benzer konularda defalarca yol gösteriyor daha sağduyulu olduğundan. Kendi yazmış olduğu oyunda oynamasına vesile oluyor, “yaz” diyor ona ve Mia ondan ve oyunculuk hayalinden tam vazgeçtiğinde devam etmesini sağlıyor peşinden giderek. Son bir kez elemelere katılmasını sağlıyor. Ve ona caz müziğini sevdiriyor, ilk tanıştıklarında Mia nefret ediyorum dese de. Cazın tarihini, içeriğini, nereden geldiğini anlatıyor. New Orleans’da ucuz bir otelde, beş farklı dil konuşan ama birbirleriyle konuşamayan insanların sırf iletişime geçebilmek için keşfettikleri bir yöntem olarak doğmuş bir tarihte. Sebastian dünyanın bu ölmeye yüz tutmuş müziğini sahipleniyor tutkuyla. Ben varken, buna müsaade etmem diyor. Kendi kulübünü kurarak ne isterse çalması en büyük arzusu genç adamın. Fakat hayat laftan anlamıyor ve bu mutlu beraberliğin çatırdamasına neden olacak ve melodrama yol açacak olaylar silsilesinin tohumları hızla ekiliyor, kader ağlarını örüyor. Sebastian şöhreti yakalıyor ve dolayısıyla parayı da. Kayıt yapmak için müzisyeni olduğu caz hariç her şey çalan grupla diyar diyar geziyor deyim yerindeyse. Mia ise tek başına oyun yazıyor; sergileyebilmek için de bir tiyatro salonu kiralıyor. Bir avuç izleyiciye-ki onlar da arkadaşı-karşı oynuyor ilk gece ve bir fiyasko olarak görüyor sahne performansını. Kaç yaşında olursa olsun, dışarıdan gelen ve kendini kabul ettirmeye çalışan bireyin bir yerde tutunabilmesinin, ismini duyurabilmesinin ne kadar güç olduğunu görüyoruz Mia’nın çırpınışlarını izlerken. Sırf bu yüzden içerliyor Sebastian’a. O çabalayıp dururken, Sebastian’ın ayağına geliyor çoğu şey. Son gittiği seçmelerde filmin başında Sebastian’a anlattığı oyuncu olma hevesinin ilham kaynağı olarak gösterdiği halasının hüzünlü hikayesini anlatıyor: “Biraz delilik bir anahtar gibidir, Bize görmek için yeni renkler verir.” Sanat çok akıllı işi değil diyor Mia alınan riskler de göz önüne alındığında ve haklı da.

images-3

Ryan Gosling’in seslendirdiği “City of Stars”, film bittiğinde de dolanacaktır dilinize, tıpkı benimkine dolandığı gibi. La La Land’de ayrıca bizim onu ilk gördüğümüzdeki keşiş hayatına devam eder buluyoruz Sebastian’ı yıllar sonra. Hep hüzünlü, yalnız ve caza tutkusunu kaybetmemiş olarak. Altın Küre ödül töreninde Cecil B. DeMille ödülünü almak üzere sahneye çıkan Meryl Streep’in dediği gibi tüm Kanadalılar kadar kibar olan aktör gösterişten uzak ama içten bir oyunculuk sergiliyor. İçe kapanık bir karakteri süssüz püssüz oynuyor. Emma Stone’a gelince o da hiç tecrübesi olmamasına rağmen seslendirdiği şarkıların hiçbirinin altında ezilmiyor ve duygularını vücut dilini kullanmasına gerek kalmadan, sadece gözleriyle ifade edebiliyor. Yemek masasında Sebastian’la atıştıktan sonraki hayal kırıklığını daha iyi ifade edebilecek bir yol olabileceğini düşünemiyor insan. Ryan Gosling’in performansının, Emma Stone’unkinin yanında ezildiğini düşünenler içinse Hollywood manzarası arkalarında Fred Astaire-Ginger Rogers’a bir saygı duruşu niteliğideki danslarını izlerken birbirlerini ne kadar iyi tamamladıklarını görmek yetiyor. Filmin sonunda Mia’dan Mia Dolan doğarken, Sebastian, Sebastian olarak kalıyor. Bir filmi unutulmaz kılan sahnelerle yaşar filmler ve La La Land’de bunlardan pek çoğu varolmasına rağmen tek kalemde açıklamak gerekirse tamamiyle eksiksiz ve kusursuz bir müzikal olması en büyük artısı. Hayatınızdan çalacak bundan iyi, bundan keyifli bir iki saatiniz daha olmayacaktır inanın. Muhakkak izlenmeli, özellikle de buruk veda sahnesi ve olasılıklar üzerinden dönen dünyanın bir başka seferde nasıl bir hal alabileceğini göstermesi açısından çok çok önemli.

“Louis Armstrong sadece ona verilen parçaları çalabilirdi ama o tarihe geçti.” Sebastian

la_la_land_ryan_gosling

FENCES – ÇİTLER

images-7

FENCES – ÇİTLER :

“Bazı insanlar insanları uzak tutmak için çit inşa ederler. Diğerleriyse insanları içerde tutmak için.” Bono

“Sen hala bir hiç’i kovalıyorsun. Hayat sana bir şey sunmaz. Sen kendin kazanırsın.” Troy Maxson

“En az ihtiyacı olan hep daha şanslı oluyor.” Rose Maxson

”Bir tohum ektim, izledim ve dua ettim. Çiçeklensin diye bekledim. On sekiz yıl sonra anladım ki toprak kayalık ve kıraç. O tohum hiç çiçek açmayacak.” Rose Maxson

Fences, aynı zamanda Oscar’lı oyuncu Denzel Washington’ın yönetmenliğini yapmış olduğu üçüncü uzun metraj çalışması. Filmin uyarlanmış olduğu Tony ödüllü oyunun senaryo yazarı Tony Kushner’ın adı sadece yürütücü(tamam tamam idari) yapımcı olarak geçmekle beraber, biraz da 2005 yılında aramızdan ayrılmış olan siyahi yazar “August Wilson”ı onurlandırmak adına bu şekilde düşünülmüş anlaşılan. Pittsburgh doğumlu yazar ise daha önce yine beyazperdeye uyarlanmış olan “Piyano Dersleri”nden sonra “Çitler” ile de drama dalında iki defa Pulitzer ödülüne layık görülmüş; başka başka oyunlarıyla kazanmış olduğu daha da birçok ödülün yanında. Ölümü “Siyahi Amerika’nın Tiyatrosunun Şairi 60 yaşında öldü” başlığı altında duyurulmuş yazılı basında. Hayat hikayesine vakıf olduğunuzda oyunlarındaki paralellikler çıkıveriyor karşınıza. Alman asıllı, beyaz, fırıncı, çok içen, sinirli mizaca sahip bir baba ve Afro-Amerikalı bir annenin altı çocuğundan biri olarak gelmiş dünyaya. Irkçı yaklaşımlar yüzünden yarım bıraktığı eğitimini kendi başına kütüphanelerde geçirdiği saatlerle doldurmuş kolaylıkla. Yirmi yaşında şair olmaya karar vererek “Black Power” hareketinden esinlenip 1968 yılında bir grup şair arkadaşıyla birlikte bir tiyatro atölyesi ve sanat galerisi kurmuşlar. Hiç tecrübesi olmamasına rağmen hem reji yapmış hem de aktör olarak rol almış. Wilson 1999 yılında verdiği bir röportajda en çok etkisi altında kaldığı 4B’den bahsediyor. İlki ve en önemlisi olan Blues, Jose Luis Borges, oyun yazarı Amiri Baraka ve dördüncü olarak ressam Romare Bearden. İki B daha ekliyor bu harikulade dörtlüye; her ikisi de Afro-Amerikalı olan yazarlar Ed Bullins ve James Baldwin. Hollywood 1990 yılında Fences’ı filme çekmek istediğinde, yazar, siyahi yönetmen konusunda diretiyor ve proje ancak 26 yıl sonra tıpkı istediği gibi siyahi bir yönetmenin elinde hayata geçiriliyor. Üstelik Broadway’de sergilenen oyunun tüm kadrosu olduğu gibi yer alıyor filmde.  Ve biliyorum ki filmin yönetmenindense, yazarı Wilson’la neden bu kadar uğraştığımı düşünmektesiniz ama neticesinde bu bir oyun uyarlaması ve filmi izlerken, film yönetmenindir ilkesinden uzaklaşıyor insan oyuncuların her zerresiyle oynadığı sahneleri izledikçe. En iyi yardımcı kadın oyuncu dalında almış olduğu Altın Küre ve olası Oscar’ını sonuna kadar hak ediyor Viola Davis. Yüz olarak binlercesini bulabileceğiniz bir rolde, akıl almaz bir performansla çıkıyor izleyicinin karşısına. Bu senenin Isabelle Huppert’le birlikte farklı çizgilerde, eline su dökülemez performanslarını sergilemiş oluyorlar benim gözümde. Gene yönetmeni es geçtiğimi düşünebilirsiniz ama Paul Verhoeven ve Denzel Washington olmasaydı da ne “Elle” ne de “Fences” olacaktı ve ikisi de birbirinden farklı kulvarlarda, apayrı dertleri olan ama çok güçlü filmler olarak kaldılar akıllarda.

downloadfile-1

Bir çöp kamyonunun arkasında bir yandan işlerini yaparken, gevezelik etmekten vazgeçemeyen iki adamdan daha geveze ve daha siyah görüneni çöp arabasının şoförlüğüne terfi olmak peşinde anlatıyor da anlatıyor filmin başladığı ilk anlardan itibaren. Hep beyazların şoför, kendilerininse çöp toplayıcısı olmasından yakınıyor. Beyazların araba sürme yeteneklerinin daha üstün olmadığını söylüyor. Olayların geçtiği yer ve zaman Ellilerin Kuzey Amerika’sında açık açık belirtilmese de Pittsburgh’daki bir evin çitleele çevrili arka bahçesi çoğunlukla. Troy Maxson rolündeki Denzel Washington ellilerinde, on bir kardeşli bir aileden gelen, okuma yazması olmayan, anlamadığı her şeye şeytan diyen, cebindeki son kuruşa, terinin son damlasına kadar ailesi için çalışan, sorumluluk sahibi, hayat dolu, zaman zaman direncini kıran yukarıdakiyle restleşip duran, deyim yerindeyse hodri meydan diyen, elinden geldiğince çapkın, gelmezse de çevresindeki tüm kadınlara karşı ilgili olmakla yetinmesini bilen, çilekeş karısının üzerine Floridalı bir gülü koklamaya başlamasının üzerinden uzunca bir süre geçmiş, şişeden cin içmeyi seven, arka bahçede gevezelik etmeyi seven, bir zamanlar Zenci liginde beyzbol oynamış, uzunca bir süre de hırsızlık suçu işlerken kazara adam öldürmekten girdiği hapishanede devam etmiş olduğu kariyeri dönemin ırksal engellerinden ötürü yüksek lige geçip iyi para yapmasını engellenmiş bir adam rolüyle çıkıyor karşımıza. İsyankar ruhlu Troy’un on sekiz yıllık karısı Rose, iki oğlu, Japonlarla savaşırken aldığı yara sonucunda kafasının bir miktarına yerleştirilmiş metal tabakayla yaşayan savaş gazisi kardeşi Gabe ve tek dostu, kendisi gibi çöpçü arkadaşı Bono’nun yıllara yayılı ilişkilerini izliyoruz film boyunca. Oturdukları evi devletin Gabe’e vermiş olduğu 3000 dolar sayesinde alabilmişler zamanında. Büyük oğlu Lyons babasız bir çocukluk geçirmiş, grubuyla beraber bir barda müzik yapıyor ama babasından on dolar borç isteyişinden anlaşıldığı üzere meteliğe kurşun atıyor, üstelik evli, sabah yataktan kalkma ve dünyanın bir parçası olma nedeni olan müzik dışında başka bir iş yapmaya da niyeti yok. Babası onu çöpçü olarak işe aldırabileceğini söylediğinde kimsenin ayak işini yapmak istemediğini söylüyor. Küçük oğlu Cory ise ergenlik çağında ve kendisiyle zıtlaşan babasıyla miktarınca zıtlaşıp duruyor hemen hemen her konuda. Oğlan beyzbol oynamak istiyor. Babası ise bütün kapıları kapatıyor ona. İstiyor ki oğlu kendi parasını kazansın. Meslek sahibi olsun. Kendisi gibi çöpçü olmasın. Ona kendi hayatından hiçbir şey dilemiyor. Beyazların onun önünü kapatacağını düşünüyor. Kısacası oğlu babası gibi olmak istedikçe, babası kendi gibi olmasın diye paralanıyor-bu ne yaman çelişki ve bu uğurda onu karşısına almayı göze alıyor hiç sakınmadan. Hep bahsettiği babasına dönüşüyor zamanla Troy. Bu cahil ve kaba saba adamın filmin sonunda ancak anlıyoruz oğluna yaptığı büyük iyiliğin boyutunu. Belki hayallerini gerçekleştiremiyor genç oğlan ama dönemin koşullarında bir hayalin kaçta kaçının gerçek olabileceğini bilmeden o hayalin peşinde koşturmanın gereksizliği karşısında bir meslek sahibi olmuş olarak çıkıyor karşımıza Cory. Babasından ve duyduğu sevgisizlikten ötürü orduya yazılmaya karar veriyor bir anda. Babası bilerek ya da değil bir asker olarak yetiştirmiş onu içten içe. ”Yemek var mı, var. Başının üzerinde bir çatı var mı, var. Sırtında giysi var mı, var.” Yıllar sonra baba evine döndüğünde abisinin hayatının daha kötüye gitmiş olduğunu ve üç yıl hapis yattığını öğreniyoruz. Devletin içinde kalıp erken emekli olmasını öğütlüyor ona abisi, burada bir şey yok derken. Hala çalıyor ve hala sabahları yataktan kalkmak için tek ”bir” nedeni var. Orada kalsa nasıl bir hayatı olacağını bilemediğimizden babasının ona büyük iyilik ettiğini görüyoruz. JFK ve Martin Luther King resimlerini görüyor Cory evin duvarlarında. İnsanın içi sızlar ya bazen, konu itibariyle insanın içini sızlatan çok anlar saklıyor içinde “Fences”. Biraz geveze başlayıp, öyle devam etse de izlemezseniz çok şeyler kaçıracağınız bir baba oğul, karı koca ilişkileri ekseninde yaşamın kendisi anlatılıyor tüm çıplaklığı ve acımasızlığıyla. Max’in dediği gibi hayatı olduğu gibi kabul etmek gerekiyor belki de aynı acımasızlığıyla. İnsanları oldukları gibi kabul eden bir başka isimse Max’in bu hayattaki tek dostu olan Bono. Hapishanede başlayan arkadaşlıkları biri ötekini ölmek suretiyle geride bırakana dek devam edecek türden. Bono onunla tanıştığı ilk andan itibaren, bu adamın yanında kalayım, beni bir yerlere götürür demiş kendince. Çok şey öğrenmiş Max’i izlerken. Hayata karşı durup direnmek, iyiyi kötüden ayırdetmek, aynı hataları yapmamak gibi. İyi bir baba olarak bir şeyleri düzeltme şansı hiç olmamış Bono’nun, on altı yıllık evliliğinden hiç çocuğu olmayınca. Bu yüzden de daha neşeli, daha kalabalık olan Max’lerin evinde uzun saatler geçiriyor gevezelikle her bulduğu fırsatta. Arkadaşının bir başka kadınla olan ilişkisini öğrendiğinde, Rose kırılmasın, yuvaları dağılmasın diye uyarıyor hemen arkadaşını. Max şoförlüğe terfi ettiğinde de, aralarına mesafe giriyor iki arkadaşın. Ama yine de birbirlerinden havadis alabilmişler eşleri sayesinde. İkisi de yalnızlık çekmiş bu dönemde. Ama en çok Max yalnız kalmış şoför koltuğunda, çöp kamyonunun arkasında beraber geçirdiği günler göz önüne alındığında.

maxresdefault

downloadfile

On sekiz yıllık evlilikleri boyunca kocasına sadık kalmış Rose Lee. O yüzden onun ihanetini duyar duymaz dizlerinin bağı çözülüyor. Halbuki asıl yıkımı kocası altı aylık zaman zarfında eve gelmediğinde yaşıyor. Yaşamının merkezine oturttuğu kocasının yokluğuna dayanmak çok daha zor onun için. Her şeyi sineye çekiyor vefakar ve cefakar bir eş olarak. İhaneti ilk duyduğundaki siteminin zerresi kalmıyor yıllar sonra. Kendi tercihlerini yaşadığını biliyor çünkü artık. Kendini biliyor bundan böyle artık. Çevresindeki herkes gibi iyi anıyor o da eşini. Evini hem heybetiyle, hem neşesiyle dolduran, daha ilk gördüğünde çocuk sahibi olabilirim dediği, ona tek isteği olan içinde şarkılar söyleyebileceği bir ev veren Max’in hayatını her şeyiyle sahiplenen Rose Lee yaşamın ona sunduğu seçeneği kendi iradesiyle kabul etmiş. İsteklerini, hayallerini, ihtiyaçlarını bir kenara atıp Max’in içine gömmüş. Max kadar boğulmamış hiçbir zaman. O sorumluluklarından bıkmış, kendisiyle ilgili bir başka seçenek sunan bir kadının kollarında teselli ararken, izleyiciler olarak sizler Rose gibi bir kadına bunlar yapılır mıydı diye homurdanırken, üzerindeki bütün sorumluluklardan ve baskıdan uzaklaşarak farklı bir adam olabilmeyi, çatıyı nasıl tamir edeceğini, faturaları nasıl ödeyeceğini düşünmekten kurtulmak için çırpınan bir adam duruyor orada, bir evin arka bahçesinde, tam da tıpkı bir hapishanenin çevresini sarıyormuşçasına dış dünyayla aralarına yüksek bir duvar ören çitlerin önünde.

25fences-history1-articlelarge
August Wilson

downloadfile-2

BACALAUREAT – MEZUNİYET

downloadfile

BACALAUREAT – MEZUNİYET :

“Bazen önemli olan tek şey sonuçtur.” Eliza’nın babası Romeo

“Bazen hayatta geçerli olan tek şey sonuçtur.” Eliza’nın babası Romeo

“Hayattaki bazı büyük adımlar küçük detaylarda gizlidir ve bazı fırsatlar kaçırılmayacak kadar büyük olur.” Eliza’nın babası Romeo

“Seni dürüst biri olarak yetiştirdik ama dünya böyle bir yer işte ve bazı durumlarda onların silahlarıyla savaşmamız gerekiyor.” Eliza’nın babası Romeo

“Bir trafik kazası olmuş. Dört ölü varmış. Biliyorum, çünkü kardeşim cenaze levazımatçısı ve bilgi için ambülans şoförlerine para veriyor. Çok fazla rekabet var efendim.” Emniyet Ressamı

Cristian Mungiu’nun benim izlemiş olduğum üçüncü uzun metraj filmi “Mezuniyet”, “4 ay, 3 hafta, 2 gün” ve “Tepelerin Ardında”dasından sonra gelen. Yine bir yönetmen olan George Miller başkanlığındaki 2016 Cannes Film Festivali Jürisi en iyi yönetmen ödülünü layık görmüş kendisine bu defasında. Üstelik bu kıymetli ödül öyle kıymetli bir ödülmüş ki Olivier Assayas ile aralarında kardeş payı yapmayı uygun görmüş ne yardan ne de serden geçmeyi sevmeyen kıymetli Cannes Jüri Üyeleri. Romen sinemasının en özgün adamlarından Mungiu ise sıradan hayatlar yaşayan mütevazi karakterlerinin omuzlarına kaldırabilecekleri miktarda sıkıntılı durumlar yükledikten sonra sistem eleştirisi yapmaya devam ediyor yine tüm ağırlığıyla ve evet ağırlık çünkü eğer sinemada dolayısıyla filmlerinizde bir ağırlık yoksa eğer bu tip ödüller öyle kolay gelmiyorlar önünüze. Hala Türkiye sineması yok maalesef ama Nuri Bilge Ceylan sineması var adından söz ettiren. Yılmaz Güney yaşıyor hala tüm başkaldırısı ve öfkesiyle. Öte yandan bir Romanya Sineması var ve Mungiu sineması da var buna ek olarak. Siz sormadan cevap veriyorum bu sefer de; çünkü ” HOŞGÖRÜ”. Var. Hissedilir şekilde hem de. Neden Türkiye ile Romanya’yı karşılaştırdığıma gelirsek eğer, Avrupa Birliği içerisinde nüfusunun büyük çoğunluğunu Ortodoks Hıristiyanların oluşturduğu en dindar ülkesiyle iyi anlamda sayılmayacak ne kadar çok benzerlik olduğunu özellikle yönetmenin bu son filmini izledikten sonra görüyoruz ama her ne olursa olsun bu kadar sert ve derinden ve de aleni sistem eleştirisi yapan, hele ki aldığı ödüllerle dünyada ses getiren bir yönetmeni havvaalanına adımını attığı andan itibaren vatan haini diye linç etmeden yaşatmazlardı Türkiye’de. Silivri’de bir başka çözüm olabilirdi bu tip sanatçı kavramını yalnızlaştırmak, ıssızlaştırmak, eğer çıkabilirse de şaşkınlaştırmak için. Günler, aylar, yıllar boyunca tıkıldığı dört duvar arasından çıktığında nasıl görünebilir ki insan? “ŞAŞKIN”. Girdiğinde nasılsa, öyle yani.

35e703ed-b67d-4446-84be-9e29585f5ad8

Film Romanya’nın Cluj şehrinde geçiyor. Yönetmen filmin ilk saniyelerinde bizi olayların büyük kısmının geçeceği semtin yüksek apartmanlarla çevrili bir mahalle manzarasının önüne götürüyor. Bir taraftan kimin kazdığı belli olmayan bir çukurun içinden bir görünüp bir kaybolan kürek tutan elin fırlatıp attığı toza toprağa bakıyoruz uzunca bir süre boyunca. Çok çeşitli okumalara açık bu sahnenin ardından Romeo isimli doktorumuz, onun kütüphanede çalışan mutsuz ve depresif eşi ve biricik kızlarının hayatına dahil oluyoruz bir anda, tıpkı evlerinin camını kırıp içeri giriveren taş gibi. Bu ve benzeri bir sürü aksilik peşlerini bırakmıyor ailenin film boyunca. Yolda giderken bir köpeğe çarpıyor ya da köpek onun arabasına çarpıyor, arabasının sileceklerini bükülmüş buluyor, bir kez daha ama bu sefer arabasının camı taşlanıyor ve bir sürü aksiliğe yol açan olay gerçekleşiyor; kızları Eliza okulunun hemen yanındaki inşaatta tecavüze uğramaktan son anda kurtuluyor. Romeo bu talihsiz olayı sevgilisi Sandra’nın evindeyken öğreniyor. Kızlarının sıkıntısında kenetleniyor aile. Sağ bileği incinen Eliza’nın kolunu alçıya alıyorlar. Eylül’de Londra’da iki farklı yerden Psikoloji bursu kazanarak üniversiteye başlayacak olan kızlarının final sınavları iyi geçmek zorunda. İşte asıl hikaye bundan sonra başlıyor: Bir babanın kızı için ve onun geleceği için paralanmasına şahit oluyoruz film boyunca. Saygın bir doktor kimliği olan, yaptığı ameliyatlardan bıçak parası almayan, hayatı boyunca ödün vermemiş adam kızı için umarsızca, bulduğu her dalı çekiştirmeye başlıyor. Haliyle de başına karlar yağıyor. İsmi akıllarda kalmasa da çok tanıdık bir yüzle karşılaşıyoruz filmde. “4 ay, 3 hafta, 2 gün”deki kızların yaşamına bir kabus gibi çöken doktor bu sefer de dul ve bir kız babası yardımsever ve misketle öfke kontrolü sağlamaya çalışan polis şefi rolüyle çıkıyor karşımıza. Emniyetteki ressamın vaftiz babası olan eski gümrük başkanı, şimdiki belediye başkan yardımcısını devreye sokmak hususunda aracı oluyor Romeo’ya kızının sınavı için. Yukarıdan, nüfuzlu bir tanıdık-çok tanıdık geldi değil mi, derdine deva olacak kızının meselesi hususunda. Karşılığında ise karaciğer nakli bekleyen siroz hastası başkanı ulusal nakil bekleme listesinde üste çıkarmak için Bükreş’te Sağlık Bakanlığı’nda çalışan bir yetkiliyi arayacak. Polis şefi arkadaşı sayesinde belediye başkan yardımcısına, belediye başkan yardımcısının vasıtasıyla da sınav komisyon başkanına ulaşıyor Romeo. Prensipte zamanında kendisi ve karısı için aklına gelse bile asla taviz vermeyeceği ne varsa yapıyor teker teker kızı için. Annesi ise tüm bunların adil olmadığını, daha hayatının başında olan kızlarının omuzlarına çok ağır bir yük yüklediklerini düşünüyor. Baba ise tüm bu yozlaşmayı, çürümeyi ve kendi harcanmışlıklarını görmekten bıkıp usanmış, kararını vermiş artık. Kendi deneyip de başaramadıklarını, Eliza yapacak. Hiç de kayıp sayılmayacak kızının kurtulması ve iyi bir hayata sahip olabilmesi yaşam amacı oluyor. Bunun için de onlardan daha medeni olduklarını düşündüğü İngiltere ve dolayısıyla İngiliz halkının kızı için tek kurtuluş yolu olduğunu düşünüyor ve kızının vermesi gereken kararları kendi kendine veriyor önden önden. Bu arada kendisi çok etik mi davranıyor? Hayır. Evli olduğu halde bir sevgilisi var. Karısı zaten biliyor ama kızı sonradan öğreniyor. Yaşadığı yerdeki hiçbir şeyi değiştiremeyip, kızını uzaklaştırmaya çalışıyor. Kızı için prensip edindiği mesleki ahlakını hiçe sayıveriyor ve kırmızı çizgiyi hiç düşünmeden geçiyor. Sabit fikirli. Hiç hırçınlaşmıyor, hiç sinirlenmiyor. Düşünüyor ve hep yüksek sesle ifade ediyor tüm bu düşüncelerini. Örneğin kızının burada hayatını idame ettiremeyeceği düşüncesi yerleşmiş aklına. Onun burada kalması çok büyük bir hata ve eğer bu hatayı işlerse bunca yıl boş yere uğraşmış olacaklar karı koca ve evlilikleri boyunca birbirlerinden uzaklaştıkça ellerinde kalan tek ortak amaçlarının üzerinde bir çeşit adanmışlıkla çalışmış durmuşlar ki buradan o anlaşılıyor. Öyle ki sevgilisinin oğlunu benimsemiyor hiç, önemsemiyor da. Varı yoğu kızı. Sürekli patlayan camlarının sorumlusu bulunamasa da, küçük oğlanın taşlama merakı ve öne sürdüğü neden başlı başına yeterli sebep teşkil ediyor aslında. Onun dışında yumuşak bir baba, kızının üzerine titriyor. Sigara içmesine müsaade ediyor, motosiklet kullanmasına da. Bekaretini kaybettiğini bir doktor arkadaşından öğrendiğinde, karısına, Eliza söz konusu olduğunda sır saklamamakta anlaşmış olduklarını hatırlatıyor. Romeo bir saplantısını gerçekleştirmekte sakin bir tonda ama var gücüyle çabaladıkça, etrafındaki kadınlar daha mantıklı düşünür hale geliyorlar. Karısı daha aklı başında konuşuyor, kızı kendisi için ne iyi ne kötü kendisi ne istiyor diye düşünmeye başlıyor. Büyükanne de dahil olmak üzere gitmenin gerçek bir kurtuluş olup olmadığını düşünmeye başlıyor insanlar.
images-6

Filmin tirajikomik sahnesinin kahramanı, hakkında usulsüz işler yapmak ve görevi kötüye kullanmaktan yakalanma kararı çıkartılmış, şu an hastanede yatmakta olan belediye başkan yardımcısını sorguya çekmekle görevlendirilmiş iki cumhuriyet savcısından az konuşanın günümüzün modası olan her lafa bir aforizmayla cevap verme hastalığı gibi kah İncil’den kah atasözlerinden yaptığı alıntılarla olay üzerinde soruşturmanın dışında her şeyle meşgul bir havada. Aklına eseni söyleyiveriyor. Soruşturmadan çok, şu anla ilgili sanki, kavanozların içinde ne var, Romalılar ne demiş, İncil’de böyle demiş gibi. Mungiu’nun Vlad Ivanov’dan sonra fetiş oyuncusuna dönüşebilir Yılmaz Özdil’e bir hayli benzettiğim Lucian Ifrim. O kadar müsait ki!

“4 ay, 3 hafta, 2 gün”le bir tabibi eleştirdiği için Romanya Tabibler Odası’nın, “Tepelerin Ardında”da çağın gerisinde hatta hangi çağın neresinde olduğu anlaşılamayan Ortodoks Kilisesi’ni eleştirdiği için Romanya Ortodoks Camiasının, son filmiyle de rüşvet, iltimas ve yolsuzlukla işlerini görmeyi öğrenmiş, ilkesizleştirilmiş birçok meslek grubu insanını içine alan genel bir sistem eleştirisi yaptığı için de Romanya’daki birçok meslek grubunun ve onların destekçisi hem kindar hem dindar vatandaşların ülke marşı eşliğinde “sistematik” bir şekilde uyguladığı toplu lince maruz kalmadan, vatandaşlıktan çıkartılmadan, yargılanmadan, hapse atılmadan, başvurduğu ülkelerden kapı vizesi beklentisine düşmeden yaşamını sürdüren Cristian Mingui’nin uzaklardan destekçisi ve takipçisi olarak diyorum ki sadece gel ve bu filmleri burada yap ki gerçek yiğitliğini burada test edelim. Söz veriyoruz her tür linç girişimini önleyeceğiz ama sen de yeni gelen yılı barda pavyonda kutlama, yanlış yerlerde bir boş anında Istavroz filan çıkarmaya da kalkma, bir de Romen başına geceleri yokuş yollara çıkma.

Bu filmden sonra hoşgörülü insanlar ülkesi Romanya ile ilgili bilmek istediğiniz her ne varsa faydalı bilgiler barındıran bir linç çok pardon link var aşağıda.

http://romenhavasi.com/

A MAN CALLED OVE – OVE ADINDA BİR ADAM

thumbnail_24780

A MAN CALLED OVE :

“Bizim zamanımız daha iyiydi. İnsanlar ilkeleri için mücadele ederdi.” Ove

“Bazı insanlar kaderin kendi aptallığımızın sonucu olduğunu söyler. Ben de benim kaderimi değiştirenin komşularımın aptallığı olduğunu söyleyebilirim.” Ove

“Beni iyi dinle. İki tane çocuğun var. Yakında üçüncüyü çıkaracaksın. Buraya İran’dan gelmişsin, savaştan ya da ne halttan kaçtıysan. Yeni bir dil öğrenmişsin, eğitim almışsın ve geçinebiliyorsun. İşe yaramazın tekiyle evlisin. Lanet arabayı da öğrenebilirsin. Beyin ameliyatı değil ya.”

2015 yılı İsveç yapımı, Fredrick Backman’ın aynı adlı kitabından uyarlama, olası Oscar adayı, aynı zamanda önümüzdeki günlerde dağıtılacak olan Altın Küre’lerde yabancı dilde çekilmiş beş yabancı aday filmin arasında kendine has tarzıyla öne çıkabileceğinden, fakat olası adaylıkların tümünü izleme şansını elde edemediğimden aday olma ihtimali üzerine yorum yapamayacağım, ama tıpkı filmin süresi gibi uzun uzun ve sindire sindire anlatacağım; bir çok sebepten ötürü de çok beğendiğim bir film oldu “Ove Adında Bir Adam”ın filmi. Elli dokuz yaşında, beyaz yakalılara gıcık, kocaman gövdesinin içine hem mecazi hem de gerçek anlamda her geçen gün büyümekte olan bir kalp sığdırmış, çocuksuz dul, hem huysuz, hem asabi, gergin bir yay gibi hareket eden, bir başına yaşayan, detaycı ve kuralcı, markette kuyruk sırasını önemseyen ve yüksek oktav sesiyle her yanlışlığa itiraz eden, elinde kuponu, bir buket çiçeği elli krondan değil, kuponda belirtilen fiyat üzerinden yani otuz beş krondan almak için söylenen ama kasiyer oralı olmayınca, yetkili de bulamayınca en nihayet iki demeti yetmiş krondan almanın daha hesaplı olduğu fikrinden yola çıkarak eşi Sonja’nın mezarı başına bırakan Ove’nin, karısının mezarıyla konuşmasında ona iki bukete alışma sakın, her zaman olmaz deyişine tanıklık ediyoruz filmin ilk saniyelerinde daha. Dakikalar geçtikçe de Ove’nin gündelik hayatının detayları dökülüyor birer birer. Oturduğu siteyi titizlikle denetliyor her sabah, bir bekçi gibi. Asayişi sağlıyor, jandarma gibi. Siteye giren arabaların önünde trafik polisi gibi duruyor, dimdik. Giren geri geri çıkmak mecburiyetinde kalıyor. Park yerine yanlış ya da eğri park edenleri hiç affetmiyor. Geri dönüşüm kutularından içinde yalnızca camların olanını açıp, bir kavanozun kapağını metal kutusuna atıyor işe yaramaz diye. Yolda bulduğu fırlatılıp atılmış izmaritin boyutundan yabancıların kime geldiğinin izini sürüyor, burnu iyi koku alan bir av köpeği gibi. Yürüyüşe çıkan köpekli kadını tehdit ediyor her fırsatta. Bir Chihuahua olan köpeği gözleri olan bir çift kışlık siyah bota benzetiyor. Püsküllüyü paspas yapmakla, püsküllüyü deri yapmakla, son olarak da çitlerine işerse eğer elektrik vermekle tehdit ediyor.

images-4

Diplomalı bir mühendis olan Ove tam kırk üç yıldır babasının çalıştığı iş yerinde çalışmış bugüne kadar. Ne zaman ki işvereni olan yeni nesil iki zibidi kendisini çağırıp, resmi eğitim kursu adı altında her yere yayılan dijital teknoloji yüzünden, onu emekli etmek isteyip de söyleyemediklerinde, Ove ben kendim giderim diyor en kestirme yoldan. Emeklilik hediyesi olarak kendisine sunulan ve al da mezarını kaz derin derin bundan böyle dedirten siyah ve çelikten kazmayı ise kabul etmiyor. Karısı ölen, işi biten, evinde yalnız olan Ove türlü çeşitli yollarla intiharı deniyor sırayla. Kendini asmak, egzoz gazına bulanarak boğulmak ve en nihayet tüfekle kendini çenesinden vurmak suretiyle başvurduğu çareler yetersiz kalıyor ve ölüm meleği henüz ayaklarına dolanmamış olan adam “diğerleri” tarafından engelleniyor her defasında. Bir adamın kendini öldürmesinin öyle kolay olmayışına tanıklık ediyoruz, o bunu çok istese de. Kah konsantresini bozuyor komşuları dışarıdan gürültüleriyle, kah aldığı ip çürük çıkıyor, hiç olmadı kapısını çalıyorlar kendi dertlerine çare olsun diye. İnsan insanı kurtarıyor işte bazen böyle, kimi zaman öldürse de. Zehirlesek ve zehirlensek de karşılıklı, panzehir oluyoruz işte bazen böyle. Hayat işte.

images-5

Filmde, Ove’nin sonradan sonradan kabullendiği İran asıllı Parvaneh, iki kızı, karnındaki bir üçüncüsü ve şapşal kocasıyla giriyor hayatına. Yeni taşındıkları karşı evden bir sürü eksikleri için gelip gidip kapısını çalmak mecburiyetinde kalıyorlar sık sık, çoluk çocuk. Birinin daima ve yakınlarında bir evde olması fikri güven veriyor onlara. Kızlar yavaş yavaş fethediyorlar Ove’yi dede dede diye. Parvaneh ise dostluk anlamında karısının boşluğunu dolduruyor. Yaşama nedeni oluyorlar birbirleri için. Ove karısından kalma kıyafetlerin kokusunu içine çekerek yaşıyor yoksa yalnız kaldığında. Hala daha. Evin her köşesinde onun izi var. Ondan sonra doğru düzgün yemek yapmadığı anlaşılıyor bomboş buzdolabından. O yüzden Parvaneh’in safranlı pilavlarını yiyor afiyetle. Gülümsemesini, pozitif enerisini, iyi niyetini de kabul ediyor memnuniyetle. Ove’yi seven bir kadın bulunuyor her zaman.

Hayatı boyunca edindiği tek arkadaşı olan Rune ise şimdi tekerlekli iskemlede ve felçli olduğundan konuşamıyor. Karısı kaloriferini tamir etmesini istediğinde, çare olarak çift battaniye fikrini öne sürüyor Ove. Rune’nin tombik oğlu, Parvaneh’e babasıyla aralarındaki küslüğün nedenini anlatıyor kısaca: Bir zamanlar Ove yönetim kurulu başkanı iken, herkes Rune’ye oy verince alınıyor Ove, fakat aralarındaki gerginliğin asıl sebebi seçtikleri araba markalarından ve modellerini yarıştırmalarından çıkıyor. Ove milli arabaları olan Saab’ın iflah olmaz bir tutkunu ve bu tutkusu babasından kaynaklı. Rune ise Volvo’cu. Habire modellerini ve renklerini değiştirerek arabalarını yarıştırıyorlar gençliklerinde. Ne zaman ki Rune bir BMW ile çıkıyor karşısına, Ove umudu kesiyor ondan. İhanete uğramış hissediyor bir bakıma. Dayanamayan Rune ise “Bir insan hayatı boyunca Volvo sürebilir mi?” diyor ona. Evet sürebilir diyorum ben de cevap olarak. Ove gibi bir adam sürebilir ama herkes süremeyebilir mesela. Sıkılabilir insan milli arabadan, bıkabilir o insan milli damattan, milli içkiden, milli servetten, milli olan ne varsa her şeyden.

Gençler onun garip bir adam olduğunu düşünüyor ve çekinerek yaklaşıyorlar. Aynı zamanda Sonja’nın bir öğrencisi olan postacı çocuğun arkadaşı Mirsad’ın gözündeki sürmeyi görünce ibne misin sen diyor lafı hiç dolandırmadan. Evet diyor Mirsad tüm cesaretiyle. Çocuğun alınabileceğini düşünen Parvanez’in telaşı boşa çıkıyor. Yıllar sürse aşamayacakları mesafeyi aşmış oluyor bir anda bu vesileyle. Cinsel kimliğini saklayan ve evinde bile sorun yaşayan çocuk, başı ilk sıkıştığında Ove’nin kapısını çalıyor. Bir süre onun evinde kalıyor. Mutfağında yemek pişiriyor Sonja’dan sonra ilk defa. Başta garipsediği bu durumu kabulleniyor Ove bir süre sonra. İnsan insana alışıyor her şekilde. Bizde olsa ibne der döverler bir bahaneyle. Orası İsveç, burası Türkiye. Medeniyet dediğin böyle bir şey herhalde. Homofobiden uzak durmak gerek her şekilde kimin çocuğu ne olur bilinemez ki ileride. Kınadıkların ya bir gün seni bulursa oturduğun yerde? Nasıl bakarsın sonra muhafazakâr çevrenin yüzüne?

Ove’nin nasıl bu kadar rijit, neden bu kadar sinirli olduğunun ipuçları geliyor yavaş yavaş geçmişe döndükçe. Annesini kaybetmiş çocukken. Babası hüznünü göstermeyi sevmeyen bir adammış. Ove de öyle. Zaten babası nasılsa, Ove de öyle. Çocukluğunda babası bir kez ona sarıldığında, Ove yatana kadar sarılıyor babasına bırakmamacasına. Hayatındaki tek dostu olmuş babası. Onun zevkleri kendi zevkleri olmuş, onun çalıştığı yerde sürdürmüş iş hayatını kaldığı yerden. Ev ve araba hobisi, Saab tutkusu da babasından. El becerisi, ev becerisi de öyle. Alışkanlıklarından bu yüzden vazgeçemiyor belki de. Bir şekilde babasının kaderini ve kederini paylaşmış hayatı boyunca. Hep dürüst bir hayat yaşadığından, haksızlığa tahammül edemeyişi. Sesini ilk yükselten, mağdura ilk koşan o oluyor insanlığın bitti dendiği yerde. Rune’nin yaşadıklarının bir başka türlüsünü yaşayan ve ondan çok daha uzun bir süre boyunca tekerlekli iskemleye bağımlı olan Sonja’nın yaşadıklarının kendi hatası olduğunu düşünmüş. Ömrünün son günlerini, kanserle beraber savaşarak geçirmişler. Sonja doğuştan gelen iyimser mizacı ve okuma aşkıyla tutunabilmiş hayata. Ya ölürüz ya yaşarız diyor ona bir gün aniden ve onlar yaşamayı seçiyorlar beraber. Ove ise bir dönem karanlıklara gömülmüş. Herkesi yok etmek isteğiyle yanıp tutuşmuş; otobüs şirketini, şoförü, üzüm bağlarını ve tur firmasının da dahil olduğu kalabalık bir listesi varmış. Bu uğurda mektuplar yazmış durmuş hem İspanyol hem İsveç hükümetine ama kimseler umursamamış onu bir kez olsun bile. Yatağından tekerlekli sandalyesine geçişi tek başına yapamayan engelli bir annenin kızı olarak bu ülkede yaşanabilecek bütün engelleri bizzat yaşamış olmakla beraber, tek bildiğim bir şey bilmediğimdir ve bildiğim tek şey de hepimizin ”potansiyel engelli” olma ihtimali bu kadar yüksek olan bir ülkede kelle koltukta yaşamaya çalıştığımızdır.

images-2

Tekrar Sonja’ya dönecek olursak eğer en nihayet mezun olduğunda başvurduğu işlerden hep olumsuz yanıtlar almış durmuş o dönem zarfında. Çünkü okulların giriş çıkışları o dönemlerde engellilere göre değilmiş. Rune yaşadığı acısını ilk defasında içinden gelen manevi bir güce dönüştürüp, sırf karısı tekerlekli iskemlesiyle rahatça yemek yapabilsin diye mutfak dolaplarını boyuna göre ayarlamıştı-Ikea’nın İsveç’ten çıkıp markalaşmasının altında bu doğuştan yatkınlık olabilir, olmayadabilir-. İkinci büyük güç ise bir gün karanlıkta, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında Sonja için bir rampa yapmak için gelmiş. Böylelikle ancak, Sonja işe başlayabilmiş aynı okuldaki görevine gelecek günlerde. Bir kez kaybettiği ve bir daha da hiç sahip olamayacağı çocuk için hep iyi şeylerin mücadelesini vermiş Sonja. Dünya her zaman kötüye dönmez, bazen ve bir gün gelir, iyilik de kazanır elbet.

 

NOCTURNAL ANIMALS

 

images-2

NOCTURNAL ANIMALS :

“Birini seversen, bir yolunu bulursun. Öylece fırlatıp atmazsın. Dikkatli olman gerekir. Bir daha yaşayamayabilirsin bunu.” Edward

Yazar, edebiyat eleştirmeni ve Cincinnati Üniversitesi’nde edebiyat profesörü, üç çocuk babası Austin Wright’ın Tony ve Susan adlı romanından, Tom Ford’un uyarladığı ve yönetmenlik kariyerinin ikinci basamağı olan filmi Gece Hayvanları’nı izleyebildim sonunda ülkenin bunca sıkıntısının ortasında ve bunca ölüm kül olmuş yağarken üstümüze başımıza; kendimi verebilip de izleyebildim ve de yazmaktayım sonunda. Yoksa çok anlamsız her şey. Biliyorum ama çaresiz kalıyorum bu coğrafyada. Gelelim romanımıza; filmin başarısının ardından yirmi üç sene sonra bu defa yeni ismi ve yeni kapağıyla basılmış olan. Sinemanın büyüsü ve yeni isminin gücü Tony ve Susan’ı ardında bırakmış adeta. 1961 doğumlu, halihazırda başarılı bir moda kariyeri olup, ikinci yönetmenlik deneyiminin de altından başarıyla kalkan Tom Ford için acaba yirmilerinde başladığı kariyeri sinema olsaydı bir dahi mi sayılırdı, yoksa olgunluktan ve hatırı sayılır bir çevre oluşturmasından ve sahip olduğu bir sürü imkandan kaynaklanan bir başarı mı bu acaba karşı karşıya olduğumuz diye düşünmeden edemezken, bu hali, yönetmeni yirmili yaşlarına döndüremeyeceğimizden hiçbir zaman öğrenemeyecek olsak da, senaryolarını bizzat uyarlamış olduğu romanlardan ve peliküle aktarıldığında kazandığı anlam derinliği ve görsel zenginliğine baktığımızda olgun dönem işlerin hayatın demini almış bir adamın elinde taçlandığını görüyoruz açık ara. Bu açıdan sevdim en çok Gece Hayvanları’nı. Tom Ford ben bu yaşta böyle iş yaparım, aşağı düşmez çıtam diyor adeta. Sanki aynı zamanda çok iyi bir seyirci var kamera arkasında, Tom Ford’u yönetmen koltuğuna oturtan. Bir demecinde bir adamın bir kadını anlayabilmesi için bir kez s.k.lmesi gerek diyebilecek kadar cüretkar yönetmenin-siz siz olun herkesin her sözünü ciddiye alıp da bir kereden bir şey olmaz deyip atlamayın hemen, biz kadınlar her zaman anlaşılmak istemeyebiliriz ve biraz gizem fena olmayabilir ve de o Teksas’lı Tom sonuçta-nezaketinin ardından çıkıveren egosu iyi filme susamış aç izleyici için bir vaha oluyor adeta. Filmine ve hikayesine sahip çıkan ve tek bir saniyesini boşa geçirmeyen, etkili bir sinema dili yakalamış bir yönetmen var karşımızda. Boşver parfümü, elbiseyi… Film yap Tom, film diyorum kimi sahneler kafamın içini istila edip durdukça. Sözlerin bittiği yerde kompozitör Abel Korzeniowski alıyor batonunu eline ve bir ruh veriyor yer aldığı her sahneye.

screen-shot-2016-09-15-at-9-49-57-am

Fena halde zengin, fena halde burjuva bir kadın Susan(Amy Adams). Şık bir sanat galerisi işletiyor. Çalışanları, kızıl saçları, kızarmış gözleri ve insomniası var. Hayalleri ve gerçekler arasında yüksek ökçeli ayakkabılarıyla ayakta kalmaya çalışıyor. Yaşamın günlük, basit detaylarındaki beceriksizliği çekinik tavırlarının ve güvensizliğinin bir simgesi adeta. Sanatçı değil, sanat simsarı. Her zaman mükemmel görünmeye çalışıyor ama öyle hissetmiyor. İmkanları ve hayatı göz önüne alındığında, mutsuz olma hakkı yok. Kendini hafife alıyor hiç durmadan. Televizyonun kumandasını çalıştıramıyor, kendisine gönderilmiş dosyanın kağıdını açmayı beceremiyor. Filmin ilk dakikalarında daha, ihtişamlı malikanesinin kapısı ardından kapanırken, dış dünyaya mesafeli, sofistike bir hayat yaşayan kadının seçilmiş esaretine tanık oluyoruz. Çok az insanın bildiği, tam on dokuz yıl evvel yaşamış olduğu kısa süren evliliğinin baş aktörü aynı zamanlarda giriyor hayatına. Hem de bahar ayında yayınlayacağı ve kendisine adamış olduğu romanıyla. Beni kalpten istediğim ilhamdan mahrum bıraktın derken, Edward’ın(Jake Gyllenhaal), Susan’dan alacağı olduğunu düşündürtüyor hemen. Bu on dokuz yıl boyunca görüşmediklerini öğreniyoruz Susan’ın ağzından. Çok değil, birkaç yıl önce aramış Susan, Edward’ı. İngilizce öğretmenliği yapıyormuş  Teksas’ta ve telefonlarına çıkmamış. Tüm bunları şimdiki yakışıklı, zengin ve başarılı kocasına anlatıyor usul usul. Kocasıysa oralı değil, çünkü hem karısını hem de sevgilisini idare etmekle meşgul. Susan’la beraber aldatıldığını öğrenişine tanık oluyoruz. Bir kız çocukları var kendi hayatını yaşayan. Kocasıyla da farklı istekleri, beklentileri var. Tüm bu sanat umurumda değil diyor Susan. Çünkü üretmiyor, satıyor sadece. Yapabilecekleri de bununla sınırlı bundan böyle. Gençlikteki enejisi, işlere hemen girişivermekteki azmi yok şimdi. Çünkü o zaman yaptıkları bir anlam ifade ediyordu. Şimdiyse öyle olmadığını anlıyor. Susan tam bir orta yaş krizinde ve tam da bu krizin ortasında eline ulaşıyor Edward’ın romanı. Paralel bir hikayeye açılıyor film bu vesileyle. Susan romanı okudukça, bizler de Tony’ye dönüşen Edward ve Laura’ya dönüşen Susan ve kızları India’nın hikayesinde kayboluyoruz. Telefonların çekmediği Teksas’ın karanlık yollarında arabalarında ilerlerken üç sapığın tacizine maruz kalıyorlar. Arabalarını yoldan çıkartıyor bu üç serseri ve karanlık dakikalar başlıyor bundan sonra. Yönetmen itici karakterlerle, son derece sinir bozucu olmayı başarıyor filmde de önemli bir yer tutan yol hikayesiyle. Anne kıza göz koyan üçlü, Tony’i ekarte edip iki kadını zorla arabaya bindirip uzaklaşıyorlar. Bu esnada da bir adamın yarı ümitsiz, korkuyla çıkan cılız sesine tanıklık ediyoruz. Üçe karşı bir adam nihayetinde ve hayatı boyunca ne silah kullanmış ne de yumruk yumruğa dövüşmeyi bilmediği her halinden belli Tony’nin. Çaresiz bir adam var şimdi zorbalığın karşısında, ıssız bir gecede, tek başına. Ahmet Ümit’in Beyoğlu Rapsodisi’ndeki benzer bir olayı getiriyor akıllara. Karı koca ve bir kadın arkadaşları trekking’e gittikleri gruptan ayrılıyorlar ve benzer zorbaların zorbalıklarına maruz kalıyorlardı. Korkusundan diz çöküp yalvaran kocanın yanında karısı ve ve diğer kadın ellerine geçenlerle tecavüzü engellemeye çalışıyorlar, bereket onlar daha şanslı çıkıyor da yardımına arkadaşları yetişiyordu. Sonrasındaysa evlilikleri kocanın erkek gibi davranamamasından-her ne demekse- ve karı kocanın yaşananları aşamamalarından sessiz sedasız bitiyordu. Filmin/romanın içindeki romandaysa Tony karısının ve kızının ölüsünü buluyor ancak Şerif’in yardımıyla. Her ikisi de tecavüze uğramış. Karısı, kafatası beyzbol sopasıyla ezilmiş vaziyette, kızıysa boğularak öldürülmüş. Bir anlamda Tony, Susan’ı ve onun eğer yaşatsaydı kendisinden olacak kızını simgesel olarak öldürüyor kitapta. Bundan sonraysa intikam soğuk yenen bir yemek misali bir küçük yemle sunuluyor Susan’ın önüne Edward tarafından.

images-4

images-3

Susan bir yandan romanı tedirginlikle okurken, diğer yandan gençliklerini anımsıyor. New York’da bir tesadüf eseri yolda karşılaşıp yemeğe çıkıyorlar beraber bundan yıllar yıllar evvel. Susan Yale mezunu ve sanat tarihi dersi alıyor Columbia Üniversitesi’nde. Edward’da Columbia Üniversitesi’nin bursu için burada bulunuyor. Teksas’ta beraber okurlarken Edward’ın büyük bir yazar olacağını düşündüğünü itiraf ediyor Susan. İkisi de birbirinin ilk aşkı aslında ve Edward’ı düşünceli ve nazik buluyor her haliyle. Yetiştiği ortamdan ve ailesinden yana yakınıyor ona. Dindar, tutucu, cinsiyetçi, ırkçı, Cumhuriyetçi, materyalist, narsist ve benzeri sıfatlarla tanımlıyor onları. En çok annesinden şikayetçi Susan. Edward’a göreyse her ikisinin de gözlerinde aynı hüzün var. Asla onun gibi olmak istemiyorum dese de yıllar sonra dönüştüğü şey annesi oluyor genç kadının. Annesinin, o gün, yemek masasında söylediği her söz tek tek gerçekleşiyor bir kehanetmişçesine: “Hepimiz eninde sonunda annelerimize dönüşürüz”. Annesi de kızının geleceğini söylüyor ona. Bu bir çeşit inatlaşma aslında. Yemek masasında kozlarını paylaşıyorlar Susan’ın evlilik planlarından bahsetmesi üzerine. Kendi ailesinden intikam alıyor bu vesileyle. Ailesinde olmayan her şey Edward’da var çünkü-kırılganlık, yetenek, sanatçı ruh, romantizm, idealistlik- ve Edward’da olmayan her şey de ailesinde var buna karşılık-para, arzu ve hırs. Susan onu kendisinden güçlü ve iradeli buluyor. Yazar olabileceğine dair inancı var; kendiniyse sanatçı olmak için fazla sabit buluyor. Annesi ki bu kısacık rolüyle Laura Linney harikalar yaratıyor kabarık saçları ve sakin sakin ama büyük kararlılıkla çizdiği acımasız gelecek tablosuyla. Edward’ın Susan’a istediği hayatı yaşatamayacağından oldukça emin. Biliyor ki üst gelir grubuna ait bir yaşantıya sahip ailenin imkanlarıyla, Edward’ın sunduğu hayat arasında uçurumlar kadar fark var ve birkaç yıl sonra şimdi adını anmak istemediği tüm bu burjuva şeyler kızı için çok önemli olacak. Üstelik artık Edward’la evli olduğu için de, babası onlara destek olmayacak. Onun hakkında sevdiği tüm şeyler nefret ettiği şeylere dönüşürken, Edward’ı kırarak sonlandıracak ilişkisini. Öyle de oluyor nitekim. Büyükler bilir lafı, annesinin söyledikleri bir bir gerçekleştiğinde çınlıyor kulaklarımızda. Susan Edward’ın kalbini paramparça ettiği gibi, üzerine basıp geçip gidiyor ve hayatına kaldığı yerden devam ediyor yakışıklı Hutton’la. Edward’sa öğretmenlikle geçinip, yeterli seviyeye ulaştıktan sonra ancak yıllar önce yazmaya başladığı ve o zamanki haliyle Susan’ın hiç beğenmediği romanını en sert şekilde tamamlıyor nihayet. Bir eserin yaratım aşamasına tanıklık ediyoruz bu arada. Terk edilmenin, zayıf bulunmanın acısını çıkartıyor Edward. Susan’ın hayatı hiç istemediği bir şeye dönüşürken, Edward her anlamda zafer kazanıyor. Gerçek sanatçı olan o, yaratıcı olan o çünkü. Olgunluk döneminde en iyi eserini veriyor sonunda, basamakları tırmanacak bundan böyle ve hayattan beklentisi daha pek çok. Susan’sa en tepede ve bakmakla yetiniyor sadece. Kimse kendinden başka şeylerde daha iyi yazamaz dedikten yıllar sonra, bir sürü acıyla hayatta pişmişken, eserinin esin kaynağı bir sürü düş kırıklığından beslenerek başarılı bir roman ortaya çıkartıyor nihayet. Ve evet kimse kendinden başka şeylerde daha iyi yazamaz ve görünmez dili vardır kelimelerin… bir kitabın, bir şiirin hemen hemen her satırına nüfuz etmiş olan.

Filmin bir sahnesinde, yağmurlu bir günde cama çarpan ve ölen serçeden sonra canlanan anılarında müstakbel kocası Hutton ile Edward’dan olma bebeğine kürtaj yaptırıp döndükten sonraki pişman Susan’a geçişin melankolisi hakim tondur film boyunca. Yağmurun altında ıslanmış bir başka serçe vardı arabanın önünde ve Edward hiç olmadığı kadar perişan görünüyordu bu haliyle. Onun ölümü ve yeniden doğuşu bu anlara tekabül ediyordu belki de. Romandaysa tecavüzcülerden teker teker intikam aldıktan sonra en nihayet içindeki yaralı Edward’ı öldürüyordu Susan’ın gözleri önünde. Öldürdüğü serçesinden pişmanlık duyan Susan’sa, hayatı boyunca bunun vicdan azabıyla yaşayacağını düşünüyordu. Katolik bir ailenin kızı ve kürtaj olması yasakken, kocasından gizli giriştiği bu olay yüzünden acı çekmiş durmuştu belki de gizliden. Filmin sonunda, boş bir masada tek başına içkisini yudumlarken, yıllar yıllar önce seninle mutsuzum dedikten hemen sonra panikleyerek bırakıp kaçtığı Edward’a yaptıklarının cezasını çekiyordu şimdi içten içe.

Susan: “Neden yazmak için bu kadar acelecisin?”
Edward: “Bizi hayatta tutsun diye. Eninde sonunda öleceğimiz için bir şeyler biriktiriyorum. Yazarsam eğer, sonsuza dek süreriz.”

a7al8hs5lx5td4fvth5jojqr_iidfefjtvkfzcgdk5zqrgaqz5kcc6pih0sfrq5tdow1uifer4roar7lnf7jynpclid7njqw597-h246-nc

DIVINES

divines_1_copy-jpg-h_2016

DIVINES :

“Ben hep aynı şeyi görürüm rüyamda. Düştüğümü görürüm. Uyanmak için her şeyi yaparım ama beceremem. Düşmeye devam ederim. Düştükçe de içim yanar ve sonunda da ne acıtır ne de korkutur. Sırf bitsin diye yere yapışayım isterim ama hiç bitmez.” Dounia/Dunya

Divines, Houda Benyamina’nın, birden çok kısa ve bir tanecik orta metraj filminin ardından çekmiş olduğu, iki saate yakın süresi olan şimdilik ilk ve tek uzun metraj filmi. Cannes Film Festivali’nde ve de katılmış olduğu birçok festivalde ödüller almakla beraber, bundan böyle gözünü yeni yıl ertesinde dağıtılacak olan Golden Globes’a kırpıyor yarıştığı ülke Fransa adına-ve evet bir sanat eseri ortaya çıkartırsın sonra da yarışma yarışma gezersin yarıştığın ülke adına. Paris’in arka sokaklarında geçen ve yer yer melodrama kucak açan ögeler barındıran filmde Dunya’yı- canlandıran Oulaya Amamra oyunculuktan öte bir adanmışlıkla canlandırıyor karakterini. En dolaysız yoldan tarif etmek gerekirse bir erkek Fatma’yı oynuyor. Yasalar karşısında sanki o yıksın diye konmuşçasına olanca pervasızlığıyla ayak diretiyor, baş kaldırıyor, yakıyor, yıkıyor, taşlıyor. Bir yandan on altı yaşın pervasızlığıyla hareket ederken, öte yandan liderlik ruhu, meydan okuması içten gelen özelliği. Nelere yol açabileceğinden habersiz, düşünmeden, kural tanımaz bir şekilde hareket ediyor. Başına buyruk tavırları oluyor her defasında karşısındakini dize getiren ve hayran bırakan. Onunsa tek bir amacı var; yırtmak, kurtulmak, daha iyi bir hayata kavuşmak. Kısaca “money money money”. Sonra da annesini çekip çıkarmak istiyor yaşadıkları mezbeleden. O kadar fakirler ki, süpermarketten çaldıkları şık ambalajlı kozmetik ürünlerle, evin içi tam bir tezat oluşturuyor. Hiç kapanmayan yatakların üzerinde oturuyorlar. Geceleri mahallenin ortasında büyükçe bir ateş yakılıyor. Ghetto’da hayat, akşam olunca ateşin başında oturup sakin sakin tellendiren Kızılderililerin hayatıyla benzeşiyor bu anlamda. Fakat girip yıkanabilecekleri bir nehir olmadığından, en temel ihtiyaçlarından biri olan banyo yapmak bile bir işkenceye dönüşebiliyor. Yıkanmaları için suyu hazırlamaya giden Dunya’nın mücadelesi musluktan fışkıran suyla sırılsıklam olmasıyla son buluyor.

divines-2-1downloadfile-1

Öte yandan herkes ona piç ya da piç kurusu demiş hayatı boyunca, çünkü ortada bir baba yok. Bu baba bilinmediğinden olsa gerek, kimse adını anmıyor. Dahası annesi hafifmeşrep bir kadın. Birlikte olduğu erkeklere karşı hemen hemen hiç seçici davranmıyor ve bu benim aynı zamanda bir anneyi korumakla yükümlü olmaktan ötürü hissettiğim vicdan azabının kibarcık bir ifadesi olmakla kalıyor sadece. Yoksa onu tanıyan herkes ona orospu diyor. Böyle bir annenin kızı olarak yaşamaya çalışıyor Dunya. Güzelliğini saklıyor. Okumakla, resepsiyonist olmakla bir yere varamayacağını düşünüyor. Bir çıkar yol arıyor kendine. Bu yüzden uyuşturucu satıcılığına başlıyor. Torbacı olup çıkıyor. Kafası çalışıyor, cesareti ondan önce gidiyor ama şansı her zaman yaver gitmiyor. Çok dayaklar yiyor, finalde dizlerinin üzerine çöküyor umutsuzca, gökyüzüne çeviriyor başını, dolunay var isli puslu, af diliyor gökyüzünden, nedamet getirse de nafile. Böyle bir son olmak zorunda mıydı dediklerini duyar gibiyim filmi izlemiş olanlarınızın bir kısmından. Çünkü ben de düşündüm kendi kendime, neden selamete çıkamadı bunlar diye. Reva mıydı bunca eziyet bu genç bedenlere diye. Fakirler neden hep fakir kalıyorlar diye soruyordu Rebecca. Zenginler her şeyi aldıklarından değil, fakirler asla cesaret edemediğinden bu böyleydi ona göre. Gözlerini kapatıp, hayal etmeliydin para sana gelsin diye. Para bir enerjiydi, bir akıştı sadece. Önce sen parayı bulmalıyım demeliydin kendi kendine. Ama işte parayı da bulsan, işler karışabiliyordu bir noktadan sonra. Her şeyin kontrolümüz altında olduğunu sanıyoruz ya. Öyle değil işte. Bir küçücük sapma, işte böyle her şeyi ve herkesi dönülemez bir noktaya getirebiliyor bir anda.

Bu kadar ağır bir cezayı hak etmiyordu hiçbiri diyorsunuz, değil mi? Ama etkileyici bir son olarak da hatırlamadan edemeyeceksiniz uzunca bir süre boyunca. İbretlik bir hikaye yok karşımızda. Didaktik de değil. Dunya ve eylemlerinin didaktik bir tarafı yok. Şöyle yapma bak sonun Dunya gibi olur, diyebildiniz mi? Hiç sanmıyorum. Siz olsanız pısar otururdunuz, öyle mi? Önünüze gelen yemek neyse onu yerdiniz, öyle mi? Erken ölmeden yaşamak temennisiyle günleri sayardınız, öyle mi? Sizi tek tek tanımıyorum, o yüzden de bilmiyorum. Tek bildiğim boyundan büyük işlere kalkışmış, sözünü esirgemeyen, cesur bir kızın varlığı. İçinde yaşadıkları sefaletten bir çıkış yolu arıyor sadece. Ama hep sapa yollara giriyor, trafiğin akışına ters istikamette, serseri bir kurşun gibi gidiyor. Bazen rüzgar kesiyor hızını, bazen insanlar. Paris sokaklarının ara ara neden kızıştığını görmemize vesile oluyor tüm bu yaşananlar. Devletin bir kurumu olduğu için ve daha önce de bu mahallede hem de Dünya’nın püskürtmesine maruz kaldıkları için öfkeli kalabalığın şerrinden korkan itfaiye, polis gelmeden yangına müdahale etmeyi reddediyor. Polis geldiğinde ise çok geç kalıyor. Homurtular yükseliyor Romanların yaşadığı, tetanoz kapılası A3 kampının gençleri arasından ve sonuç bir sokak çatışmasına dönüşüyor. Taşlara, sopalara karşılık, polis önlemini alıyor hemen. Bariyerlerini kuruyor hemen iki taraf da. Dolaysız yollardan sebebiyet verdikleri bir ölümün bileti kolluk kuvvetlerine kesiliyor. İşte böyle başlar çatışmalar. Bir kıvılcım yangına dönüşür ve otorite ve onu temsilen her şey hedef haline geliverir. Fransa’nın öfkeli çocuklarının mahallelerinde hayat öyle kolay olmadığı gibi, bir sokak arkası, belki 200 metre sonrası Eyfel’ken ve anlı şanlı bulvarlardaki şık kafeler nazlı nazlı müşterilerini beklerken, sefalet, kavga hiç düzelmeyen kötü bir yazgı gibi sürer gider bu mahallelerde. Bir kayıp tetikler gençlerin öfkesini. Zaten kaybedeceği pek bir şeyleri de yoktur çoğunun. Ama öfkeleri büyüktür, yaşadıkları sefaletin bitmeyişinden, olası vasat geleceklerinden. Dunya ise kabullenemediği kaybının çaresizliğiyle çatışmanın ortasında kala kalır öylece gözyaşlarını akıta akıta.

Film Fatiha suresinin bir caminin içinde nameli nameli okunduğu sahneyle açılıyor. Dunya’nın umrunda değil ibadet, dua, din. Hem çok korkuyor gökyüzünün hakiminden hem de bildiğini okumaya devam ediyor. Kilisenin içinde uyuşturucu takası yaparken af diliyor Tanrı’dan. Filmin yirminci dakikasına kadar Dunya’nın nasıl bir hayatı olduğuna tanıklık ediyoruz, çevresindekilerle ilişkisini ve karakterini öğreniyoruz. Bu dakikalardan sonra ise bundan sonra yaşayacakları var genç kızın. Hayatının kadim dostuysa dışarıdan saf görünen, içinde Dunya hayranlığı besleyen, siyah, iri ve tombik Maimouna. Marketten çaldıklarını satıyorlar beraber okulun önünde. Birbirlerini yüreklendiriyorlar her düştüklerinde. Okulda gerçekleştirdikleri sınava hazırlık çalışmasında, Dunya bir anda çıldırıyor. Öğretmene ağzına geleni söylüyor. Toplumun uşağı olmamıza yardım ediyorsun diyor, kadın ben sizin para kazanmanıza yardımcı oluyorum dediğinde. Kadını o kadar aşağılıyor ki. O oluyor ve okul hayatını bitiriyor kendi sivri diliyle. Maaşın 1500 avro(bizdeki asgari ücret aşağı yukarı), bunun 800’ü kiraya gidiyor, 300’ü carefour pahalı olduğundan gidilen ucuza gıda maddesi temin ettiğin bir başka mağazalar zincirine(bizdeki şarküterisiz Bim, A101), 100 elektrik ve su, 20 internet, tatilse herşey dahil Türkiye(hem de avronun bu kadar kıymetli olduğu bir başka yer bulamazsın dünyanın bir başka yerinde, itibarsızlık böyle bir şey galiba anlıyoruz biz de. Tatile Türkiye’ye gideceğim, ıyy ucuz ve hd. Şimdiyse o da yok bombaların ve Ortadoğu’nun şerefine). Öğretmenin hayatını özetliyor bu vesileyle. Beğenmiyor onu, tipini, üstünü başını. Onunsa büyük hayalleri ve o büyük hayalin gerçekleşmesi için beklediği bir büyük fırsat var kendi kendine yaratmaya çalıştığı.

images-3

Caminin hem imamı hem de müezzini; bu yuvarlak dünyada tek bir düz çizgi Dunya’nın tek çekindiği insan yani Maimouna’nun babası oluyor her zaman. Hiç tanımadığı babası yerine koyuyor onu belli ki. Kimsenin ne söylediğini umursamayan kızın, bu adamın onu tek söz söylemeden yargılayan bakışları karşısında yanakları kızarıyor hemen mahcubiyetten. Tek onun karşısında deviriyor başını, kapatıyor çenesini. En büyük zararı da ona veriyor en sonunda, istemeden de olsa. Başlarda adam ona cennet annelerin ayakları altında, annene iyi bak dediğinde bir davayı sahiplenir gibi sahipleniyor annesini kurtarma meselesini. Kimsenin kimseyi kurtaramayacağını dünya üzerinde düz bir çizgi olduğumuz gerçeğini idrak edene dek kavrayamıyor yazık ki. Ve de amma da zor şeymiş bir çocuğun annesine annelik etmesi!

Kardeş gibi oldukları Maimouna ile beraber Phuket’e gitmek en büyük hayalleri. Masmavi gökyüzü, turkuaz rengi deniz, pırıl pırıl bir güneş ve altlarında çiçek gibi hayali bir Ferrari’yle çok sert alıyorlar virajları! Ayaklarının altındaysa fren, nadiren kullanma gereği duydukları. Hayranlarına gülücükler atıyorlar; Colgate gülüşü, çikolata şirinliği. Beraber kazanıp beraber harcıyorlar gelen parayı. Annesi bu para nerden dediğinde camide zekat verdiklerini söylüyorlar. Biraz paranın sefasını sürüyorlar aptalca harcayarak. Annesine Cartier parfüm alıyor. Yaşadıkları yerse aynı getto hala. Annesi soruyor şaşkınlıkla zekatla Cartier mi alınırmış diye.

Üzerine tükürerek tanıştığı dansçı bir çocuktan hoşlanıyor Dunya. Düşmek üzereyken elini uzatıp güven veriyor ona. Kısa sürecek aşkları karşılıklı olsa da duygusal anlamda çok şey katıyor ona bu yakınlaşmalar ve izlerken kayda aldığı dansı. Huzursuz ruhunun sakin kalabildiği nadir anlar bunlar. Ama melodram ağlarını örüyor ve istasyonda bırakmak zorunda kalıyor hoşlandığı çocuğu. Kırmızı Başlıklı Kız masalının sonu bir hayli acıklı bitiyor bu sefer, yazık ki. Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un kızkardeşi olan Dunya’yı çağrıştıran isim benzerliğinin yanında, vicdan, pişmanlık, suç ve ceza gibi benzer temaları çağrıştırması açısından bir referans oluşturuyor ama orada bile bir çıkış yolu buluyordu baş karakter Raskolnikov; kaldı ki söz konusu kitabın yazarı umutsuzlukların dahi efendisi Dostoyevski’ydi.

Sadede gelecek olursak, başarılı müzik seçimleri, toplu halde oyunculuklar, bir ilk film olmasına rağmen gözüm kapalı bir kadın yönetmen filmi olduğunu tüm duyarlılığıyla yansıttığı sahnelerden ötürü unutulmazlar arasına gireceğini düşündüğüm, fedakarlık, dostluk, ilk aşk, büyümek ve kısaca hayat hakkında çok şeyler söyleyen bana çokça “La Haine”i hatırlatan vurucu finaliyle bu senenin benim için favorilerindendir, belirtmesem olmazdı.

divines-2

A BIGGER SPLASH

images-13

A BIGGER SPLASH :

“Mutluyum Harry, buna katlanamaz mısın?” Marianne

“Adın yine başardı.” Harry

“Sana çok fazla taviz verdim. Biz arkadaştık. Kardeşten öte. Şimdi sen bana sadece katlanıyorsun. Bu ne kadar kırıcı biliyor musun? İstediğini düşün, yargıla beni ama bana katlanma.” Harry

”Hepimiz öyleyiz. Herkes ahlaksız. Asıl olay da bu zaten. Görüyoruz ama yine de birbirimizi sevmeye devam ediyoruz.” Harry

Yönetmen Luca Guadagnino’nun 2009 yılında vizyona giren “I Am Love”ından sonra çektiği bir sürü bir sürü kısa metraj ve iki de uzun uzun belgeselden sonra 2015 yılı yapımı, romantik manzaralı keyifli mekanlara(bir nefeste okuyacaktınız çift sıfatlı tamlamamı), kaliteli müziğe, şık bir gardroba(söz konusu Swinton’ın kostümlerini hazırlayan Dior), bir süre sonra gözünüzün alıştığı çırılçıplaklığa, bir havuza, bir hizmetçiye, Tilda Swinton’ın fısıltılarına, Ralph Fiennes’ın hayal kırıklığı yaratmayan cüretkarlığına sırtını dayayan, özenli, enteresan ama bir hayli uzun, bir yeniden uyarlama olan “A Bigger Splash” i izleyebildim sonunda. Hiçbir Ada’nın hayal kırıklığı yaratmayacağı iddiasının abartı olmadığını bildiğimden muhakkak ilginizi çekecek bir şeylerin var olacağını tahmin edebiliyorum izlemeyenleriniz için şimdiden. Kış kış, donan yerlerimizi ısıtacak yakıcı bir güneş bekliyor izleyenleri, bunalınca serinleyecekleri bir büyük havuz, Allah vergisi, bronzlaşmış güzel vücutlar, içki, uyuşturucu, rock’n’roll, tuzda balık, mülteci sorunu, dozunda bir gerilim ve hayran bir de komiser var filmin içersinde. A Bigger Splash tüm bunlar için bile izlemeye değer olsa da, film bir başyapıt olmadığı gibi, yönetmenin de bir başyapıt ortaya çıkarmak telaşında olmadığını anlıyorsunuz bir zaman sonra. Telaşsızlığı filmin süresinin tam tamına 125 dakika olmasından ve bu süre boyunca da oyunculara uzun uzun bakışma, izleyiciye flashbackler sunma, bir şarkılık performansı hiç kesmeden koyma, pehlivanlar gibi havuzda güreşerek boğulma gibi serbest zaman ayırmasından anlaşılıyor zaman uzadıkça. Oyuncuların çıplak olması ve havuz sahnelerinin bolluğundan ötürü kuruyamamalarından sorun çıkarmadıklarını düşünsek de sıcaktan bunalan set ekibinin yaydıkça yaydığını düşünmeye başlıyorsunuz fena halde. Böyle bir film için bu süre çok uzundu sadece. Tamam entrika, tamam gerilim, tamam müzik, mekan ama… Ama’sı var işte. Tebrik edilesiyse bu uzuun zamanın hiç sarkmadan uzamış olması sadece ve bu nedenle de sıkmıyor sizi, nankörlüğüyle bilinen zaman geçiyor her şekilde. Filmin orjinali olan 1969 yılı yapımı La Piscine’in de 120 dakikalık süresini ve ortalama puanını görünce bu sefer de ancak demek ki diyorum kendi kendime ve St-Tropez’de geçen Alain Delon ve Romy Schneider’lı filmden birkaç kare getirmeye çalışıyorum gözümün önüne. Havuzun çevresinde güneşlenen ikili ve de nedense hayal meyal yılanlar… Çok yakıştığından hayal ediyorum belki de.

Film Review A Bigger Splash

Bir rock star ve bir belgesel film yönetmeninden oluşan ve tavşanlar gibi sevişen çiftimizin mutluluğu ve çıplaklığı yaz tatili için geldikleri Sicilya ile Tunus arasındaki volkanik bir ada olan Pantelleria’da, kadının müzik yapımcısı eski erkek arkadaşının on yedi yıl sonra hayatına giren kızıyla beraber yapmış olduğu emrivaki ziyaretle bozuluyor. Çift kumsalda güneşlenirken aldıkları haberle, eşzamanlı olarak gölgesi üzerlerinden geçen uçağın inişi hoş bir detay oluşturuyor dört tarafı sularla çevrili, hepi topu Bozcaada’nın iki katı, Gökçeada’nın yarısı kadar kilometrekareye sahip mini mini Ada’da. Bu zamana kadar Marianne’in erkek arkadaşıyla tek kelime konuşmadığına şahit oluyoruz yadırgamadan. Ses tellerinden ameliyat olan Marianne’i canlandıran Tilda Swinton küçük çığlıkları, fısıltıları ve başarılı vücut diliyle harikalar yaratırken, yönetmenin ne yaparsan yap ama büyük oyna dediğini düşündüğüm Ralph Fiennes hiç durmadan ve hiç susmadan canlandırıyor Harry karakterini. Gizli bir rekabet damgasını vuruyor filme iki adamın arasında geçen, arzu nesnesiyse iddiasız görünen Marianne Lane iken. Harry her fırsatı değerlendiriyor amaca giden yolda. Geçmiş hukuklarını hatırlatıyor her fırsatta. Marianne’in annesi, stüdyoda geçirdikleri zamanlar ve sahne arkasında yaşananlar gibi. Beraber geçirdikleri onlarca yılın anılarını taşımış sanki bavulunda. Evin bahçesinde yolunu şaşırmış yılanlar da bu gittikçe dozu artarak büyüyen düşmanlığın bir metaforu olarak çıkıyorlar ev sahiplerinin karşısına. Öte yandan babasının ona küçük çakalım dediği kızı Penelope’i de hoşlanmaya başladığı Paul yüzünden kimi zaman su yüzüne çıkan gizli bir rekabete giriyor Marianne ile. Bazen üçgen, bazen dörtgen ama hep bir ikilem var bu karmaşık ilişkilerde ve doyumsuz insan ruhunun içinde. Bilinçli bir şekilde karşı tarafın canını yakmak için elinden geleni yapıyor istilacı ruhlar. Tekrar kazanmak istiyor Harry Marianne’ı. Ve Penelope Paul’ü fethetmek istiyor. Marianne ve Paul incinip duran müşkil durumdaki ev sahipleri olarak tahammül etmeye çalışıyorlar bu çılgın baba ile huyunu hiç bilmedikleri fakat anlamaya çalışmak durumunda kaldıkları kızına karşı. Bu ise karşı tarafı üste çıkartıyor her şekilde. Misafir misafiri istemez, ev sahibi hiçbirini istemez deyimi gerçekleşiyor bir sahnede gözlerimizin önünde. Harry’nin iki kadın misafiri taksiden indiğinde özellikle Marianne bu işten hiç hoşnut olmasa da, sen ne yaptın Harry sözleri havaya karışıyor ve misafir verandada alıyor soluğu. Bu durumda kaprissiz rock star’ımız ev sahibi olarak nezaketini sürdürmeye devam ediyor dirençle.

images-14

images-18

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Penelope’nin gelmeden önce babasının hakkında anlattıkları yanında, Ada’da bulduğu Marianne birbirinden oldukça farklılar. Onu bir rock star’a göre hayli domestik buluyor. Başarıları ve erkek arkadaşından hoşlanması, üstelik babasının da aynı kadın için rekabet etmesi içinde gizli bir hasedin büyümesine neden oluyor. Dört karakter arasında en mantıklı hareket eden ve konuşan Marianne oluyor. Kızın iğnelemeleri karşısında boğazından zor dökülen bir sesle seni üzecek bir şey mi yaptım diyor. Harry’yi kızına fazla sıkı fıkı davrandığı için uyarıyor. Harry hemen alınıp hiddetlense de, bunun kendileri ve ortak geçmişleriyle alakası olmadığını söylüyor Marianne. Öyle de. Sürekli taciz edilen, mağdur olan taraf Paul’le ikisi çünkü. Yaşananların etkisiyle Paul bir gece bıraktığı alkole sarılıyor ve olanlar oluyor. Birikmiş hıncını çıkarıyor Harry’den biraz fazla ileri giderek. İçkinin Paul’e yaramadığını, daha önce de bir çeşit intihar olan kazayı da alkollüyken yapmış olduğu geliyor akıllara. Yönetmen akıllara ziyan bir sahneye imza atıyor bu vesileyle. Sabah olunca Marianne’in Harry’i havuzda ölü bulduğu andaki tepkisi ve bu sahneyi canlandıran Tilda Swinton’ı ve Marianne’in boğazını ve dolayısıyla sessiz çığlıklarını izlemek, ayrıca filmin ilk yarısındaki Tilda’yı ve sessiz doruk anını görmek, bunlar çok az filmde karşılaşacağınız bir hayli özel oyunculuk anları olarak kalıyorlar aklımda. Swinton ve Fiennes bir taraftan döktürürken diğer oyuncuların başarılı performanslarını da göz ardı etmek mümkün değil. Özellikle Dakota Fanning orjinalinde Jane Birkin’in oynadığı Penolope rolünde sessiz ve derinden giden bir Lolita’yı canlandırırken, filme bir Fransız havası veren tek oyuncu oluyor.

Filmin sonunda mazlumlar bir noktadan sonra çıldırıp, zararlı misafirlerinden bilinçsizce intikam almış oluyorlar. Paul nihayet Harry’yi boğmak suretiyle öldürüyor. Suçunu Marianne’e itiraf ettiğindeyse, kadın ona kızamıyor. Çünkü biliyor ki tüm bunların yaşanmasında kendi payı da var ve Harry hiç olmadı çenesiyle insanı çileden çıkartabiliyor, her ne kadar eğlenceli olsa da. Ortak mazileri yüzünden erkek arkadaşının gözü önünde ona taviz veriyor defalarca uysallıkla. Tam da işler rayına oturacakken yani Harry ve Penelope ertesi gün evi terk edecekken, hayatlarını terörize eden insanlardan çok başka bir vesileyle kurtuluyorlar yazık ki. Sorgulama esnasında Penelope’nin İtalyanca bildiği ortaya çıkıyor. Dışarıdan bakıldığında babası ölmüş bir kız olarak hiç de üzgün durmuyor. Babasının öldüğüne üzülüp üzülmediğini soruyor Marianne ona acınası bir halde. Ve de onlara yirmi iki dediği halde on yedi yaşında olduğunu da öğreniyoruz. Marianne havaalanında bundan önce ona birbirleriyle iletişim kurmak için çırpınan insanların zor zaman geçirişlerini izlemeyi sevdiğini, onları düşman olarak algılayışına bir anlam veremediğini söylüyor. Uçak kalkmak üzereyken, Penelope’nin tüm pervasızlığıyla verdiği küstah cevap karşısında kendisini tutamayarak attığı tokatla sakinleşiyor nihayet. Harry’e söylediği ayrılık cümlesini kızı kendisine karşı kullanıyor hiç yokken.Babasının ona karşı kızını doldurduğunu anlıyoruz böylelikle, yalnız ikisinin bildiği anlarını paylaşmış ve bu da kızın içinde hınç yaratmış. Sinirleri bozulan kızın kalbiyse bu vesileyle yumuşuyor ve uçakta zırıl zırıl ağlamaya başlıyor. Gidenlerin ardından baş başa kalan çiftse rahat bir nefes alıyorlar nihayet. Tıpkı eski, huzurlu günlerinde olduğu gibi.

Film boyunca bahsi geçen mülteci sorunu ise bir anlamda Paul’ün kurtuluş bileti oluyor. Karşıdan botlarla kaçıp gelen Afrikalı mültecilere atıyor Marianne suçu ve bir kez daha adı kazanıyor, mülteciler her şekilde kaybetmeye ve kaybolmaya devam ederlerken. Kendisinin ünlü bir rock star olduğunu bilen müfettiş fazladan hürmet gösteriyor ona ve pahalı çantasına(Dior’dur o da). Mültecilerse haberlerdeki yedi ölüden biri ya da Ada’nın ıssız bir köşesinde Penelope ve Paul’ün karşısına aniden çıkıveren ve korku unsuru olarak var olan insancıklar olarak kalıyorlar belleklerde. Çok duygusal bahsediyor onlardan haberleri sunan spiker. Anavatanlarında mutsuz, savaşın korkularıyla işaretlenmiş, daha iyi bir gelecek için anavatanlarını terk etmek zorunda bırakılanlar diye. Bu yakaya geldiklerinde ise bir cinayetin olası şüphelisi olabiliyor her biri ayrı ayrı hiç bilmeden.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

MEMORIES OF MURDER

 

images-5

MEMORIES OF MURDER 

Dedektif: “Tecavüz vakalarında olay mahallinde geriye kalan birkaç kıl olur her zaman. Demek istiyorum ki suçlunun aşağıda oralarda hiç kılı yok. Köse. Tamamen kılsız biri.” 

Şef: “Hiç kılı olmadığı için mi arkada kıl bırakmıyor yani?”  

On üç yıllık bir gecikmeyle, kuzey güney fark etmez Kore olsun, Çin olsun, Japon olsun diyen bir arkadaşımın uzak uzak Doğu’lardan gelen tavsiyesi üzerine, önce şaşkınlıkla sonra kabullenmişlikle, en nihayet beğeniyle ama bitkin bir ruh haliyle izleyip bitirdiğim ve sizlerle paylaşayım, aksi takdirde ne kaybederim “ki” diyerek başlıyorum güzel Türkçemize “Cinayet Günlüğü” olarak çevrilmiş filmimize. Yönetmen Joon-ho Bong’un izlediğim bu ilk filmi için ne çok seksenlerden kalmış derken ve bir yandan demode mekanlarda, uçan tekme meraklısı Bruce Lee taklitçisi, çoğu sevimsiz ve zevksiz karakterlerine sövmeme neden olurken, kendi bilinçsizliğimin cezasını çektiğimi idrak ediyorum usul usul oturduğum yerden. Zira askeri diktatörlük döneminde geçen film gerçek bir hikayeye dayanmakta olup, Güney Kore’nin Gyeong-gi eyaletinin kırsalında 1986’dan 1991’e dek işlenen on cinayetin ekseninde geçiyor. Bu geç gelen ama iyi ki de geç gelen bilgi sayesinde filme bir başka gözle bakmaya başlıyorum ve geriye kalan dakikalar kıymetleniyor gözümde. Kırsala rengini veren sarı buğdaylar bir tablo gibi en mühim ve en özel arka planı oluşturuyorlar göründükleri her karede. Filmin başında cesedi bulan küçük bir erkek çocuğu olurken, yıllar yıllar sonra cinayet mahalline dönen katiller gibi gelmiş olan polisimizin başına bu kez de küçük bir kız çocuğu dikiliyor ve ona bir süre önce katilin burada bulunduğunu müjdeliyor tatlı tatlı. Kurgu karakterlerle aktarılan bu gerçek olayda da katil gizemini korumakla birlikte filmin katili bulmaya odaklı bir film olmadığı anlaşılıyor belli bir süre geçtiğinde. Karakter odaklı ve hem dönemin hem de insanlarının ruh halini yansıtıyor yönetmen bu vesileyle. Yerel polislerin bel altı(birleşik yazmamı ister miydiniz acaba belin alttan kesilmeden ayrılamayacağı düşünülürse?) esprileri, o esprilerdeki özne kadın olduğunda sığlık denizinde nasıl kolaylıkla boğulmayı becerebildikleri, üniversite öğrencilerinin oryantasyona gittiklerinde hiç tanık olmadıkları olası yaşanmışlıklarla ilgili fantezileri ve bunların dile dökülmesi, bir sapığın dokuz dilim şeftaliyi genç bir kızın genital bölgesine tıkıştırmasından daha vahim geliyor sonra sonra.

images-2

images-4

Gelelim filmdeki ilk iki cesedin bulunması esnasında olay yerinde yaşanan kara komediye ve özellikle de daha önce bu tip bir vakayla hiç karşılaşmamış, hatta hatta ülke tarihinde işlenmiş olan bu ilk seri cinayetlerin ihalesinin bu şaşkın polislerin mesaisine denk gelmesiyle bir kat daha talihsiz bir yol alan soruşturmanın seyrine. Olay yeri tam bir facia. Cinayet bölgesinin etrafı iplerle çevrilmediğinden halk delilleri yok edebilmek adına var gücüyle çaba sarf ediyor sanki. Çocuklar birbirini kovalıyor, yaşlı yaşlı kadınlar gruplar halinde kikirdeşiyorlar. Panayır yerine dönen bölgede en nihayet dedektifin bulduğu tek ayak izinin de üzerinden bir traktör geçiyor hunharca. Adli tıp bir türlü olay yerine ulaşamıyor, ulaştığındaysa çok geç oluyor. Onlar da kaya düşe varıyorlar olay yerine. Herkes öyle şaşkın ki… Dedektifler ona durun buna etmeyin diye bağırmaktan helak oluyorlar. Bir başka garip sahne de özürlü genci olay yeri tatbikatına götürme esnasında yaşanıyor. Sözde suçluyu yakaladıklarının ispatı olarak şefleriyle beraber gazetecilere sol elleri yumruk olmuş havada, otuz iki dişleri dışarda poz veriyorlar büyük bir gururla. Dereyi görmeden paçayı sıvayan ekip, olay yerine vardığında işler iyice çığrından çıkıyor. Özürlü gencin babası oğlum masum diye feryat ediyor. Özürlü genç kontrol edilemiyor. Cinayet canlandırması yapılırken utanç pazarına dönüşüyor ortalık ve gazetelere manşet oluyorlar “topluca”. Basına sansür yokmuş demek geliyor insanın içinden ve sonuç olarak bir şef gidiyor, bir başka şef geliyor ekibin başına.

images

images-10

Olayı çözmekle görevlendirilen iki yerel dedektiften tombik olan, insanların ona sende şaman gözü var demesiyle içgüdüsel olarak katili göreceğine inanır hale gelmiş bile. Zanlı fotoğraflarına uzun uzun bakarak nihai sonuca ulaşacağına inanıyor. Güya. Gözleriyle insanları okuyabiliyor. Güya. Kız arkadaşı ne söylüyorsa yapıyor. Hanımköylü laf aramızda ve de batıl bir çaresiz.Dedikoduların izinde insan avına çıktığı gibi, çaresizlikten şaman kadının dediklerini yapıyor hiç nazlanmadan. Öte yandan biriminin ve kendisinin ellerindeki tek ekipman silahları, en büyük zaafları uçan tekmeleri, ellerine düşen zavallı zanlıları konuşturabilmek için tek yaptıkları dayak, ipe asıp ters sallandırmak, küçük düşürmek ve ağzını burnunu kırmak suretiyle de ifadelerini almak oluyor. Karakolda yaşananlardan halk haberdar. Hal böyle olunca da cinayetler tüm acımasızlığıyla yürüyor kaldığı yerden. İkinci bölge dedektifiyse yüzleri çizilmesin diye sağ ayakkabısının üzerine geçirdiği kumaş galoşla tepiyor önüne geleni. Tetanos iğnesi olmadığından kesilecek olan ayağının, galoşlu olana tekabül etmesi kaderin bir cilvesi sanki. Bir yandan da senaryonun tabii. Bir süre sonra olaya dahil olan üçüncü dedektifimizse başkent Seul’den geliyor gönüllü olarak. Dört yıllık akademi mezunu, erdemli, vakur ve bilinçli. Ön plana çıkmaktansa, olayı çözmeye odaklı, gerekmedikçe ve sataşma olmadıkça şiddet meraklısı hiç değil. İlk değişim geçiren o oluyor tüm bunlara rağmen. Olaylar dallanıp budaklandıkça, katil bulunamadıkça ve katilin maktüller üzerinde uyguladığı şiddetin dozu artıp kendisi tüm bunlara tanık oldukça, bir yara bandı fitili ateşliyor en nihayet ve kendine hakim olamayıp, yöntemini değiştiriyor, zanlının boğazına yapışıyor öfkesi burnundan akarken. Amerika’dan gelen DNA sonuçları aksini söylese de, katilin o olduğuna inandığı adamı vurmaya niyetleniyor, ağzını burnunu dağıtıyor. Hiç tasvip etmediği meslektaşlarına dönüşüyor. Masum katline karşılık çığrından çıkıyor. Bu davaya bulaşmış herkes ya bir şekilde karakter değiştiriyor ya sakat kalıyor ya ölüyor ya da tombik dedektifimiz gibi meslek değiştiriyor ve polisliği bırakıp meyve suyu sıkma makinesi satmaya başlıyor.

images-8

Filmin bir başka enteresan yanı savunma tatbikatlarının gölgesinde, tüm evler ve binalar için karartma uygulanırken ve çoluk çocuk sığınaklara doğru koşsunlar diye megafonlardan ama sanki gökten iniyormuş gibi bir ses tarafından tembihlenirken, katilin yağmurlu günlerde hiç umurunda değilmiş gibi işlediği cinayetlere devam ediyor olabilmesi. Katil kusursuzken, standart prosedürler işlerine yaramıyor. Yine yağmurlu bir günde, olası katil aynı radyo istasyonundan “Hüzünlü Mektup” parçasını istediğinde biliyorlar ki avcı yola çıktı bile. Şef acil durum ilanı veriyor hemen ve merkezden iki garnizon eleman istiyor istihbarat aldık diyerek. Fakat müsait adam bulamıyor çünkü tüm ekipler Suwon’daki gösteriyi bastırmaya gitmişler çoktan. Ve evet standart prosedürü beklemekle katil yakalanmıyor. Olanlar oluyor. Bir bacak, birkaç hayatın hunharca yok edilmesi, bir istifa ve daha bir sürü trajediye sebep oluyor. Bürokrasi ve baskıcı rejimin, başta mizahi bir dille anlatılan işkence sahnelerinden sonra Kore halkının üzerindeki endişeli ve hiç geçmeyen bir büyük kara bulut gibi kalmış olduğunu idrak ediyoruz bir zaman sonra. Yönetmen bu döneme dikkat çekmek istemiş sanki; şiddete, zulme, baskıya, yozlaşmaya, geri kalmışlığa. Filmden geriye biri galoşlu, biri NICE marka ayakkabılar kalıyor hafızalarda. Bir de ızgarada pişen etler var midelerce sahiplenilmeyi bekleyen. Bunca aptallığı izlemek zorunda mıyım ben şimdi kendi ülkemde dik alası yaşanmış ve yaşanıyorken diyerek başladığım filme, izleyiciye reva görülen bunca aptallığın bir sebebi varmış diyerek ve oturduğum yere mıhlanarak izlemiş olduğumu söylemeden geçmek ayıp olur diyorum sadece. Geç olan ve dolayısıyla geç gelen kıymetlidir derler. Benim kıymetlilerimden olacaktır”Cinayet Günlüğü”, uzak uzak Doğu’lardan gelen.

Dedektif :  “Gözlerime bak. 
                      Bilemiyorum. 
                      Sen de bizim gibi bir insan değil misin?”

images-6

memoriesofmurder8

 

HELL OR HIGH WATER 

hell-or-high-water

HELL OR HIGH WATER :

“Zekanla yeneceğin biri olmadan nasıl hayatta kalırsın?” Alberto

“Yangının beni küle çevirip acizliğimden çıkarmasına izin verebilirsiniz. Yirmi birinci yüzyıldayız. Bense bir sürüyle bir yangını dereye kovalıyorum. Bir de çocuklarımın neden bir bok yapmadıklarını merak ediyorum.” At üzerinde umutsuz ama bilinçli bir Kovboy; Taylor Sheridan

“Başkasını bana inandırmam gerek.” Cilveli Jenny Ann

“Oğullarının hayatında kara bir leke olmak istemiyorsan, aslanlar gibi olmalısın.”  Tanner

“Futbolu Aztekler mi keşfetti? Kurukafa filan tekmeliyorlardır.”  Marcus

“Ne olursa olsun”, “iki eli kanda”, “bütün zorluklara rağmen” gibi anlamları var filme ismini veren deyimin güzel türkçemizdeki karşılığında ve her ne olursa olsun, iki eliniz kanda olursa da olsun, son zamanların en akılcı ve akıcı diyaloglara sahip David Mackenzie filmine en azından başlayın, çünkü gerisi gelecektir; siz farkına varamadansa sona erecektir bir nefeste. Nick Cave ve Warren Ellis ortak çalışması olan başarılı film müzikleri Teksas’tan başlayıp Oklahoma’ya doğru annelerinden kalan çiftliğin üzerindeki haczi kaldırmak için banka soymak üzere yollara düşen iki beyaz kardeşin hazin macerasında kuvvetli bir fon oluşturuyor. Filmin başındaki iki dakikalık plan sekans boyunca duyulan müziğin hüznü, genel olarak filme hakim olan umutsuz atmosferi ve gidişatı da yansıtıyor. Aynı dakikalarda karşımıza çıkan duvar yazısı bu umutsuzluğun sessiz sesi oluyor sanki. “Irak’ta üç tura rağmen bizim gibiler için kurtuluş yok” diyor o ses, o duvar yazısında. Film boyunca kapitalizme, üzerine basa basa ırk ayrımcılığına ağır göndermeler var. Amerikan Anadolusunda sert adamların ayakta kalma savaşını izliyoruz bankaların ve silahların gölgesinde.

images-1

hell-or-high-water-film-clip-blaze-of-glory-15749-large

Köken olarak olmasa da misal vermek gerektiğinde istedikleri yeri yağmalayan Komançi kardeşlere benzetilen Howard kardeşlerden büyüğü olan abi Tanner, otuz dokuz yaşında ve bekar. Hayatının son on yılını babalarını kazara vurmak suçundan hapishanede geçirmiş. Babasına karşı koydukça maruz kaldığı dayağın sertleştiğinden bihaber, ailenin problemli, serseri ruhlu, gözü kara ve yer yer acımasız karakterine dönüşmüş zamanla. Böbürlenmekten,  büyüklenmekten ve yer yer ona kendini iyi hissettirdiğinden adam öldürmekten zevk alıyor. Bu rolüyle Ben Foster’sa harikalar yaratıyor. Annelerinin hastalığında kendisi hapisteyken, diğer kardeş bakımını üstlenmiş yaşlı ve hasta kadının. Tanner her zamanki gibi dışarıdaki içerideyken, Trevor evlerini, çiftliklerini, annelerinin başını beklemiş. Evlenmiş, barklanmış, iki çocuk, bir de mutsuz ettiği bir eş sahibi olmuş. Önceden sabıka kaydı olmamasına rağmen, beraber soygun yapma fikri daha uysal mizaçlı bu kardeşten çıkıyor. Ama beyin eyleme geçmek hususunda o kadar cesur hareket edemeyeceğini bildiğinden tetikçi olarak abisi olmadan bu işi pratikte halledemeyeceğini de biliyor. Tüm hayatı boyunca salgın bir hastalık gibi tanıdığı herkese bulaşarak ilerleyen, jenerasyondan jenerasyona geçen, hem kendisinin hem ailesinin hem de ailesinin ailesinin çektiği fakirliğin bir son bulması için, iki oğlunun bundan muzdarip olmaması için girişiyor tüm bunlara ve; kederli, düşünceli, kararlı aile babası rolünde Chris Pine’da rolü el verdiği ölçüde çok iyi bir oyunculuk veriyor. Vücut dilini ve mimiklerini çok doğru kullanıyor. İki kardeş beraber ve ayrı ayrı boy gösterdikleri her sahnede göz dolduruyorlar.

images

downloadfile-1

images-4

images-5

Sabah sabah birimlerine ulaşan iki soygun haberiyle olay yerine gelen iki korucudan Marcus Hamilton(sanırsın Romalı kumandan) rolünde Jeff Bridges emekiliği için gün sayarken ortağı Katolik Kızılderili Alberto Parker(o da Pi’nin Hayatı’ndaki Bengal kaplanı sanki) ile karşılıklı atışarak, kimi zaman birbirlerinin damarına basarak, en çok da uğradıkları kasabalardaki halkın garipliklerine katlanmaya çalışarak  çözmeye çalışıyorlar soygunların üzerindeki sis perdesini. Yüzlük banknotları almayan soyguncularınsa, gerekli miktara ulaşana dek yeni soygunlar gerçekleştireceğini tahmin ediyorlar. Çok garip kasabalardan geçiyoruz bu sürek avı dahilinde. Miskin sokaklara evsahipliği yapıyor bu kasabalar. Yaşadıkları yerden hiç ayrılmamış olduğu izlenimi yaratıyor içindekilerle. Köhneleşmiş dükkanlarda yıllarca aynı işi yapıp bunca zaman zarfında bedenleri yaşlansa da, aynı zemine yaslanmaktan sabit fikirli kimselere dönüşmüş aynı insanlar. T-Bone adındaki restoranda kırk dört yıl boyunca garsonluk yapmaktan bıkmış ve yaşından beklenmeyecek kadar şirret, nine olmuş garson “Ne istemiyorsunuz?” derken alternatifsizliği sunuyor merkezinde kendisinin olduğu. Hem T-Bone isimli restoranda T-Bone biftek yenir. Yanında da en fazla haşlanmış patates servis edilir. Ama kesinlikle bir alabalık değil. O sipariş bir kez verilmiştir, yıllardan da 1887’dir. Bir daha da aksi gerçekleşmemiştir. Yani, kısaca, yemekte ya mısır ya da yeşil bezelye istemezsiniz. Dolayısıyla da böyle bir kadının çalıştığı bu yer tarihi boyunca kimse tarafından soyulamayacaktır. Aksiyse sabır ve cesaret istemektedir. Alberto’nun dediği gibi çıngıraklı yılan gibi bir garsonu bünyesinde barındıran, kasabanın muhtemelen tek restoranını da gördükten sonra burada insanların yaşamak istemeyeceğini düşünseniz de, 150 bin yıl boyunca mağarada yaşayan insanlar da insandı ve onlar o mağaralarda biz artık çok sıkıldık, usandık bu lanet mağara hayatından demeden yaşadı. Bu topraklar uzun zaman önce Alberto’nun Atalarınındı. Bir gün beyaz adam geldi, soylarını kurutana dek onları öldürdü ve onları kendilerinden biri yaptı. Bunu yapansa bir ordu değildi, karşılarındaki bankaydı diyor Alberto. Diğer yandan kardeşler soygunu gerçekleştirirken yaşlı, beyaz bir adam onlara bunun delilik olduğunu, Meksikalı bile olmadıklarını söylüyor hayretle. Beyaz adam beyaz adamdan çalıyor bu kez de. Olamaz mı yani?

images-6

downloadfile-2

hell-or-high-water-still

v1

Çekirge iki kez sıçrıyor yazık ki. Üçüncü soygun esnasında iki kişi vuruluyor. Trevor’sa yaralanıyor. Silahlanmış kasaba halkı tarafından kovalanıyorlar. Oysa ki karşılarında Lord of the Plains/ Plains’in Lord’u var. Yani Tanner. Tabancasını bırakıp makineliyi alıyor eline ve başlıyor taramaya. Tek başına ilerliyor arabaların ve insanların üzerine doğru. Kimse ona karşı koyamıyor. Ters esen rüzgara karşı dönüyor yüzünü. Onlara karşı tek de olsa, püskürtmeyi başarıyor hepsini. Tıpkı çaldıkları paraları aklamak için gittikleri kumarhanede rulet masasının başına geçtiğinde güneş gözlüğü takmış bir Kızılderiliye durduk yere çatıp, karşısına dikildiği gibi. Aynı kararlılıkla duruyor fiziksel olarak kendisinden güçlü görünen adamın karşısında, korkusuzca. Meydan okuyor hayata. Uzun zamandır sinemalarda karşılaştığım en başarılı anti kahramanlardan biri Tanner. Kardeşi Trevor’ınsa kahramanı. Sonunu bile bile bu işe giriştiği anlaşılıyor. Kardeşi “bir” işten şimdiye kadar paçayı sıyıranı görmedim dediğinde, Trevor o zaman neden bunu yapmayı kabul ettin diye soruyor. “Çünkü sen istedin kardeşim” diyor Tanner. Ölerek, kendini feda ederek, tüm dünyayı karşısına almayı göze alarak ama geride kendisine inanmış tek insan olan kardeşini bırakarak yok oluyor genç adam. Tek adamın kurtarıcısı, ilahı oluyor. Sadece bir kişinin her şeyini borçlu olduğu adam olarak ölüyor. Öldüğünde ayaklarının altında dolaşan bir yılan var. Çocuklarımız için yaptığımız şeyler diyordu Marcus filmin sonunda… Ailemiz için yaptığımız şeyler, kardeşlerimiz, annemiz babamız için yaptığımız şeyler… Aile bütünlüğünü korumak için yaptıklarımız… Çok şey üzerine çok şey anlatan ama amacından şaşmamayı başarabilen filmin en büyük başarısı tüm bu akılcı diyalogları, doğru ana ve yan karakterler üzerinden dillendirmeyi başarabilen aynı zamanda aktör olan ve Sicario’nun da senaristi Taylor Sheridan’sa at üzerinde, yangından sürüsünü kaçırmak için uğraşan, tek başına bırakılmış kovboy rolünde boy gösteriyor tek seferlik. Ana karakterlerin dışında film boyunca bir görünüp bir kaybolan ve bu esnada vurucu cümlelerin efendileri olan oyuncular da harikalar yaratıyorlar rol aldıkları kısacık anlar boyunca.

-Komançi misin? Plains’in Lordu?
-Artık hiçim… Komançi ne demek bilir misin? Sonsuza dek düşman demek.
-Kimle düşman?
-Herkesle.
-Bu beni ne yapar biliyor musun?
-Düşman.
-Hayır. Komançi yapar.

Texas Red Carpet Screening Of

chris-pine-ben-foster-gil-birmingham-and-jeff-bridges-attend-a-of-picture-id588332546                       ”Harika Dörtlü”

 

 

SPARROWS / SERÇELER

images-1

SPARROWS / SERÇELER :

“İşe ilk girdiğinde çocuktun, şimdi para kazandın, adam oldun.”

“Onun maço safsatalarını göz önüne alma. Onun kusuru da bu.” Büyükanne

2015 yılı yapımı, İzlanda adına yarışması için seçilen, bence bu senenin en iyilerinden ve sadeliğiyle dikkat çeken ama bir adaylığı da hak eden, Oscar aday adayı bir film var karşımızda; ismiyse “Serçeler”. Üstelik bunca kalitesiz film piyasada cirit atarken, tam zamanında çıkıveriyor karşımıza. Ciddi anlamda bir etkileyicisizlik var sinemalarda(o ne demekse!). Film boyunca karşımıza çıkan tek hayvan fok, haşerat olarak da böcek takımından eklembacaklılardan olduğu bilimsel olarak tanımlanmış kara sinekler iken, filme ismini veren serçeleri ne havada ne de karada görmek mümkün cismen; ve işitmek mümkün cik’len. Fakat filmin başında kendi gibi bebek yüzlü, masum sesli erkek kilise korosunda kilisenin dik çatısı altında bembeyazlığın ortasında seslendirdiği ilahiden sonra hayatındaki değişimler başlayan on altı yaşındaki Ari’nin, yeni hayatına uyum sorunu ve yabancısı olduğu bu yeni hayattaki insanlar karşısındaki masumiyeti, kırılganlığı ve duyarlılığı bir metafor oluşturuyor filme ismini veren serçelerle. O ve kız arkadaşı Lara o kadar masum ve o kadar kirlenmemişler ki… Filmin son dakikalarında yaşananlardan sonra onların, yaşadıkları yerin kanatsız melekleri olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz ister istemez. Lara yaşananlardan, kendi başına gelenlerden bihaber olsa da, Ari gördüklerinin dehşetinden sus pus oluyor ve anlaşamasalar da eve gelir gelmez babasının güvenli güvensiz kollarının altına giriyor tıpkı kendi türünün kanatları altına giren kuşlar, masum serçeler misali.

downloadfile-1

Filmin hemen başındaki koro sahnesi sayesinde, Ari’nin kendini ait hissettiği, ortak paylaşımda bulunduğu akranlarınca çevrili olduğunu görüyoruz. Annesinin kararıyla İzlanda’nın başkenti Reykjavik’ten, ülkenin kuzeybatında yer alan yarımada Westfjords’a gönderildiğindeyse bir nevi sudan çıkmış balığa dönüyor. Bir kez, şehir hayatından sonra dağlarla çevrili taşraya ve taşra insanlarına ve bu pastoral hayata uyum sağlaması gerekiyor. Babasıyla ilişkileri mesafeli. Onca zaman geçmiş aradan görüşmeyeli. Bir ufak sırt çantası ve bavuluyla tünüyor babaevine. Babası ise onu yaz tatilinde aylak aylak dolaşmasın diye kendi çalıştığı balık fabrikasında işe başlatıyor. Boş zamanlarındaysa arkadaş edinmesi çok kolay olmadığından, yalnızlık hissediyor ve böyle zamanlarda şimdi satışa çıkartılmış olan ve çocukluğunun geçtiği eski evlerine gidiyor ve odasındaki duvar kağıtlarının ve olası yatağının olduğu köşede uyumayı alışkanlık ediniyor. Yüzünü, başını örtüyor kollarıyla, bu haliyle anne karnına dönmeyi bekleyen, belki de hiç doğmamış olmayı ister bir hali var. Bir sığınak oluyor onun için bu boş ev. Çünkü orada bir geçmiş var tanığı ve tanıdık olduğu; anları, iyisiyle kötüsüyle de anıları… Aynı fabrikada çalışan tek bir erkek arkadaşı ve onun kız arkadaşıyla, zamanında beraber büyüdükleri ve ondan hoşlanan ve onu önemseyen Lara var hayatında arkadaş anlamında. Neyse ki ilerlemiş yaşına rağmen şefkatli, duyarlı ve anlayışlı bir babaanneye sahip. Ari sık sık ona sığınıyor. Annesiyse kocasıyla yani Ari’nin üvey babasıyla beraber çocuklara uygun olmadığını düşündüğü yerler olarak gördüğü Uganda ve Etiyopya’ya gittiği için bırakıyor onu geride. İçi rahat etsin diye de babaevine gönderiyor.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Babaannesi oğluna rağmen gelinini, enerjisini ve cesaretini takdir ediyor ve onu sahipleniyor yokken bile. Babasıysa içerek ve harcayarak elindeki her şeyi bankaya kaptırmış. Evleri ve teknesi elden çıkmış çoktan. Maço tavırlarından ve kötü alışkanlıklarından ötürü karısını evden kaçırdığı, oğlunu ise uzun yıllar boyunca arayıp sormadığı anlaşılıyor. Öte yandan hassas oğluyla nasıl başa çıkacağını o da bilemiyor. Benim onu anladığım kadar o beni anlamıyor derken, anlaşılamamaktan şikayetçi o da kendince. Oğlu uzun yıllar vejetaryen bir üvey baba ile yaşamış, kilise korosunda söylemiş. Naif bir tarafı var. Lara’nın erkek arkadaşına karşı yumruklarını konuşturmayı bilmiyor bu yüzden. Babasıyla ava çıkmak istiyor fakat tüfeği eline aldığında uzaktaki foka ateş edemiyor. Babası gözlerinin içine bak diyor. Duygusal bağ kurup kötülük beklemeyen foku öldürmek içinden gelmiyor Ari’nin. Baba oğul daima çatışıyorlar. Büyükannesine örgüde yardım etmesini komik ve kız işi bulan babasını, bir sürü adamın toplandığı ve içtikleri akşamların sabahlarında, masada şişelerin arasında kaybolmuş, sızmış halde buluyor oğlu da. Ari aylığından eve para bırakıyor bira parası olarak. Sancılı büyüme ve olgunlaşma sürecine tanık oluyoruz çocuğun. İlkel benliği ile hareket eden baba hayat bu işte derken oğluyla beraber soğuk havada soyunup içi sıcak suyla dolu bidonun içine atlayıveriyor. Karşılarında dağ, altlarında toprak, gökyüzü pırıl pırıl kimse yok etrafta onlardan başka. Hayat bu mu acaba diye soruyor insan izlerken bir anlığına da olsa.

images

sparrowsimagen2

Ari’ye en büyük darbelerden birini çok sevdiği babaannesi vuruyor ve tek yaptığı aniden ölmek oluyor. Hiç güçlük çıkarmadan, hiç eziyet etmeden terk ediyor onları. Sekiz numaralı evinin içinden ambulansla çıkartılıyor. Ana babadan sonra en büyük kurtarıcı olarak görülen tek akraba dayanağı da sonsuzluğa karışmış oluyor Ari’nin. İyice ıssızlaşıyor çocuk belli bir zaman zarfında. Yarası haline geliyor kaybı. Babaannesini gömdükleri mezarlık, dumanlı dağların eteklerinde yer alıyor. Dağlar bir çeşit duvar örüyor arasına geride bıraktığı yaşamıyla. Kendisini anlayacak, sığınacağı kimse kalmadığında ilk işi tırmanmak oluyor o dağa babaannesinden sonra. Bu dağ sırdaşı, dert ortağı, ağlama duvarı oluyor Ari’nin.

sparrows_runar-runarsson

 

downloadfile

Yönetmen Runar Runarsson ”tutunamamanın” filmini çekmiş ergenler üzerinden. Acı çekiyor Ari ve bu his kolaylıkla geçiyor izleyiciye. Darbeler üst üste geliyor. Şehir değiştirmek başlı başına bir travma iken, yaşadığı kayıp ve uyumsuzluk tuz biber ekiyor üzerine. O öfkelenip ebeveynlerine küfür ettiğinde, bağırıp çağırdığında aslında onunla beraber aynı şeyleri yapmak istiyorsunuz ve çocuğa hak veriyorsunuz her parçanızla. Afrika’yı aradığında, telefonun ucundaki ses onu saat farkı hususunda uyarıyor acımasızca. Annesi sonu belirsiz bir maceraya atılmak uğruna oğlunu geride bırakıyor, baba ezikliğinin acısını alkolden çıkartıyor, babaannesi ölüyor, kaba saba adamlar, ergen, hırçın ve yasal olarak tek kullanabilecekleri vasıtaları bisiklet olan çocuklarca sarılıyor etrafı. Sahip çıkılmak, korunup kollanmak istiyor Ari umutsuzca. İşler tam toparlanmış, Lara erkek arkadaşından ayrılmış ve Ari ile yakınlaşmışken final bir yumrukla beraber iniyor hiç beklemediğiniz anda, hiç beklemediğiniz yerden. Sizin de Ari gibi ağzınızı bıçak açmaz oluyor. Bundan sonrası geride kalmış soruların nihai cevabından ibaret ama ne bilmek, ne de düşünmek isteyecek haliniz kalmıyor gördüklerinizden ötürü ve o hisle veda ediyorsunuz İzlanda’nın uzak ucundaki taşrasına ve yaşananlara. Ergen kafalı erginleşememiş adamların adiliği çok koyuyor filmi izledikten sonra. Ketaminin etkisinden gözlerini açmakta zorlanan Ari gibi görmemiş olmayı yeğliyorsunuz. Keşke hiç uyanmasaydı diyorsunuz. Gözlerinizi sımsıkı yummak ve bir daha da açmamak, her şeyi unutmak istiyorsunuz. Gittikçe olgunlaşan şey hızlı bir şekilde çürüyor. Serçeler ve sırtlanlar var bu filmde. Birkaç serçenin yanında dürtüsel hareket eden ilkel benlikler izole hayatlarının içinde, uygarlıktan uzak, kaderlerine kederlenmeye gerek duymadan sadece içerek ve kadınlara sahip olarak isyan eden ilkel kabileler gibi yaşıyorlar. Büyümek konusunda zaten telaşsız hareket eden Ari’yse yaralı bir serçe gibi tutunuyor tek bildiği ağacın dallarına. Ve yönetmeni takip etmek gerekiyor bundan sonra yaptığı işlerde. Runar Runarsson’un dünyasına henüz ayak basmış oluyorum ”Serçeler” ile, İzlanda’nın olağanüstü kırsal manzarası eşliğinde. Umalım ki Kuzey’in soğuk çocuğundan yeni filmler gelsin, geçmiş filmografisi azımsanmayacak olsa bile.

0-yr4vbnwovayoqisujryt98_hiu2yb774vvvyaixamh1mfcpp56iuahcgpslu2h1a0ihayeswkmrwrfsrp0odqv2xxylstutafebxooxaw430-h342-nc

ELLE – O

images-1

ELLE – O :

“Hep dünyanın günahsız bir versiyonunu istiyorsun.” Irene Leblanc

Kariyerine Leiden Üniversitesi’nin matematik ve fizik bölümlerini bitirdikten sonra Hollanda Kraliyet Deniz Kuvvetleri’nde çektiği dokümanter filmlerle başlayan yönetmen Paul Verhoeven, Hollanda’dan Amerika’ya transfer oluşunun ardından, yoluna gişe rekorları kıran Total Recall ve Robocop gibi bilimkurgu filmleri ve zamanında olay olmuş ve sansüre takılmış Temel İçgüdü ve ardından gelen Showgirls ile devam etmiş ve o günden bugüne çektiği bir parça sönük ve ses getirememiş filmlerin ardından nihayet başarılı bir kitap uyarlaması olan Elle’le çıkmış bulunmaktadır karşımıza. Cannes’da prömiyeri yapılan film bir hayli ses getirmekle beraber, kendi adıma yönetmenin filmografisinden ayrıksı bulduğum düzeyli erotizmiyle ve başkarakter Michele Leblanc rolündeki Isabelle Huppert’in daimi cazibesiyle sarıp sarmalıyor izleyiciyi. Filmin uyarlandığı “Oh” romanının yazarı Philippe Dijan’ın sinemaya uyarlanmış bir diğer kitabı var çok daha tanıdık olan: “Betty Blue”. Sonuç olarak cesur bir yazarın kitabından, cüretkar bir yönetmenin çekmiş olduğu, sonucu ve gidişatı tatminkar bir film var iki saati aşkın süresine aldırmadan izleyebileceğiniz.

Michele filmin hemen başında yaşanan olayı unutmak ister gibi görünse de, yönetmen unutturmama gayretine düşüyor olanları ve filmin başında yaşanan tecavüzün Michele’in aklınca kurgulanan çeşitli tekerrürleriyle aniden karşımıza çıkması da filme gerilim dolu bir hava veriyor. Film bu açıdan dozunda şiddet barındırıyor fiilin bulaşmış olduğu her sahnesiyle. Tecavüzün dozu olur muymuş diye soranlara cevabı ben vermiyorum şu aşamada. Ve olmaz, olamaz elbette. Bütün cevaplarsa “Elle”de:

verhoeven

Jenerik biter bitmez başlayan tecavüz sahnesiyle açılıyor film. Isabelle Huppert kar maskeli tecavüzcünün altında çırpınırken yüzüne aldığı darbeden sersemlemiş bir şekilde sonrasında tam da anımsayamadığı ve arkadaşlarına galiba uğramış olabilirim diye anlattığı tecavüzün hemen akabinde sakin sakin kalkıyor yerdeki kırık cam parçalarının ortasında sanki bir düşten uyanır gibi. Önce kırık parçaları süpürüp çöpe atıyor, sonra da küvete uzanıyor tepkisiz. Acıkınca da hiçbir şey olmamış gibi suşhi siparişi veriyor. Oğlu geldiğinde de önemsiz bir olay yaşamışçasına geçiyor yemek masasının başına ve başlıyorlar afiyetle yemeklerini yemeye. Ne bir gözyaşı döküyor ne de yaşadıklarını yansıtıyor oğluna. Sıradan bir günün akşamında başka başka şeylerden konuşup, olayı hiç yaşanmamış varsayıyor. Biz de ona katılıyoruz ve yaşayanın önemsemediği bu olaydan bize ne der gibi sanki fazla hayalcilik olacak dercesine daha mühim gerçeklere dönüyoruz Michele’le beraber. Oğlunun hamile olan sevgilisiyle beraber yaşayacakları evin üç aylık depozitosunu vermek konusunda yardım isteyen oğlu ve istekleri ve dolayısıyla cebinden çıkacak para çok daha mühim onun için. Dolayısıyla bizim için de. Akabinde de işi. Bilgisayar oyunları üreten bir şirketi ve çalışanları var hepsi erkeklerden oluşan. Ortağı ise kadim arkadaşı “Anna” aynı zamanda. Hayatında olan ve sevdiği yegane kadın o ama yine de Michele’e güven olmaz tabii. Kadınlarla arasının hoş olmadığını görüyoruz zamanla. Gelin adayını fazla çılgın buluyor ve her fırsatta sevmediğini dile getiriyor kolaylıkla. Annesiyle bile geçinemiyor, ölürken ya da inme inmiş yerde boylu boyunca uzanmışken bile şaşkınlıkla soruyor hiç durmadan gerçek mi gerçekten mi diye.

images-4

images-3

images-2

Michele’in kendi evinde uğradığı saldırıdan sonra aldığı yegane önlem kilitleri değiştirmek oluyor. Yastığının üzerinde çekiçle uyuyor. Bir de göz yaşartıcı sprey alıyor. Dışarıdan bakıldığında o kadar tepkisiz ki. Yemek yediği restoranda hiç tanımadığı öfkeli bir kadın üzerine yemek tepsisini boşaltıveriyor. Hem sen hem de baban pisliksiniz diyor ona. Zamanında yaşadığı aile trajedisinin gündeme gelmesinin ilk sinyalleri oluyor bunlar. Bir yandan da uğradığı tacizler gitgide artıyor. Eyleme dönüşmemiş bile olsa tedirginliği biraz artınca bile polise asla gitmeyeceğini, onların, kurduğu düzene ve işine zarar vereceğini düşünüyor. Michele’in hayatına dahil oluyoruz artık iyice bu noktadan sonra. Kim var kim yok bir bir dökülüyorlar. Yüzü botoxtan şişmiş, genç jigolosuyla evlilik planları yapan bir kadın olan annesinin evine gidiyor. O da umursamaz görünüyor ama başka türlü. Hapishanedeki babasını ziyaret etmesi gerektiğini söylüyor ona almadığın riskler pişman eder derken, Michele’se şiddetle reddederken. Nantes’de otuz dokuz yıl önce yaşanan vahşet tekrar gündeme geliyor, çünkü ’76 yılından itibaren hapishanede bulunan babası şartlı tahliye için başvuruda bulunmuş yakın zamanlarda. Baba George Leblanc dindar, Katolik, iyi baba ve iyi bir koca iken bir anda canavara dönüşüyor ve eline geçirdiği ateşli ve ateşsiz silahlarla yirmi yedi kişiyi katlediyor. Buna ek olarak altı köpek ve iki de kedi var. Annesi hemşireyken ve işteyken oluyor bütün bunlar. Sonra da bir şey olmamış gibi eve geliyor babası ve olaylardan habersiz ders çalışmakta olan Michele’le birlikte her şeyi ateşe atıyor. Kıyafetlerini yakarken polis geliyor ve o olaydan akıllarda kalan on yaşındaki Michele’in bir gazetecinin çekmiş olduğu yarı çıplak, küllerle kaplı vücuduyla kameraya bakışı oluyor. Kül kız(ash girl) kalıyor adı. Tüm bunları yaşamış bir de üstelik damgalanmış bir kadın olarak elli yaşına merdiven dayamışken insanların yüzüne her şeyi tüm çıplaklığıyla söyleyebilme cesareti bundan geliyor. Hoşgörüsü, cinselliği sadece ihtiyaç olarak görüşü de bundan. Kaybettiklerinin yanında sadece ihtiyaçları için yaşıyor sanki. Tek yakın kadın arkadaşının sevgilisiyle beraber oluyor ve yüzüne itiraf ediyor kadının, yalan söylemektense böylesi daha iyi diyerek. Onu da denk geldiği için tercih ettiğini söylüyor sadece. Arkadaşının incinmesi aklının ucundan geçmiyor ve bu bir ihtiyaç onun gözünde ve kabul ediyor zaten beterin beteriyim ben diyerek. Hiç inkar etmiyor ki, hiç yalan da söylemiyor. En nihayet yaptığı hapishane ziyaretinde, müdüre, beni ziyan etti, tüm hayatım onun izinden kaçarak geçti dedikten sonra babasının kendini çarşafla asarak intihar ettiğini öğreniyor. Kızıyla yüzleşmek istemediğinden geleceğini öğrendiğinde yapıyor bunu. O da tabutun içinde boylu boyunca yatmakta olan babasına son sözünü söylüyor. Buraya gelerek seni öldürdüm diyor. Böylelikle vedalaşmış oluyor. Dönüş yolunda geçirdiği trafik kazasında yardım etmesi için sırasıyla oğlu ve eski kocası/sevgilisinden sonra telefonu açmayınca tecavüzcüsü olduğunu öğrendiği komşusu oluyor ilk aradığı. Bundan böyle gönüllü kurban rolünü oynuyor. Aralarında sessiz bir anlaşma yapmış gibiler. Michele hep ışık oluyor ve bir pervane misali bu ışığın büyüsüne kapılmış erkekleri parmağında oynatıyor. Eski kocası bunların başında. Bir türlü yazdığı oyunları yapımcıya kabul ettirtemiyor. Yazmış olduğu bir ya da birkaç roman ve karşılığında fazla para kazanamadığı üniversitede verdiği dersler var ve her daim güçlü kadınları buluyor. Jeanette Winterson’ın Vişne’nin Cinsiyeti’ndeki bir sav geliyor aklıma. “Erkekler hep yumuşak kadın ararlar, ama başlarında güçlü bir kadın bulunmadıkça hayatları perişan olur” diyordu. Öyle ya da böyle adam güçlü karakterli değil ve kelimenin bir anlamıyla ve de bir sıfatla tanımlanacaksa eğer kaybedenlerden. Michele ona “zavallı Richard” diyor. Hal böyle olunca Michele onun hayatından ve sevgililerinden sorumlu hissediyor kendini. Ama kıskançlık ve paylaşmamak konusunda da maharetli. Noel yemeğinde Richard’ın sevgilisine küçük bir oyun oynuyor. Bundan da zevk alıyor. Canı ne isterse, ne zaman isterse dilediği gibi davranıyor ve başında da belirttiğim gibi altmış üç yaşındaki Isabelle Huppert bu rolüyle de döktürüyor her zaman yaptığı gibi. Yapmacık hareketlerden uzak, karakterine uygun tepkiler ve koşullara göre değişen mimikleriyle rolden başka bir şey sanki yaptığı. İnsanda hayranlık uyandırıyor. Frances McDormand’la beraber çağdaşları arasında seçilmişler ve benim en sevdiğim aktristlerden biridir kendisi. Frances McDormand mimikleri kaybolmasın diye botox yaptırmayı reddederken, Huppert büründüğü roller için fiziksel olarak değişmek gibi bir gayrete düşmeden yapıyor bunu. Bir önceki filmindeki aynı renk ve aynı boyda saçlarla, aynı boy ve aynı kiloyla yine yeni yeniden bir başka karakter yaratabiliyor ve bu hiç de önemsenmiyor. Çünkü rol onun minnacık bedeninde ve çilli yanaklarında yaşıyor ister Michelle olsun, ister Isabelle ya da Erika. Film onsuz olmazmış dedirtiyor insana. Tepkisiz olmanın, tepkisiz kalmanın durağanlığını ve sıkıcılığını kameraya yansıtmadan oynuyor. Susmaktansa aklına geleni söylemenin sığlığına kaçmayan bir karakteri hayata geçiriyor. İçindekileri onu hiç tanımayan ve önemsemeyen bir hemşireye anlatıyor bir anda. Ördekler misali çocukların emzirilerek damgalandığı söylüyor ona. Bu arada hastanede yaşananlarsa tam bir komedi. Oğlunun sancısı tutan kız arkadaşı doğuma giriyor ve kucağına getirilip bırakılan bebek en az iki ton koyu. Michele ters ters bakarken, oğlu hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. Üstelik en yakın arkadaşları, hastane odasında bekleyen genç de siyah ama kimse gıkını çıkartamıyor anın garipliğinden. Filmin sonunda bu tuhaf kabullenişin oğlunun hiç olmazsa iyi baba olmak adına  kendini  ispat etmek için çırpınışından kaynaklı olduğunu anlıyoruz. Mutlu musun diyor ona Michele. Hayatında olmaya devam eden adamlar için fazla güçlü, hayatlarından çıktığı takdirdeyse, onları sudan çıkmış balığa çeviren kadının yörüngesinde olmak ya da olmamak arasında bir tercih yapmanın esareti içinde bırakıyor insanı.

Neticesindeyse kah Hitchcock filmlerini anımsatan gerilimli atmosferi ve başarılı müzikleri, kah Huppert’in olduğu tüm sahneleriyle akıllarda kalmayı başaran ve onsuz bir sahne barındırmayan, toplum tarafından haksız yere damgalanmış bir çocuğun, zamanla hayatta neye dönüşeceğini göstermesi açısındansa kayda değer bir önem arz eden, şiddet içeren bir başlangıç yapıp mezarlıkların arasında kıkırdaşarak ilerleyen iki kadının görüntüsüyle kapanan, Hollanda asıllı yönetmenden tamamı Fransız oyuncularla Fransızca çekilmiş, senenin en önemli Avrupa dokunuşlarından. Huppert hayranlarınaysa iki kere tavsiye ederim. Bendense şimdilik bu kadar. Kasım’a kadar.

images-5

images

CAPTAIN FANTASTIC – KAPTAN FANTASTİK

 

images

CAPTAIN FANTASTIC – KAPTAN FANTASTİK

“Eğer hiç umut olmadığını farz edersen, hiç umut olamayacağını garantilemiş olursun. Eğer özgürlük için bir içgüdün olduğunu farz edersen, bir şeyleri değiştirme şansın olur, daha sonra da dünyayı iyi hale getirmek için katkıda bulunma olasılığın olur.” Noam Chomsky

“Bir kadınla sevişirken kibar ol ve onu dinle. 
 Onu sevmesen bile, ona karşı saygılı ve kıymet bilir ol. 
 Her zaman doğruyu söyle. 
 Her zaman anayolu kullan. 
 Her gününü son gününmüş gibi yaşa. 
 Tadını çıkar. 
 Maceracı ol, cesur ol, fakat tadını çıkar. 
Sakın ölme.” Kaptan Fantastik’in Namibya’ya gitmeden önce oğluna verdiği altın öğütler

“Uydurulmuş en tehlikeli peri masallarıdır dinler. Kör bir sadakate neden olmayı tasarlamışlardır, cahillerin ve masumların kalplerine korku salarlar.” Leslie’nin yaşarken tüm semavi dinler hakkındaki düşünceleri

Filme ismini veren Kaptan Fantastik kimdir sorusunun cevabıyla yazıma giriş yapmakla, en azından filmi izlememiş olup da ihtimali üzerinden bile hareket etmekte kararsız, kala kala bunun için arafta kalmış, izlemek için bir tık ya da bir başka filme girmek için önünde tek bir adım kalmış şaşkın izleyici için karanlıkta bir ışık misali ilk kibriti çakıyorum ve Viggo Mortensen’in bir ruh, bir de beden verdiği filmin olmazsa olmazı Ben karakteriyle çıkıyorum yola. Ben altı adet irili ufaklı, kızlı erkekli evlat sahibi bir baba ve de yıllarca uzatmış olduğu belli uzunlukta sakalları var. Son dönemlerde, filmlerde da sıkça işlenen doğaya dönüş hikayesini hayata geçirebilmiş bir adam karşımızdaki. Bir cumhuriyet kurmuşlar karısıyla beraber ormanın içinde. Birer filozof gibi eğittikleri çocuklarına uydurma isimler vermişler, dünyada eşsiz olsunlar diye. Okula göndermeyip, eğitimleriyle de bizzat ilgilenmişler. Bambaşja bir dünya kurmuşlar yepyeni bir düzen içinde, sıfırdan, içerisinde sadece kendilerinin olduğu.

Filmin başında bir geyiği izliyoruz avcısının gözünden. Ormanın içinde pervasızca geziniyor. Tek silahı olan bıçağıyla saldırıyor genç adam uysal geyiğin üzerine doğru ve boğazını kesiveriyor tek hamlede. Bu sahnenin ardından kendi gibi yüzü gözü karalara bulanmış irili ufaklı kardeşleri ve de en nihayet Ben çıkıyor saklandığı yerden ve bir nevi kutsuyor oğlunu. İnsiye olan oğlunun içindeki çocuğun öldüğünü, artık bir adam olduğunu müjdeliyor kardeşlerinin önünde. Genç adam dumanı üzerindeki geyik ciğerini içi bulanmadan ısıra ısıra yiyerek paylaşıyor bastırmaya çalıştığı coşku ve gururu eşliğinde. Mürşidine kendini ispatlamış bir mürit gibi görünüyor bu haliyle. Masallara layık bir başlangıç oluyor bu sahne film için. Ellerinden ve ayaklarından bağladıkları geyiği beraberlerinde eve getirdikten sonra, görev dağılımına göre ya da sırasına, iki kız kardeş hayvanın derisini yüzerken özenle, içlerinden bir tanesi taşları birbirine sürterek ateş yakıyor dışarıda. Nasıl bir hayatları olduğunu gözler önüne seriyor yönetmen bu esnada. Dikiş makinesinin varlığı, elektronik aletlerin yokluğu ve kitaplar göze çarpıyor ilk etapta. Sebzelerini kendileri yetiştiriyorlar, et ihtiyaçlarını avcılıkla kendileri sağlıyorlar. Komün hayatı içinde bir tek tuvaletin varlığıyla karşılaştırmıyor bizi yönetmen ya da o konulara girmiyor. Akşam tıpkı eski insanlar gibi-eski tamam ama ne kadar eski diye sorarlar adama sonra-, yıldızların altında, ateşin başında toplanarak yemeklerini pişirip yiyorlar, okuma saatleri düzenliyorlar. Işık ihtiyaçlarını da böylelikle gideriyorlar. Babaları aynı zamanda öğretmenleri oluyor. Middlemarch(henüz ve hala daha Türkçe’ye çevrilmemiş bir George Elliot eseri), Karamazov Kardeşler(neyse ki iyi kötü bir çok çevirisi mevcut) ve Tüfek, Mikrop ve Çelik(belgeseli var hiç olmazsa) okudukları kitaplar arasında. Aynı ateşin başında toplanmış doğaçlama müzik aletlerini çalıp, söylüyorlar bir yandan. Dans ediyorlar öte yandan tıpkı şamanlar gibi.

images-2

İnsiye olan Bo(devan) zamanında başvurmuş olduğu önemli üniversitelerin hepsinden olumlu cevaplar alıyor kabul edildiğine dair, fakat bunu babasıyla paylaşamıyor bir türlü. Bir süre sonra da özledik ama çok özledik dedikleri ve yokluğunda anmadan geçemedikleri hastanede olduğunu bildikleri annelerinin, bileklerini kesmek suretiyle hem hiç geçmeyen depresyonundan ve dolayısıyla hayatından kurtulduğunu öğrendikten sonra gözyaşlarına boğuluyorlar. Kayınbabasıyla arasının nahoş olduğunu anlamakta güçlük çekmeyeceğimiz bir telefon görüşmesinin ardından Ben ve kalabalık ailesinin kaderini değiştirecek olaylar zinciri başlıyor. Cenaze töreni düzenleneceğinden ve gömüleceğinden bahsediyor ona telefonun ucundaki ses. Oysa ki Leslie gömülmek değil yakılmak istiyor, üç semavi din gibi uydurulduğunu düşünmediği Budizme inanıyor, hem de küllerinin halka açık, nüfusu fazla olan bir yerin tuvaletine dökülüp, üzerine sifon çekilmesi son vasiyeti. Bunun üzerine Ben, aile fertlerini içinde kütüphane barındıran otobüse koyduğu gibi yola koyuluyor. Leslie’ nin vasiyetini yerine getirmek oluyor bundan böyle tek gayeleri çoluk çocuk.

downloadfile

Dışarıdaki hayatla yüz yüze gelen aile bireylerinin yaşadıkları filmin hem yönetmeni hem de senaristi olan ve aynı zamanda oyunculuk kariyerine sahip Matt Ross’un tercihiyle son derece yumuşak geçişlerle aktarılıyor izleyiciye. Yönetmen koltuğunda Wes Anderson olsa ne olurdu diye düşündürtüyor insana ister istemez. Captain America’ysa bu haliyle Little Miss Sunshine’a yakın duruyor. Bir parça da Hair’e. Tercih diyor saygı duyuyoruz ama genel olarak komedi yönü ağır basan bir kalabalık aile komedisi(sinemada böyle bir tür var mı “kalabalık aile komedisi diye” yoksa da “var”sayıyoruz bundan böyle) önümüzdeki iki saatimizi işgal eden. Halbuki Noam Chomsky, Nabokov, semavi dinlere taş(lar), faşizmin bir çocuk tarafından tanımı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi önemli adamlar ve bir o kadar önemli konular var her fırsatta dile getirilen.

images-3

Leslie’nin varlıklı ve nüfuzlu bir aileden geldiğini öğreniyoruz cenaze merasimi aşamasında. Çalışmadıkları halde ihtiyacımız kadar harcadığımızdan yetiyor diyen Ben inandırıcılığını yitiriyor sanki. Gerçek dünyaya açılmalarından itibaren Ben kendi yarattığı dünyayla çatışıyor hiç durmadan. Bo(devan) bir kitaptan çıkmadığı takdirde hiçbir şey bilmediğini keşfediyor. Adidas ve Nike’ın ne olduğundan habersiz çocuklara hiç yalan söylememek için her şeyi söyleyen Ben, otoriteye karşı sıkıştığı zamanlarda yuvarlak cevaplar verebiliyor. Gerçek dünyaya en hazırlıksız olan kendisi belki de. Çocuklarının üzerinde güce sahip, disiplin kurabilmiş bir babayken, çırılçıplak kalıyor bir anda. Önce otoritesini sonra da çocuklarını kaybeden Ben ilk iş sakallarını kesiyor yeni bir başlangıç için. Ormanın derinliklerinde insiye olacakları günü bekleyen çocuklar için de, babaları için de çok farklı duyguları kısa sürede tatma imkanı buldukları bir yol ve kilometrelerle birlikte akan bir dönüşüm hikayesi mevcut. Film nispeten sert ve hızlı bir giriş yaptığı Sineklerin Tanrısı’nı anımsatan ilk dakikalardan sonra, bir başka hayatın olasılığını gösteriyor onlara ister istemez ve neticede ne yardan ne serden misali hem okullu olan gençlerimiz bir yandan da organik yumurtalarını topluyorlar gdo’suz tavuklarının altından aldıkları. Hem baba, hem çocukları, hem yakınları, hem de izleyici rahat bir nefes alıyor ve hep beraber “Sweet Child O’Mine”ı söylüyoruz oturduğumuz yerden “Nereye gidiyoruz?” diye defalarca haykırarak.

Kalabalık kadrosu, başarılı ve çoğu pek sevimli çocuk kompozisyonları, bir garip Pol Pot sevgisi, Mortensen’ın otobüsün kapısında bu dünyanın bir hayvanı olarak çırılçıplak vücudunu paylaşmaktan çekinmediği cüretkar sahnesi(Viggo bu hususta paylaşımcı olduğunu filmografisiyle ispat etmiştir)  ve vazgeçemediği kırmızı damatlığı, son olarak otobüste geçen baba kız arasındaki Lolita çözümlemesiyle aklımda yer etmiştir en fazla.

images-1

 

 

GARİP : NEŞET ERTAŞ BELGESELİ

 

downloadfile-1

GARİP : NEŞET ERTAŞ BELGESELİ

-“Baba, neden sen kendin beste yapmıyorsun, türkü üretmiyorsun?” Oğul Ertaş

-“Oğlum, ozanlar birbirinin devamıdır. Eğer benim demek istediğimi benden evvel gidip gelen bir ozanımız yazmış gitmiş ise bana o bir miras bırakmıştır. Saygıyla anarak onun sözlerini havalandırırım.” Baba Ertaş

Abdalların sonuncusu, Anadolu halk müziğinin efsanesi, saz ustası, halk ozanı ve hem türkücü, hem besteci, hem de söz yazarı, Yaşar Kemal’in ona yakıştırdığı lakapla Bozkırın Tezenesi, Kırşehrin Çiçekdağlısı Neşet Ertaş’ın yıllar yıllar sonra kah hemşehrileriyle memleketinde kah Harbiye Açık Hava Tiyatrosunda farklı kesimlerden gelmiş ama illa Usta diyerek gelmiş sevenleriyle buluşana dek yaşadığı kendi küskün sürgününü, öncesinde de abdallık geleneğinin içine doğmuş olması sebebiyle Anadolu kültürünün bir parçası olan ve gayretlerle yaşatılmaya çalışılan abdallık geleneğinin baba oğul Ertaşların ekseninde anlatıldığı Neşet Ertaş kitabının yazarı Bayram Bilge Tokel’in danışmanlığında, Can Dündar imzasıyla anlatılan bir Abdal hikayesi aynı zamanda Neşet Ertaş’ın hayat hikayesi. 2005 yılı yapımı belgesel Ertaş’ın seslendirdiği, sözleri Karacaoğlan tarafından yazılan “Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm” adlı şiirden alıntılanarak üç bölüm halinde tasarlanan bir hayatın giriş, gelişme ve sonuç bölümleriyle gözler önüne serilişine tanıklık etmemize vesile olması açısından da çok önemli:Doğum, yaşam ve ölüm.

Abdal sözlükte, Türk tasavvufunun daha radikal formlarında karşılaşılan en üst mânevî mertebenin bir adı olarak tabir edilmektedir. Sünni İslam dışında kalan birçok Türkmen dinsel topluluğunda rastlanmakta, Derviş veya Baba da denmekteydi kendilerine. Bir abdal Allahtan başka dünyadaki her şeyden vazgeçmiş kişi olup, toplumsal bir şahsiyet olarak zayıf, ezilmiş ve baskı altında olanlara yardım elini uzatan, ve toplum içinde ahlaksızlıklara karşı mücadele veren bir otoritedir. Daha ziyade göçebe Türkmenler arasında yaygın olan abdallar Selçuklu veya Osmanlı yerleşik devlet otoritesi karşısında çevre halkının hoşnutsuzluklarını dile getirmişler ve çeşitli isyan hareketlerinin başlatıcısı olmuşlardır. Türkiye’de en çok İç Anadolu bölgesinde Kırşehir, Keskin, Bala yörelerinde hayatlarını müziğe adamış şekilde yaşamaktadırlar. Kırşehirli abdalların misyonu farklıdır. Kırşehir’in oyun havaları meşhurdur. Neşet Ertaş’ı “Toplumun örnek alınmaya lâyık en gözde kişisi” olarak kabul ederler” Geçim kaynakları kendilerine özgü enstürmanları çalıp, söyleyip para kazanmaktır. Müziğe yetenekleriyle ünlüdürler. Müzik kulakları çok gelişmiştir. Nota ise bilmezler. Bu kısacık fakat önemli Vikipedik bilgiden sonra biz gelelim belgeselimize: Bir rivayete göre dört bin çadırını develere yüklemiş Türkmen aşireti uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Horasan’dan Anadolu’ya göçer. Yoksuldurlar, yoksul urba giyer, yaman bozlak söylerler. Tüm fukaralıklarını, horlanmalarını, acılarını buluruz sazlarından çıkan ritimlerde, en çoksa sözlerinde. Geçim davası(derdi de yakışırdı bak) ağır basan doğuştan müziğe yetenekli ve müzikten başka iş bilmeyen abdallar düğünlerde ve eğlence yerlerinde sahne almaya başlarlar. Böylelikle geçim derdi sosyal süreçte yeni bir misyon edinmelerine yol açmış olur. En iyi ve tek bildikleri şeyi yaparlar ellerinde saz, dillerinde yanık türkülerle.

smbxxnr-dlw5gwn_kzq98hmjnmx6oieapxmg6dyqafkbongtuiwfawa75ioghwvbmbt5ek0bckltc0tde0kje3ngw512-h288-nc
Muharrem Ertaş

images-1

Daha Cumhuriyet kurulmamış, henüz takvimler 1913 yılını gösterirken, Ankara Vilayeti’ne bağlı Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinin Yağmurlubüyükoba köyünde Deveci tarikatının bir üyesi olarak açar dünyaya gözlerini baba Muharrem Ertaş. Tıpkı ileride onun da oğlu Neşet’e ustalık edeceği gibi o da Yusuf ustasının izinde nimet peşinde sürüklenir durur ordan oraya. Muharrem Ertaş’ın sesi Japonya’da incelemeye alındığında hatasız bir ses olduğu ve böyle bir sesin dünyada olmadığı çıkar ortaya. Kendisiyse kah dinsel motiflerle bezeli türkülerle çığrınır “Aydost” diyerek, kah “Kalktı göç eyledi avşar elleri”ni söyler Dadaloğlu’ndan: “Ferman padişahın da dağlar bizimdir” diyerek. Oğul Ertaş babasının yerleşip evlendiği Kırtıllar köyünde açar gözlerini dünyaya. 1938 yılı Muharrem Ertaş için şanssız bir yıldır bir taraftan çünkü sesini İstanbul’a ve tüm Türkiye’ye duyurmak üzere plak yapmak için gittiği İstanbul’dan, Atatürk’ün ölümüyle beraber ağıtlarla ve hayallerini gerçekleştiremeden döner geri memleketine. Fakat aynı yıl bu hayalleri yıllar sonra gerçekleştirecek olan oğlu Neşet doğar. Babasının göremediklerini Neşet görecek, sayısız plak yapacak, köyünün dışındaki kitlelere seslenebilecektir. Fakat bir yanda yoksulluk vardır şimdi ve gelecek belirsizdir henüz. Öksüzlüğüyle büyümeye çalışırken bir yandan, ustasının yanında pişer olmuştur küçük Neşet. Beş altı yaşlarında babasıyla gittiği düğünlerde önce zil ve sonradan kaşık tutmayı öğrenir. Köçeklik eder, türkü söyler, saz ve keman çalmaya başlar azar azar, nota bilmeden türlü çaresizlikler içinde. Babasıyla karşılıklı atışmaya başlarlar sonra sonra. O da bir gariptir, çalıp söylemekten gayrı iş bilmez tüm Abdallar gibi. Babası ona garip dedikten sonra yazdığı sözlerde hep bu garip mahlasını kullanır. Gel zaman git zaman ilk gençliğinde bir kıza aşık olur Neşet. Fakat ailesi göçebeye kız vermeyiz diyerek ondan yerleşik düzene geçmesini ister. Genç Neşet’in içine yara olur bu. Kızın gönlüne bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır sözüyle acı bir şekilde tanışmıştır. Kırşehir’de çekememezlikler de yaşayınca, bağrına taş basarak bir umut düşer yollara. O da bir gurbet kuşudur gayrı. Elinde saz, cebinde ise iki buçuk lirası vardır. İlk durağı Garipler diyarının merkezi İstanbul olur. Burada alıp başımı gittim tabirini hayata geçiren sırf kendisi değildir. Onun gibi yüzlerce, binlercesi vardır bir şans arayan Plakçılar Çarşısında, gazinolarda. İstanbul Anadolu’yu çeker kendisine bir mıknatısmışçasına. Göçmenler, ekmek ve tutunmanın peşinde bir kuş misali konacak bir dal peşinde savrulur dururlar. Gurbette bir buçuk iki yıl boyunca yalnız yalnız dolaşır durur genç Neşet. Zeki Müren söyledikçe o ağlar durur. Tarih Ellilerin sonudur. Dayanamayıp Kırşehir’e döndüğünde iki plağı vardır bundan böyle cebinde beraberinde getirebildiği İstanbul ellerinden. Babasının yapamadığını yapmış, plak doldurabilmiştir. Sonrasında bir fırsat yakalar ve Ankara Radyoevi günleri başlar. Yurttan Sesler’de çalar. Köy geleneğini kentin ritmiyle tutturur. Geceleri de Rüzgarlı Sokak ‘taki Ahu Pavyon’da sahne alır. Altındağ Sazevinde çalarkense onunla tanışır. Yani en içli türkülerinin baş kahramanı olacak Leylasıyla. O da kendisi gibi türküler söyler, sahne alır müzikhollerde. Baba Ertaş ise şiddetle karşı çıkar bu evliliğe. Ama tüm bu itirazlar boşa çıkar ve evlenirler. On yıllık evlilikten miras üç çocuk gelir dünyaya. Bir de unutulmaz besteler kalır yıkılan evliliğinin ardından. En verimli, en yaratıcı ve belki de en yaralı ve pişman dönemlerinin eserleridir bu besteler. “Kendim ettim kendim buldum”, “Hata benim günah benim suç benim”, “Evvelim sen oldun ahirim sensin” ve Leyla’nın bizzat adının geçtiği “Yazımı kışa çevirdin” bu döneminin eserleridir. Bana kalırsa iyi ki evlenmiş, iyi ki ayrılmış, iyi ki benim enn(daha çok n ister bu en arkasında) sevdiğim türkülerinden birini yazıp söyletmiştir bu süreç Usta’ya. “Aslı bozuk deme” demiştir bir atışmalarında Leyla’yı kasteden babasına.

ertas-neset-babasiyla-raki-iciyor-kalan-muzik-koll

s-c6a77ad610f2e080de48b3a8cd5cb927e4427a1e

Zamanında dinlerken ağladığı Zeki Müren’i ağlatma sırası Ertaş’tadır bu sefer. Bir gece çalıştığı yerde karşılıklı içtikten sonra Zahidem’i söyler Müren, iyice coşmuş ve kendinden geçmişken. Devamını Ertaş okur Zahidem’in. Her yiğidin ayrı bir Zahidem deyişi olduğuna tanıklık ederiz bizler de, tıpkı Zeki Müren gibi. Biri billur sesiyle her notanın, her sözcüğün hakkını vererek söylerken, diğeri kendince okur yanık ve içten, bir teselli arar gibi sığındığı notalardan. Zeki Müren tabiri caizse başını taşlara vurur onu dinlerken(gerçekten de vurur, Allahtan tahta kapıdır kafasını vurduğu). Aynı türküyü birbirinden çok ayrı ve önemli yorumculardan dinlemek haz verir biz izleyiciye(ben sadece izleyiciyim ve severek izlerim her güzel şeyi oturduğum yerde).

Altmışlarda fırtına gibi esen Ertaş için çöküş ve küskünlük ve dolayısıyla bir başka gurbet ve sürgün dönemi ise bundan sonra başlar. Bir gece çalıştığı pavyonda saz çalarken felç geçirir ve sağ eline inme iner. Takvimler seksenli yılları göstermektedir. Derman bulamadığı gibi sağda solda birikmişi olmadığından çaldığı kapılardan rencide olarak geri dönmeye başlar, düşenin dostu olmayacaktır. Bunun üzerine abisinin çağrısıyla Almanya’ya gider. İçkiyi bırakır. Bir Sanat Okulunda saz dersleri vermeye başlar. Pasaportuna saz öğretmeni yazılır. Kendisine bir orkestra kurup, düğünlerde sahne almaya başlar. Çocuklarının nafakasını çıkartır bu vesileyle. Kendi okuyamamıştır, onlar okusundur. O bir yandan gurbette sıla özlemi çekerken, babasının hastalık haberiyle sarsılır ve ölümünün ardından iyice içine kapanır. Birkaç cümleyle olabilecek en içten şekilde anlatır Ertaş gerçek bir sanatçının yıllarını verdiği  sanat hakkındaki düşüncelerini bezginlikle: “Gönlüm sanattan geçmişti. Biz çilelerini çekmiştik. Mutluluğunu göremedik. Doyurdu bizi, yordu bizi.” Bu aynı zamanda mücadelelerle geçen bir hayatın da özeti olur gerçek bir sanatçının kendi ağzından dökülen.

images

Neşet Ertaş kitabının yazarı Bayram Bilge Tokel’in kendisini girdiği inzivadan çıkarması çok kolay olmaz. Zaten öksüzdür Ertaş, bir de atasız kalınca iyice küskünleşir dünyaya. Kendini unutturmak gayretine düşmüş gibidir. Tek gayesi unutulmak gibi hareket eder bundan sonra. Tüm röportaj tekliflerini reddeder. O inzivadayken, besteleri dilden dile dolaşır. Kendine hayrı dokunmasa bile onun mirasından çok ekmek yerler şarkıcılar, türkücüler. Dinlemekte olduğu ve bir zamanlar bir parçası olduğu TRT’nin yayınlarından birinde kendi isminin önündeki ”rahmetli” sıfatını duyunca ancak dönme kararı verir. Bir zamanlar babasının varı yoğu eşeğinin terkisine atlayıp nimet peşinde sürüklendiği zamanların altından çok sular akmıştır, Usta bundan böyle küskünlüğünü bir kenara bırakmış, artık umudunu kesmiş olduğu her şey ona altın tepsilerde sunulmaya başlamıştır. Özünü kaybetmemiş, gerçeğiyle barışık Ertaş’a devlet sanatçısı ünvanı verilmişse de o ben halkın sanatçısıyım diyerek bu ünvanı reddetmiştir nezaketle. Neslinin ve abdallığın son temsilcisi bu nadide ve Allah vergisi yeteneğiyle bu toprağın sesi olmayı başarmış  güzel insan gönüllerde taht kurmuştur insanların nezdinde.

Ziyarette bulunduğu babasının mezar taşına şunlar yazılmıştır:

“İşte geldim, işte gittim.
Güz çiçeği gibi bittim.
Yalan dünyada ne iş tuttum.
Ömrüceğim geçti, gitti.”    Hepimiz birer güz çiçeğiyiz Muharrem Usta. Kelebeğin ömrünü istesen de uzatamıyorsun. Razı oluyorsun zoraki ya da gönülden; ya da bir kelebek gibi hiç bilmeden uçup göçmeli insan bir yaprak gibi kuruyabileceğini bir an olsun düşünmeden.

images-2

Tarih 30 temmuz 2000, yer Harbiye Açık Hava Tiyatrosudur. Kadınlı erkekli her kesimden ve her nesilden kalabalık izleyici topluluğu deyim yerindeyse bunca yıllık yokluğunun hesabını sorarlar ona tek bir ağızdan “Neredesin Sen?” diye diye. Türkiye’de vermiş olduğu son konserin üzerinden otuz yıl geçmiştir Ertaş’ın. Coşku müthiştir, gelen seyircinin çeşitliliği de. Onun türkülerini bilen, seven, dinleyen her kesimden severi Açık Hava’yı doldurmuştur. Saygısızlık olmasın diye ceketini çıkarmak için izin isteyen Usta hiç kaybetmediği iyiniyeti ve alçakgönüllülüğüyle der ki:

“Ne çalsak ne söylesek
Hepsini sizin için söylerik
Son nefesime kadar sizlerlen beraberim
Ayaklarınızın turabıyım
Gönüllerinizin hızmatcısıyım
Dertlerinizin ortakçısıyım”

Ölümünün ardından Anadolu geleneklerine göre bir yıl bekletildikten sonra yapılan mezartaşında şunlar yazılıdır Ertaş’ın:

“Sakın ola ha İnsanoğlu,
İncitme canı incitme.
Her can bir kalp
Hakka bağlı, incitme canı incitme.
Sevgi,Saygı, Hoşgörü.” “Garip” Neşet Ertaş

Bu ise bana bir mutasavvıfın sözlerini anımsatıverdi, paylaşmadan olmaz:

“Taş yeşermez geçmiş olsa da nevbahar
Toprak ol da bak nasıl güller açar
Taş gibi idin çok gönül kırdın yeter
Toprak ol üstünde hoş güller biter.” “Rumi”

 

 

LES INNOCENTES – MASUMLAR

 

innocentsnunsinchapelsinginggothicgood

LES INNOCENTES – MASUMLAR

“İçimde yanlışlıkla büyüyen bu yaşam yakında ortaya çıkacak.”

1945 Aralığında karlarla kaplı ve yüksek yüksek ağaçlarla bezeli ormandan geçilerek varılan Polonya’daki bir manastırda, İkinci Dünya Savaşı esnasında geçiyor film “Masumlar”. Gerçek olaylardan esinlenildiğini ve bir kadın yönetmen tarafından çekildiğini hatırlatarak başlamak gerek filmi anlatmaya tıpkı yönetmeni Anne Fontaine’in yaptığı gibi. Manastır rahibeleri karşılıklı sıralanıp İncil’den ilahiler okurlarken, çok uzak olmayan bir köşesinden manastırın, acı çeken bir kadının çığlık sesleri gelir kulağımıza. Rahibelerden biri şehre inerek, çığlıklara çare bir doktor arayacaktır. Fransız Kızıl Haç’ında yaralı askerlerin bakımını yapmakta olan doktorlar arasından Mathilde’se bir süre sonra kendisini olayların içinde bulacaktır. Karnı burnunda yirmi dört saat boyunca aralıksız ağrılar çeken bir rahibenin ters gelen bebeğini ameliyatla almak zorunda kalır manastıra geldiğinde. Bekaret yemini etmiş diğer rahibeler gibi vücudunu elletmek istemez o da ilk önce. Filmin hemen hemen ilk dakikalarındaki bu sahne çok çarpıcıdır. Biri baş rahibe olmak üzere iki rahibenin kaçamak bakışları altında titrek lamba ışığında gerçekleşen doğum esnasında Mathilde, kızı önce uyuşturup sonra usturayla karnını yarar boydan boya ve tiz çığlıklarıyla gelir dünyaya yenidoğan. Fakat bir tane olmayacaktır manastırdaki hamile rahibe sayısı. Bir sürü doğum beklemektedir Mathilde’i yakın tarihli. Önce Almanlar, sonra Ruslar manastıra zorla girmiş, Ruslar iki gün kalmışlar ve tecavüzler bu ve sonraki üç gelişleri boyunca devam etmiştir. Tecavüz ve esnasında yaşanan şiddeti asla rahibeler üzerinden göstermeyen yönetmen, doktora girişilen tecavüz girişimiyle gözler önüne serer yaşananların ne derece korkunç olabileceğini çok ileri gitmeden. Kaba saba, cahil, kıt zekalı, uzun zamandır su yüzü görmemiş askerler kendi aralarında tüm iğrençlikleriyle konuşurlarken bak onun da hoşuna gidiyor derler Mathilde çığlık çığlığa direnip bağırırken. Neyse ki Rus albay tekme tokat kovalar hepsini ve Mathilde’i kurtarır. Şaşkınlık ve utanç içindeki kadınsa terden, şiddetten, korkudan savunmasız ama insanın elini ısıracakmış gibi bekleyen yavru bir kediye dönüşmüştür, tam karşısındaki Albay kağıtlarını incelerken. Erkeklerin çıkardığı savaşta kadın erkek ayırt etmeksizin masumlara yardım etmeye çalışan bir kadın yine erkek şiddetine uğrar. Yıl 1945’tir. Günümüz itibariyle yani 2016’da ise hala daha değişen pek fazla bir şey yoktur dünyada.

Rus askerler bir gün gelip tekrar manastırı bastıklarında, Mathilde büyük bir soğukkanlılıkla revirde tifo salgını olduğunu ve memnuniyetle girip inceleyebileceklerini söyler. Askerler ona inanır ve geri çekilirler salgın hastalık korkusuna. Rahibe Maria askerlerin onları öldürmeyişlerine şaşırmıştır. Kokuları hala burnumda derken, kendisini nispeten daha şanslı bulmaktadır. Çünkü önceki hayatında bir erkekle birlikte olmuştur. Halbuki çoğu rahibe bakiredir hem genel anlamda hem de burada tecavüze uğrayanlar arasında. Tesellisiz acı çeken masum ruhlar olarak görmektedir onları belki de. Sığındıkları kuytu limanda kaçtıkları bir sürü şeyin üzerine ya da sırf adanmışlıklar içerisinde geldikleri ve huzuru ve Tanrı’yı aradıkları sıfatı kutsal olan mekanda bile güvende olamayan rahibeler için savaşın sonu da korkunun sonu demek değildir. Rejimler, sistemler değişse bile erkek egemenliği, erkek zulmü ve baskısı değişmeyecektir bir avuç rahibe için de.

images-2
Doktor Mathilde

images-1

Filmdeki önemli karakterlerden rahibe Maria ve onun söylediği sözler kalıyor en çok akıllarda. Rengi ruhsarı atmış bir sürü rahibenin arasında uzun, ince bedeniyle dikkati çekiyor kolaylıkla. Baş rahibeye itaatsizlik etmese de, haksız olduğu zaman ilk üzerine giden yine o oluyor. En çok o sorguluyor inancını ve bütün bu yaşananları. Doktora da kolaylıkla itiraf ediyor ilk başlarda disipline ve iffete kolay uyum sağlayamadığını. Ama adapte olmuşa benziyor sonradan tam zıttı bir hayata bile. Mutluluk peşinde koşmayan insanlar arıyorsanız eğer bir manastıra gitmelisiniz gerçekten. Adanmışlık ve mutlu olma isteği taban tabana zıt kavramlar çünkü burada geçerli. Savaşsız ve korkusuz mutlu olduğumuzu söyleyebilirim diyor rahibe Maria. Bu beklentiden çok koşullarla alakalı bir durum. Savaş şartlarının acımasızlığından, erkeklerin saldırganlığından uzakta kalmayı başarabilmeyi umma hali. Bir belanın def olması kısaca. Tek bir artısı yok hayata dair. Tüm kadınsal isteklerinden arınmış, çocuk, eş, mutlu bir yuva, çiçekli elbiseler, topuklu ayakkabılardan çok çok uzak bir hayata geçmiş, böyle bir hayatı seçmişken, tecavüz mağdurlarına dönüşmüş rahibelerin yaşadıkları taban tabana zıt durumsa kaderin bir cilvesi olarak çıkıveriyor karşılarına. İki gün boyunca yaşananları göstermemeyi yeğleyen yönetmen, soğukkanlılıkla anlatıyor hikayesini ama yine de aklınızdan geçerse eğer diye söylüyorum, kırk sekiz saati zorba, kirli, ve ağzından salyalar akıtarak geçiren ve o salyaları bulaştırabilen adamlarla yaşamak ve sonrasında sabah akşam arınmak adına dua edip, kefaret duaları okumak ve hayat normale dönmüş gibi davranarak bir yandan da istenmeyen gebelikler ve frengiyle boğuşmak, üstelik Rus ya da değil başka başka milletlerden adamların saldırı ihtimallerinin gölgesinde yaşamak çok kolay bir şey değil neresinden bakarsan bak.

images

Dikkafalı başrahibe Abesse ise gizli bir rekabet içerisine girdiğini son kertede belli ediyor ancak. Rakibesiyse Doktor Mathilde oluyor. Diğer kızlar onu cesur bir kurtarıcı olarak görüp boynuna sarılırken, doğumları da aynı cesaret ve ustalıkla gerçekleştirirken ve en önemlisi hiç üzerine vazife değilken gündüz hastanede, gece manastırda hayat kurtarmak adına belki de bilinçaltında bir azize olarak anılmak ya da neyse ne uğruna canla başla çalışırken hedefi haline geliveriyor başrahibenin. İşçi sınıfı bir aileden gelen komünist genç kadın vargücüyle duruyor herkesin önünde. Başrahibeyse tek tesellileri olarak gördüğü duaya sığınıyor. Diğer yandansa en doğru kararmışçasına yenidoğanlardan Zofia’nın bebeğini alıp bir sepete koyuyor bir kilo elmaymışçasına. Sonra da soğukta, karın ortasında haçın altına terk ediyor onu aynı sepetin içersinde. Bir kurtaran olup olmadığı bilinmemekle birlikte o ıssızlıkta miniğin akibeti de ya soğuktan olacaktır ya da vahşi hayvanların acımasız pençelerinden. Başrahibe böylelikle yaşamı öldürüyor bile isteye. Güya Tanrı böyle istedi diye. Mathilde’in tüm söylemelerine rağmen kaderimle kendim başa çıkabilirim müdahalesiz diyerek ilerlemiş frengisini tedavi ettirmekten kaçınıyor. Hem bebeğin hem de annenin intiharına sebebiyet vermekten ötürü duyduğu gizli vicdan azabıyla cezalandırıyor aslında kendini. Ölümü bekliyor yattığı yerde. O Tanrı’ya güvenmiş, ilahi varlığa inanmıştır. Şimdi de ölmek için uzandığı yatağında başına kadar çektiği yorganına sığınmış, küskün ve suskun bir vaziyette, nihai sonunu beklemektedir öylece.

Bir sürü kötü şey yaşamış ve aslında bu kötülükten kurtulmak için manastıra sığınmış olan rahibelerin inançlarını kaybedip kaybetmedikleri sorusunun cevabını yine rahibe Marie veriyor. Çok doğal ve içten bir şekilde açıklıyor inanç hadisesini. Babalarının ellerini tutmayı bıraktığı kız çocukları olarak kalpleri kırılmış birer genç kadındır onlar bundan böyle. Ama yine de, öyle ya da böyle bir başlarına baş etmeleri gereken bir durumdur bu aynı zamanda. Keyifleri kaçmış olsa da bununla yaşamak zorundadırlar. İnanç yirmi dört saattir ne de olsa. Tanrı’yı bir kenara bırakmaksa cehennem korkusuyla yaşayan rahibeler için çok kolay değildir.

agnusdei_2

les-innocentes

GENIUS

images-170

GENIUS

Eski çağları düşündüm de, atalarımız eskilerde gece olunca ateşin etrafında toplanırmış ve kurtlar da gecenin karanlığında, yıldızların altında ulurmuş. Bir insan çıkıp konuşurmuş. Bir hikaye anlatır, böylece diğerlerinin karanlıktan korkmamasını sağlarmış.” Maxwell Perkins

“Bizler olmak istediğimiz karakterler değiliz. Bizler halihazırda olduğumuz karakterleriz.” Thomas Wolfe

Amerikan edebiyat dünyasında geniş çevrelerce çokça bilinen ve önemsenen Charles Scribner’s Sons’ın editörü Maxwell Perkins’in, Hemingway ve Fitzgerald’dan sonra aniden çıkıp geliveren dahi ve taptaze yazarı Thomas Wolfe ile zamanla oluşan dostluğunun ve onu edebiyat dünyasına kazandırma serüveninin anlatıldığı, iyi oyuncular ve iyi oyunculuklarla bezeli, sırtlandığı otuzların ruhu, caz kulüpleri ve hepsi birbirinden efsane yazar ve sanat dünyasının önemli isimlerinin beyazperdeye aktarılmasıyla büründüğü karanlık atmosferden sıyrılarak renklenen, en önemlisi editörlük mesleğine bir de içerden bakmamızı sağlayan, uyarlandığı ödüllü kitaptan iyi bir senaryoyla sıyrılmayı ise başardığını düşündüğüm ama her şeyden önce kitap kurtlarına ve edebiyat camiasına daha çok hitap edeceğini tahmin ettiğim bir film geldi bir anda ve ağustos ayının kurtarıcılarından oluverdi son anda. Eğer gücünüz yeterse benim yerime en az üç nokta koyun bu paragrafı daha anlaşılır kılmak için, olmaz mı? Ve evet etrafta çok fazla anlamsız film var ve Maxwell Perkins’in dediği gibi dünyanın şairlere ihtiyacı var. Ve eklemem gerekiyor dünyanın iyi filmlere de ihtiyacı var ve arada bir de olsa karşılaşınca çok mutlu oluyor insan. Hayatta en gerekli şey mutluluk iken ve çoğunluk gibi mutsuz ve huzursuzken, sonu kötü biten masalların bile güzel tarafları olduğunu bilip anlarla yetinebilmenin ve bir yazarın ağzından sanki yaşıyormuşçasına duyduğum büyülü satırların coşkusuyla yaşamak istiyorum film bittikten hemen sonra. Ne olur ve lütfen James Joyce kadar başarılı bulunan Wolfe’un kitapları çevrilsin bir an önce Türkçeye. Aynen şöyle ve şu kadar web’den çalmış olduğum Wolfe’tan satırlar:

“… bir taş, bir yaprak, yitik bir kapı; bir taş, bir yaprak, bir kapı ve tüm unutulmuş yüzler.

Biz bu sürgüne çıplak ve yalnız geldik. karanlık rahminde anamızın yüzünü göremedik; hapsolduğumuz etinden kurtulup bu dünyada kelimelerle anlatılmayan hücre hapsine mahkum olduk.


Hangimiz erkek kardeşini tanıyabildi? Hangimiz babasının yüreğinin içine bakabildi? Hangimiz sonsuza dek hücre hapsine mahkum olmadı? Hangimiz sonsuza dek bir yabancı ve yalnız değiliz?”

Bu satırların da içerisinde yer aldığı tuğla gibi kalın kitap ilk haliyle Max’in önüne geldiğinde kendisi Hemingway’in “Silahlara Veda” adlı romanını redakte etmekle meşguldür. Güzel değil ama eşsiz sıfatı kullanılmıştır Wolfe’un kitabı için. Puslu ve yağmurlu bir New York’ta onun ne düşündüğünü öğrenmek için sabırsızlanan metnin sahibiyse yağan yağmura aldırmaksızın bir cevap almanın sabırsızlığıyla beklemektedir insan selinin ortasında. Max’e gelince aynı akşam, iş dönüşünde eline aldığı ve trende okumaya başladığı satırları okumaktan kendini alamaz olur bundan sonra bulduğu her fırsatta. Bir dehayla karşılaştığını anlamasıysa çok zamanını almaz. İyi kitapları okuyucularla buluşturmaktır ne de olsa görevi. İş icabı başlayan dostluklarına aile bireyleri de dahil olur zamanla. Beş kız babası Max’in hiç sahip olamadığı oğludur Tom bundan sonra. Tom içinse yirmi iki yaşında kaybettiği ve “Zamana ve Nehre Dair” adlı romanının adını koyarken bile bahsi geçen nehrin aslında babasını çağrıştırdığından ötürü bu ismi vermek istediğini söylediği babasıdır Max. Uğruna eşini, çocuklarını kısacası ailesini ve işini terk eden, itibarından da vazgeçen Aline Bernstein bile, Wolfe’dan, kendisine ayırmasını istediği uzun ve düzensiz çalışma saatlerini çalmayı başaramaz. Ne de Max’in eşi ve kızları o derece maharetli çıkarlar. Ve nihayet kitabın editoryal çalışması bitip de basıma hazır hale geldiğinde bütün o kavgalar, çekişmeler unutulur ve masanın üzerinde paketlenmiş haliyle içerisinde saatli bir bomba varmışçasına bir doğumgünü pastasına benzer haliyle kitap durmaktadır öylece. Bir kitabın hangi sancılarla ortaya çıktığına tanık oluruz. Acı, karşılıklı ya da ayrı ayrı sinir krizleri, gerginlik ve gözyaşı, vazgeçiş, soyutlanma, kopuş, yabancılaşma, umut, beğenilme arzusu, takdir görme arzusu, para kazanma gereksinimi, uykusuz geceleri birbirine bağlayan uykusuz gündüzler, vs.

Fitzgerald, Max’in işyerine uğradığında içinde bulunduğu sıkıntılı çaresizlikten ötürü Hollywood’a dönme isteğini Max’e söyler. Max bunun iyi bir fikir olmadığını ve onun bir yazar olduğunu söylemesiyle, Fitzgerald’ın bunu sadece para için yaptığını ve iyi ve yetenekli bir yazar için Hollywood’un düşüş olduğunu kavrarız. Kelimelerin ağırlığının yanında, görselliğin kitlelere ulaşan tatlı akışkanlığı ve ikinci plandaki senaryo değersizdir Max gibi bir editörün gözünde. Ve evet öyledir, kısmen.

images-265

genius_Screen-Shot-2016-05-12-at-11.46.33-PM-768x324

Kitap, eleştirmenlerce beğenildikten çok da uzun olmayan bir süre sonra 5000 sayfa, yani tam dört kasa el yazmasıyla döner Wolfe sahalara ama ilk önce Max’in çalışma odasına. Yazmak tutkusuyla karşı karşıya kalır insan bir anda. Yazmak ve yaratmak. Wolfe’un takma bir isimle yazdığı otobiyografik romanlarının bir başka özelliğidir çok uzun olmaları. Writer’s block’un kapısına hiçbir zaman dayanmadığı yazar, hiç durmadan bir şeyler karalar durur. Küçücük apartman dairesindeki buzdolabının üstünü bile yazı masası olarak kullanır yeri geldiğinde. Max ona dur demese sonsuza kadar yazacakmış gibi bir hali vardır. Saraya tutulmuş gibi yazar ya da sanrılar tarafından kovalanıyormuşçasına. Fitzgerald’larla akşam yemeğine davet edildiğindeki küstah ve kibirli tavrı, yemeğe alkollü gelmesi, çok çaresiz görünen Zelda’nın zerre umrunda olmaması, zaten yeni hastaneden çıkmış ve elktro şok tedavisi görmüş ve beyni pelteye dönmüş kadını ürkütmesi, Max’le olan dostluklarını zedeler. Max onu zalimlikle suçlar. Fakat bilmez ki genç dostunun hayatının otuz sekizinci doğumgününe on sekiz gün kala sona ereceğini. İçgüdüsel bir tezlikle yazmaktadr Wolfe. Her zerresiyle, her anıyla, bir daha hiç yazamayacağı malum olmuşçasına romanlar, daha kısa romanlar, bir sürü hikayeler yazar durur. Hep telaşlı, hep gürültülü, hep tantanalı bir şekilde hareket edip, konuşur, ve yazar. Böyle bir yaşam enerjisi olan adam elbette daha mütevazi ve durgun bir hayatı olan Max’i derinden etkilemeyi çok kolaylıkla başarır. Bir daha onun gibi bir yazarın karşısına çıkma ihtimalinin olamayacağının bilincinde olan Max’se, bir yandan da Aline Bernstein’ın ve Hemingway’in sözlerini önemsemeden duramaz. Hemingway onun için değişik bir idrak ve hayal yeteneği var der. Bu arada bu seçilmiş kalemlerden Hemingway ilerleyen yaşında tüfekle kendini vuruyor, Fitzgerald kalp krizi geçirmiş olmakla beraber daha çok unutulmaktan, son olarak Wolfe’sa beyin tüberkülozu dolayısıyla oluşan çoklu tümörler yüzünden ölüyor. Üstelik yaşamı boyunca takip ettiği babasının da öldüğü hastanede, aynı koridorun az ilerisinde. Ve ne yaparsan yap ölüyorsun işte. Babanın izinden gitsen de gitmesen de, dünyada senin yazdıklarını okumak için heveslenen milyon tane hayran olsa bile, ölüyorsun ölüyorsun, ölüyoruz ölüyoruz. Dünya saatiyle bir kez, bilmediğimiz şekillerde defalarca kez ölüyoruz belki de. Ölmeden önce vakti ve duygularını kağıda dökerek ifade edebilenler içinse son mektubu kime yazdığın çok önemli belki de. Tom bunun için Max’i seçiyor ve beynindeki tümörlere rağmen başucuna gelen hemşireden istediği kağıt kalemle yazdıklarının hastaneden postaya verilmesini sağlıyor son bir gayretle.

Sevgili Max,

İçimden geldi. Bu cümleleri senin için yazmak istedim. Uzun bir yola çıktım ve çok tuhaf bir yerde bulundum ve bana yaklaşmakta olan karanlık bir adam gördüm. Ondan çok fazla korktuğumu söyleyemem. Fakat, delicesine yaşamak istiyorum. Seni tekrar görmek istiyorum. Sana asla söyleyemediğim şeyler için, yapmam gereken bütün işler için. İçimde büyük bir pişmanlık ve ızdırap var. Hayata açılmış bir pencereymişim gibi hissediyorum. Ve bunun üstesinden gelirsem, umarım daha iyi bir adam olacağım ve seninle yaşayabileceğim. Fakat hepsinden öte, ne olursa olsun, tüm söylemek istediğim, botta tanıştığımızdaki gibi, o kasım gününde olduğu gibi, binanın tepesine çıktığımız zamanki gibi ve bütün tuhaflıkların, zaferlerin ve hayatın gücünün ayaklarımızın altında olduğu an gibi, seni hep hissedeceğim.

Her daim saygılarımla,

Tom.

Bu gördüğüm ve duyduğum en zarif ve en şık veda olmuştur. Wolfe, Max aracılığıyla dünyaya son bir gayretle ve kendi tarzıyla yani yazısıyla mesajını göndermiştir giderayak. Bir filmin en azından benim içimde çağrıştırdığı o yazarı okumalıyım dürtüsü, o filmin bir gücü olduğunun açık ara göstergesidir. Kopyalar asıllarını, asıllar tarihi, sinema sahiplerini yaşatır. Bu dünyadan çok önemli eserler vererek ayrılmış, uzak kıtadan ve okyanus ötesinden bir yazarı hatırlatan ve tanımayanlara tanıtan bir deneyim için sinemanın gerçek sahipleri olan izleyiciler, Thomas Wolfe ve satırlarıyla tanışmak için çok geç kalmamışızdır umarım. Film boyunca şapkasını çıkardığı görülmeyen Max’e gelince, en nihayet Tom’un mektubunu okurken bir yandan gözyaşlarına boğulurken diğer yandan yemek masasında ya da akşamın kör karanlığında olsun bir türlü vazgeçmediği şapkasını çıkartır başından ve gözyaşlarına boğulur filmin son saniyelerinde.

images-266

images-293

İlk kitabını adadığı ve kendisinden yirmi yaş büyük sevgilisi Aline Bernstein ilişkisini bitirirken Tom’a yalnız zaman geçirmesini tembihler. Ancak bu şekilde büyüyebilecek ve bir zamanlar sahip olduklarının kıymetini anlayacaktır. Hayatı boyunca hiç yalnız kalmamıştır Tom. Kalabalık ve çok kardeşli bir aile içinde büyümüş, derken Aline’le tanışmış, sonra da Max’i bulmuştur hayatta tek dostum dediği. Hayatta her daim sahiplenilmiş, korunup kollanmıştır. Hep kahramanlarıyla vakit geçirdiğinden olsa gerek, tek başına kaldığında nasıl vakit geçirdiğini görmesi gerekmektedir. Fakat tüm bu yalnızlıklar ve daha da bir çok şey için Tom’un vakti tükenmektedir yazık ki. Demek yalnızlığı çok beceremeyecektir Tom. Günümüz yazarlarından Karl Ove Knausgaard’ın altı ciltlik Kavgam serisinde yazdığı kendi hayatıyla Thomas Wolfe’un izinden gittiğini düşündüm bir anda. Hiç olmazsa onun kitapları çevriliyor dilimize azar azar.

images-322

LAST DAYS IN THE DESERT

images-259

LAST DAYS IN THE DESERT

“İnsan her yerde var olanla yetinebilir.” Hz. İsa

“Mezarlık erkeği sonsuza dek toprağına bağlar.”

“Bundan bin yıl sonraki insanlar umursayacaklar mı seni?”

Manipüle edilmesi çok kolay bir konuyu ve sırtlandığı hikayeyi, duygusallığa batmadan ve objektifliğini yitirmeden, gözyaşlarıyla dolup taşmış duygusallık denizinin derinliklerinde boğulup, beraberinde seyirciyi de sürüklemeden, çok beğendiğim hem yerinde hem de dozunda diyaloglarla anlatmış aynı zamanda filmin hem yönetmeni hem de senaristi olan Rodrigo Garcia. İsa’nın huzur içerisinde düşünüp taşınabileceği ve dua edebileceği, derinlerine indiğindeyse kendini bulabileceği bir yer arayışının, kısaca çarmıha gerilmezden önce Tanrı’yı arayıp bulmak için geldiği çölde geçirdiği 40 gün 40 gece boyunca yaşadıklarının kurgusal bir metne dönüştürülerek anlatımıyla karşı karşıyayız film boyunca. Zamanın-söz konusu milattan çok önce- ve mekanın-söz konusu uçsuz bucaksız ama Kudüs manzaralı bir çöl- ruhunu yansıtmakta ise son derece başarılı bir iş çıkarmış. Olağandışı olarak İsa’nın gördüğü halisünasyonlar haricinde karşısına çıkan bir aile oluyor bu koskoca çölde. Bir de ara ara şeytanıyla başa çıkmak gayretiyle hiç bastıramadığı bu iç ses, tüm iyi niyetine rağmen olaylara bir de şeytani tarafından bakmasını söylüyor ikizi olarak perdeye yansıtılmış haliyle. İsa’nın tüm bunlarla başa çıkması ise hiç bitmeyen ve hiç geçmeyen yorgunluğu oluyor geçirdiği sakin günler boyunca, ve de kısa süren yaşamının bir zaman dilimi boyunca…

images-276

images-137

Ölmekte olan çok hasta bir anne, yaşlıca bir baba ve onların oğulları bahsi geçen aile. Çölde yaşamakta ısrarcı, kendi dünyası dışındaki her şeyin kendisine korkunç geldiği ve huzuru burada, bu çölde bulmuş babanın aksine, genç oğlan Kudüs’e gitmek istiyor. Her erkeğin sırası gelince bir başkası tarafından yazılmış kaderi değil de kendi kaderini yaşamak üzere sırasını devralıp, yoluna gitmesi gerektiğini düşünüyor. İsa’nın dediği gibi Kudüs her ne kadar kirli ve yozlaşmış olsa da, bir o kadar da canlı aslında. Bu yüzden vaktini orada harcamak istemiyor. Hayatı boşa harcamak günah derken; bir erkek, bir birey olarak dünyaya izini bırakmak istiyor. Ölümü bilen, zamanı zamanında doğru kullanmak endişesi taşıyan, yaşama azmi, kendini gerçekleştirebilme ve yaratmak güdüsünün Tanrı’nın izdüşümü olan insanda vücut bulduğunun bilincindeki bireyin yemek, içmek, nefes almak gibi fizyolojik ihtiyaçlarından hemen sonra geldiğini, bu bilincin bazı insanlarda bir nedenden ötürü daha yoğun ve baskın olduğunu görüyoruz. Kitle iletişim araçlarının olmadığı bir çölde, insanlar kendilerini dinleyecek bol bol zamana sahipler. Trafik yok, araç yok, ticaret yapacak insan yok. Çölde gerçekte kim olduğunu görecek kadar çok vaktin var. Çünkü bunu arayıp bulacağın hem dingin, azar azar da tüyler ürpertici bir sessizlik var. “Her şeyin ben, benimse her şey olduğum” hissine kapıldığını söylüyor çocuk. İnsanın içinde barındırdığı bu gizemli ululuk tam manasıyla çocuğun kastettiği. İşte onu bulmak gayretindeki insanoğlunun, çöllere ve sonu kestirilemeyen yollara düşüşünün, ormanın en derinine gitmesinin nedeni bu. Çilehanelere kapanma nedeni. Bazense o yer basit bir evin en kuytu köşesi. Ama muhakkak sessizlik, yalınlık, unutuş, unutuluş ve şu her şeyden çıkan ve insanı boğan yoğun hisler. Zamana teslim olmak, olan biten her şeye ve aynı zamanda her şerre, her kayba, her acıya, bütün yokluğa. Bu film bu soruların kısmi cevaplarını veriyor, anlayana. Bu yüzden de beğendiğimi belirteyim burada, sıkıştırmışım gibi dursa da.

images-176

 

 

Bazı filmleri belleğinizde unutulmaz kılan bir sahne vardır muhakkak. Benim için ve bu film için bu sahne en sonunda geldi. Filmdeki ailenin sorunları göreceli olarak çözüme kavuştuktan, İsa yoluna devam ettikten ve çarmıhta günler ve geceler boyunca kuruduktan binlerce yıl sonra turistik amaçlı gelmiş oldukları her hallerinden belli iki kişi, günümüz kıyafetleri içerisinde bir tanesi arkasına aldığı manzara önünde fotoğraf çektirirken, bir diğeri ise onu fotoğrafladıktan sonra mutlu mesut ayrılıyorlar zerre yara almadan. O topraklar ki bir zamanlar kan ve gözyaşı olmuş yorganları. Güneş yakmış kavurmuş, rüzgar esmiş dağıtmış. İnsanlar bir bir düşmüşler üstüne. Mütevazi gezilerimdeki küçük ve keyifli anlarımı yaşarken bir zamanlar etten kemikten yapılmış bir sürü insanın ne acılardan geçerek yaşamlarını binbir güçlükle sürdürdüklerini hatırlattı bu kısacık an. Bastığın yeri toprak diyerek geçme sözü geliverdi aklıma. Güneşli bir günde, sevdiğinle kol kola, birkaç anı paylaşmak ve gelecekteki olası torunlarına hikayeler biriktirmek üzere geldiğin topraklarda insanın insana ettiğini düşünmeden geçmemek gerekmiş biraz da.

 

Filmde süregiden durağanlık sırf mekanın değil aynı zamanda çağın ruhundan da kaynaklı. Yapılacak işler az ve oyalanacak insanlar da kısıtlı. Dolayısıyla herkes zaman durmuş gibi hareket ediyor. Ağırdan alıyor çoğu zaman. Zamanın tarihi son dolunaydan beriyle tarif edilebiliyor rahatlıkla. Akrep ve yelkovan gökyüzündeki takım yıldızlar oluveriyor bir anda. Ve söz konusu filmin kahramanı İsa’da olsa ayakkabısının içine girip ayağını inciten çakıl taşı yüzünden sıkıntı çekebiliyor uzun uzun, ve biz de bunu daha filmin başında çok önemliymişçesine izliyoruz. Çünkü o an, İsa için önemli bir an. Sonra yürüyor çöllerde kumları savurtarak. Bunu ve benzer günlük rutinlerini de izliyoruz aynı ağırlıkla. İnsansız ve medeniyetsiz vadilere sığınıyor. Bir deliyi, bir mecnunu andırıyor bu haliyle. Bir an gülüp, sonra çığlıklar atıyor. Sığınmakta olduğu çalıların arasında saçlarına karışan kuru otları temizlerken, dikenli tacın bir ön provası sanki tüm bu yaşananlar. Bir de hiç susturamadığı şeytanı var ona yol boyunca eşlik eden. Oğlanla karşılaştıklarında ona çölde vakit harcamaktan geliyorum diyor. Bir mesai harcıyor İsa tüm bunlara. Çok geçmeden karşılaştığı babaysa senin gibilerden çok gelir buralara diyor biraz alaylı bir edayla. Şu başka hiçbir yerde bulamadığı bir şeyi çölde arayanlardan biri onun gözünde. Ailenin karşısına çıkması da İsa’yı sorun çözmeye yöneltiyor. Evet anne hasta ve burada çölde ölecek, fakat kadın aynı zamanda kocasından olmayan oğlunun burada tıkılı kalmasını istemiyor. Kadının yardım çığlığıysa içten içe bu ailenin işlerine karışıp karışmamakta tereddütlü İsa’nın iç sesinden yükseliyor. Tıpkı bazen var mıdır yok mudur diye tereddüt ettiğimiz ve bu anlarda eğer bir parça asi isek eğer, başkaldırmaktan çekinmediğimiz, kah yakarıp, kah çaresizce neden tüm bu yaşananlar diye sorup sorguladığımız Tanrı’yı suçluyor o şeytani iç ses. Sadece kendini seven, küçük tabiat hadiseleriyle meşgul olmaktan ve bir çiy tanesinin şeklinden ve kökleri toprakta ilerlerken çıkardıkları sesleri bile daha çok önemseyen bir Tanrı onun değersizleştirmeye çalıştığı. İnsanın bazen en yakınındakine hınç duymasını anlatıyor ve bu bazen o insanın kendisi olabildiği gibi, sonuçta kendi kendini yiyip, ruhunu tüketmesiyle de sonuçlanabiliyor her şey. Ama onu bulduğun anda da yüzü olmasa da onun huzurunda hem bin parçaya bölünüp hem de değersiz hissedebiliyorsun ve bunlar aynı zamanda bizim günlük kaygılarımız olup böyle hissetmeye devam etmene de neden olabiliyorlar. Saldırı dışarıdan gelebildiği ve insan kaynaklı olabildiği gibi, bazen içeriden bir yerden ta derinlerden de gelebiliyor ansızın.

 

images-284

Söyleyin o zaman bana nedir, kimindir bu sessizlikten yükselen ses? Neden farklı duygularımıza onun adını veriyoruz? Neden hep onu bir yerlerde arıyoruz? Nereden çıkar gelir bu iç ses? Bir çölde tek başınayken bile neden yalnız değiliz? Neden iç sesimizi bastıramıyoruz? Neden insanoğlu acı çekmeye ve acıyı yaratmaya bu kadar eğilimli? Ve neden neden neden… Bu soruların cevabı bu filmde var mı diye soracak olursanız, kısmen var kısmen yok. Bu tam olarak ne aradığınıza bağlı. En çoksa size bağlı. Keşke hayat cevabı beş şıklı bir test sorusu olsaydı. Ve kesin bir cevabı olsaydı. Tek doğru da o olsaydı. Keşke.

Filmde üzerinde durulan bir başka konuysa baba oğul ilişkisi. Bir oğulun erkek olabilmesi için babasının onayına olan ihtiyacı ve her ne pahasına olursa olsun onu geçme arzusu. Tıpkı buradaki aile zincirini devralmış baba oğul gibi. Bencil ve beceride kendi başına ustalaşmış bir başka babanın oğlu olarak şimdi kendisi de bir baba olan adam, oğluna her erkeğin kendi başının çaresine bakabilmesi gerektiğini söylerken güç bela bırakıyor onu kendi kaderini yaratmak üzere. O son hüzünlü bakış geliyor elleri birbirinden kopmadan ve uçurumdan yuvarlanmadan önce. Gönlü kalmaktan yana olan adam, kendini feda ediyor oğlu için, ölmek üzere. Yolundan çekiliyor onun, kendi kanından olsun olmasın. İç ses hayatlarını mahvetmek hususunda ailenin onlara ihtiyacı olmadığını, bunu kendi başlarına da becerebildiklerini söylerken kader çizmenin ve bir kadere girmenin gökten gelmeyebileceğini söylüyor sanki. Kaderin bir başkasının elinde olabiliyor. Müdahil olup olmamak bir mesele sadece. Film çok farklı okumalara açık ve bu yazdıklarım tamamiyle benim çıkarımlarım. Ve dolayısıyla objektif olamıyorum, istesem de. Siz kusuruma bakmayın benim. Okuyun öylece. Bunlar da bir beynin ürünleri diye. Herkes tanrısını arıyor bir yerde. Bir gün bir satır arasında çıkar belki sizinki de. Belli olmaz işler, belli olmaz sonuçlar ve adına gerçek denenler. Bu dünyada netliği bulamayanlarsa çoktan göçtüler, gökyüzü denizinde yıldızları öpüyorlar delirmişçesine.

images-316

images-226

Gabriel Garcia Marquez’in oğlu olan yönetmen Rodrigo Garcia görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki ile çalışmış ilk defa. Hal böyle olunca doğal ışık kullanılmış film boyunca. Unutulmaz kareler var akıllarda yer edecek olan özellikle de meraklısına. İsa’nın ağırsızlaşarak yükseldiği ve tüm çölü, Kudüs’ü ve hatta hatta tüm dünyayı ve insanlığın üzerindeymişçesine durduğu sahne filme bedel kanımca. Bu ve birçok nedenden ötürü kişisel olarak çok beğendiğim filmi tavsiye ederim bir çırpıda. Nitelikli filmler çeken yönetmenlerin filmlerindeki her kare üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken deneyimin ve hayat bilgeliğinin peliküle aktarılması olduğundan Marquez’li ya da Marquez’siz Garcia’nın filmini ve harika müziklerini ve mavi gözlü İsa’sını izleyin derim son bir defa.

images-244

 

 

INTO THE FOREST

 images-129

INTO THE FOREST

“Kriz zamanları, insanların karakterini ortaya çıkarır.”

“Annem hep kendi bildiğini yap derdi.” Eva

PROLOG:

Çok çok uzun zamandır yönetmenini, oyuncularını, kazandığı ödülleri zerre umursamadan izlemeye yeltendiğim, başlar başlamaz da iyi ki izliyorum dediğim bir filmle karşı karşıya olduğumu anladıktan ve filmi bitirdikten hemen sonra yüzümü bir başka taraf olan bilgisayarımın ekranına yani size döndürdüğüm anda, tüketmeye doymayan gözlerimiz rastlaşıveriyor birbirininkiyle. Talihsizlik mi demeli buna yoksa şu deli deliyi bulma sözü mü yeşermeli o an içimizde? Ve evet ben de tüketmeye açım, tıpkı sizler gibi. Alışveriş merkezlerini talan etmekten, pratik kapaklı konserve gıdalarını, meyve sularını hatta açması zor geldiğinden çevir aç kapaklı köpüklü adi şarapları ve poşet içerisindeki raf süreleri bin yılı aşkın yiyecekleri demir arabaların içerisine doldurup almaktan almaktan ve daha da çok almaktan hatta yarın savaş çıkacakmış gibi istiflemekten yana bir sakınca görmeyen, bunu da asla üretici olamayacağını, var olanı işleyemeyeceğini anladığı andan itibaren tekrarlayıp duran, onun bir adım ötesi olarak gördüğüm doğal olsun diye evde ekmek yapmak için ekmek yapmak makinesi alanlardan değilim sadece. Ya da kardeşleri olan dondurma yapmak, yoğurt yapmak, yumurtayı ister lop, ister katı haşlamak cihazlarını da. Saçmalık. Boktan hepsi, her şey. Biz insanoğlu kesinlikle değiliz ama. Kanatsız melekleriz hepimiz. Bazen alıp başımı dağlara gideceğim, bir daha da inmeyeceğim ve yabanıl ne varsa evlat edineceğim ve kurtulacağım içimdeki kıvrık dilli kahpe şeytandan dediğimdeyse ya unutuyor ya da hevesim sönüyor bir an geçince. Bir parça şeytanın kime ne zararı olacak ki canım diyorum kendi kendime. O canım canımı parçalıyor içten içe. Her neyse.

Sıcak ama çok sıcak havalarda klimanın altında hapşırarak uyuyup uyanmayı tercih ediyorum mesela, on dokuz derecede üzerimde battaniye olduğunu hayal ederek büzülüyorum incecik bir pikenin altında. Arabaya biner binmez elim kontaktan önce klimanın düğmelerine gidiyor istemsizce. İnternete ulaşamadığımda yüzüm gazlı bir bebeğinkine dönüşüveriyor hemen. Evet çok süt içtim ve şişimi indirmek için bir parça internet lütfen. Lütfenlütfenlütfen. Ohhh. İndi. Şişim yani. Biraz daha süt alabilirim şimdi. Mümkünse markası şey olanından ve şeyli olsundan. Olur olur o da olur.

Benim gibi düşünmüyorsunuz öyle mi? Bir lokma ekmek,  yamalı bir hırka, tıpkı Hz. Muhammed gibi. Tıpkı onun adını ağzından düşürmeyip en iyi lokmaları yutup, en Chanel hırkaları giyenler gibi. Hayat hiç adil değil. Ne zaman oldu ki?
-Filme dönsen artık.
-Nereye, kime, ne şekilde döneceğimi sana mı soracağım(ama öfkeli bir tonda ve kabadayı bir edayla)?
-Film eleştirisi yapacağım diyorsun, ona buna çatıyorsun. Belli belirsiz hedef gösteriyorsun. Söyle madem kimmiş bu Chanelciler.
-Yves Saint de olur.
-E söyle o zaman.
-Ne söyleyeyim?
-Kaçak güreşiyorsun.
-İşime burnunu sokuyorsun.
-At o zaman beni burnundan pardon içinden.
-Gidecek yerin mi var?
-Pop şarkısı sözüyle mi bana meydan okuyorsun?
-Sende kimseyi beğenmiyorsun.
-Senin ağzından çıkınca yapmacık geliyor.
-Bir sefer de senin ağzından dinleyelim yapmacık olmayan bir şey!
-At beni içinden demiştim. At şimdi. Ben bulurum bir yerler.
-Gelen gideni aratır. Sense bunu sakın unutma. Benden rahatını bulamayacaksın gittiğin ellerde.
-Sen öyle san. Ne söylesek kabahat oldu. Eleştirilerimi duymazdan gelip beni bastırdın durdun. Kursağının arkasında bir yerlerde sığıntı gibi oldum. Sığıntın mıyım be ben senin? İte kaka en kuytularındayım şimdi.
-Bilmişlikten başka bir şey yok, kal orada.
-Gidiyorum ben.
-Git. Dünya kurtulsun senden. İlk başta da ben.
-CIA desteklesin, Amerika’da yerleşmeye hazırım. Mürit filan da yaparım.
-Deli misin sen?
-Bunu bana mı soruyorsun?
-Kime sorayım başka?
-Bir kafede oturmuş deli deli kendinle konuştuğunu görüyorlar salak. Beni senin içinde alır da tımarhaneye kapatırlarsa gör bak ne biçim olur! Hayallerim senin bedeninde solacak. Kes sesini manyak şey.
-Sensin manyak.
-Amerika yerine Bakırköy’e tıkılacağım sayende.
-Seni sık sık ziyarete gelirim merak etme.
-Kalk gidiyoruz çabuk. Garson hesap lütfen. Söylesene.
-Sus dedin.
-Hesabı iste. Delirtme beni içinde.
-En son ne zaman seks yaptın sen?
-Şu soruya bak. Terbiyesiz. Halife aday adayına sorduğun soruya bak. Çok sığmışsın.
-Sense derin. Yüzeye çıkamıyorum sayende. Bunları okuyanlar var ya, bir huni takdim edecekler sana.
-Güneşten korur bahaneyle.
-Naylon o.
-Halifesin ya her haltı bilirsin sen.
-Deli mi ne?
-En sık gelen ziyaretçin olacağım, hiç merak etme.
-Edebiyat filan yaptığını sanıyorsun değil mi böyle alaycı, böyle gıcık… İnşallah yaşayan en büyük yazarın içine girerim de, kıskançlığından çatlarsın.
-Senin içine girdiğin yazar seninle uğraşmaktan başka bir şey yapamayacaktır, bundan emin olabilirsin.
-Görürüz. Peki ya film?
-Hangi?
-Ne yazmaya çalıştığını ne çabuk unuttun.
-Senin yüzünden.
-Benim? Benim ha? … Var ya uğraşamayacağım. Çok ciddiyim. Uzlaşmaya karar verdim. Çoktan da çok ciddiyim. Çünkü başa çıkılamazsın. Her şeyin ama herşeyin, başta açık rögar kapaklarının, alkolizmin, Hitler’in, dünyadaki sefaletin, ikiz kulelerin bombalanmasının hepsinin nedeni benim. Ben aslında CIA, Mossad, MI6’nın ayrı ayrı tüm birimleriyim ve bunların birleşimiyim. Ben üst aklım.  Peşimde ise kriptoma el koymak için gelen çok çok azılı adamlar var. Tamam mı? Ben şimdi usul usul haddimi bilerek, kursağının oralara bir yerlere çekilmek istiyorum.
-Bak…
-Hiçbir şey duymasam da olur. Tek kelime. Sadece gitmek tek derdim. Dünya senin olsun. Yaz çiz, çizemesen de yaz tek ama bana dokunma.
-Sensiz yavan olur yazım.
-Olsun. Lütfen bırak, bir yazın da yavan olsun. Okuyucu bunu hoş karşılayacaktır. Hatta okuyucunun da kafası dinlenecektir. Sayemde. Tüm bu saçmalamalarını okuyan insanlara da yazık. Aslında sana, bana da yazık ama elden ne gelir ki?
-…

into-the-forest-2016

INTO THE FOREST / ORMANA DOĞRU:

Anneleri kısa süre önce ölmüş olan iki kızkardeş ormanın içerisindeki evlerinde babalarıyla yaşamaktadırlar. Filmin ilk dakikalarında abla bir odada dans ederken, baba ve diğer küçük kızı kendi odalarında şeffaf ekran karşısında kah televizyon izleyip kah internete girmektedir. Elektrikler gittikten sonraysa akşamları daha çok bir arada olmaya başlarlar. Telaşa gerek kalmamıştır. Çünkü hayatta telaşla yetişebilecekleri yer kalmamıştır. Günlük rutinlerini sürdürürler hiç durmadan. Odun keserler, olduğu kadar yiyecek tüketirler, yaşı dans etmek için bir hayli ilerlemiş olan abla elektrik bulamadığında mum ışığında dans eder, diğeri de aynı şekilde ders çalışır. Gerilimden, telaştan, endişeden uzak bir hayat yaşarlar farkına varmadan. Şehre gittiklerinde ve şehirden gelen Eli sayesinde şehirdeki kaostan haberleri olur ancak. Benzin yoktur, elektrik yoktur, ulaşım, telefon, ve de internet. Dolayısıyla ortalık vahşi batıya dönmüştür ve kardeşler babalarını kaybettikten sonra zaten kendi yaslarını tuttuklarından tüm bunlardan habersiz yaşayıp gitmişlerdir. Babaları ölmeden önce onları birbirine emanet eder, birbirlerini sevip, göz kulak olmalarını tembihler. Bunlar bir babanın ormanın yanındaki bir evde yalnız bırakmak zorunda kaldığı kızlarına bıraktığı vasiyeti olur, telaş içinde, ölmeden önceki son saniyelerinde.  Başsız kalan kızların yas dönemini atlattıktan sonra didişmelerine tanık oluruz bir süre. Nell’in erkek arkadaşı zaten az olan yemeklerinden yiyip bitirmekte olduğu için, kıt olan benzinin bir kısmını kullanıp kullanmama hususunda, evi bırakıp elekttik bulmak üzere gidip gitmeme hususunda derken anlaşmazlıkları bir dünya olur. Ama yine de kopamazlar. İsteyerek beraber olduğu çocuktan hamile kalamayan Nell’in yanında, Eva, belki de hayatı boyunca bir daha asla görmeyeceği tecavüzcüsünden hamile kalır ve-bir umutmuş yaşatan insanı-çocuğunu doğurur. Filmin en anlamlı kısımları bundan sonra başlar. Tüm yokluğa rağmen çocuğunu doğurmakta diretir. Etinden, sütünden faydalanacakları hayvanları olmadığı için yeterli B12 alamayan Eva hortlak gibi görünmektedir. Ormandan topladıkları yeşillikleri kemirir durur. Nell’in binbir zahmet avladığı yaban domuzunu parçalayıp, kah büyük parçasını tuza yatırıp kuruturlar kah işkembe gibi doğrayıp kaynar suda haşlarlar. Sonra da bir keyif bir keyif yerler, özellikle de Eva. Hayalini bile kuramayacakları şeyleri yapabilir hale gelirler zamanla. Hiç elektriksiz ve hiç başka insansız yaşayabildiklerini ispatlamışlardır kendilerine ve birbirlerine. Ormanın içindeki küçük kulübede bağır çağır doğum yapar Eva. Tekrar çürümüş ve çökmekte olan evlerine geldiklerindeyse Eva kolaylıkla ikna eder Nell’i ormana gidip yaşamak hususunda. Yüz, iki yüz bin yıldır dünya üzerinde yaşayan insanoğlunun yanında, yüz küsur yıldır hayatımızda olan elektriğin tarihinin çok da fazla olmadığı ve bu şekilde de bir hayat sürebilecekleri tesellileri olur. Anılarını dolayısıyla kendileri için manidar ve işe yarar birkaç parça eşyayı alırlar; evi yakmak suretiyle izlerini kaybettirip, ormanın içindeki kulübeye sığınırlar yenidoğanla birlikte.

images-318

images-348

images-360

Filmin “benim için” en önemsediğim kısmı olan yaslandığı metnin uyarlandığı kitap Amerikalı yazar Jean Hegland’ın aynı adlı romanı ve bu sayede kendisiyle tanışma fırsatı buluyorum. Hiç Türkçeye çevrilmiş bir kitabı yok henüz yazarın. Ne olursa olsun bazen bir filmin, bir kitabın adını ve yazarının kim olduğunu önemsetebildiğine tanık oluyorum bir kez daha. Gün olur da bir gün alıp başımı giderim deme lüksüm ve zorunluluğum olursa eğer Hegland’ın romanını hatırlayacağım kendi kendime. En çok da Eva’nın çok güzel çok güzel diye diye yediği etten aldığı zevki, Nell’in biten tuvalet kağıdı yerine üst üste yığdığı yemyeşil yaprakları ve hayatın sürprizlerle dolu olduğunu, plan yapmanın anlamsız olduğunu, vs… Eva, Nell’e umarım hamile kalmazsın yeterli yiyeceğimiz yokken dedikten sonra, kendi hesapsız gebeliğini sonlandırmayışına tanık olunca bir kez daha kendi kendime hiç plan yapma, hiç hayal kurma demek geçiyor. Hiç ama. Çok isteme, hiç bekleme, unut, kınama, kınadığının başına gelme ihtimali isteyip hayal ettiğinden bin kez fazla. Bunu da sakın unutma. Senenin en iyilerinden değil ama iyi ki izlemiştim,  iyi ki filme çekilmiş dediklerimden “Into the Forest”. Cat Power’ın “Wild is the Wind” yorumuysa hiç fena değildi.

screen-shot-2016-05-12-at-2-43-16-pm

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑