ANLAR VE İNSANLAR : SEKİZİNCİ BÖLÜM, KARS – SARIKAMIŞ DÖNÜŞÜ

20160314_171031

ANLAR VE İNSANLAR : SEKİZİNCİ BÖLÜM, KARS – SARIKAMIŞ DÖNÜŞÜ

Sarıkamış merkeze inmiş bulunuyorum nihayet. Kar yağışı iyice şiddetleniyor, soğuk daha da ısırır oluyor. Otogarın durumu malum ve önümde iki saatim daha var otobüsüm kalkmazdan önce. Tuvalete girmem gerekiyor. Acilen. Yolun karşısındaki İş Bankası’na takılıyor gözlerim. Nimete bakar gibi bakıyorum. Bir de bakıyorum ki bir çift meraklı göz de bana bakıyor. Ak Parti’de görevli iki beyden meşguliyetsiz kalmış olan beyin bakışlarıymış onlar. Tuvalete girmem gerek diyorum. Bana lokantada girebileceğimi söylüyor. Bu sefer daha temiz bir tuvalet hayalim olduğunu söylüyorum ve ekliyorum güvenlikten rica edeceğim tuvaletini kullanmak istediğime dair(tüm bunlardan adama da neyse). Güvenlik tuvaletin arızalı olduğunu söylüyor. Oyunculuk dalında asla bir oscar alamayacak olan görevliye bunun doğru olamayacağını söylüyorum. O zaman personele söyleyin diyor. Bulduğum ilk masaya gidiyorum. Hemcinsim olmasına da özen gösteriyorum. Bana yukarıyı işaret ediyor. Yukarı çıkıyorum, işimi hallediyorum, geri iniyorum ve kendisine teşekkür edip, Bilkent şubesi personeli arkadaşımın ismini veriyorum “Şenay Çınar”, ona deyin ki diyorum Meriç Aksu Kars, Sarıkamış şubesindeydi. İçimden sadece ekliyorum bir de hiç bitmeyen tuvalet problemi vardı beraberinde taşıdığı.

Taşra kelimesinin sözlük anlamı olarak bir ülkenin başkenti ya da en önemli kentleri dışındaki yerlerin tümü, dışarlık tanımı yapılmış. Benim şahsi tanımıma gelirsek de bu yüzyılın ilk çeyreği itibariyle, nam salmış bir takım mağazaların şubelerinin ya hiç olmadığı ya da nadir olduğu, Mcdonalds’da değil lokantasında sulu et yemeklerinin aç mideleri beklediği, yabancıların parmakla rahatlıkla gösterilebilindiği, memurların öğle yemeklerinde toplu halde o az sayıdaki lokantaların masalarını şenlendirdikleri, etin nispeten ucuz olduğu, spor ayakkabılarını, daracık taytlarını üzerlerine geçirip mağaza mağaza gezen afili hanımlara çarşılarında rastlanılmadığı, zaten hava karardı mıydı hiçbir kadına rastlanılmadığı, yerlisi hanımların arasında muhafazakar giyimin, günlerin ve ziynet eşyalarından altının rağbet gördüğü, ayıp ve günah kelimesinin korkutmak, sindirmek ve cinsellikten soğutmak amaçlı günlük kullanımda çokca rağbet gördüğü, içinden ya da dışından muhakkak bir nehrin geçtiği ya da doğal kaynak sularının olduğu, köy yada ilçe dahi olsa bağlı bulunduğu ilin plaka numarasını önemseyip, trafikte ve gurbette seyir halindeyken bile kilometrelerce öteden küçücük rakamı seçebilip, içi cızz eden insanların toplu halde oturduğu yer nolarak tanımlayabilirim. Ve o yerde oturan özlemli insanların da türlü türlü hikayelerinin olduğunu ve benim hep o benzer hikayelerden yola çıktığımı da ekleyebilirim hazır yeri gelmişken.

20160314_152050

20160314_152135

Sarıkamış’ın çarşısında yürüyorum yağan lapa lapa karın altında. Bir berbere giriyorum, içerisi hıncahınç dolu zaten hepi topu yirmi metrekare ha var ha yokken dükkan. Fotoğraf çektirmek için izin istiyorum. Diyorum ya vaktim var ama az var ve gidecek yer bulamadığımdan kafama göre takılmaya karar verdiğimden ve bir de sırf iş olsun diye girmiş oluyorum işte içeriye. Biraz fotoğraflıyorum yağız delikanlıları. Bir havayla marifetlerini gösteriyorlar. Çırak bir hevesle yerleri süpürüyor, gözüyse bende. Bana bakarsan olmaz ama diyorum, lan bakma da dediği gibi yap diyorlar. İçimden ben de tekrarlıyorum lan bakma da dediğim gibi yap diye. Gene de ara ara bakıyor cin cin. Teşekkür edip çıkıyorum. Yan taraftaki Trabzon Çayevi’ne giriyorum. Sahibi Lokman Bey bir önceki Trabzonlu sahibinden devralmış burayı, adını da değiştirmemiş. Özel bir çay getiriyor bana. Yaprakları üzerinde kalmış ve kıtlama şekerle ikram ediyor. Sarıkamış’a has iki şeyden bahsediyoruz. Öncelikle kayağa yapışmayan, yumuşacık, pamuk gibi kristalize karından konuşuyoruz. Pistimiz güzeldir çıktıysanız diyor. Palandöken’den daha güzel olduğunu duymuştum. Hayatımda bir türlü fırsat bulamadığım iki şeyden biri kayağa gitmek, ikincisi yaylaya çıkmaktır ve her ne hikmetse bana bir türlü kısmet olmaz. Gene kaçırdığım için hayıflanıyorum. Demek ki kaderimde yok! Bir de sarıçamdan bahsediyoruz buraya özgü. Serpsen sarıçam olur diyor. Toprak bereketli burada anlayacağınız. Gelmişken biraz da buranın fotoğrafını çekiyorum. Kimi beyler istifini bozmazken, kimisi ciddi ciddi poz veriyor. Lokman Bey beni boşver diyor. Ocağını fotoğraflıyorum ben de çaylarını demlediği ve de masmavi çaydanlığını.

2 (4).04.2016 - 1

20160314_152847

20160314_152829 (2)

20160314_152917

Merkez otogara gelmeden çevrenin fotoğrafını çekiyorum son bir kez. Tezgahını kurmuş meyve sebze satan satıcıların olduğu tarafa gidiyorum. Hemen hemen hepsi  Digorlu çıkıyor. İmkansızlığın içinde bana çay ikram etmeye kalkıyorlar. İkram çay içmekten öldüğümü, zaten kaynağından geldiğimi söylüyorum. Tek çay mı ikram ettiler diyorlar sitemle. Yemek vermediler mi diyorlar daha da ısrarlı bir tonla bir tanesi. Şaka mı söylüyor, ciddi mi anlaşılamaz olsa da ben istediğim kareleri alıyorum. Kars’ın insanı, merkezi, ilçesi, binaları ve ören yerleri anılarımda çok uzun süre canlı kalacaklar kuşkusuz. Kapkara gözlü tezgahın ortasında  duran bu çocuk korkusuzca bakıyor objektife iri iri açılmış gözleriyle. Bir şansı olsa okuyabilecekken, çamurun içinde ayakta, sokakta ekmek parası peşinde koşuyor. Belki de böyle daha mutlu olmuş olacağını varsayarak devam ediyorum yoluma. Belki imkanlar mutluluk için yeterli değildir bu dünyada. Belki bu çocuk daha mutludur şimdi şu anda.

20160314_160700

20160314_161045

20160314_160513

2 (2).04.2016 - 1

12 (3).04.2016 - 1

Bir otobüs ama benim otobüsüm yanaşıyor nihayet çamurlu yollu otogarına Sarıkamış’ın. Nasıl Nevşehir’e gidebileceğim hususunda anlaşmaya çalışıyorlar kendi aralarında. Ankara’da inmem en mantıklısı onlara göre. Otobüs Balıkesir’e gidiyor. Ve benim çeşitli vesayetler değiştirerek ancak ilerleyebileceğim çileli Nevşehir yolculuğum böylelikle başlıyor. Yine fotoğraf çekiyorum hiç durmamacasına. Akşam çöktüğünden iyi çıkmıyor hiçbiri. Şoförlerden biri kötü gösterme Sarıkamış’ımızı diyor. Bunu söyleyenin sonradan Sivaslı olduğunu öğreniyorum. İlk mola yerinde şahsına münhasır bir kişiliği olan muavinimiz yanıma geliyor, gel abla bacımsın yemek ye diyor. Bir üst kata çıkıyoruz ve hayatımda uzun yol şoförlerinin benim için gizem dolu  olan dünyalarına tanıklık ediyorum en sonunda. Yedekli çalışan iki şoför, muavin ve bir de benim gibi bir yolcu var. Sofraya bakıyorum, ortada büyükçe bir tabağın içinde bulgur pilavı, ortasına serpiştirilmiş adana kebap, tavuk kanat var bolca. Bir tabaktan torba yoğurduyla yapılmış duru cacığı kaşıklıyorlar. Muavin sürekli bana ye diyor. Beni teşvik edebilmek için de ekmeği eliyle tutup uzatıyor. Etli tabağı elindeki çatal yardımıyla sanki insan dürtüyormuşçasına tabağın dört bir tarafına daldırıyor. Bunu neden yaptığını anlamaya çalışıyorum. Mümkün değil koca tabakta ne aradığını bulamıyorum. Söğüş domates salatalık yiyeyim diyorum. Herkes o kadar misafirperver ki, yanımdaki şoför bana sormadan tabaktaki limonu bir güzel söğüşümün üzerine sıkıyor. Teşekkür ediyorum fakat bu hareketin de manasını çözemiyorum. Ben sıkardım canım. Bunca ikramın ortasında Egeli kanım kabarıyor. Canım pırasa istedi diyorum. Şımarıklık değil bir çeşit kültür çatışması ve kavram karmaşası yaşadığım. Pırasa var mı diye soruyorlar, garson da şaşırıyor. Tatlı öneriyor onun yerine. Aşure ve sütlaç varmış. Aşure severim diyorum. Sevdiğim bir şey bulunduğu için memnun oluyorlar. Fakat aşure kahverengi ve de beklemiş. Karşımdaki muavin sütlacı soluksuz yiyor. Ağzını silip, haydi bana eyvallah diyerek masayı terk ediyor. Yanımdaki şoför de aşure pek fena gözüküyor diyor ve hoop kaşığıyla aşuremden biraz alıyor. Ben bu hareketten önce yiyemez oluyorum zaten. Buralar diyor soğuk iklim diyor. Et yemezsen doymazsın, biz sebze yersek aç kalırız diyor. Aklıma Diyarbakır’da sabah sabah başlayıp hiç geçmeyen ciğer dumanları geliyor. Orası da mı soğuktu diyorum içimden. Yemek bir kültür işi. İlk yemek faslımız böylelikle bitiyor.

20160314_190710

İkincisinde ben uzak durup kendime kaşarlı tost yaptırıyorum. Tam ödeme yaparken Digorluyla göz göze geliyoruz. Digorlu Aykut muavinimiz. Alınıyor ve içerliyor sanki bana. Çocukları birer genç kız ve erkek olmuş yabancı uyruklu çiftin otobüse binmek istediğini söylüyor Digorlu. Paraları yokmuş diyor. Al diyor şoför bana bakarak uzaktan. Otobüs hareket ettiğinde hemen önümdeki koltuğa kızla oğlan, onların hizasına da karı koca geçiyor. Digorlu bana bir arkaya geç, rahat edersin diyor. Adam pencere tarafında oturuyor. Önümde de aynı şey, oğlan cam kenarına geçmiş. Sadece kadın Digorluyla konuşup anlaşmaya çalışıyor. Nağmeli nağmeli ona derdini anlatmaya çalışıyor kadın. Digorluysa kemikli parmaklarını kadının omzuna bastırarak susss diyor. Tammamm diyor. Kadın susmak bilmiyor. Dillerini anlayamıyorum. Bir sonraki molada Digorluya soruyorum nereli olduklarını. Afganlılarmış. Digorlu içecek servisi yaparken yüzünü kadının yüzüne yaklaştırarak ti, kofe, kola, fanta diyor tek tek her bir kelimenin üzerine basa basa. Bir süre geçiyor ve kocası yerinden kalkıp arka koltuğa geçiyor uzanmak için, ayakkabılarını çıkartarak. Karısı uyarıyor hemen, sonra da bana doğru kaçamak bir bakış atıyor. Ayakkabılarını giyen adamı bir başka sefer de Digorlu rahat bırakmıyor. Adam mecburen koltuğuna geçiyor sıkış sıkış oturmaya. Bu fırsatla adamı görüyorum. Bi çirkin ki(istiyorum ki bu şahane benzetmem Proust’u mezarından kaldırsın)! Kel, zayıf, olağandışı en ufak bir sapma yok üzerinde güzelliğe giden. Üstüne üstlük bir defasında da pembe renkli bornoz kuşağına benzer bir şey bağlıyor alnına. Dilleri değişik, adetleri değişik ama gene de son molada kadını ayaktayken, oturan kocasının boynuna elini koymuş hüzünlü bir şekilde okşarken yakalıyorum. Bu adam kim bilir kaç defa karısının ve çocuklarının önünde benim sayısını bilmediğim kadar çok aşağılandı durdu. Parasız kaldılar, aç kaldılar, yersiz yurtsuzlar neticede ve kim bilir neler gördüler, neler çektiler…. Ama o an karısı sırtını sıvazlarken dünyanın en mutlu insanıydı o adam. İki çocuğunun babası, aynı dili konuşan, bir sürü çilelerini bunca yıl beraber çekmiş hem kendileri, hem çocukları için daha iyi bir gelecek olur ümidiyle ülkelerinden uzakta her tür aşağılanmaya maruz kalarak çıktıkları yolculukta tutunacakları, güvenecekleri başka da kimseleri bulunmamaktaydı adlarını hiç bilmeyeceğim Afganlı karı kocanın. Bir şey daha var anlatacağım bu insanlarla ilgili ve de kısa tutmaya çalışacağım. Ertesi gün Nevşehir’de televizyonu açtığımda Afganlı mültecilerin çıktıkları ve neredeyse sonu ölümle sona erecek yolculuğundan bahsediyordu televizyonda. Ayvalık’tan Midilli’ye gitmekte olan bot sakini mülteciler sahil güvenlik ekiplerine direnmeye çalışmışlar inatla. Atılan halatları çözerek yollarına devam etmek istemişler herşeye rağmen, ölüme rağmen. Karaya çıkmak zorunda kalan umudu tükenmiş bir avuç insanın arasında daha dün beraber yolculuk ettiğim karı kocayı görüyorum o anda. Adamı tanıyorum, henen yanında da karısı var. Üzerlerindeyse ucuz ve patlamaya hazır can yelekleri. Ne diyeceğinizi bilemediğiniz anlar vardır. Bu onlardan biriydi.

Üçüncü büyük molada kahvaltı ediliyor. Digorlu sayesinde bu ana da tanıklık ediyorum. Maço maço adamlar bir masanın etrafında toplanmışlar sadece yemekten bahsediyorlar. Söyledikleri kabak tatlısını bir kaşık sen, bir kaşık ben diyerek ortaklaşa yiyorlar. Bir tanesi kabak tavsamış diyor. Ötekisi en güzel kabak tatlısını yiyecekleri yerden bahsediyor. Bu parlak fikir berikinin aklına yatıyor. Bense Digorlunun bir lop yumurtayı soyup hiç ısırmadan midesine götürmesine tanıklık ediyorum. En nihayet biri diğerine gördün mü diyor. Öteki de neyi diyor. Polisleri diyor. Sen söylemesen anlamazdım diyor. Kendi aralarında kimin kim olduğu belli değil deyip, şüphe içerisinde bana bakıyorlar. Nereli olduğumu soruyorlar. Ben İzmirliyim diyorum(alıştım ve en kolayı bu). Sessizlik oluyor. Fethiyeliyim diyorum biraz yumuşatmak için. Sivaslı olan öfkeli. Ama Batı sonuçta diyor. Kekeliyorum eevvet diyorum. Doğu’da olmak, burada yaşıyor olmak kolay mı sanıyorsun diyorlar. Digorlu susuyor. Sanki bu adamları buraya ben atmışım gibi, kaderlerini ben çizmişim gibi bir hisse kapılıyorum. Batılı olmanın, batıda doğmanın ve orada yaşıyor olmamın bu adamları rahatsız ettiğini idrak ediyorum. İçmekte olduğum çayı zoraki bir son yutkunmayla gönderiyorum mideme. Bir bahane uydurup masadan kalkıyorum. Sonrasında saatler bir şekilde akıyor. Akara’ya geliyoruz ve isli puslu bir hava ve sevimsizlik hakim Güzel Ankara’da. Digorlu geliyor yanıma, geldin diyor. Adın neydi diyorum; Aykut diyor. Aykut’un kendine has bir üslubu var insanlarla diyalog kurarken. Durması gerektiği, gitmesi gerektiği anı, tecrübelerine, içgüdülerine dayanarak gayet güzel ayarlayabiliyor. Daha çok vahşi bir hayvan gibi. Dinlerken, susarken bir amacı var hep. Hızlı hızlı yemek yiyor ve doyduğu anda yerinden apar topar kalkıyor. Nereye gidiyor, ne yapıyor bilmiyorum ama bir süre ortalıktan yok oluyor. Sonra da hiç umulmadık bir anda yanında beliriveriyor insanın. İzliyor ve bekliyor. Doyuyor ve kalkıyor. Kafasından kim bilir neler geçiyor ama asla aptal değil. Adını sorduğumda bıyık altından gülmüştü. Otobüsten indiğimde de arkamdan baktığını hissettim uzun uzun. Kim bilir neler düşünüyordu? Kimdim ben onun gözünde? On altı saat ara ara beni kontrol etti durdu. Beni taşıdı durdu oradan oraya. Tuvalet orada, yemek üst katta, ekmekse aslanın ağzında…

Nispeten sessiz bir Ankara karşılıyor beni otogarında. İnsanlar çok keyifsiz. Sabah sabah normaldir diyecekseniz eğer katılmıyorum sizlere. Bu başka bir şey tarifi mümkün olmayan. Havasına da sinmiş bir güvensizlik, mutsuzluk, umutsuzluk dolayısıyla da sessizlik bu,  insanların yüklendiği şey. Daha iki gün önce yine yeni yeniden çok ağır bir bedel ödedi bu şehir. Girişteki sayısız güvenlik güvenliği sağlamaya çalışıyor kendince. Bir tanesi yüzüme bakıp arama bile yapmıyor. İlk buçukta kalkan Niğde otobüsüne biniyorum ben de. İki saat kadar sürecek olan yolculuğumda hep merak edip göremediğim Tuz Gölü manzarasıyla kucak kucağa ilerliyorum. Şereflikoçhisar’da mola veriyoruz. Göl donmuş gibi duruyor. Sahilinde tek tük evler ve sosyal tesisler var ama mevsim itibariyle de son derece cansızlar.

20160315_095311

Niğde otogarında indiğimde sesleri dinlemeye koyuluyorum. Doğu’nun bilgeliği yok buradaki insanların üzerinde. Sinirli ve huysuz bir şeye dönüşüyorum bir anda. Çünkü uykusuzum, yorgunum ve git git, in bin varamadığım bir Nevşehir var önümde. Nev ki şehir ola demiş Damat İbrahim Paşa görür görmez. Bense daha ulaşamıyorum bile. Sakinleşmek için oturduğum kafeteryada vaktin geçmesini bekliyorum asabi asabi. Bir kahve söylüyorum cadı cadı. Mübalağasız aynada kendimi görür görmez teşhisim bu oluyor: bir cadı. Saçlarım tel tel ve tarak yüzü görmediği aşikar, yüzüm yorgun ve kara sarı bir şey olmuş. Az evvel sürmeye çalıştığım rujsa dam üstünde saksağan olmuş. Birkaç dakika önce sinir içinde bağırırken beni izleyen bir kadın giriyor içeriye. -Uzun uzun neden bağırdığımdan bahsedemeyeceğim, zaten deli gibi bir şeydim, Kars’tan geliyorum diyordum yüksek sesle, millete neyse.- Masama çağırıyorum kendisini can havliyle. Yozgatlı Döndü Çakmak. On yaşındaki kızını kendi başına büyütmeye çalışan gencecik bir kadın karşımdaki. Üstelik aşçı. Dünya mutfağından her şeyi yapabilirim diyecek kadar da iddialı. Yeni patronları Niğde Ortaköy’de bir otel açmışlar. İş için buradaymış kısacası. Kızını anne babasına bırakmış, Ankara İncik’teki lokantasını da çok olmamış kapatmış. Eşim vefat etti diyor. Doğalgaz sızıntısından ölmüş. Daha önce defalarca yetkilileri uyarmışlar ama nihai sonucu değiştirememişler. İhmal bir cana, Döndü Çakmak’ın kocasının canına mal olmuş. Fakat acı da olsa tatlı da, hayat geride kalanlar için devam ediyor. Sonsuz bir döngü bu. Yaşıyorsun çocuğun için, anan baban için, yaşamak zorunda olduğun ve intihar edemediğin için. Sonra bazı güzel günlerin de oluyor, çok fena anların da. Ama ne yapacaksın, yaşamaya çalışacaksın işte kendi köşende gamınla kederinle, azar azar bitireceksin hayatını. Kimi büyük işler başararak bitirecek hayatını, kimi olduğu şey olarak kalacak, insan olacak herşeyden önce. Galiba gerisi hikaye ve o hikayeleri yazacak çok az insan var etrafta. Yaşam bir andan ibaret ve en doğrusu, en güzeli mutluluk istemek hayattan. Çünkü dedim ya gerisi hikaye…

20160315_101348
Tuz Gölü
20160315_100419
Tuz Gölü 

ANLAR VE İNSANLAR :YEDİNCİ BÖLÜM, KARS – SARIKAMIŞ

20160314_144826 (1)

ANLAR VE İNSANLAR : YEDİNCİ BÖLÜM, KARS – SARIKAMIŞ

“Donmuş doksan bin kişiyi, donmuş bitleriyle kar örttü.  Sarıkamış, Altunbulak, Allahüekber’i biz ne bilek? Ağıtlar yakıldı bütün Anadolu’da Allahüekber üstüne. Bizim uşak böyle gezer, ağlı zıbın, kara yelek.”  Vay Anam Kurasının Ağıdı

Huzursuz, az ve dolayısıyla da kalitesiz bir uykuyla geçen gecenin sabahında, aynı sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp yatakta doğruluyorum. Hava o kadar erken doğuyor ki doğuda, canı sıkılıyor dakikalar geçtikçe tek başına ve bir parçacık aralık gördüğü penceremden süzülüveriyor gün ışığı, sonra da ne yapacağını şaşırıyor muzipçe girmiş olduğu odamın içinde. Uyma diyor bir ses ona ama kalkmaktan başka çare bulamıyorum. Bu dünyanın belli kuralları var. Sabah oldu muydu kalkıyorsun yataktan, gece oldu mu da  giriyorsun yatağa. Dikey durman gereken zamanlar ve yatay kalman gereken zamanlar biraz gün ışığıyla alakalı. Düzen böyle, sistem böyle. İçine uyandığım yeni gün ve dünyanın iç burkangidişatı hal bırakmasa da başka çarem yok benim de. Şehir ya da ülke dışındayken ve sürekli hareket halinde olmak zorundayken anlayamaz oluyorsun bir yerde yaşananların vahametini, kapıldığın rüzgarın peşinde giderken. Ne olmuştu dün? Ankara, Güven Park’ta patlama olmuştu. Sonuç? İnsanlar ölmüştü. Neden ölmüşlerdi peki bu insanlar? …kader. Bir de yanlış zamanda yanlış yerdeydiler. Anlaşılamaz ve de anlatılamaz kader. Öyle de bir zamanlama. Bir garip keder. Yazana sormak gerek neden bir anda yanan bir anda da sönüveriyor diye. Neden bunca zahmet bu dünya için bu kadar değersizken her şey diye. Kalk artık Meriç diyor o ses yine.

VIP Turizm’in bürosuna giriyorum çarşıdaki. Az sonra kalkacak olan ve Erzurum’a gidecek olan servisimiz sizi Sarıkamış’a bırakır, oradan da otobüse binersiniz diyorlar. Tamam diyorum. Oradan da Nevşehir’e gitmek aklıma yatıyor. Ağrı ya da Digor hayal oluyor. Bomba Ankara’da patlamış olabilir, sevdiklerim de ölmemiş olabilir, bu seferlik, ama insanda hal kalmıyor, kendini güvenli bir limana sığınma ihtiyacı hissederken buluveriyorsun. Bindiğim minibüsü Hüseyin kullanıyor ve birazdan kelimeleri tek tek ve üzerine basa basa söyleyerek konuşan bir özel eğitim öğretmeni oturuyor yanıma. Konuşkan ve nefis tatlı kızıl saçları var. Hiç bu tonda bir kızıl saç görmemiştim. Saçlarından gözlerimi alamadığım öğretmene burada hayatının nasıl geçtiğini soruyorum. Nişanı varmış, kendisi gibi öğretmen olan Zeynebine gidiyormuş Sivas’a. Tayinin çıkar gelirsin Doğu’ya, ilk yıllarda ailene destek olursun, sonra kendini dinlersin, sonra yalnız yapamayacağını anlarsın ve evlenmek istersin, senin gibi bekar öğretmenlerle tanışır, kaynaşır, içine sinen bir tanesiyle evlilik yoluna girersin. Hayatın basitliğini hiçbir zaman kabul edemediğimden ağzım bir karış anlattıklarını dinliyorum. İnsan hayatı böyle olmalı aslında. Basit şeyler istemelisin ya da hiçbir şey istememelisin hayattan. Sonra olana razı olup, birkaç mutlu an için bir rüzgara kapılıp hayatı yakalamalısın bir ucundan. Bundan fazlasını beklemek ve istemenin ne kadar zor olduğunu çok sonradan anlıyorsun da… Hayat buymuş işte, bu kadarcıkmış her şey.

Kar yağıyor. Sonunda Doğu’nun karını görebiliyorum. Hem de Sarıkamış’ta. Nasıl hem soğuk ve ayaz ama nasıl da insanın içinde saklı kalmış mutluluk kapısını aralayıveriyor. Ve nasıl güzel Sarıkamış karın altında, anlatmam mümkün değil. Kendini bırakıversen tatlı tatlı uyursun şurada, yağan karlar yorganın olur bir anda. Kafkasya Cephesi’ndeki kayıplarımızın çoğu da bu şekilde ölmüşler ve de kalmışlar dondukları yerde. Cepheyi terk ettikten sonra İstanbul’a dönen Enver Paşa uzun bir süre Sarıkamış hakkında yayın yapılmasını yasaklamış ve yaşananlar halk tarafından ancak yıllar yıllar sonra öğrenilebilmiş.

Belediye binasının altındaki lokantaya giriyorum. Nispeten korunaklı aile kısmına geçmeden yemeklere bakıyorum. Herkes telaş içinde yemek peşinde. Nasıl olmasınlar, dışarıda hava eksi bilmem kaç, burada herkes aç. Salça, et, pide, ekmek kokuları kaplamış ortalığı. Peşinde koştuğumuz şeylere bak hayatta! Güzel bir veya birkaç kap yemek, gönlüne göre bir kadın ya da adam, tüm bunlara sahip olmak ve kendi cumhuriyetini/özgürlüğünü ilan edip özerk bir bölgede yaşayabilmek için de birazcık para, geçim, iş.

20160314_143737

İlçenin içindeki otogarın yolu tam mezbelelik. Yollar bozuk ve çamur içinde. Bavulumun tekerleği kırılıyor, o derece. Adamlara söyleniyorum bu ne hal böyle diye. Bir de siz söyleyin belediyeye, bizi dinlemiyorlar diyorlar. Önce biletimi kestirip, sonra bavulumu yazıhaneye emanet edip, söylene söylene gidiyorum tekrar lokantanın olduğu yere. Hani bazen olur ya bir sözü içinizden defalarca tekrarlar durursunuz, belediyeye gidiyorum, belediyeye gidiyorum, belediyeye gidiyorum diyorum mesela ben o an içimden ama ayaklarım beni aynı binanın içindeki ilçe teşkilatına götürüyor. AKP ilçe teşkilatının içerisinde otururken buluyorum kendimi kuzu kuzu. Bir neden arıyorum kendime ben şimdi neden buradayım diye. Yok bulamıyorum. Belediye bir üst kattaymış. O da aynı partiden ama en azından belediye yahu. Bir anne kız var içeride. Zorla çay ikram ediyorlar bana da. Herkese zoraki çay dayatmalarından ötürü ortam bir anda kahvehaneye dönüşüyor gözümde. Canın sıkıldı mıydı gel çayını iç, kahveni iç, derdini söyle, ağla, bağır çağır, dinliyorlar da nasıl olsa.. İkram diyor içeceksin mecbur diyor anne kızdan, anne olan. Zaten doğuda gittiğiniz her yerde siz yok deseniz de neredeyse huniyi dayayıp çay içirten bir kültür var ve bu amansız ritüelle baş etmek çok kolay değil. Yolun sonu gözükmüyor, her yerde umumi tuvalet bulunmuyor, üzerimde baharlık kot, yollarda hemen çişim geliyor, erkek değilim bir ağaç altına etmem mümkün olmuyor diye açıklama yapmak geliyor içimden, gömülüyor kelimeler iç sessizliğime. Gözlerim duvarlarına takılıyor parti binasının. Bir duvarı boydan boya başbakanın fotoğrafı, diğerini cumhurbaşkanının fotoğrafıyla kaplamışlar. Aptal aptal bir o duvara, bir ötekine bakıyorum. Sonra da teşkilatta görevli iki adama dönüp haykırarak ben bu partiye hiç oy vermedim ama şimdi buradayım diyorum. Adamlar sakin sakin nerelisiniz diye soruyorlar. İzmirliyim diyorum olmasam da. Ooo diyorlar orası CHP’nin kalesi diyorlar. Çok uzun hikaye ama ben İzmirli ve CHP’li değilim diyeceğim ama gene aynı iç sessizliğim giriyor aramıza. Sonra da olsun, siz bizden ne istiyorsunuz diyorlar. Diyorum ya adamlar bana karşı sakin ve uslu bir tavır sergiliyorlar. Ben de diyorum ki şehrin içindeki semt garajının yollarında bavulumun tekerleği kırıldı. Anne kız yavaştan kalkmaya yelteniyorlar. Neden yaptırmıyorsunuz diyorum. Malum hava soğuk, kar çamur, geçsin, bahar gelsin, sırada orası var diyorlar. Sonra sessizlik oluyor aramızda, şimdi siz ne yapacaksınız diyorlar, ben diyorum araç istiyorum Katerina’nın Av Köşkü’ne gidebilmek için. Tanıdık taksi ayarlıyorlar bana. Gene bekleriz filan diyorlar ben çıkarken, beylerden biri araca kadar geçiriyor beni. Öylece biniyorum arabaya. Nasılsa çayımı da içtim. Uslu uslu geçiyorum arka koltuğa.

20160314_145818

20160314_145828

Kars’ın Sarıkamış ilçesisinin, BenliAhmet köyünden Kadir Bey şoförüm. Av köşküne gidebilir miyiz diye soruyorum yağan karı hesaba katarak, bakacağız diyor o da. Bu bakacağızda çok anlamlar gizli olduğunu biliyorum çünkü gideceğimiz yerin hemen karşısında Enver Paşa’nın pek mantıklı kararı sonucu heder olan şehitlerimizin anıtı, av köşkünün gerisinde de sarıçamlardan oluşan geniş bir arazi üzerine kurulu orman var. Ayak bileği hizasını geçmiş ve tutmuş karlı ve virajlı yollardan ilerliyoruz rampa yukarı. Önümüzden büyük bir araç çıkmış ve onun soğumamış izlerini daha doğrusu henüz daha karla kaplanmamış tekerlek izlerini takip ediyoruz. Berdelacuz soğuklarında gelmeseymişsiniz iyiymiş diyor Kadir Bey. On bir martta başlayıp sekiz gün boyunca süren halk arasında kocakarı soğukları olarak bilinen berdelacuzun tam ortasında Kars ve Sarıkamış’ta olmanın mutluluğu kaplıyor içimi. Valla. Buraya şu soğukta benden başka kim gelir diyorum içimden, sonra da soruyorum dışımdan. Ben müşteri çok getirdim ama şu havada değil diyor Recep Bey’de. Aracı sağ tarafa çekip, buraya kadar diyor. Bundan sonrasını arabayla çıkmamız mümkün değil diyor, hele de bu arabayla. Çaresiz iniyorum. Kar tesellim oluyor. Nasıl yağıyor tatlı tatlı. Recep Bey bagajından direk kadar bir sopa çıkartıyor. Sırıtarak bir sopaya bir Recep Bey’e bakıyorum. Burası orman diyor, geçende bir müşteriyle geldik siz gibi diyor, fotoğraf çekmeye gidiyorum diye sarıçamların arasına daldı gitti adam, sonra bir baktım koşarak dönüyor ardında tilkilerle diyor. Soğukta hayvanlar aç kalır, koku alma ustaları diyor. Daha bir sokuluyorum Recep Bey’e ve sopasına. Peşisıra ilerliyorum. Kayıyorum bir yerde, çantamı alıyor eline, bir elinde sopa, ben de arkasında elimde cep telefonumla kurt mu iner, tilki mi çıkar, yoksa hımbıl bir yaban domuzu mu diye düşüne düşüne ve de tırsa tırsa yürüyorum karla kaplı yolun ortasında.

20160314_142650

İki yüz metre kadar karlara bata çıka ilerledikten sonra kapısız bacasız, çoktan terk edilmiş köşke varıyoruz. Konumu varlığına değer katıyor. Yalnız ve vakur. Bir de sakın internetteki fotoğraflarına aldanmayın. Ama gelecekseniz de her tür imkansızlığa karşı kışın gelin, karlar yağarken gelin. İçine girin ve camsız pencerelerinden dışarıya bakın uzun uzun. Dünya üzerinde eşi benzeri sadece Alpler’de bulunan kristalize kar tanelerinin sarı çamların cılız dallarına nazlı nazlı konup, ısrarla tutunuşlarını izleyin. Kendinizi evinizin salonundaki koltuğa gömülmüş televizyon izler bir haldeyil gibi bulacaksınız, inanın.

Yekpare ağaçtan çivi kullanılmadan yapıldığına şahit oluyorum gözlerimle. İkinci Çar Nikolay’ın eşi için yaptırdığı düşünülen bu köşkü esasında hasta oğlu Aleksey için bir rehabilitasyon merkezi olarak yaptırdığı ve hem yaz hem de kış aylarında av köşkü olarak kullandığı ve halka yüzünü göstermek istemeyen Katerina’nın yüzüne taktığı peçeyle köşkün altındaki tünelden geçerek pazara inip, halkın arasına karıştığı da rivayetler arasında. Köşkün içiyse artık tam bir harabe. Duvarlarına işte geldim burdayım yazıları yazanlar mı istersin, gece ya da gündüz herhangi bir saatte buraya gelip de içtikten sonra bira şişelerini bırakanları mı! Ulaşımı bir meseleyken, özel olarak içmek için gelmek, hele ki camsız çerçevesiz pencerelerinden sarıçam manzarasına bakıp bakıp da şimdi kurt, olmadı yaban domuzu işgali ihtimali karşısında kıyak kafayla beklemek dünyada bizim yiğitlerimize mahsus olsa gerek.

12 (1).04.2016 - 1

20160314_144142 (1)

20160314_144730 (1)

Recep Bey’le o önde ben arkada aynı yolları geçip taksiye ulaşıyoruz. Yavaş geçen dönüş yolculuğumuzda köyün önünden geçerken durduruyorum bir anda arabayı. Bir fotoğraf istiyorum kabul eder mi diyorum. Hiç üşenmiyor Recep Bey, iniyor arabadan ve benden bahsediyor. Onay aldığını duyar duymaz iniyorum peşisıra arabadan. İsmini soruyorum önündeki el arabasını ittiren gence. Selçuk diyor. Kars, Sarıkamışlı Selçuk bana poz veriyor. Bu benim tarif edemeyeceğim kadar önemli bir andır. Anlatsam kelimelere sığdıramam. Pamuklar gibi yağan karın altında ayağında lastik çizmelerle verilen pozun değerini size tarif edemem. Tutmakta olduğu el arabasını bırakışını, sırtını dikleştirip, gülümseyerek bana bakışını asla unutmam. Nasıl unuturum? Canımın içi Kars.

20160314_150612
Sarıkamış’tan Selçuk

İyi ki gelmişiz diyorum. Ben zaten Kars’ta nereye gelmiş olursam olayım iyi ki gelmişim diyorum. Yurtdışında Marakeş için hissettiklerimin benzerini yaşattı bana Kars. Dünya Marakeş, Türkiye Kars’tır benim için. İyi ki gelmişim. İyi ki gelmişim. İyi ki gelmişim.

ANLAR VE İNSANLAR : ALTINCI BÖLÜM, KARS – “KEDERLİ ANİ”

20160313_131901
Tigran Honents Aziz Gregory Kilisesi

ANLAR VE İNSANLAR : ALTINCI BÖLÜM, KARS – “KEDERLİ ANİ”

Taksinin içerisinde şoförümüz Muzaffer Bey haricinde iki de misafirim var. İstanbul’dan Ankara’ya uçakla, oradan da Doğu Ekspresiyle Kars’a gelmiş gazetecilik mezunu iki maceracı ruh; Hanım ve Gökçe(n). Ani’ye giden olursa demişler bizi de götürün. Ve şanslarına ben çıkmışım. Muzo(Muzaffer Şimşekli) onlar öğrenci, göremeyeceklerdi başka türlü diyerek rotayı ilk önce Kars Kalesine çeviriyor. Kızlar geliyorlar koşa koşa. Hanım benim yanıma oturuyor. Çılgınlar ama mantıklılar, güzeller ama sadeler. Daha çok Hanım konuşuyor, cümleleri aklıma yatıyor. Henüz çalışmıyorlar ve mezunu oldukları bölümle ilgili iş sahibi olacaklarından da pek umutları yok. Muzoysa hayatından memnun. Beş, altı ya da daha çok çocuğu varmış ve her biri doktor, öğretmen ve şu an net olarak hatırlayamadığım bir devlet memuriyetine girebilmişler. Komik şeyler anlatıyor yol boyunca. Hayatı çok gerekmedikçe ciddiye almayan, ekmek parası peşinde bir adam. Ağrı Dağı buradan görülür mü diyorum, dönüşte gösteririm diyor. Asfalt yolda uzun uzun gidiyoruz. Uzakta birkaç köy var, hepi topu bu. Kahverenginin ortasında ilerliyoruz bir sarı taksinin içerisinde. Ocaklı Köyü’nü geçer geçmez de Ani’nin girişine erişiyoruz nihayet.

20160313_135505

Arabadan iner inmez tuvaletlerine doğru yol alıyorum. Turistler çıkıyorlar tek tük. Gürcülere benziyorlar. Konuşmuyoruz. Sadece göz teması kuruyoruz. Girişi insanda merak uyandırmaya yetiyor Ani’nin. Her biri birbirinden uzak, dağınık binalara bakıyorum. Kiremit rengi gotik mimarinin birer örnekleri usul usul bekliyorlar ziyaretçilerini. Saçma ya da değil kendimi Pensilvanya’da modern çağa yüz vermeyi reddetmiş ve zamanla yok olmuş Amişler’in yaşadığı bir kasabada hayal ediyorum ve öyle de hissediyorum. At arabaları geliyor gözümün önüne bir yerden bir yere giden aceleyle, kadınlar eteklerini savurta savurta yürüyorlar kollarında sepetlerle, adamlar tarlaları sürüyor çiftlerle, çocukların yanakları al al olmuş oradan oraya koşturup duruyorlar boş arazide, bir mezarlık yok çünkü herkes ölüsünü arka bahçeye gömüyor. Sonra ben gözlerimi açıyorum ve kendimi Muzo’nun uyarılarını dinlerken buluyorum: “Buradan gireceksiniz, şuradan dolanıp aha da buradan çıkacaksınız, kolay gele.”

20160313_140534 (1).jpg

20160313_141843
Muzo(Muzaffer Şimşekli)

İpek Yolu kervanlarının uğradığı, Arpa Çay’ın şimdiki Ermenistan sınırını oluşturduğu, son derece korunaklı bir vadinin üzerinde tam da kayalıkların üzerinde, Ortaçağın en büyük ticaret merkezi olarak anılan Binbir Kiliseli Şehir, Krallar Diyarı Ani, camisi, kilisesi ve ateşgedesiyle hem hoşgörüyü, hem de kader olgusunu getirtiyor ilk evvel akla. Sadece rüzgar sesi var bu ıssızlığın ortasında dolaşırken. Vadi göz alabildiğine uzanıyor ve girdiğiniz her binanın kendine özgü bir sesi var duvarlarına kazınmış. Bir parça dikkat ettiğiniz takdirde duymanız an meselesi. Bir zamanlarki ihtişamına ağıt yakıyor bu taşlar. Doğa da insaflı davranmamış onlara. Depremler görmüşler. Terk edilmişler. İstila edilmişler. Şimdiyse en acımasızıyla karşı karşıyalar: Saygısızlık. Zamanında dokunmalara kıyılamayan duvarlarına, hunharca sprey boyalarla ismilerini yazmış öfkeli nesiller. Kirletilip durmuş saygısızlarca. Ne görkem, ne usta ellerce yaratılan olağanüstülük engelleyebilmiş bu terk edilmişliği. Gözden düşmüş, istenmez olmuş. Bu sessizliğin altında yatan neden bu gibi geliyor. Her biri ayrı ayrı küskün, kaderlerine yenik bekliyorlar vadilerini, topraklarını. Akibetlerini bilmeden Doğu’nun bir ucunda, sınır boyunca, küskün, yalnız bekliyorlar öyle kendi hallerinde.

20160313_141541
Abukhamrents  (Polatlı Kilisesi)

20160313_141618

20160313_152914

20160313_140927

20160313_134259.jpg

Kimi geziler ve o gezinizdeki belli duraklar özellikle çok mühimdir ve bunu anın sıcaklığından kavrayabilmeniz pek mümkün olmaz. Zaman gereklidir içinize sindirmeniz için. Kızlardan uzaklaştığımda gözlerimin dolduğu anlar olmuştu çok net hatırladığım. Şükrettim Ani’yi görmekten ötürü. Buraya gelene kadar Kapadokya bölgesi birinci olmak kaydıyla(sayamayacağım çok çok uzun bir çok nedenden ötürü), Güneydoğu yani büyüleyici Mezopotamya ikinci sıradaydı. Şimdi ve bundan sonra bu unutulmuş topraklar, vakur ama içli Ani bana yaşattığı çok mühim duygular sebebiyle ikinci sıraya yerleşti. Bir bağınız olsun olmasın buraya geldiğinizde geçmişten bir şey dolanıyor ayaklarınıza bırakmamacasına. Hem burada yaşamış inanların tarihi hem kendi tarihiniz birbirine karışıyor bu topraklarda. Attığınız her adımın mühim olduğunun ayırdına varıyorsunuz. Bir ses var sanki sonu gelmez sorularla yapışan yakanıza. Bir büyüsü, ah bir konuşabilecek olsa söyleyecek çok lafı var size Ani’nin. Ben bir kısmını dinledim ve çok yaralayıcıydı. Rüzgar uğultusunun hayattaki tüm yenilmişliğinizi sizden alıp başka yerlere taşımasını istiyorsanız gelin buraya. Bir küskünlüğünüz varsa, gelin buraya. Küskünlük neymiş görün. Hem beklemek hem omuz silkmek, bir yandan isterken mağrur olmak neymiş görün. Bu coğrafyanın, tarihin size verebileceği en büyük ders belki de bu olacaktır kanımca.

20160313_142529 (2)

Farklı milletlerden, ayrı ayrı dinlerden gelmiş bir nüfus dirlik içinde yaşamış bu topraklarda. İnsanlar geçimi bilmiş. Kervanlar buradan geçmiş. Her gelen bir parçasını bırakmış; kültürünü, kelimelerini, kahkahasını, ağıdını, hayvanını, malını.. Gurur duyduğum çok fazla şey yaptığımı sanmıyorum hayatta. Ama buraya gelmekten, burada bulunmaktan ötürü gurur duydum kendimden. Ölmeden önce Ani’ye geldim ve Ani’yi gördüm dünya gözüyle. Gam yemem. İyi ki gelmişim. İyi ki gelmişim. İyi ki gelmişim.

Muzo geliyor koşa koşa bize doğru. İki buçuk saattir dolanıyormuşuz. Adam sıkılmış, çatlamış patlamış bir halde çıkageliyor yanıma. Kızları soruyor. Kızlar diyorum selfie çekiyorlardır, kıkırdıyorlardır falan filan. Çobanlığa soyunuyor Muzo. Ama fazla uzun sürmüyor çobanlığı çünkü kızlar yine ayrı bir dünya. Ermenistan’a bakıyoruz beraber. Vadinin bir ucunda biz, bir ucunda onlar, ortada Arpaçay. Köyleri çarpıyor gözüme. Aklıma anlatılanlar geliyor dünden. Köyler yakın olduğundan hayvanlar kaçarmış sınırdan. Bizden onlara, onlardan bize. Bizden kaçtı mı, geri verirmiş Ermeniler.
Onlardan kaçtı mı, keser de yermiş bizimkiler. Bu da böyle bir anekdot işte. Ama bunu nedense hiç unutamıyorum. Öyle işte.

20160313_152621

20160313_131101 (1)

Dönüşte hepimiz acıkmış oluyoruz. Benim yanımda sekiz parçadan oluşan ve her birimize iki parça düşen kakaolu eti gofret var gelirken otobüsün ikramı olarak dağıtılan. Muzo yemem ben şekerli şeyler dese de kendi payını yiyor. Birazcık bastırıyor midemizi sadece. Dönüş yolunda yemekten bahsediyor kızlar. Hepimiz açız anlayacağınız. Kaz eti ve fiyatı, restoranlar ve fiyatları, yöresel yemekler, mevzu hep bunlar üzerine kurulu. Yöresel yemekler yenen bir restorana gitmiş dün kızlar. Her şey mezelikmiş. İstanbul’da olsak bir kadeh rakı isterdik yanında diyorlar. Siz siz olun buralarda böyle şeylere yeltenmeyin, çok hoş karşılanmayabilirsiniz. Burası Doğu Anadolu. Burada adamlar içerler geceyarısı. Hep de kötü kadınlarla. Bilmem anlatabiliyor muyum? Doğu’da kaçak çay içilir en doğrusu, en güzeli.

Dönüş yolunda Muzo arabayı sağa çekiyor ve işte diyor eğer gidemezsem diye Ağrı Dağı’nı seriyor gözümün önüne. Haşmetini bu kadar uzaktan anlayabilmem imkansız ama yakası etekleri karlı Ağrı’yı bir kez olsun görüyorum nihayet. Uzaktan da olsa. Aynı günün akşamı yemek yedikten sonra hüzünlü hüzünlü dolaşıyorum Kars sokaklarında. Dükkanlarına girip çıkıyorum. Yabancı bir kentte bir başına yürümek insanın başını öne eğdiriyor. Ne güvenecek kimsen, ne tutunacak dalın olduğunu biliyorsun. Kimsecikler erişemez öyle kolay kolay başına bir iş gelse. Ve bu korkunç hisle yaşamaya çalışıyorsun. Hayatta baş edilmesi en zor şey yalnızlık ve ondan da acısı bu hissi iliklerine kadar hissedebileceğin özel bir vaktinin olması. Çok koyuyormuş insana. Çok geç anladım.

Akşam çökmüş oluyor yine erkenden. Hangi dükkana girsem gözler bir karış açık ekrana bakarken buluyorum insanları. Aklıma gelip de başımı kaldırıp bakmıyorum bile. Nelet olup bittiğini anlamam için hiç tanımadığım bir kadının üzülüyorum çok demesi gerekiyormuş. Haberlerde Ankara’daki son patlamanın ve hayatını kaybeden ve yaralananların net olmayan bilgileri geçiyor altyazıyla. Olay yerine yakın bir yerden bildiriyor muhabir. Çok geçmeden de yayın yasağı geliyor. Yarın ne yapacağımı düşünüyorum önce.  Her şey anlamsız geliyor sonra. Bir sürü ölü ve yaralı var. Ankara’daki arkadaşlarımı arıyorum. Biri tatildeyim ben diyor. Diğeri kendi yakınlarının peşine düşmüş sağla solla konuşuyor. Kuzenim arıyor ne işin var Kars’ta dön gel geri, ülke bu haldeyken ne işin var kaç bin kilometre uzakta diyor. Her şey iki katı anlamsızlaşıyor. Banuhan arıyor İstanbul’dan. Yarına çıkacağımız belli değilken ve ölenler bizler de olabilecekken diyor… İkimiz de ölenlere üzülsek de ilk önce kendimizi sorguluyoruz aslında içimizden. O az sayıdaki konuşmadığı insanları sayıyor içli içli. Bense kalbini kırdıklarımın listesini yapmaya çalışıyorum ve kabarık listemin içinden çıkamıyorum. Lidteyi boşveriyorum, televizyonu kapatıyorum, bir kahve içmek üzere dışarıya çıkıyorum ve bir mesaj atıyorum birisine. O kadar. Şu üç günlük dünyada diyor o da, boşver.

20160313_145715
Çook uzaktan Ağrı

20160313_145732

ANLAR VE İNSANLAR : BEŞİNCİ BÖLÜM, KARS – MERKEZ

gplus1616612781

ANLAR VE İNSANLAR : BEŞİNCİ BÖLÜM, KARS – MERKEZ

Cumartesi akşamı itibariyle Kars’a inmiş bulunmaktayım. Ama uçakla piste değil, minibüsle şehrin kalbine inmiş bulunmaktayım. Önce öğretmen sandığım ama Erzurum’da üniversite okuyan son derece hoş, annesi Ağrılı, babası Karslı nedense adını hatırlayamaz olduğum bir kızla konuşarak yürüyoruz bir süreliğine. Annesi buradaymış, babası Almanya’da. Ben en çok İstanbul’u seviyorum diyor. Annesinin yanına gelmiş Kars’a ve de eşyalarını toplamaya. Bir sürü hayali var gerçekleşmesini istediği. Hayatta ne istediğini bilmek ve bunu çok dolandırmadan söyleyebilmek güzel bir şey. Bana sorsanız ben daha hala ne istediğimi bilmiyorum. Bilmeye bilmeye de şu yaştan sonra ne istediğinin pek de kıymeti kalmıyor. O ise böyle yapmıyor, bir çırpıda söyleyiveriyor hayattan beklentilerini.

Otogarlarda inip binmekten mecburi olarak vazgeçmem mümkün olmadığından, bir şehrin tam kalbinde inince afallıyorum ister istemez. Yaz saati uygulamasına bir hafta var daha ve akşamın yedisi burada gecenin on ikisi gibi. Gece çökmüş sanki şehrin üzerine. Çarşısında indiğimden insanların alışveriş telaşına tanıklık ediyorum. Dükkanlar açık henüz. Değişik bir yere geldiğimi düşünüyorum sadece. Hiç böyle bir şehirde bulunmamıştım. Anlatılanlar kadar varmış, Kars çok enteresan derlerdi. Öyleymiş. Gündüz çıkacağım keşfe. Karanlıkta tek başına yürüyen ben varım ağzı bir karış açık. Bir şehir böyle anlaşılmaz, akşam akşam olmaz.

7 (2).04.2016 - 1

Sabah sabah düşüyorum yollara. Önce şehri tanımaya çalışıyorum. Rus etkisi çok belirgin. Kopkoyu taş binalar kah belediye, kah özel ve tüzel kimlikli kurumlar tarafından kullanılmakta. Elli tane böyle bina varmış ve ben çekebildiklerimin fotoğrafını çekiyorum. Kimi fotoğraflar görüntü kirliliğinden iyi çıkmıyor. Orasına burasına bayrak asmışlar, ilanlar yapıştırıp, afişlerle kapatmışlar boydan boya. Bembeyaz bir belediye binaları var. O kadar beyaza boyanmış ki, hayalet gibi duruyor. Şehre yatırım yapılamadığı kimi çok metruk binalardan belli. Şehrin merkezinin toplandığı çok dar bir alan var ve buradan saptığınız anda ıssızlık, sessizlik ve bırakılmışlık hissi sağduyunuz ve yoldaşınız oluyor. Her şehrin bekçisi, kalesine doğru tırmanışa geçiyorum. Sınava girmiş gençleri bekleyen yakınlarının okulun etrafında vakit geçirmeye çalıştığı bir lisenin yanından kıvrılan yolu takip ederek çıkıyorum ağır ağır yukarı doğru. Nihayet zirvede buluyorum kendimi. Bir de böyle bakıyorum Kars’a. Gözüme ilk çarpan şey belki de birçok şehirde göreceğiniz rüküşan renkli evlerden burada bulunmaması. Turuncu, çivit mavisi, kız pembesi gecekondudan bozma ya da üçüncü sınıf müteahhit işi binalar ilk etapta göze çarpmıyor. En cırtlağı neyin ispatı olduğu bilinmez bembeyaza boyanmış belediye binasıydı. Şeffaflık imajı yaratalım derken bir acayip bir şey olmuş canım bina.

7.04.2016 - 1

20160313_090934

20160313_092416

20160313_191755.jpg

İki adam, iki kadın, bir de kız çocuğundan oluşan bir grupla ve aynı doğrultuda geziyoruz kaleyi. Kısaca kaleyi içeriden fethediyoruz. Konuşmaya başlıyoruz. Erzurum Pasinler’den gelmişler. Annem babam orada görev yapmıştı diyorum. Bir şey demiyorlar. Oğulları sınavdaymış. Onlarda bahaneyle gelmişken kaleye çıkalım demişler. İyi etmişsiniz diyorum. Onlar da bana soruyorlar. İzmirliyim diyorum, olmadığım halde. Gene bir şey demiyorlar. Ani’ye gitmek istiyorum diyorum. Yine sessizlik oluyor. Aramıza garip bir duvar örülüyor. Biz bugün gitmeyeceğiz Ani’ye diyorlar. Erkekler çay içmek istiyor. Kadınlar biz istemeyiz diyorlar. Ben fotoğraf çekmek üzere yanlarından ayrılıyorum ama bir mıknatıs gibi çekiyoruz birbirimizi kendimize. Onlar basamakların üst tarafındayken erkeklerden biri bizim bir fotoğrafımızı çeker misin deyiveriyor. Ben de doğal olarak kendisinden makinelerini istiyorum. Kendininkiyle çek ve kullan diyor. Aaaa.. diyorum içimden, tamam diyorum dışımdan. Bir güzel poz verdirtiyorum, onlar da bir güzel poz veriyorlar. Sol üstteki iki adam var ya, onları hiç tanımıyorum mesela. Nereden geldiler, nasıl kareye girdiler, neden kareye girdiler, verecek cevabım yok. Tek bildiğim bu iki adamın da benim tanışmış olduğum gruptan farklı iki ayrı adam olduğudur ve çekim bitip de ayrıldığımızda uzaktan bana doğru ayrı ayrı gülümsedikleridir. Daha sonra fotoğrafı göndermem için verdikleri numarayıysa maalesef silmiş bulunmaktayım. Belki bir gün kendilerini görme şansına nail olurlar. Tesadüfen. Dünya küçük, internet ondan da küçük. Kim bilir? Alın size Kars Kalesi hatırası… Gönül rızasıyla şu kareyi çektirtebilecek insanı Batı’da bulamazsınız, inanın buna.

20160313_101358 (4)

20160313_100140

20160313_094929 (1)

20160313_100251 (1)

Bir acente bulmadan önce epey fotoğraflıyorum kaleyi, camiye çevrilen kiliseleri ve kabaca tüm şehri. Her yer peynirci gibi geliyor. Kalın tekerlek kaşar peynirleriyle süslenmiş Kars’ın vitrinleri. Sarı sarı, boy boy camekanları şenlendiriyorlar kaderleri olan satın alınıp dilimlenmek üzere sofraları süslemezden önce(sanırım bu cümle bir kaşar peyniri kalıbına adanmış en duygusal betimlemeydi). Bir an fiyatını sormak geçiyor içimden, sonra hemen unutuyorum. Aklımda Ani var sadece. Uçak biletleri satan bir acenteye giriyorum. İçerideki koltuklarda önce müşteri sandığım, sonra öyle olmadığını anladığım erkekler var. Oturun diyorlar, sanki kırk yıllık tanışıklığımız varmışçasına rahatlıkla oturuyorum, karşılarına, sonra da sohbet başlıyor. Her şeyden konuşuyoruz, herkes konuşmak konusunda istekli. Bana çay içer misin der demez, hoop çay getiriyorlar. Hem çayımı yudumlayıp, bir yandan da aynı anda konuşan bir sürü adamı dinliyorum büyük bir hevesle. Karşımdaki koltukta oturan Kenan Bey, kendisi kasapmış ve etten konuşuyor ara ara, taze etin nasıl anlaşılacağına dair püf noktalarından bahsediyor önce, başından geçenleri anlatıyor sonra, oğlundan bahsediyor en sonra. Astsubay olan oğlu Şırnak’tan her gün arıyormuş babasını. Bugün de sağ kaldım baba diye. Dua et benim için, bizim için, hepimiz için diyormuş. Her gün diyor Kasap Kenan oğlumun canı için yakarıyorum Allah’a diyor, başka sığınacak kimsem yok, kim ne çare derdime diyor. Sonra boynundaki yarayı gösteriyor. İhtilal öncesinden hatıra bir kurşun yarası. Sonra seksen öncesi Kars’a geliyoruz. Hani şu kardeşin kardeşi bu seferde solcu ya da öteki, sağcı ya da öteki diye diye öldürdüğü zamanlar aramızda bahsi geçen. On sekiz yaş altı ve elli yaş üstü esnaf dışında kimsenin çarşıya gelip kepenk açamadığı zamanlardan ve olaylardan bahsediyorlar. Esnaf geleneğinden geldiklerinden ve baba mesleğini devam ettirdiklerinden çarşının durumunu yakından biliyorlar. Çocukluklarının unutulmaz anları bunlar, bana anlattıkları. Birer ergen olma yolunda korku içerisinde açmışlar her gün kepenkleri. Yeri gelmiş aynı anne babadan olma, sonradan farklı görüşten olma kardeşler birbirini vurmuş öldürmüşler. Sonra da bir ömür bu vicdan azabıyla yaşamışlar. Zülfü Livaneli’nin Sis filmini hatırlıyorum hayal meyal. Kayığı ve sisin altında sessiz bir kuğu gibi süzülüşünü… Kemal Bey’in boynunu teğet geçen kurşunun nedeni yaktığı sigaraymış. Karşı taraftan ateş açmışlar kıvılcımı görünce. Sıyırmış geçmiş boynunu kurşun. Kan dedi, anlayamadım anın değişmezliğinden, kanın ılıklığından, korkudan ne olduğunu dedi. Verilmiş sadakası varmış, bana bize bu yaşadıklarını anlatacakları varmış. Sonra arada oğlum diyor yine ve Allah büyük diye de ekliyor. Ama o kadar renkli bir kişiliği var ki, elleri ve kollarıyla o anları canlıymışçasına anlatıyor, resmen yaşıyoruz beraber. Yaşadıkları sıkışmışlıktan kendilerini kurtardığı için Kenan Evren’den Allah razı olsun diyorlar. Her gün bir tabut taşırdık biz diyorlar. Sonra… sonrası var ama, seksenlerden bugüne gelen oluşumlar var. Bir iyiliğe bin kötülük olmuş sonrası. Ne akılsız kardeş, kardeşi öldüreydi, ne de kimse kimsenin huzursuzluk kaynağı olmayaydı, ihtilal olmaz, bugünlere de böyle gelmezdik. Neticedeyse aynı noktaya geldik: Yine sokaklara çıkamaz haldeyiz. Güneydoğu’da böyle, Batı’da böyle. Bir kurşunun hedefi olma ihtimaline karşılık, şimdi de canlı bombanın kıyısından yamacından geçme ihtimalin var ve o kişinin o an, tam o an bombayı patlatmak gibi bir düşüncesi var. Seksen ihtilalinin üzerinden otuz altı yıl geçmiş ve biz yüksek gövdeli binaların ve avm’lerin gölgesinde tekrar aynı noktaya gelmişiz. Üstelik de tek bir komşumuz kalmamış. Ne de itibarımız. Eskiden örovizyonda puan peşinde koşardık, şimdi Avrupa kapısında mülteci pazarlığı yapıyoruz. Aldığımız alamadığımız iki puan oldu sana şimdi üç milyon öro. Bu noktaya geldik ve getirildik. Bir kabahat varsa bu hepimizin kabahati. Ya sustuk ya boyun eğdik çünkü. Sonuçta geldiğimiz, dönüştüğümüz ve de sonunda bulduğumuz ve de olduğumuz şey bu.

20160313_092107.jpg

20160313_103945

Az bir zamanım var şehirde değerlendirebileceğim, en doğru ne yapmalıyım, nasıl bir rota çizmeliyim diye soruyorum nazik beylere. Onlar da bana güvenilir bir şoför ayarlıyorlar Ani’yi gezdirmesi için. Ağrı Dağı’nı fotoğraflamak istiyorum diyorum. Kars güzel, ne yapacaksın Ağrı’da diyorlar. Nahçıvan’a kapı açık mı Iğdır üzerinden diyorum, orada bir şey yok diyorlar. Gürcistan’a git diyorlar, gittim diyorum. Hep derler Ağrı Dağı’nın Ağrı’ya faydası yok, en güzel Ermenistan’dan, Iğdır’dan görünür diye. Bir bakan bir daha ayrılamazmış diye rivayet edenler vardır. Bir de Yaşar Kemal’in muhteşem Ağrı Dağı Efsanesi vardır okunası. Bir de benim bulunduğum Sencer Turizm var, Burhan Abakay konuştuğum firma sahibi. Ha bir de ben Şehri Kars’tayım şimdi. Doğu’nun en ucunda, sınırla kol kola, bir başka diyarda. İyi ki gelmişim buralara. Evimden bin beş yüz kilometre uzağa.

20160313_093250

20160313_103429

ANLAR VE İNSANLAR : DÖRDÜNCÜ BÖLÜM, KARS’A DOĞRU

 

ANLAR VE İNSANLAR : DÖRDÜNCÜ BÖLÜM, KARS’A DOĞRU

Sivas’tan Kars’a aktarmasız giden bir otobüs bulamadığımdan, ilk önce Erzurum’a gitmemin en doğrusu olacağı söyleniyor otogara açmış bulunduğum sayısız ve umutsuz birçok telefon görüşmesinden sonra. Razı oluyorum kaderime. Nasılsa alıştım parça parça dolaşmaya dünya üzerinde. Bir kız arkadaşım arıyor, tam da ben on’a doğru otogara girip, yolcu aldıktan sonra da on gibi kalkacak olan otobüsümü bekliyorken. Bu kız arkadaşımın belirgin bir özelliği hep Avrupa’ya gidiyor olmasıdır. Atlar uçağa ve Avrupa’ya gider. Fransa’yı şehir şehir bilir ve ne nerede onu da bilir. En iyi Fransız, Ortadoğu ve Uzakdoğu lokantalarını bilir. Versailles’i, Louvre’u defalarca dışarıdan tavaf etmiş, içeriden fethetmiştir. Ressamların, heykeltraşların özel hayatlarına dair trajik anları, büyük aşklarını seyahatlerini anlatırken araya tatlı tatlı sıkıştırmasını bildiğinden, ondan sonra gidip de gezdiğimiz her yerde onun ayak izlerinin ve hikayelerinin üzerinden geçeriz adım adım. Rodin, Camille Claudel, Leo, Picasso, büyük aşkları ve tuhaflıklarıyla yanıbaşımızdadır onun sayesinde. Yine bu kız arkadaşım sayesinde keşfetmiş olduğum ve hep uygular olduğum bir başka sanat eseri değerlendirme düsturumsa ondan sonra bir tabloyu incelerken o tabloya bakarken ressamın neler çektiğini düşünmemdir. Ne büyük aşk acısıyla ama ne büyük bir ilhamla, yasak aşkın kollarında ya da savaşın tam ortasında yüreği kan ağlarken ve tüm bunların yansımasında oluşan tablonun gerisindeki hikayeye odaklanmaya çalışırken bulurum kendimi onun sayesinde. Tablodaki göçmen kuşların, o karanlık dev dalgalarıyla bakanı yutmaya hazırmış gibi görünen denizin ressamın ruh haliyle bir ilişkisi olduğunu bilirim her zaman. Müsaadenizle, kız arkadaşımla yaptığım bu tuhaf konuşmanın metnini olduğu gibi sizlere aktarıyorum. Kız arkadaşımın mahremiyetini korumak adına şaşırtmacalı bir isim veriyorum, Ayşe babaannemin adıdır ve dolayısıyla da çok sevdiğim bir isimdir.

Ayşe : Selam, nerelerdesin, görüşemedik.
Ben : İyiyim, ben Anadolu oldum, gezmekteyim.
Ayşe : Aa yine mi?
Ben : Yine.
Ayşe : Neredesin peki?
Ben : Sivas.
Ayşe : Gitmemiş miydin? Sivas’a?
Ben: Gitmiştim ben Sivas’a. Gene geldim ben Sivas’a.
Ayşe : Ne zaman döneceksin? Görüşelim sen gelince.
Ben : Şimdi yola çıkmak üzereydim, on otobüsüyle Erzurum üzerinden Kars yapacağım.
Ayşe : Aa… İşin mi yok kızım ya? Roma, Amsterdam varken? Üstelik bu havada. Pes diyorum sadece.
Ben : Derinlik arıyorum ben.
Ayşe : Aklını mı kaçırdın sen? Derinliği bulmaya bir uçtan bir uca hem de otobüsle mi gidilir? Yollarda telef olduğunla kalacaksın. Vakit varken dön gel geri. Gel beraber Paris’e gidelim.
Ben : Bu kadar yaklaşmışken olmaz. Altı saat sonra Erzurum’dayım. Akşama da Kars’ta. Üstelik aşıklar şehrine seninle gitmeyi düşünmüyorum.
Ayşe : Buldun mu bari?
Ben : Neyi?
Ayşe : Aradığın derinliği.
Ben : Henüz değil, çalışıyorum.
Ayşe : Bir koca bulalım sana.
Ben : Sen buldun ne oldu?
Ayşe : Buldum en azından. Bulmuştum en azından. Bir başkası benimkini bulana kadar diyelim.
Ben : Ben almayayım.
Ayşe : Neyi alacaksın bilelim de. Mülteciler bir yanda, PKK’sı, Işid’i… Kızım korkutuyorsun beni. Hiç bilmedin canının kıymetini. Böyleydin sen. Alem gider Mersin’e, sen gidersin tersine. Kör kuyuya atla deseler, ilk sen atlarsın.
Ben : Artık atlayamam, çünkü yaşlandım. Mülteciler her yerde. PKK beni ne yapsın? Annem gibi konuştun. Otobüsüm kalkmak üzere.
Ayşe : Ondaydı otobüsün, daha yarım saat var.
Ben : Erken geldi, erken de gidecektir.
Ayşe : Nereye? Off tamam, kendine dikkat et.
Ben : Ederim.
Ayşe : Ben şimdi ne yapayım?
Ben : Ne gibi?
Ayşe : Senin için.
Ben : Yasin oku.
Ayşe : İnşallah trafik terörüne kurban vermeyiz seni. Öne geç de bari, şoförleri takip et.
Ben : En önde giderek, şoförü ayık tutmayı nasıl başarabileceğimi söylersen tam olacak. Sen pilot kabinine giriyor musun?
Ayşe : Eskiden kazalar öyle olmaz mıydı? Adamcağız yorgun olurdu, transa girer ve uyurdu.
Ben : Trans mı?
Ayşe : Sözün gelişiydi. Neyse sen kendine dikkat et yeter.
Ben : Tamam. Tamam. Binlerce, milyonlarca kez tamam. Yeter ki sen tamam.

Gidenin yolundan döndürülemeyeceğine dair iyi niyetli bir telefon görüşmesi daha son bulmuş olup, yoluma bir başka engel daha çıkmasına fırsat vermeden perona yaklaşmış olan otobüsün içine kendimi atmamla, gerisin geri dışarı atmam bir oluyor. Uzun yolculuklardaki en mühim kuralı unutuyorum. Eğer bir otobüse ilk duraktan binmiyorsan, sakın ola kendini darda kalmışlar gibi içeri atma. Tabii eğer buna fırsatın varsa. İzmir’den yola çıkıp, Erzurum’a gitmekte olan Esadaş firmasına ait otobüsün uzun saatler boyunca süren çileli ve havasız kalmış yolcularının besmeleler çekerek ve şükür sesleriyle boşalttıkları ve gecenin tortusunun silinmesinin öyle kolay mümkün olmadığı otobüsün daha ilk basamaklarında burnuma gelen ağırlaştırılmış müebbet yağ ve ter kokusuyla nasıl başa çıkacağımı bilemeden tıpkı Ayşe’nin dediği gibi transa geçiyorum bir anda. Herkes uyumuş uyanmış ya da daha uyukluyorken, uykularının tatlı bir anında, yolculuklarının biteceği anı ümit etmekten yorulmuş, saçları başları dağılmış yolcular, kendine gelmeyi başaramayacak gibi görünen muavin ve ikinci kaptan dökülerek ve sallanarak iniyorlar aşağıya. Küçük çekçekli valizimi emanet etmeye çalışıyorum muavine bir gayret. Muavinde benim balizimi kaldıracak hal yok. Sadece bakıyor küçük mor valizime. Karşılığında bilet vermeyecek misiniz diyorum, kim ne yapsın senin bavulunu dercesine omuz silkiyor. Adamın saçlarına takılıyor gözüm. Sağ tarafına yattığı ve ellerini dayandığı yere siper ettiği yüzündeki kızarıklıktan belli oluyor. Saçları yukarı doğru havalanmış, gözlerindeki mahmurluğu atamamışken, üzerine gelen güneş ışınlarının hedefi oluyor bir de benim sayemde. Yüzünü buruşturup lavaboya doğru kaçıyor.

Nihayet yola çıkıyoruz. Otobüsün içi tenha. Önümdeki ikili koltukta bir anne kız oturuyor. Onların yanında da ilk önce dedeleri olduğunu sandığım ama kavgalarından karı koca olduklarını kavradığım çiftten adam karısına bağırırken yakalanıyor bana. İtaat edeceksin bana diyor, aklınca sert bir çıkışın karşı tarafa ders vereceğini düşünerek. Aralarında çok yaş farkı var ve evde işler kim bilir nasılsa, kavgaları sokakta da dinmiyor. Genç kadın kapalı da olsa itaat etmiyor adama. Bağırıveriyor sinirlerine hakim olmaya çalışmadan. Adam kadına bağırırken kızarıp bozarıyor, kadın her defasında kontrollü bağırıyor. Ee yeter beee ve ne yaparsan yap derkenki çıkışları ciddi anlamda tutarlı ve kadın ses tonuna hakim. Göz göze geldiğimizde adam gözlerini kaçırıyor, kadın umursamadan hem adama çıkışıyor hem de beni süzüyor bir taraftan. Bunlar molalar esnasında paylaştığımız gizli anlarımız oluyor. Bu garip evliliğin, dışarıdan tek güzel görünen tarafıysa dedenin pardon babanın torununa off kızına sevecenlikle yaklaşıyor olması. Küçük kızlarıysa uykusunu almış olduğundan bir şeyler atıştırdıktan sonra yerinde duramaz hale geliyor. Annesiyse oralı bile olmuyor, takıyor kulaklığını dizi izliyor, akan manzarayı izliyor. Kız kendi kendine oyunlar uyduruyor çaresiz. Adamın enerjisi olsa kızıyla ilgilenecek ama yaşlılık ve yorgunluktan bayılıp bayılıp ayılıyor. Bazen gözünüzün önünde cereyan eden olaylar sizi bir takım şeylerden soğutur ya, ben de evlilikten soğuyorum.

Yaşam enerjimi düşüren çiftten uzaklaşmaya çalışıyorum her ne kadar gözümün önünde olsalarda ve dışarıda akan manzarayı izliyorum uysal uysal. Tülü, Sarhan ve Şaip köylerinden geçiyoruz. Burası Erzincan, Refahiye. Çok az haneli köyler bunlar. Yönleri, yolları şehirlerarası karayoluna bakıyor. Karlar örtmüş evlerinin damlarını. Tülü’deki sakinliği anlamaya çalışıyorum. Nedenini izlediğim bir video söylüyor. Göç yüzünden köyde sadece dört ihtiyar kaldı diyor. Onlardan biri muhtardır. Kalanlar da ona oy vermiştir. Herkes birbirini bilmektedir, nasıl bilmesin ki? Zaten onlar da akrabadır. Kız almış vermiştir. Birbirlerini en yakın hastaneye götürüp getirip, sonra da gömeceklerdir köyün mezarlığına. Hayat işte. Burada da böyle geçiyor. Dağları aşa aşa geliyoruz Erzurum’a. Sabahattin Ali’nin dizeleri var dilimde; “Benim meskenim dağlardır ” diyordu Ali, güzel Ali.

“Bir gün kadrim bilinirse
İsmim ağza alınırsa
Yerim soran bulunursa:
Benim meskenim dağlardır”

Dediği de çıkmıştır en sonunda. Meskeni dağlar olmuştur başı dağ, saçları kar, deli rüzgarları seven, kadri aslında çok çok iyi bilinen am herkesçe söylenmeyen Kürk Mantolu Madonna’nın Tanrısının. Bir medeni vardır bu coğrafyanın içine doğmuş olmasının, bir nedeni vardır Sinop Cezaevinde yatmasının, bir süre sonra aynı topraktan ekmek yiyemez olmasının, dışlanmasının, örselenmesinin. Aldırmaması gereken kendisidir, aldırması gerekense geride kalan hepimizizdir.

Nihayet Erzurum’a gelmiş bulunuyorum. Etrafta evin barkın olmadığı rüzgar sesinin mesken tuttuğu otogarında iniyoruz. Nasıl soğuk anlatamam. Çok da esiyor. Başıma kapişonumu geçiriyorum, önümü ilikliyorum telaş içinde. Dağdan gelen esinti başka şeye benzemiyor. İnsan buz kesiyor bir anda. Beni Kars’a giden bir firmaya bırakın diyorum. Merkezde bir yazıhanenin önüne teslim ediliyorum. Esadaş Turizm’in içindeki iki yağız ve esmer delikanlıya biletimi kestiriyorum yirmi liradan. Bavulumu bırakıp çevreyi anlamak için dışarı çıkıyorum. Bir sürü kafeteryayı doldurmuş bir sürü genç var yürüdüğüm bulvar boyunca. Bir büyükşehir burası. Usulca girdiğim kafelerden birinin tuvaletini kullanıyorum kimselere belli etmeden. Önümde uzun bir yol var ve ne olacağı, başıma neler geleceği hiç belli olmaz.

Ucu ucuna Esadaş’a gidiyorum. Sizin minibüs geldi diyorlar. Yarın Lgs sınavı varmış ya da Ygs. Öğretmenler dolduruyor bu yüzden otobüsü. Sınav görevi çıkmış hepsine. Hemen arkamdaki dörtlü koltukta oturmakta olan üç bayan öğretmen kendi aralarında kıkırdıyorlar. Bir tanesi telefonunu bagaja düşürüyor. Komik şeyler söylüyorlar. Hizamdaki tekli koltukta elinde hakimlik giriş sınavı belgesi olan esmer bir genç var. Şoför ve muavin onu öne çağırıyor bir süre sonra. Neden diye soruyor, burada daha rahat edersin diyorlar. Çaresiz öne geçiyor genç. Haremlik, selamlık bir oturma planı yaratılıyor. Hava kararıyor, göz gözü görmüyor, karanlıkta Kars’a ineceğim. Hayatta en sevmediğim şey ilk defa göreceğim bir şehre kör karanlıkta inmek. Asabım bozuluyor. Arkadaşımla konuşmalarımız geliyor aklıma. Al sana derinlik diyorum. Karanlık derinlik. Ne işim var Kars’ta? Ne işim var Doğu’da? Herkes bir yerin batısına gider, bense hep doğusuna. Berbat bir müzik çalınıyor kulağıma açtıkları kanaldan ya da koydukları cd’den gelen. Gene geliyor o. “İç sesim”. Nerelerdeydin diyorum, bana Deep Purple mı bekliyordun diyor. Tarif edilmez bir yalnızlık içerisindeyim, bir teselli ver diyorum, oh olsun sana, bana, bize diyor. Çok gaddarsın diyorum, önce kendi kendine acımayı öğren diyor. Ben herşeye rağmen seni seviyorum diyorum, sen zaten anca kendini seversin diyor. Sonra da gidiyor. Beni de bir başına bırakıyor. Gaddar pislik. Nedeni belirsiz bir huzursuzluk ve endişe taşıyorum yüreğimde. Bir daha gelme, istemiyorum artık seni diyorum. Derin bir sessizliğe gömülüyor. Ben de susuyorum.

İn bin, koştur, düşün, ürk, kork, hayaletleri kovala dur derken seyahatimin bu aşamasında hiç fotoğraf çekmemiş olduğumu görüyor ve bunu size hissettirmek için tüm perişanlığımla çekmiş olduğum selfie’mi bari diyorum paylaşayım da renk olsun yazıma. Kars’ta buluşmak umuduyla.

20160313_102547

ANLAR VE İNSANLAR : ÜÇÜNCÜ BÖLÜM, ŞEBİNKARAHİSAR

ANLAR VE İNSANLAR : ÜÇÜNCÜ BÖLÜM, ŞEBİNKARAHİSAR

Bu sefer uyuya”da”kalmadım. Sabahın körü diyeceğimiz bir saatte yani dört buçukta zımba gibi kalkıyorum yataktan. Hala daha yolun yorgunluğunu üzerimden atamadığımdan olsa gerek, vücudumda sızlayan yerlerim olduğunu keşfediyorum. Zımba benim fiziksel durumumu anlatan doğru bir benzetme olmuyormuş, çok geç anlıyorum. Benim dönüştüğüm şey daha çok pestil. Çamur gibiyim. Üzerime basıp geçseler, gücüm yok ses etmeye. Herşeye rağmen kalan son gücümle sokakta buluyorum kendimi. O ses aynı şeyleri tekrarlayıp duruyor sol kulağıma: “Başarabilirsin, yap hadi, zoru başardın, yataktan çıktın, ayağa kalktın, makyaj yüzüne oturmuyor olabilir, gözündeki çapakları da tam yıkayamamış olabilirsin ama sokağa adımını attığın an sonsuz bir gayret gelecektir üzerine. Ama herşeyden önce yüzündeki şu berbat ifadeyi sil bence. Kabız olmuş gibi, değilsin. Aksi gibi, de değil. Daha çok hayatı boyunca hiç bağırsak sahibi olmamış bir insanın ifadesi yüzündeki. Kurtul ondan derhal.” İç sesim size çok normal gelmiyor olabilir. Açıkçası bana da gelmiyor ve hep garip bir takım fikirleri olabiliyor bana, hayata ve karşılaştığım insanlara dair. En basiti tuvaletim geldiğinde, girme ne yapacaksın, tut azıcık daha, en sonunda yaparsın nasılsa diyor. Bazen dinliyorum da kendisini. Tuttuğum oluyor yani çokça. Sersem sepelek Cumhuriyet Meydanı’na çıkıyorum. Servis bekleyen, araç bekleyen ya da az evvel şehrin merkezine bırakılmış olan insanlar görüyorum tek tük. Saatime bakıyorum, beşi çeyrek geçiyor. Telefonum çalıyor aynı anda. Yolcu yok, çıkmayın diyor bir ses. Ben de yolcu olmayabilir, ben yola çıktım diyorum. Gelin o zaman yazıhaneye diyor aynı ses. Ağırdan aldığım adımlarım Sivas’ın caddelerinin sessizliğiyle örtüşüyor. Tek bir fırın var bu saatte açık olan ve iki tane patatesli börek alıyorum yanımda götürmek üzere. Yoksa ağzımı açıp çiğneyecek durumda bile değilim, acıkırsam diye. Yazıhaneye vardığımda gene benim için bir takım düşünceler geliştiriyor personel. Ve ne yapıp ne ediyorlar Suşehri’ne giden bir minibüse bindiriyorlar beni. İki saate yakın bir süre boyunca gidiyoruz ve nihayet Suşehri’nin garajına varıyoruz. Dümdüz bir arazi üzerindeyim hissine kapılıyorum. Şebinkarahisar’a giden dokuz minibüsünün kalkmasına bir saat var ve görevliler wifi şifresini takdim ediyorlar ve biraz olsun internetle oyalanıyorum. Yerlere kadar inen pardesülere bürünmüş bir anne kız ve iki de pembeler içinde henüz iki yaşlarında sanırım-sanıyorum çünkü çocuklardan anlamıyorum-iki de miniğin arkasına geçiyorum. Bir tane de yobaz mı yobaz bir adam biniyor, binmeden önce de nefretle bakıyor bana. Bugün cuma ve bu molla benden nefret ediyor. Önümdeki çocuklarsa bir türlü annelerinin ve anneannelerinin kucağında durmuyorlar. İkisi de ayrı ayrı kaçmak peşinde, canlarını minibüsten atmak derdinde iken anneanneleri onları korkutmak için kendi yetiştirilirken işittiği tüm baskıları yansıtıyor sanki. “Kopek var kopek dışarıda, ısırır bak kopek, amca var amca yakalarsa çok fena, amca kotü amca, iğne yapacak bak amca, cızz diye.” Şoför gelip de kontağı çalıştırmasa ve yola koyulmasak canımı dışarı atavağım var şu yavrularla beraber , ben bile korkar oluyorum amcalardan, kopeklerden, herkesten. O kadar güvensizliğin içinde düşüyoruz yola. O kadar canım sıkkın, moralim bozuk, iç sesimle de aram yok ya da uyudu yorgunluktan bilemiyorum ama bir an önce eve dönmek istiyorum. Şaka yapmıyorum, evimde olmak istiyorum. Bu kadar konforsuzluk, bir sürü yabancı, uykusuzluk, kahvesizlik… Annemi istiyorum. Kırk bir yaşındayım ve annemi istiyorum. Tek tesellim bozkırdan çıkıp, yeşil bir coğrafyanın içerisinde ilerliyor olmam. Birazcık moralim düzeliyor. En azından manzarayla teselli buluyorum. Nasıl uykum var anlatamam. Nasıl bedbahtım anlatamam.

Gelmiş bulunuyorum Şebinkarahisar’a. Vaktim az. Son dolmuş üç buçukta kalkacakmış. Keskin bir soğuğu var eskiden Giresun ona bağlıyken, şimdi kendisi Giresun’a bağlı olan Şebinkarahisar’ın. Havası soğuk olsa da, insanları sıcak ve yardımcı. Ne Karadeniz’deyim ne İç Anadolu’da. Her şeyin ortasındayım burada. İlçenin içindeki kalesine çıkmak istiyorum ama bugün gerçekten çok yorgunum. Zaten bir evden bana deli gibi havlayan bir köpek var, gitme der gibi. Hav hav hav çenen batsın diye bağırıyorum da Allah’tan zincirli. Yoksa tek butla yoluma devam etmek zorunda kalacağım. O kuyruğunu neden sallıyorsun madem. Erkek mi diyorum, evet diyor yerleri süpüren kadın. Bizim erkeklerimiz gibi, kuru gürültü diyorum. Gülüyor ve gene evet diyor. Gözünün önünden kaybolana dek arkamdan havlayıp kuyruk sallamaya devam ediyor it.

25 (2).03.2016 - 1

20160311_103613

Atatürk’ün geldiğinde kalmış olduğu ve şimdi müzeye dönüştürülmüş evini ziyaret ediyorum. Umursamaz bir görevli var içeride. Yardımcı olmuyor. Bir an önce gitmem ve ona soru sormamam için can atıyor gibi. Bense ciddi anlamda beğeniyorum üç kattan oluşan müzeyi, evi… Meydan’a çıkıyorum şimdi, bir sürü erkek toplanmışlar konuşuyorlar. Önemli bir şeyler olduğunu düşünüyorum ve soruyorum neler oluyor diye. Hiiçç diyorlar, güneşleniyoruz. Acayip bir şekilde güneş gören tek yer burası ve insanın içine işleyen bir soğuğu olduğundan bu şekilde kemiklerini ısıtmaya çalışıyor insancıklar. Bir parça güneş nelere kadirmiş böyle, kıymetini anlıyorum ve ben de bir sürü adamla beraber yüzümü çeviriyorum güneşe, gökyüzüne. Herşeye rağmen yaşamak güzel. Herşeye rağmen.

20160311_105526

20160311_110030

Pişmanlık duyduğım şeyler de oluyor tabii. Eğer bavulum olsaydı burada kalırdım. Seyahatime buradan devam ederdim. Giresun’a geçerdim buradan, Bayburt ve Gümüşhane yapabilirdim. Özellikle çok merak ettiğim Baksı Müzesi’ni görebilirdim. Şimdiyse çaresiz ilk planım doğrultusunda ilerleyeceğim. Eğer dayanabilirsem bu gece, olmadı yarın sabah yola koyulacağım Kars’a gitmek üzere. Çarşı hareketleniyor bu arada, insanlar alışveriş yapıyorlar, dükkanlar hareketleniyor. Atatürk Müzesi’nin kapısının arkasında kalan kafeteryaya giriyorum. Girişte bulunan kasaya yakın bir masa seçiyorum kendime ki, rahat rahat laf atayım insanlara. Bir yandan esnerken, bir yandan da felç geçirmiş olmasına rağmen bana yardımcı olmaya çalışan bir amcayla sohbet ediyoruz. Bir kahve söylüyorum ve çaktırmadan esniyorum. Amcanın kız  torunu giriyor içeriye kız arkadaşıyla. Dedesini öpücüklere boğduktan sonra bugün senden yiyeceğiz diyor. Dedesi ye kızım ye diyor, sonra da bana dönerek bunu bir gün görmezsem neşem soluyor diyor. Kız pek fena zaten, hem sevgisini alıyor dedesinin, hem de karınları doyacak arkadaşıyla ikisinin.

20160311_110110 (1)

 

20160311_100343 (1)

Peki diyorum ben ne yapacağım burada diye sorduğumda sen şu Meryem Ana’ya bir git, pişman olmayacaksın diyorlar. Buradan on iki kilometre uzaktaymış ve taksisiz olmaz diyorlar. Benim için tanıdık taksi çağırıyorlar. Şoförüm Burhan Bey. Pazarlıkta anlaşıp, yola koyuluyoruz. Bir hayli uzak ve çetrefilli aldığımız yol. Kimsecikler yok. Burhan Bey buraya gelen birçok Rum olduğundan bahsediyor, elbette ki sezon açıldığında. Bir anne kız getirmiş buraya. Manastır çok dik olduğundan kanserli annesi yukarıya çıkamamış. Bir köşede oturmuş ve ağlamış. Buralarda yaşarmış, köyü buradaymış bir zaman önce. İki dağın arasında konumlanmış ilçenin hem enteresan bir coğrafyası, hem de çok kültürlü bir geçmişi var. Eski Rum yerleşkeleri, Ermeni köyleri, Aleviler ve Sünniler yaşamışlar yemyeşul ağaçların arasında finduk ağaçlarının gölgesinde. Erdal Eren’in doğduğu topraklar buralar. Merkez köyden olduğu söyleniyor. Bahçeler köyündenmiş çocuk Erdal. Be Aziz Nesin de buralıymış. Bir kez daha anlıyorum bir insan yok edilmek istensin ne yaş dinliyorlar ne de baş. Oracıkta idam ediveriyorlar bir küçük oğlanı. Çok yazık oluyor o çocuğa. Dünyanın boşluğunun simgesi bir isim daha buradan çıkmış, bu topraklardan. Şebinli Erdal. On yedi yıl gün yüzü görebilmiş ancak.

Şimdi anlıyorum it dediğim köpekçe kaleye çıkmamam için neden önüme engel konduğunu. Yüzlerce basamak var önümde Meryem Ana Manastırı ile aramda. Üstelik yolu yol değil ve ben de buraya kadar gelmişken geri dönemiyorum. Aklıma Meteora’daki imkanlar geliyor. Hiç olmadı asansör koymuşlardı ya da bir kolaylığı vardı tırmanışın. Ama burada acı çekmeden onca yolu çıkmanız imkansız. Burhan Bey ben de geleceğim diyor. Nefeslerimiz kesile kesile tırmanıyoruz yukarıya. Görevliyi görüyorum aşağıdan. Ufukta bir küçük adam sandığım kişi dev gibiymiş meğer, düz zeminde karşılıklı gelince anlayabiliyorum ancak. Hem bilgili, hem bilgi vermeyi seviyor. Aslında üçümüz de birbirimizle çok rahat iletişim kuruyoruz ve benim pek çok soruma karşılık, onların pek çok cevabı var ve bir anda görevliye insan burada şair olur diyorum. İn cin yok çünkü. Bülbül yuvası gibi bir yerde dokuz beş mesai saatleri içerisinde bekle ki de insan gelsin ki karşılıklı iki çift laf edesin. İnsan insanı zehirliyor tamam ama zehrini aldığı da görülmüştür şu dünyada. İnzivada gibi hissediyor insan burada. Bir çeşit çilehane. Derinleş derinleş dur. Kendimi yıllar yıllar önce burada yaşamış keşişler gibi hissediyorum. Bu düşünce içime işliyor. Tüm dünyadan uzakta, bulduğunla yetinme gayretiyle bir lokma bir de hırka, şehrin huzursuzluğundan uzakta, bir başıma, yaşamıştım belki ben de buralarda.

20160311_132731

20160311_133413

Manastır hakkındaki görüşlerime gelirsek, Sümela kadar bakımlı olmadığı aşikar. Milattan önce ikinci yüzyılda yapılmış olmasından kaynaklı, resim sanatı olmadığından duvarları ya beyaz kireçle ya da aklı başında olmayan ellerin kıllı papaz yazacak kadar  seviyesizliği ve cehaletiyle kaplanmış boydan boya . Kalpler çizmişler duvarlara Ayşe Ali’yi seviyor, Ali Veli’yi seviyor, Veli herkesi seviyor türünden. Teleferikle insan taşıması yapılmıyor. Kimi basamaklar olmadığından, tırmanma kısmında sizi bekleyen tehlikeler mevcut. Ama burada bulunmuş olmaya, Şebinkarahisar’a, Dikmen Tepesine kuşbakışı bakmaya, yer yer uzanmış köyleri izlemeye ve bunun her anına değer. Sadece sağlam bir kondisyon ve iyi huylu da bir kalp gerek sizi yarı yolda bırakmayacak olan. Düzlüğe indiğimde son bir kez bakıyorum geriye, geldiğim yere. Aklım almıyor onca imkansızlığın içinde bu insanlar koca kayayı oyup da içini nasıl yaptılar ettiler diye.

Görevli bizimle aşağıya iniyor. Tek çıkış olduğundan bir tehlike yok. Gelenin de gidenin de yolu birmiş yani. Gene çıkarım ben diyor. Alıştım böyle ine çıka diyor. Zaten bizden daha doğrusu benden başka gelen olmaz diyorum içimden. Keçilerden başka kim çıkar buraya bu mevsimde, şu saatten sonra? Tekrar gelirsem eğer Sarıyer köyünde misafir edileceğim. Almış bulunuyorum gerekli sözleri. Sonra da ucu ucuna  merkeze iniyoruz ve ben kalan son dolmuşa binme gayretiyle dizimi yüksekçe bir basamaktan atıyorum ki şoför kolumu tutmasa yerleri öpeceğim. Şaşkınlıkla bana bakıyor. Ölüyorum diyeceğim tutuyorum kendimi. Uykusuzluk, yorgunluk, bir keçinin tabiatından uzak oluşum ve tırmanmak durumunda kaldığım yüzlerce basamak beni mahvetmiş. O an karar veriyorum. Sivas’a giderim, odama çıkarım, duşumu alırım, yatağıma uzanırım, sabah artık kaç otobüsü varsa onunla Kars’a doğru yol alırım.

Şebinkarahisar bana oyun oynadı diye düşünüyorum dönüş yolculuğunda. Yemek yemeye fırsat bulamasam da şükran ve memnuniyetle kabul ettiğim Saraçoğulları ikramı içi nefis fındık ezmeli organik pestil ve kömeler sayesinde ilçenin keçileriyle özdeşleşerek tırmanabildim manastırın insafsız ve her anlamda nefes kesen sarp ve dik basamaklarını. Burada ne işiniz var diyenlere yahut ne işin vardı orada diyenlere cevabım bundan yıllar yıllar önce buraya gelmiş olan ve ben bu şehri çok beğendim diyen Atatürk’ünküyle kısmen aynı olacaktır. Ben de buraları çok beğendim arkadaş. İyi ki gelmişim. İyi ki görmüşüm. Tek gözlü mütevazi ocağında derin bir samimiyet, geniş ve anlayışlı bir kültür buldum diyen bir büyük adama katılmamak elde değilmiş, gelmeseymişim bilemezmişim.

20160311_110558

20160311_123730

ANLAR VE İNSANLAR : İKİNCİ BÖLÜM, SİVAS – DİVRİĞİ

20160310_084634

ANLAR VE İNSANLAR : İKİNCİ BÖLÜM, SİVAS – DİVRİĞİ :

Uyuyakalmışım. Bir gün önceki gece yolculuğu ve gün boyunca uykusuz duraksız Sivas’ın içinde deli tavuklar gibi koşuşturup dururken attığım binlerce adım sayesinde saat yedi buçuk gibi isyan ederek çıkıyorum sıcacık yatağımdan. Sersem gibiyim, yorgunum, her yanım ağrıyor. Derhal B planımı uygulamaya koyuluyorum. B planım olmadığından bir B planı yaratıyorum. O da şu: Acil giyinme, acil sokağa fırlama ve acil acil  ne yapacağıma gittiğim yerde karar verme. Sivas’ın bir başından bir başına uzun uzun yollarını aşıp Kanal 58’in olduğu sokağa varmam çok az bir zamanımı alıyor panikten. İlk önce on buçuk arabasına bilet alıyorum ama gene çalışanların benim için doğru bir şekilde planlama yapmaları sayesinde kendimi Sivas Garı’nda bulmam çok da zamanımı almıyor. Divriği’ye gidiyorum. Tekrar. Şebinkarahisar yarına kalıyor. Elemanlar vargüçleriyle benim için program yaptıktan sonra aynı güçleriyle ve sabırla beni Divriği trenine yetiştiriyorlar. Aslında amaçları otobüsle yollamak olsa da maalesef ki düşük sezonun azizliğine uğrayıp Divriği otobüsünün öğleden sonra kalkacağını öğreniyoruz. Sizin kabahatiniz beni otogara getirmek diye hiç tanımadığım adamlara kaprislenmelerim evrende doğru mesajı gönderdiğimin bir işareti olarak bana gani gani geri dönüyor ve benim için çaresiz ikinci şıkkı uygulamaya geçiyorlar. O da şu: “Gidenlerden biri kızı gara bıraksın”. Her yiğidin bir B planı var canım ülkemde. Bırakılıyorum ben de bu sayede gideceğim yere. Bütün edepsizliklerinizin söktüğü şehirler olmalı. Benimki Sivas olabilir diye düşünüyorum ister istemez.

20160310_083513

Saat dokuz’da kalkacak olan treni beklemeye koyuluyorum. TCDD görevlileri ve onların sayısından da az sayıda yolcuyla bekleşip duruyoruz gelecek olan trenimizi. Herkes ya oturuyor ya da benim gibi bir aşağı bir yukarı volta atıyor. Bilet kuyruğundan beri aramızda bir yakınlık doğan iki emekli ve tarifsiz heyecanlar içerisindeki orta yaşlı ve kasketli iki Kangallı adamın mutluluğu durup durduk yere bana fa sirayet ediyor. Dünya umurlarında değil, hiç durmadan tatlı tatlı sohbet ediyorlar kendi aralarında. Küçük birer çanta hazırlamışlar kendilerine ya da eşleri hazırlamış olmalı. Sayfiyeye gidiyorlar sanki. Sanki Kangal’da özgürlükleri onları bekliyor. Durup dinlenmeden vuslata ermiş aşıklar gibi sohbet ediyorlar. Erkekler hemcinsleriyle sohbetten daha çok zevk alıyorlar. Madem öyle bizimle de evlenmesinler. Yaşasınlar beraber.

20160310_083208

Divriği’ye önceki gelişimde uğradığım Abdullah Paşa Konağı’na, Ulu Camiye ve Konak Restorana gideceğim ve bunlar benim bildiğim yerler. Sadece ikinci seferde neler hissedeceğimi bilmek istiyorum ve burada olma nedenim de bu. Aynı yollarda yürüyeceğim. Aynı sokaklara sapıp benzer kareler çekeceğim. Aynı yemeği sipariş edeceğim. Ve hep düşüneceğim. Neden neden diye. Neden buradayım? Başka bir yerde olabilirdim. Neden bu insanlar? Başkaları çıkabilirdi karşıma. Cevaplar kimde? Bende olmadığı kesin de. Ya da o kadar bende saklı ki…

20160310_115934

20160310_115453

Fatih yedi çocuklu bir ailenin oğlu. Yirmi beş yaşında. İzmir’de okumuş ve inşaat mühendisi olmuş. Şimdi Ankara’da bir firmada çalışıyor. Çok varlıklı bir ailede doğmadığından kaderi bir şekilde çizilmiş onun ve kardeşlerinin. Matematiğe kafası çalışıyor ve Divriği’nin enteresan coğrafyası daha da çok mühendisler yaratacağa benziyor. Kocaman bir bavulu ve onun sürpriz yaparak baba ocağına geleceğini beklemiyor olan titiz de bir annesi var imiş. Uslu da bir babası. Yedi çocuk başka nasıl büyütülür bilemiyorum. Hırçın değil uysal, hem sabırlı ve hem de azimli olmaktan başka çıkar yol yok gibi geliyor. Burada gençlerin neler yaptığını ve nasıl vakit geçirdiklerini soruyorum. Sıkılıyorlar diyor. Tam bir taşra sıkıntısı onlarınki. Sosyalleşecek bir yer yok gençler için. Sinema yok, tiyatro yok. Doğru düzgün mağaza bile yok. Herkes birbirinin ciğerini biliyor. Gelmişini, geçmişini… Ve bu onlarda hareket serbestisi bırakmıyor. Gökyüzü sınırsız ama onların nefes alacak az bir havaları ve görebildikleri ufak bir ufukları var. Eğer çalışmak için ya da okumak için dışarıya gitmezlerse yan komşularıyla evlenerek çocuk yapacaklar. Kadınlar hep evlerde toplanacak, erkekler kahvelerde. Herkes kimin o gün çarşıys alışveriş için indiğini bilecek.
Ne aldığını da. Ve kimlerin evinde işlerin yolunda gitmediğini, kimin kızının azıcık kimin oğluyla kırıştırdığını da. Ayrıca üniversitelileri ve benim gibi günübirlik turistleri de. Ne aldığımı, neler yaptığımı ve neden oralarda dolaştığımı da öğrenecekler er ya da geç. Fatih uyudu bu arada. Bildiğin horluyor. Hayatının tuhaf detaylarını anlattıktan sonra yoruldu uyuyor. İzmirli bir kızla tanıştığının ertesi günü ailesinin evine davet edildiğini ve babasının kendisini damat diyerek çağırdığında duyduğu şaşkınlığı anlatmıştı. Nasıl yani, ne oluyoruz diye bana döndü. Bir şey olduğu yok. Kız senden hoşlanmış ve evleneceği erkeği bulduğunu sanmış. Zavallı babası da kız eve müstakbel damadını getirdi sanmış. Anlayabilmiş mi anlayamamış mı bilemiyorum ama Fatih daha uzun bir süre damat olacak gibi gözükmüyor. Ama hiç durmadan İzmir günlerini anıyor.

20160310_120306

24 (2).03.2016 - 1

20160310_115543

On yıl sonra da aynı olur buralar, bu mekanlar. Değişmez hiç sahiperi, ne de müşterileri. Abdullah Paşa Konağındaki tek değişiklik dökülen dış cephesi. Fatma Hanım yokmuş, Sivas’a gitmiş. İlçenin arka sokaklarında dolaşarak uzaktan Ulu Cami’ye bakıyorum bir başka açıdan. Ulu Cami’nin burada olması o kadar tuhaf bir hava katıyor ki Divriği’ye. Dağlarla çevrilmiş bir ilçenin kalesinin eteğinde paha biçilmez kapılarla süslü, uzaktan bakılınca biraz da eğri gibi duran bir oturmuşluğu var sanki hem halkın hem de topraklarının üzerine. Sinan’ın Edirnesindeki Selimiye Camii gibi, burada da her yol bu değişik atmosferli camiye çıkıyor. Az bir rampadan çıkmanız gerekiyor ona ulaşmanız için. Hem her şeyin ortasında hem her şeyden çok uzakta olduğunuz hissine kapılıyorsunuz buraya geldiğinizde. Rüzgarveşlik ediyor size. Kadın güvenlik görevlisiyse ilçede iş olmadığını, buna ek olarak kendilerine göre hiç olmadığını söylüyor. Camiye namaz kılmaya gelen bir adam ona şüpheyle yaklaşmış. İlla her yerin bekçisi adamlar olmalı o ve benzerlerinin gözünde. Her yeri gestapolar doldurmalı onun nazarında. Ve bir yerde haddi olmayarak bulunan bir kadın muhakkak bir şeytanlık çeviriyordur o küçük aklınca. Ve maalesef ki burada da zihniyet böyle. Yargılayıcı ve yadırgatıcı. Beylerin kıymetli Divriğileri hakkında onlara göre sözde, benim içinse son derece gerçekçi önyargılarım hayalkırıklığı yaratacaktır belki. Belki bana burun kıvıracaklardır okuduklarında ama ben gördüklerimi, hissettiklerimi yazıyorum sadece ve de işittiklerimi. Kendimce.

Yemek yemek için yine aynı restorana gidiyorum. Konak Lokantasındayım. Çalışanlar değişmemiş. Garson bir kadın almışlar. Geçen geldiğimde yediğimle aynı şeyi söylüyorum. Köfte. Tuz ve kıymadan ibaret. Fiyatlar makul. Lezzete gelince ilk geldiğimde çok daha güzeldi ama yine de idare eder. Çalışanlar nazik ve anlayışlı. Burada giremediğim takdirde ilçede başka tuvalet olmadığını söylüyorum. Belediyeye söyleyin o zaman diyorlar. Turistler için sıkıntı. Kadınlar için iki kere sıkıntı. Herkesin evi olamaz ya burada. Belediyeye gidip söylüyorum. Buyurun burada girin diyor. Ben restoranda girmiştim ama. Gelirse gelirim geri diyorum. Ne işin var Belediyemizde? İşim yok, çişim var beyler. Hayat işte!

Sokaklarında dolaşıp duruyorum ilçenin. Kale bakımsızlıktan çıkılacak gibi değil. Zaten yolu yok. Yolu kapatmışlar. Çarşıya giriyorum. Canım çay kahve içmek istiyor. Oturacak yer bulamıyorum. Aynı yollarında dönüp dolaşıyorum. En nihayet bir bakkalın önünde neyi beklediklerini bilmeden bekleşen iki adama bunun mümkün olup olmadığını soruyorum. Yani çay ya da kahve içecek bir yer bulup bulamama ihtimalimi. İki adam birbirlerine bakıp derin düşüncelere dalıyorlar. Yok galiba diyor biri diğerine. Yokmuş. Yok mu diyorum. Yok diyorlar. Yanlarından ayrılırken hala düşünceler içerisindeler. Bir başka bakkala giriyorum soruyorum, oraya soruyorum buraya soruyorum. Yok arkadaş. Şizofrenleşiyorum. Yokmuş arkadaş. Duydum diyor. Ne sağırım ne da salak.

Son çırpınışlarım attığım bu son adımlar. Umutsuzluk bunun adı üzerime çöken ve kovaladıkça uzaklara giden. Bir kafe ve tuvalet bulmak hususundaki azmim dakikalar geçtikçe azalıyor. Tekrar yemek yediğim yere gitmek düşüncesi beni şu an hayata bağlayan. O anda arkamdan bir ses fotoğraflarımızı çekiyorsunuz sokaklarımızın, öyle mi diyor. Sonra da derdime çare buluyor. Ali Bey, az evvel yemek yediğim Konak Lokantasındaydı. Arkamdan gelip bana yer tarif ediyor. Değişik bir adam. İnsanı rahatsız etmeyen bir tarzı var. Yol gösterip, yardımcı oluyor. Burada ne yapar hanımlar, hiç ortalıkta yoklar diyorum. Evdedirler bir de survivor var en büyük sorun olarak hayatlarında, başka dert yokmuşçasına diyor. Sesinde öfke ya da yergi tınısı hissetmiyorsunuz. Dediğim gibi insanı rahatsız etmeyen bir tarz onunkisi. Alilerden Velilerden rahatsızlık geldiği görülmemiştir bu ülkede.

20160310_120825

20160310_140635

20160310_135050

20160310_133919

Kaman’ın Çay Ocağı oluyor Ali Bey’in beni gönderdiği yer. Bir dizi çekilmiş burada. Yeğenlerinin fotoğrafını gösteriyor sahibi gururla. Bir başka dizi ya da film daha çekilmiş Divriği’de ondan bahsediyor. Otantik bir atmosfere sahip burası ama yine de her zamanki gibi hep erkeklerle çevrili etrafım. Küçük yerlerde kadınların ne işi olur kafede, restoranda? Onlar evlerinde akşama ne pişirsem derdinde çocuklar, mutfak ve televizyon üçgeninde yaşayıp gidiyorlardır bir şekilde. Her neyse iki adam çaylarını, kahvelerini içmişler kalkmadan önce hesabı ben verdim, sen verdin kavgası yapıyorlar. Sonunda biri kazanıyor, yenilen bir daha gelmeyeceğine dair ant içiyor. Bende treni kaçırmamak için bir an önce düşüyorum yola. Köşede cami tuvaletini tarif ediyorlar. Çıkışta paltomu giyerken güzel havayla beraber çay ocağının dışına çıkmış oturan erkekler beni izliyorlar ağır ağır. Bu da gelmiş diyorlardır içlerinden. Daha da ne diyor, ne düşünüyorlar içlerinden bilmek düşünmek istemiyorum ama bir adamı çekiştiriyorlar, içlerinden bir adamı. O da hep dedikodu ediyor diyor diğerlerine. Gülüp geçiyorum sadece.

10 03 2016 - 1 (1).jpg

20160310_145529

ÖZLEM, SONGÜL VE MİZGİN :

Dört buçuk trenine biniyorum. Ortada bir ufak masanın olduğu dörtlü koltuktan cam kenarına kesilmiş koltuğa kesilmiş biletim. Oturup düşüncelere dalıyorum. Hizamdaki dörtlü koltuğu işgal edense iki adam oluyor. Bir tanesi muhtar ama nerenin muhtarı bilmiyorum. Zaten küfürlü konuşuyor ve hep bir yerdeki adamlarından bahsedip duruyor. İyice gömülüyorum koltuğuma. Üç kız giriyor içeriye. İkili koltuklara geçseler biri dışarıda kalacağından bir tanesi boşsa oturabilir miyiz buraya diyor. Tabii diyorum ben de. Nedeni belirsiz rötardan ötürü üç saati aşkın sürecek yolculuğumun misafirleri kapımı çalmış oluyorlar böylelikle. Özlem benim yanıma oturuyor. Annesi Ağrılı, babası Karslı. Benim planlamış olduğum güzergah onun kökleriymiş meğer. Gidebilirsem eğer babasının Digor’daki dükkanına uğrayacağımı söylüyorum. Üçünün arasında en süslüleri Özlem. Renkli giyinmeyi seviyor ama içine kapanık ve daha sessiz. Altı kardeşin arasında sıralamada ortalarda. Karşısında oturan Songül en konuşkanları. Konuşmayı seviyor. Sivaslı sekiz çocuklu bir ailenin kızı. Paylaşımcı, anaç, kendini yanında sıkmanın mümkün olamayacağı kadar rahat ve dost canlısı kızlardan. Habire bana yiyecek içecek ikram ediyor. Poşetlerinde neler yok ki! Çubuk krakerler, buzlu çaylar, çilekli sütler… Tam öğrenci işi besleniyorlar. Yol uzadıkça uzuyor ve ben de tüm ikramlarını kabul ediyorum kızların. Migrenim tuttu dediğimde Özlem’in ağrı kesici teklifini reddedemiyorum mesela. Diyorum size. Ne verirlerse kabul ediyorum. Mizgin Halfeti’den Antep’e göçmüş bir ailenin kızı. Antebin insanını çok severim diyorum. Gülümsüyor. Bir arkadaşım ben Antep’e gittiğimde insanını nasıl bulmuştun diye sormuştu ve olumlu cevabımı alınca bizim de en sevdiğimiz, huyu en iyi olan damat Antepli demişti. Mizginse, bugün sormuş olduğum kaç kardeşsiniz sorusuna geri dönüşümde beni en çok hayal kırıklığına uğratan isim oluyor. Özlem altı, Fatih yedi, Songül sekiz demişti. Mizginler üç kardeşmişler sadece. Karşımda oturmuş, beni can kulağıyla dinliyor. Benim konuştuklarımdan pay çıkartabilme potansiyeline sahip. Özlem kendi dünyasında, Songül tüm dışa dönüklüğüyle capcanlı konuşurken, bu kız nasihat dinler gibi dinliyor sözlerimi. Benim gezdiğimi duyunca, evlenmeyeceğim dünyayı gezeceğim böyle diyor. Bu yorumu yapabilmesi çok önemli, gerçekleştirip gerçekleştiremeyecek olması değil. Ama öyle ya da böyle bu üç kız da evlenecek ya da evlenmeyi isteyecekler en azından. Aşık olacaklar, bir erkek kalplerini kıracak, bir başkası gönüllerini alacak. Onun peşinden gidecekler. Başka illere, ilçelere. Onlar istemese, aileleri isteyecek onların yerine. Hayat işte! Ama ne yaparlarsa yapsınlar, sakın ola özgürlüklerini bırakmasınlar geriye. Paul Eluard’ın Özgürlük şiiri geliyor aklıma:

“Ormanlara ve çöle
Yuvaları çiğdem
Çın çın çocuk sesime
Yazarım adını

Özgürlük.”

Fakültedeki son seneleri kızların. Hepi topu iki yıllık fakültelerinin son senesinde kara tasalar içerisindeler. Bilgisayar Programcılığı bölümünü yazarken Cumhuriyet Üniversitesinde okuyacaklarını hayal etmişler. Divriği’de değil. Hayat burada nasıl geçiyor diyorum? Sıkılıyoruz diyorlar. Gençlerin içindeki hiç geçmez görünen sıkıntıya ek olarak, sosyal açıdan ilçenin gençlere hiçbir imkan sunmayışı, üstelik merkeze bu kadar uzak oluşu ve bunların kız olup, çevre baskısına uğruyor oluşları en büyük dertleri. Erkek olsak balığa gideriz, dilediğimiz gibi gezmeye gideriz diyorlar. Ama bu kadarlık serbestlik bile sadece erkeklere tanınan haklar arasında. Balık avlayabilen de erkek, çarşıda başı dik hiç utanmadan turlayabilen de erkek. Yurtta oturmaktan başka yapacak bir şey yok bizim için diyorlar. Sivas’ta Songüllerde kalacak olduklarından rahatlar. Gelecek vaat eden bir bölümün öğrencileri boş zamanlarını kapandıkları yurt odalarında geçiriyorlar ve birbirlerinden başka dayanacak kimseleri yok gurbetliklerinde. Fakülteniz gezi düzenlemiyor mu diyorum, o da bize pahalı geliyor diyorlar. Yurt parası, yol parası, yemeleri içmeleri, kontör masrafları, biraz giyinip biraz da gezmeleri zaten çok kardeşli ailelerine yeterince ağır gelirken bir Miami olmasa bile, güneyde ya da batıda ufuklarını açacak bir tatil onlar için uzak ihtimal. Bir hamam, zevksiz mağazalardan oluşan bir ufak çarşı ve gez gez kaç kez gezebileceğin bir Ulu Camii bu gençleri bir adım ileriye götürmüyor kıstırılmış oldukları kapan içinde.

20160310_180827 (1)

ANLAR VE İNSANLAR : BİRİNCİ BÖLÜM, SİVAS – MERKEZ

20160311_054233 (1)

ANLAR VE İNSANLAR : BİRİNCİ BÖLÜM, SİVAS – MERKEZ

Sivas’a gitmek üzere Sekiz Mart Dünya Kadınlar Günü’nün akşamında çıkıyorum yola. Bu ilk gidişim olmayacak üstelik, sağ salim varabildiğim takdirde. Mir Ali Bey Konağı’nın peşinde Ulaş’ın Acıyurt Köyü’ne, “Veyselin Şarkışlasına” ve Divriği’ye gitmiştim o ilk seferki gelişimde. Bir yolculuğun daha beni nerelere sürükleyeceğinden habersiz düşüyorum gene gece gece yollara. Yol aldıkça zihnim açılıyor. Otobüs yolların asfaltını ezerken, ben de kendi geçmişimle hesaplaşıyorum durmadan. Otobüs bin defa da aynı yollardan geçse, geçiyor işte binbirinci kez. Ben de soruyorum kendi kendime binbirinci kez neden diye. Zihnim, akmakta olan kilometrelerce yola paralel olarak akıyor hiç durmadan. Bedenim oturmaktan uyuşup, tembelleştikçe zihnim açılıyor ister istemez. Karanlıkta üşüşen düşünceler karanlık ve karmaşıklar. -Ve ben size edebiyat parçalıyorum böyle istemeyerek. Belki de isteyerek. Nasıl beğendiniz mi cümlelerimi?-Bazen uzunca bir cümleyi bırak, bir kelime bile bulamıyorum cevap olarak verecek. Şu dünyada en kolay şeymiş soru sormak ve ne zor şeymiş o sorulara cevap bulmak. Cevabım yok benim geçen yıllara. Hatıralar berrak değil artık eskisi kadar. Ne söylesem ben bu yıllara, bir bilsem. Şimdi şurada olmazdım herhalde, bilseydim eğer.

Ülkedeki belirsizlik, savaş ortamı ve yaşanan tüm olumsuzluklar etkilemiş insanları. Herkes güvensiz. Yollar boş. Otobüsler boş. Seyahate çıkmış olanlar hep erkek. Vahşi Batı’ya doğru yol aldığımı hissettiriyor bu bana. Gerçi ben konum itibariyle Doğu’ya doğru ilerliyorum ama her şeyde olduğu gibi kendimizi Amerika’yla kıyaslıyorum. Hiçbir planım yok bu sefer. Ne yapacağım, nereye gideceğim, kimlerle görüşsem, kimleri bulsam! Bir seferde o “kimler” bulsunlar beni diyorum. Kaderimde kimleri bulmak, nereleri görmek var ise onları görüp bulacağım kuşkusuz. Otobüsümüz birkaç müşteri daha toplayabilmek umuduyla girilmedik otogar bırakmıyor. Sayısız molalar veriyoruz. Hep ilerliyoruz ama. Şoförler koltuk değiştiriyor. Süresi dolan en arkaya uzanmaya gidiyor. Sonra da her mola yerinde kendilerine tahsis edilmiş masalarına oturup, çatal bıçak seslerine teslim ediyorlar kendilerini. İlk molada yemek, sonra da kahvaltıya dönüyorlar. Bense iki sene önce gelmiş olduğum Sivas’a ulaşmaya çalışırken, verilen molalarda, bir sürü adamın arasından sıyrılarak geçiyorum tuvalete ulaşmak için. Uyku sersemi indiğim yerlerden birinde başımı kaldırıp da bakmadan önce bir sürü esmer delikanlı görüyorum irkilerek. Benden başka dişi sinek yok ortalıkta gece gece. Yozgat, Coşkun Dinlenme Tesisleri imiş burası. Sekiz Mart bitmiş anlaşılan ve biz gene Dünya Erkekler Gününü kutluyoruz Anadolu’nun ortasında bir sürü de adamın arasında.

9 03 2016 - 1 (3)

Sivas’a ilk inişimdeki heyecan yok üzerimde. Ne çok sevmiştim bu şehri ve insanlarını o ilk seferde. Hep kadınlar karşılamıştı beni. Üniversite öğrencisi bir kız vardı, Cumhuriyet Üniversitesinden bir hoca ve Dersimli, devlet memuru yol arkadaşım vardı. O kızlar yoklar şimdi. Yerlerine bağlı başlı, şaşkın kızlar yerleşmişler. Bu moda galiba. Bir çeşit. Modaysa da eğer geçer ve en nihayet bir gün gelir sona erer. Ama şu kara çarşafların ne gibi bir modası var anlaşılacak gibi değil ve bir hayli de çoklar. Sivas çok değişmiş çok. Ama ileriye yönelik bir değişim değil bu. İki sene içerisinde yirmi üç yıl geriye gitmiş sanki. Durum o kadar vahim yani.

20160309_132455

20160309_134919

9 03 2016 - 1 (2)

20160309_135332

Sivas Merkez’in çarşısına çıkıyorum dolaşmak için. Biraz fotoğraf almak istiyorum. İlk durağım “İl Müftülüğü Buruciye Medresesi İlim ve Kültür Merkezi” oluyor. Bu uzun ismin ağırlığından kurtulabilmek için içerideki görevlinin yolunu kesip gerekli ilimleri almak üzere başında bitiyorum. İslami şartlara uygun olarak dizayn edilen mekan, bünyesinde bir de kütüphane barındırıyor bomboş raflarına kitap bekleyen. Kültürel, dini ve hayri hizmetlere tahsis edilmiş bir enteresan yer olmuş eskiden İl Özel İdaresi’ne tahsisli kültürel faaliyet ve el sanatları merkezi iken. Buruciye Medresesi de kurtarılmış bölge olmuş ve bundan sonra taşımak zorunda bırakıldığı ağır kaderi ve tüm ruhsuzluğuyla yoluna devam edecek. Mekanlara kader biçmek insanların doğasında var. Sormadan iş yapıyorlar bildikleri gibi, canlarının istedikleri gibi. Neticesinde turistik ve içerisinde çok anlamlar saklı tarihi bir yer kalpsiz, kederli, donuk, anlamsız ve soğuk bir mekana dönüştürülüyor. Yobazlıkta boş yere derinlik arıyorum. Kabahat bende. Bir iki fotoğraf alıyorum isteksizce. Sonra da çıkıyorum sessizce.

20160309_142346

Hem kadınlara hem de erkeklere hizmet veren ve yanyana müşterilerini ağırlayan tarihi Kurşunlu Hamamı’na gidiyorum. Önce kadınlar tarafına gidiyorum. Nedense hamama girer girmez bir kıkırdamadır alıyor beni. Gel içeriyi gez diyorlar hemen. Kapanış ya da açılış saatlerinde fotoğraf almak istediğimi söylüyorum. Mümkün değil diyorlar. Makineyi bozarmışım. En az on, on beş gün içerisinin açık kalması ve çalıştırılmaması gerekiyormuş. Buhardan fotoğraf makineni bozarsın diyorlar. Derken kapı açılıyor ve ben gördüğüm manzara karşısında ağzım bir karış açık bakakalıyorum. Açılan kapıyla beraber buharlar dolduruyor bizim olduğumuz yeri. Kapının öte tarafında ise bir sürü kadın var. Kalabalık öyle böyle değil. Kimi kese yaptırıyor uzanmış göbek taşına sere serpe. Kimi bikinili, kimi tangalı, kimisi topuklu ayakkabıyla gelmiş üzerinde ince tül bir üstlük. Defile var sanki. Aptallaşıyorum manzara karşısında. Kadınlar en doğal halleriyleler halbuki. Bir tanesi açılan kapının rüzgarından etkilenip dönüyor ve bana bakıyor. Umurunda olmuyorum. En nihayet hamamı işleten kadın dışarıdan gelen duramaz içeride, on dakikada kaçar gider, buranın kadını da alışmıştır girdi miydi çıkmaz içeriden, bayılır buharına diyor. Şaşkınlığımın nedeni içeride yıkanan yağlı ballı kadınlar beklerken, manzaranın hiç de öyle olmaması oluyor. Şaşkınlığım geçince buranın fotoğrafını bu şekilde alamam yoksa ekmeğinizle oynarım, burayı kapatırlar demekle yetiniyorum. Hanımlarla karşılıklı kıkırdaşıyoruz. Kadınların hemcinslerine göstermek için giyindim tezi yanında soyunduğu tezini de ben atıyorum ortaya. Akademik olmaya çalışsam da başaramıyorum bir türlü.

Dışarıya çıkıyorum, derin bir nefes alıyorum. Bir de erkekler tarafını ziyaret ediyorum. Az önce gördüğüm manzaradan ötürü korkunç çekiniyorum. Kapının eşiğinde suçlu çocuklar gibi tek ayağımın üzerinde bekliyorum. Erkekler beni içeriye buyur ediyorlar. Birkaç hazırlıksız adam görmek korkusuyla şüpheli hareketler içerisine giriyorum. Onlar da benzer şeyler söylüyorlar. Sabah beş gibi gelsem boş olurmuş ama buhardan görüntü alamazmışım, makineme de elveda dermişim. Sol tarafta oturmuş, peştamallerine sıkı sıkı sarılmış tavla atıp çay içen iki adam olduğunu ve bir tanesinin beceriksizce peştamalini göğüs hizasına doğru çekiştirdiğini görür görmez teşekkür ederek mekanı terk ediyorum. Ayrıca da bu hareketi çok feminen bulduğumu belirtmek istiyorum. Bir erkeğin sağlı sollu memelerini beyax peştamaliyle örtmeye çalışması komik geliyor. Kadınlar çıplaklık konusunda daha cömert davranmışlardı halbuki.

Dokuz mart ve ben sıcaktan patlamak üzereyim anorağımın içinde. Genç delikanlılar kısa kollularla geziyorlar. Birileri laf atar korkusuyla paltoma daha sıkı sarılıyorum. Açlıktan ölmek üzereyim. Pideciye giriyorum. Küçük bir dükkan. Yanımdaki masada bir aile var. Karı koca ve kızları. Suşehri’nden geliyorlarmış. Onların yediğinden söylüyorum. Isırır ısırmaz içinden ılık ve sıvı haldeki yağı akan pideyi büyük bir hızla yiyorum afiyetle. Yedikçe keyfim yerine geliyor, doydukça ısınıyorum, yanımda da bir aile olduğundan anorağımı çıkartıyorum. Kısa kollu blüzümle kalıyorum ortada. O aile olmasa orada öyle oturamayacağımı hissediyorum. Kadın merakla soruyor hemen, nerelisin diye. İzmir diyorum, İzmirli olmadığım halde. Belli dercesine bakıyorlar. Silme adamların olduğu masalardaki beylerin benimle göz temasına girmemek için çırpınışlarına şahit olmanızı isterdim sevgili okuyucu. Bu hal, bu İzmirlilik, bu çıplak kollarım bana keyif vermeye başlıyor. Yüzü bana dönük olanlar başları önlerinde harıl harıl pideleriyle haşır neşirler. Aile namusumu kurtarıyor, varın siz düşünün. Kimi masalara kalabalık oturanlar iki buçuk litrelik kolalarını da yanlarında getirmişler. Öyle bir yerde yemek yiyorum. O kadar da ucuz ki. Bu işten çok memnun kalıyorum.

Bugünü bitirmeden yarının planlarını yapmak üzere en iyi bildiğim ve en sevdiğim şeyi yapıyorum. Şehrin dolmuş ve otobüs firmalarına girip nereye gideceğimi kestirmeye çalışıyorum. Suşehri, Zara ve Sivas’ın yakın yerlerine minibüs kaldıran bir firmanın ofisine girip oturuyorum. Nazik bir bey var bana yardımcı olmaya çalışan. Azimli ve sebatkar bana karşı. Tam bir saat boyunca benim yerime benim nereye gideceğimi planlıyor. Buraya gitsem bu var, şuraya gitsem şu var. Orada tarih var, burada tarih yok, Kangal’da balıklar var, Divriği’de balık yok ama Ulu Cami var diyor. Kendisi Suşehirliymiş ama ne yazık ki sezon açılmadan gelmişim. Her yer ıssız olduğundan benim yerime evhamlanıyor. Seçenekleri sil baştan değerlendiriyoruz. Ben bir kez daha Divriği’ye gitmeye karar veriyorum. Fakat orayı ikinci güne sakladığımdan yarının seçeneğini oluşturmaya çalışıyoruz. Çok çaresiziz. Derken bir kız giriyor içeriye. Suşehirliymiş o da. Aramızdaki diyaloğu daha kolay anlaşılması açısından yazacağım sizlere. Bir program yani benim programım nasıl belirleniyor anlatayım sizlere:

Ben : Siz gençler ne yapıyorsunuz burada?
Kız : Burada mı?
Ben : Burada.
Kız : Sıkılıyoruz.
Ben : Ya orada?
Kız : Suşehri’nde mi?
Ben : Evet. Orada.
Kız : Sıkılıyoruz.
Ben : Benim sıkılmayacağım bir yer neresi olabilir?
Kız : Şebinkarahisar.
Ben : Yaa!
Kız : Biz çarşıya Şebin’e gideriz. Burası sıkıcı. Suşehri sıkıcı. Zara sıkıcı.
Görevli Bey : Yok Suşehrimiz güzeldir. Sadece mevsimsiz gelmiş bulundunuz. Sivasımız da öyle.
Ben : Gençler sıkılıyormuş ama.
Görevli Bey : Gençliktendir.

Diyalog sonlanır sonlanmaz google’ın bilgiç kollarına bırakıyorum kendimi. Erdal Eren, Aziz Nesin, Ara Güler Şebinkarahisarlıymış. Erdal’ın çıkışı kısa sürmüş yazık ki. Gel de önemseme şimdi, gel de merak etme şimdi Şebin’i. Rotam çizilmiş oluyor böylelikle yarın için. “Kız” sayesinde. Ben yarın Şebinkarahisar’a gideceğim. Sabah beş buçuk gibi yazıhanede olmam gerekiyormuş. Önce Suşehri yapacağım, oradan da Şebinkarahisar’a geçeceğim. Direk otobüs on buçukta ve iki ya da iki buçuk saat sürecek bir seyahat olduğundan ya beşlerde kalkıp yollara düşmem gerekecek yahut gittiğime değmeyecek. Gittiğime değmeli diyorum içimden. Sabah kalkıp gideceğim Şebinkarahisar’a. Beni bekleyen ne imiş göreceğim bakalım oralarda.

20160311_054246

NEVŞEHİR, ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : ÜRGÜP, AVANOS, GÖREME

NEVŞEHİR, ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : ÜRGÜP, AVANOS, GÖREME

ÜRGÜP :

12 02 2016 - 1

Ürgüp’teyim. Ülkenin en turistik ve dolayısıyla en kalabalık olması gereken bölgesinde hemen hemen hiç turist yok. Yollar boş, ara sokaklar ıssız, oteller kapalı. Yıllar önce bir günde kalkan balon sayısını düşünüyorum da, şimdi tek tükler. Kriz, savaş, kaos, geleceğin belirsizliği, patlayan bombalar son derece cazip fiyatlarla Türkiye’ye gelen yabancı turistin ayağını kesmiş. Eskiden de bombalar patlardı bu ülkede. Ama bu kadar sıklıkla olmazdı. Afganistan, Pakistan, Irak ve Suriye’den sonra tehlikeli olarak kabul edilen bir ülkede yaşamanın verdiği sıkıntının, hassas dengeler üzerine kurulu ülkenin can damarlarından biri olan turizmi nasıl etkilediğine kendi gözlerimle şahit oluyorum. Avrupalı turist az. Rezervasyon iptalleri var İstanbul’daki saldırıdan sonra. Çinlilerin bayramı da bitmiş. Sezonu kapatmış esnaf çaresiz. Bu sene tatil planı yapacaksanız, buralara gelin. Anadolu başkadır gene de. Kapadokya bölgesindeki enteresan doğayı bulamazsınız başka yerde. Her yeri kendine özgüdür. Her sokağından, tüm yerleşim bölgelerinden ayrı bir güzellik çıkar. Bir yere gidecekseniz, buraya gelin. Taş evlerde kalın. Atv’lere binin, at sürün kovboylar gibi, güzelim şaraplarından için. Kapadokya bölgesi ve Eski Mardin insanı allak bullak eder. Türkiye’de eşi benzeri yoktur. Mardin için, tüm GAP için-Gap turları yapardı eskiden turizm firmaları bundan çok da uzak olmayan tarihlerde, bir projeymiş cidden kolaylıkla harcanabilen- yanlış politikacılar, kötü niyetler, misillemeler… Şu geldiğimiz noktaya bak! Gel de şu halimize bak!

20160113_153038

20160113_144516

20160113_151205

20160113_144408

20160113_151459

Ürgüp Öğretmenevi’ne giriyorum. Güzel, eski bir taş bina. İçerisi bomboş. Kimsecikler yok. Çay var mı diyorum usülden çalışanlara. Demleriz diyorlar kibarlıktan. Düşünün. Lokantalar boş. Öğle arasını da geçtiğinden memur ya da banka personelinin gelme ihtimali de yok. Kalamayacak olsam da gece hayatı olduğunu bildiğimden soruyorum esnafa, nasıl acaba gece hayatı diye. Kayserililer bitirdi diyor bir tanesi. Kayserililer buraya gece hayatına mı geliyorlarmış diyorum. Olanca ciddiyetleriyle kafalarını sallıyorlar. Kayserililerin bu bitirme işi hakkında bir fikrim olamıyor yazık ki. Ayrıntıları duymak istediğimi de sanmıyorum zaten.

20160113_153629

20160113_145019

Elinde bir büyük Divan-ı Kebir misali kitap olan İngiliz bir kadın ve ben yabancısıyız buraların. Dışarıdan şaşkın ve bakımsız görünüyoruz. İkimizin de botları toz içinde. Saçlarımız papaz gibi. Onun yüzü sapsarı, benimkisiyse kirece bulanmış gibi. Kadın benimle ilgilenmiyor. Ben onunla ilgileniyorum ya! Yine de garipseyerek bakıyor bana. Hiç alışılageldik bir durum değil sanırım buralarda son günlerde bir başına dolaşan turist kadınlar.

AVANOS :

20160113_165338

Her defasında en az ya da hiç miktarlarda gezi programıma dahil ettiğim Avanos’tayım nihayet. Galiba şu çanak çömlek meselesi hiç ilgimi çekmediğinden böyle. Hiç ama. Avanos’a hava kararmak üzereyken geliyorum ve hava buz gibi. Ayaz mı çıktı ne? Köprüden geçiyorum önce sallana sallana, Kızılırmak’ın üzerinden. Karşı taraftaki pastaneler bomboş. Otursam iyice geç olacak, dükkanlar kapanacak. Gözümün önünden şuruplu ağdalı hamur tatlıları ve üzerinden çikolatalı soslar akan, karnı kremalı yuvarlak pastalar geçiyor. Soğukta insanın canı hep tatlı istiyor. Hevesimi sonraya saklıyorum. Çarşının içine yöneliyorum. Chez Galip’in önünde buluyorum kendimi. Yıllar önce atölyesine gitmiştim Malezyalı bir çiftle. Şimdi onun yeğeni olduğunu söyleyen Mustafa var dükkanda. Saç müzesini gezdiriyor bana. Odalar odalar içinde tavanlara, duvarlara asılı rakamla on altı bin olduğu söylenen ve her geçen gün bu rakamı geçen saç uzantıları ve üzerlerine yapıştırılmış notlar çıkıyorlar karşıma. Adını, soyadını, uyruğunu, telefonunu, mail’lerini bırakmış kadınlar. Alt katlarda yer alan ruhsuz odalara ruhundan bir tutam katmış dünyanın dört bir yanından gelmiş kadınlar. Bir yandan ürkütücü görünüyor yıllanmış saçlar, bir mağaranın içinde yıllar yıllar içinde oluşmuş sarkıtları andırıyorlar bu halleriyle. Her saç bir hayat ve üzgün bir kadınla, ileriyi gören bir adamın aklı, burada, kadınlardan olma sessiz bir dünya yaratmış. Ben de bırakıyorum bir tutam saçımı Avanos’ta Chez Galip’e. Pittsburgh’da Kuzuların Sessizliği’ndeki Buffalo Bill’in yaşadığı yeri anımsatan ama aslında hiç var olmamış ünlü bodrum katını andırıyor burası her haliyle.

20160113_170958

20160113_172748

Karanlık çöküyor iyice ve insan ürküyor bir anda sokaklarda bir başına. Bir kadın sesleniyor arkamdan. Sonra daha yüksek sesle, derken daha da yüksek sesle. Durak çıkıyor karşıma. Orada da bir adam. Mahallenin delisine çatmışsın diyor. Gelme diyor kadına. Kadın geliyor daha hala arkamdan. Beni bir arabaya bindiriyorlar. Kadın arabanın arkasından da geliyor, hala daha nereye gidiyorsun diye diye. Avanos’un delisiymiş. Deli sever beni diyorum kendi kendime. Unutmuşum çoktan.

19 02 2016 - 1

GÖREME :

Sabahın çok da erken olmayan ama erken bir saatinde buradayım. Saat dokuz buçuk. Ben buradayım da, herkes nerede? Koreli bir çift var hemen önümde. Başka da bakıyorum da hani sağıma soluma, kimsecikler yok. Kimi esnaf daha dükkanını açmamış bile. Üç tane yavruluktan çıkmış, büyümüş kocaman olmuş kedi var bir dükkanın önünde aynı paspası barış içinde paylaşan. Çok ciciler. Pek şekerler. Sadece bakıyorlar gelene geçene hiç istiflerini bozmadan. Gelen geçen de fazla olmadığından, bana da poz veriyorlar iki arada bir derede. Teşekkürler.

2016-01-31 20.08.54
Aynı Paspas’ın Çocukları
20160114_111231
Koreli Çift

Koreli çiftle rastlaşıp, birbirimizi anlamadan konuşuyoruz. Bu genellikle şöyle olur: sen bir şey söylersin, karşı taraf başka bir şey anlatır ve hoşça kal diyerek vedalaştığınızda aklınızda kalan bir şey yoktur. Ne aydınlanmışsınızdır ne de karşı tarafı aydınlatabilmiş. Suretleri silinir kolaylıkla gözünüzün önünden. İşte öyle bir ayrılış oluyor bizimkisi de.

Bugün Cuma ve Cuma hutbesi veriliyor. Ağzım bir karış açık, dinleye söylene yürüyorum kendimi kaptırıp. Hayır bugün cuma değil, verilen de cuma hutbesi değil. İmam almış eline mikrofonu konuşuyor. Mevzusu ise şu: “Müminler, inananlar vazgeçin şu zinadan”. Sonra da uzuun uzuun Allah-u Teala’ya bağlıyor mevzuyu. Yatay bir soruna dikey bir çözüm getiriyor kendince. Çok başarılı bir hatip ama saçmalıyor. Her yerden şehit haberleri gelirken, canlı olduğunu sanan cansız bombalar ülkende cirit atarken, insanlar birbirine düşmüş, mezhep ve etnik kimlik ayrımı yapılırken, millet gırtlağına kadar borç içinde yüzerken, ne zinası? Kime ne milletin yattığı yerden? Her yer çok ağır bir mutsuzluk ve belirsizlikle horlandıkları topraklarda zencinin zencisi olarak yaşamaya çalışan mültecilerle dolmuşken, ne zinası böyle bir günde söyle akılsız adam. Alan razı, veren razıysa Hocaefendi, sen fazla fazla takılma bu mevzulara. Pompei değil burası, Caligula değil bu halk, bu insanlar. Ne kadar boş tüm bu yobazlıklar. Tecavüzlere, kadınlara dayağa sesiniz çıkmaz ama kolay kolay.

Göreme Açık Hava Müzesi’ne gelmeden kafelerin ve hediyelik eşyaların olduğu dükkanların arasından geçiyorum. Bir anda bir dükkan sahibi çıkıyor karşıma. Adam bana duyup duymadığımı soruyor. Duydum diyorum. Meğer Nevşehir Merkez Camisine bağlanıp, oradan da hoparlörlerle naklen yayın yapıyorlarmış tüm ilçelere, köylere. Allah’tan bu saçmalıklardan anlamıyor turistler. Yerli halkın damarına basıyorlar ancak. Böyle günde olur mu böyle vaaz diyor. Milletin oğlu ölmüş gitmiş, ölüsünü yıkamak cenazesini kaldırmak peşindeyken nedir bütün bu saçmalık? Sıcak şarabım var diyor. Dönüşte uğrarım diyorum ben de.

20160114_110557

20160114_112140
Manşet girin

20160114_114120

28 01 2016 - 1
Göreme Açık Hava Müzesi

Açık hava müzesindeki her bir kiliseyi ziyaret ediyorum tekrar tekrar. Kültür Bakanlığına bağlı görevliler var her yerde, olası fotoğraf çekimlerini engellemek için kendi paylarına düşen kiliseyi bekliyorlar. Kimi görevli yasak bizim bilgi vermemiz, audio alsaydınız diyor. Haklısın ama teorik bilgi her yerde varken, senin kelimelerin kaçıyor, bir bilsen. Unesco Dünya Miras Listesi’nde yer alan açık hava müzesinde manastır hayatına şahitlik ediyorsunuz gezdikçe. Vadi manzaralı kiliseler ve şapellerle bezeli alanda erken dönem Ortodoks Hıristiyanların hayatına tanıklık ediyorum yüzyıllar sonra. Kullandıkları boyalar her nasılsa bozulmamış, gelmiş bugünlere kadar. Görevli günümüzün plastik duvar boyalarıyla karşılaştırıyor zamanın malzemelerini, beni de bir gülmedir alıyor. Plastik satenlerle boyanmış fresklerin halini düşünüyor insan. Olmayacaklardı o zaman şimdiye tüm bunlar. Müze kapsamında, Kültür Bakanlığına bağlı harika hediyelik eşyalar satılan bir mağaza var burada. Onu da gezip ayrılıyorum müzeden. Çıkışta fotoğraflar çekiyorum. Aşırı soğuktan ne yaptığımı bilmez halde çektiğim rastgele karelerden birine takılan, cinsiyeti belirsiz bir insanın soğuğa karşı aldığı önlemlerle objektifime yansımış haline bakıp da korkmayın sakın. Mevsim normallerinde seyreden havalarda ben de objektiflere yansımasam da aşağı yukarı bu hallerde dolaştım durdum. Hayatımda yemediğim tatlıyı da bu bölgede yemişliğim var.

20160114_124253 (2)

20160114_113521
Doğal Kapalı Otopark

Geldiğim yoldan dönüyorum tekrar. Beş tane tur otobüsü var araç yerinde park edilmiş olan. Müzeye gelmeden konuştuğum cafe sahibiyle karşılaşıyorum. Giderken masada bıraktığım biracı ve tembel Alman’ı buluyorum içeride. Soğuktan buraya sığınmış turistler, divanlarda büzüşmüş oturuyorlar. Biracı, tembel ve tombiğin yanakları al al olmuş alkolden, hem de sobanın sıcağından. Biraya devam. Bense sıcak şarap söylüyorum. O kadar iyi geliyor ki, içim ısınıyor. Dünyayı kurtarmaya hazırım diyorum kendi kendime. Dünyanın hele de benim tarafımdan kurtarılmak konusunda çekimser kaldığını düşünüyorum. Hiç ses etmiyor bana.

Kafeyi işleten iki kişiyle Almanya ve Hindistan’dan gelmiş turlar gidince konuşabiliyoruz nihayet. Onlara şarap on beş bana beşmiş. Malum euro şu kadar, dolar bu kadar, sosyal devlet onlarda, bizim olay bambaşka. Ödesin bakalım canlar. Doksan dokuz euro’ya geliyorlarmış buraya adam başına, tur kapsamında-söyleyenlerin yalancısıyım. Hava bedava, su bedava. Arada canlı bombaların hedefi olsalar da, biz her gün yaşıyoruz aynı korkuları kalabalıklara karıştığımızda.

NEVŞEHİR, İKİNCİ BÖLÜM : HACIBEKTAŞ

20160113_114311

NEVŞEHİR, İKİNCİ BÖLÜM : HACIBEKTAŞ

“Mezhep kavgası politik bir suçtur.”

KURGU KISMI:

Gözlerimi açtım. Sıcacık yatağım daha da ısınmadan içerisinde doğruldum, sonra da kalkıp otel odasının penceresinden dışarıya baktım. Nevşehir’de soğuk bir gün olacağı belliydi. Yüzümü yıkadım. Makyaj yapmadan önce bıyıklarım çıkmış mı diye ayna karşısında dikkatli dakikalar geçirdim. İstenmeyen bir tüy güzelliğimi bozabilirdi. Tüy yoktu. İç rahatlığıyla makyajımı yaptım. Giyindim. Özenliydim. Botlarımın üzeri tozlu olduğundan, bavulumun içinden çıkardığım özel süet boyasıyla boyadım her ikisini birden. Bağcıklarımı bağladım. Sırtımdaki kamburu attım. Süzülen bir kuğu misali lobiye indim. İnsanlara gününüz aydın olsun dedikten sonra kahvaltı salonuna geçtim. Açık büfeden tabağıma aldığım dört tane siyah zeytin, üç tane karnı kırmızı biberli yeşil zeytin, iki dilim hellim peyniri ve cherry domateslerini birbirleriyle temas etmeyecek şekilde konumlandırdım. Aralarındaki mesafeli ilişki bir iki yudum ılık çay eşliğinde ağzıma berabercene tıkılıp mideme gönderildikten hemen sonra bozuluverdi. Yıllardır altlı üstlü oturmaktan birbirinden bıkmış ve içten içe kin gütmüş kırk yıllık komşular misali karıştılar bir anda. Benim içinse sorun yoktu. Ben ağzıma atmaya bakarım. Sonrasında yaşananlar kendi meseleleridir. Beni ilgilendirmez. Minik kahvaltımın ardından lobiye geçip ağzımı küçük küçük açarak esneyip hoşbeş edecek birkaç tanıdık yüz aradım. Bulamayınca lobi çalışanlarının ve karşıma çıkan tüm otel çalışanlarının zamanını gasp ettim. Kendimi çekmek zorunda hissettirdim onlara. Çektiler de. Çekmeyip de ne yapacaklardı? Sonra ufak bir şehir turuna çıktım, yorulmadan geri döndüm. Terlemek istemedi canım. Gazetelerin ön sayfasından yükselen savaş çığlıkları ve ölümler ilgimi çekmedi. Kapattım. Moralim bana lazımdı. Saatim on iki’yi gösteriyordu. Öğle yemeğine indim ve

Bu kurgu kısmıydı. Beni bir de böyle hayal edin istedim. Kabul ediyorum yazarken ben de kendimden sıkıldım. Şimdi gelelim benim gerçekte neler yaşadığıma.

NEVŞEHİR :

O sabah kafamda bir tuhaflıkla kalkmıştım. Kafamın içindeki uğultunun sebebini anlamak için ağırlaşmış gözkapaklarımı araladım. Yerde uzanmış yatıyordum. Altımdaysa ne bir yatak, ne de bir şilte vardı. Üzerine yattığım sağ tarafım yüzünden sağ kolum ve sağ bacağım acı içinde kalmıştı. Kendime bakmaya çalıştım. Kazağımın altını araladım. Ufak morluklar vardı. Sanki biri tarafından tekmelenmiştim. Aynı morlukların bileğimde de olduğunu gördüm. Odanın diğer taraflarına baktım. Rutubetten akmış duvarların üzerine çivi bile çakılmamıştı. Pencereler içeriden gazete kağıdıyla kaplanmış, günler öncesi tarihli gazetenin kalan sayfaları yerlere saçılmıştı. Soğuktan buz gibi olmuş ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırarak ısıtmaya çalıştım. Kaçırılmış ve unutulmuştum. Ya da kaçırılmıştım ama unutulmamıştım. Dirseğimin üzerinde doğruldum. Nihayet ayağa kalktım. Her yerim ağrıyordu. Kapıya doğru yöneldim. Elbette kilitliydi. Biraz zorladım hatta bedenimde kalan son gücü denedim üzerinde ama gene nafile. Pencereye yöneldim. Gazete kağıtlarını parçalayarak aldım. Demir vardı üzerlerinde. Çığlık atmayı denedim. Sesim önümdeki ıssızlıkta kayboldu. Bir evin giriş katıydı burası. Hafızam yavaş yavaş geri geliyordu. En son Nevşehir garajından bindiğim bana özel arabanın Toki konutlarından aşağı süzülmek yerine, yönünü değiştirip ara sokaklara saptığını ve bunu fark ettiğimde çığlık çığlığa koltuk ve döşemeyi yumrukladığımı, buna karşılık şoförün tepkisizliğini anımsadım. Robot gibi hiç konuşmadan, karşımıza çıkması olası insanları ezmek pahasına büyük bir hızla geçiyordu daracık sokaklardan. Beni düşüncelerimden uzaklaştıran bir el kapının kilidini çevirdi aynı anda. Bir tanesi tıknaz ve kısa boylu, diğeri esmer ve korkutucu derecede iri iki adam tam karşımda bana doğru yönelttikleri alaycı bakışlarıyla bir şeyler fısıldaştılar. Panikten ve korkudan ne dediklerini anlayamadım. Neredeydim? Kimdi bu insanlar? Kısa ve tıknaz olan kayboldu bir anlığına. Sonra elinde yarım ekmek ve beyaz peynirle döndü. Tabağın üzerindeki sözde sabah kahvaltımı yere koydular ve kapıyı kapatıp kayboldular. Tabaktakileri yemek içimden gelmedi ama çok da acıkmıştım. Ekmeğimden bir parçayı dişlerimle kopardım. Ekmeğe karşı hırslanmış gibiydim. Bir parça peynirden attım ağzıma. Hırsla çiğnedim ikisini aynı anda. Peynir yağ gibi eriyiverdi ağzımın içinde ilk etapta. Bir an geldi, doygunluktan mahsunlaştım. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Saatime baktığımda, on iki’yi gösteriyordu ve

Bunu son romanımda kullanabilirim. “Nevşehir’de bir kırık kaçırılma öyküsü”. Bir bölümün adı bile olabilir. Okuyucu aksiyon sever. Biraz hareket katmam gerek yazdıklarıma. Böylesi heyecanlı olmakta. Aksiyonlu kurgu. Bunu da mı beğenmediniz yoksa? Ama şimdi geliyorum kendi hayatımın kurgusuna.

GERÇEK KISMI :

Yaşlıyım. Daha az gülüp, daha çabuk yoruluyorum. Her neyse, enerjim eskisi kadar yüksek değil ama bana yetiyor. Soğuk iklim insanı erken uyandırdığından, tüm yorgunluğumla yattığım yataktan, dinlenmiş olarak kalkıyorum. Bölgelere ayırmıştım gelmeden şehri. Orjine dönüp dönüp baştan başlayacaktım. Nevşehir merkez, ilçeler enfes. Zamanın daraldığı hissinden kurtulamadığımdan palas pandıras giyinip yola fırlıyorum. Aynada uzamış bıyıklarıma bakma fırsatım da olamıyor haliyle. Çok yazık. Benim günlerim de işte böyle yollara fırlayarak geçiyor. Kahvaltım kraker ya da yollardan aldığım poğaçalarla telaş ve panikle başlayıp, öyle de bitiyor.

20160113_103122 (1)

20160113_101807

O kadar hızlı yürüyorum ki beş dakika içerisinde durakta oluyorum. Az bir nüfusla Hacıbektaş’a hareket ediyoruz. Saflaşmış ya da hep safmış bu kadın, yanında onu yönlendiren bir adamla şaşkın şaşkın biniyor arabaya. Adam onu kolundan tutarak çekip çeviriyor. Hiç konuşmuyorlar aralarında. Kadın yol boyunca yola bakıyor sadece, inen binen umurunda değil. Uzun süre aynı havayı solumuş ve nihayet dışarıya çıkmış bir çocuğun saflığı var bakışlarında. Yollar alıyoruz beraber ve iniyoruz beraber. Aynı heyecansızlık var üzerinde. Çarşamba pazarına denk geliyorum. Hem soğuktan, hem adetten insanlar öğlene kadar pazar yapıp toparlıyorlarmış. Üç bacılık var bir tezgahın önünde(burada öyle diyorlar bacılara: bacılık). Biri fotoğraf hususunda hevesli. Çabuk çabuk diyor bana, müşterileri kaçırmamak için. Gülüyorum ben de kendisine. Kıpkırmızı domatesleri, karnabaharları tezgahında sergileyen iki adam takılıyor gözüme. Birisi ufak tefek ve zayıf, diğeri tombul toraman. Yanyana Laurel ve Hardy’e benziyorlar. Aynı anda bir amca yaklaşıyor tezgaha. Benim fotoğraf çektiğimi görünce doktorumuz geldi diyorlar kendisini göstererek. Nasıl yani diyorum ben de. Aletsiz tansiyon ölçer eliyle, bir hastalığımız olsa ona gideriz diyorlar. Öyle mi diyerek fütursuzca uzatıyorum kolumu kendisine, ölçsün diye. Besmelesini çekip saymaya başlıyor. İçimden on dört dokuz geçiyor. “Büyük on dört, küçük dokuz” diyor. Büyük olan bir puan fazlaymış ama olur o kadar soğuk havalarda diyor. İsmini soruyorum. Kadir Doğan’mış. Oğlu varmış, Burdur’daymış. Bana yanında taşıdığı defterini gösteriyor. İçinde almış olduğu notlar var. Eski zamanaların şamanlarına benziyor. Seyyar, natürel doktor. İlk defa besmele eşliğinde tansiyon ölçtürmüş bulunuyorum halk pazarında. Hayat garip. Çok garip işte.

2016-01-18 23.19.28

2016-01-18 22.39.49
Kadir Doğan

20160113_101853

Hacıbektaş-ı Veli Müzesi’ne giriyorum. Her zamanki gibi ücretsiz. İkinci Avlu olarak da bilinen Dergah Avlusu’ndan geçiyorum. İlk önce Balım Sultan Türbesi’nin yanındaki mezarlığa gidiyorum. Genç bir erkek var benim gibi ziyaretçi olarak gelen. Gözümü yüzüne çevirdiğimde kafasını çeviriyor. Arkasını dönerek oturuyor mezarlığın başına. Türbenin içine giriyorum. Görevli sakin, nazik ve bilgili. Hiç duymadığım ya da gözden kaçırdığım şeyler anlatıyor bana. Ulusoy’lardan bahsediyor. Eşikten atlıyoruz beraber. Çıkarken aynı gençle karşılaşıyoruz. Buğulu gözlerini kaçırıyor yine benden. Elinde Kur’an bir yandan dua okurken bir yandan duvarlarda gezdiriyor ellerini. Kutsuyormuş gibi duvarları, alçı gibi sürüyor duvarlara duaları. Bunu yaparken transa giriyormuş gibi oluyor. Görevli beye soruyorum kimdir, kimlerdendir diye. Hep gelir cevabını alıyorum. Hep gelirmiş, okur okur gidermiş. Ben o karışık aklımla Fatiha’yı zor getirirken aklıma, kendisi okurmuş okurmuş, gidermiş sonra da Ankara’sına. Beni görmezden gelmeye çalıştı belki ama ben onu, yüzünü ve buğulu gözlerini nerede görsem tanırım. Ara ara aklınıza olur olmadık anlar, yüzler gelir ya. Onların hiç biri anlamsız değildir. Her rastlaşmanın, her izin küçük ya da büyük anlamı var bu hayatta. Biz o Abdal’la bir gün yine bir yerde karşılaşırız. Abdallar var Anadolu’da. Kalabalığa karışmadan yaparlar ibadetlerini, gözlerden ırakta. Pirleriyle karşılaşma umudu taşıyan Abdallar. Bir zamanı var bu karşılaşmaların. Beklemek lazım. Sabırlı olmak lazım. Bir Veli’nin dediği üzere arayıp bulmak gerek, murada ermek içinse sabırlı olmak gerek. İnsanları mazur, kendini kusurlu görmek gerek. Başkalarını tam, kendini noksan görmen gerek. Hak ile arana perde koymaman gerek.

20160113_104045

31 01 2016 - 1 (2)

Saatime bakıyorum. Tam on iki olmuş. Pazarcılar tezgahlarını toplamaya başlamışlar bile. Minibüs durağının içine giriyorum. Görevliye en yakın saatli bileti kestiriyorum. Bir yandan da simit yiyorum, aynı anda telefonumu şarj etmeye çalışıyorum ve uslu uslu oturuyorum. Üç kız var benimle birlikte fakülte öğrencileri olan. Yarıyıl tatiline girmenin mutluluğu içindeler. Birkaç müzisyen, Bulgar göçmeni pazarcı bir kadın, yerlilerinden de erkekler var. Herkes birbirini tanıyor. Tek ben varım ne olduğu belirsiz. Gözleri bir yerden ısırıyor olsa da tam adını koyamıyorlar varlığımın. Nereden geldim, nereye gidiyorum, kimlerdenim gibi sorular soruyorlar. Telefon, ulaşım ve koordinasyon işini yapan adam en çok ilgileniyor benimle. Annem nereli, babam nereli, kardeşim var mı? Nereli olduğumu öğrenince olduğum yerle ilgili bütün tanıdıklarını sayıyor. Ben hiçbirini tanımıyorum. Gidince sor diyor. Gitmiyorum ki diyemiyorum. Gitmeli miyim acaba, ya bu bir işaretse? Hışımla kapı açılıyor. İçeri giren adam öfke içinde ve soru sormayı ve anlatmayı seven adamın yanına oturuyor başı diğer yöne çevrili vaziyette. Konuşkan olan şu an hatırlamadığım ama ötekinin damarına basan birkaç cümle sarf ediyor. Hışımla içeri giren ve hala daha öfkeli olan “Sus artık kafamı dinleyeceğim” diyor. Bulgar göçmeni hanım Gönül Bey diyerek arayı yumuşatmaya çalışıyor. Diğer adamalar da minibüs geldiğinde öfkeli olanı, takma kafana diyerek sakinleştirerek uğurluyorlar. Bizi Nevşehir’e götürecek olan şoförümüz oymuş meğer. Geriye dönüp baktığımdaysa Gönül Bey konuşmaktaydı aynı hararetle. Bulgar göçmeni hanıma soruyorum kocan var mı diye. Var diyor. Neden sordun diyor. Erkeksiz yaşamak güç olsa gerek Anadolu’da diyorum. Her yer erkek. Onlar soruyor, onlar konuşuyor. Anadolu’da benim gezdiğim yerler arasında, İslam Rönesansı olarak kabul edilen Alevilerin yaşadığı Hacıbektaş’ta bile yalnız bir kadın olarak yaşamak güç olsa gerek. Öyle geçiverdi içimden, soruverdim ben de hesap etmeden.

gplus459425306 (1)

20160113_105245

20160113_113411 (1)

20160113_104900 (1)

 

NEVŞEHİR, BİRİNCİ BÖLÜM :

20160112_160906

NEVŞEHİR’e DOĞRU :

“Kişinin ne aradığını kendisinin de bilmediği durumlarda, arayış çok güç bir işe dönüşür.”   Kadınsız Erkekler, Haruki MURAKAMi

GİRİŞ :

Kim bilir rüzgar nereye götürür? Götürüyorsa eğer nazik esiyordur, çünkü sürüklediği de görülmüştür. Nereden alır, ne yöne çeker? Çünkü bazen o rüzgar sert eser. Bazen hiç esmez. Ağacın dallarına, dalların hışırtısına, uçuşan yapraklara, denizin yüzeyindeki dalgalara bakmazsan bilemezsin nefes alıp veren hırçın varlığını. Bazen yağmur getirir, bazen felaket. Ama görünmeyen elleri kağıt kalem tutar. Hafızası mükemmeldir. Karşına çıkacak kişileri  tek tek kendisi belirler hiç üşenmeden. Notlar alır, üzerine yağdırır. Dilsizdir, mesafelidir, kolaylıkla yön değiştirir. İtiraz hakkını kullanabileceğin bir yetkili merci bulamadığından, gelene razı olmak kimsesizliğindenmiş gibi seni yiyip bitirir. Bir parça muzip düşünmeye çalışırsın, çareler tükenince. Rüzgar, sana söylüyorum beni dinle. Tüm bu ayarlamalarının, karşılaştırmalarının son anda ya da çok kısa bir süre önce oluşturulduğunu düşündüğüm için, değiştirebilme payımın olduğunu ve bu hakkın bir şekilde benim içimde saklı olduğunu düşünmekteyim. Yani kısaca yaprak düşer ama nazlı nazlı düşer. İtiraz ede ede, tatlı tatlı, bir o yana bir bu yana sallanan ve içinde ağır bir beden taşıyan bir hamak gibi görünmeyen bir el tarafından ama çokça kendi gayretiyle sallana sallana düşer. İşte böyle kader bir anda önüne düşmez. İnsanlar da karşına öylesine çıkmaz. Bir nedeni vardır tüm bu kesişmelerin, bir matematiği, bir kimyası. Olasılıklar üzerinden giderken, çarpıtılmış kanıtların peşine düşer insanoğlu. Görmek mümkün müdür peki işaretleri? Değiştirmek mümkün müdür geleceği? Elbette. Rüzgar dilsiz olabilir ama sen kör değilsin ki. Yoksa öyle misin? Ahh yavrucuğum toymuşsun da. Biraz da şaşkın. Hayatın boyutunu yüz yaşına gelmiş ölmek bilmez kör ninenle karşılaştırmaktan olmuş sanki tüm bunlar. İlla uzamalı çektikçe, öyle mi? Günleri ve geceleri genişletmek gelmiyor mu hiç aklına? Dümdüz sona doğru ilerliyorsun. Kör değilsin ama körebeden de habersizsin. Ahh duydum seni. Çocukken oynardık dedin. Gene oyna. Ne kaybedersin? Yanılt seni oluşturanı. Yanılt tüm dünyayı. Ne kaybedeceksin ki? Sanki ne kazanmıştın ki? İtaatkardın. Bir kez asi ol. Razıydın. Bu kez dirençli ol. Asilik oyununa alışmak kolay olacak. Herkese, her şeye omuz silkmeyi dene bir de. Gökyüzüne bak da söyle bir kere de. Yüksek sesle. Seni yeneceğim de. Şimşekleri çek üzerine. Yağmurlar yağsın üzerine. Kör nineni düşün. O da yaşıyor işte. Zirveye tırman, durduğun kabahat. Everest’e tırman bundan sonra. Sonun belliydi madem, ne değişecek ki? Bir saniye zirveye çık, tüm ömrün yere çakılmakla geçsin. Boşver. Hayat bütün bunlara değer. O bir ana değer.

Yuvarlanarak düşüyorsun ve bana lanetler ediyorsun. Seni duyuyorum. Çok acı çekiyorsun. Ama et acısını unutur. Sen zirveyi düşün bir de her düşüşünde.

YOLDA GEÇEN BİR GÜN :

Ercan Havalimanı’nda tanıştığım aslen Adanalı Yıldız Hanım’ın anlattığı gotik hikayelerle bir saat rötar yapan uçağımızı bekliyoruz. Geçim derdi, çocukların derdi, beyinin keyfi, Kıbrıs’ın pahalılığı, kilosu altı buçuk liralık domatesi alıp da yemenin verdiği sıkıntı, düşük ücretler ve emekli maaşının kıtlığı. Çok çocuk ve çok hikaye, Adana ile Kıbrıs arasına sıkışmış hayatlar. Çareyi beraber tuvalete gitmekte buluyoruz uçağın rötarı uzayıp gittikçe. Ben valizimi geride bırakmak istemeyince burası Adana değil diyor. Sorumluluğu üzerine atıp, tıpış tıpış gidiyorum peşinden. Bir şey olmamış vaziyette buluyoruz eşyalarımızı döndüğümüzde. Kendini anlatmayı seviyor Yıldız Hanım; konuşkan çokça, tuhaf detaylarına takılıyor hayatın. Durmadan şükür diyor. Derdini dinleyen ben, şükrettiği gözlerini dikip görür müyüm acaba bir kere de diye merakla baktığıysa gökyüzü. Suretiz, elçisiyiz ama haksızlık oluyor gibi geliyor bir anlığına. Tüm çocuklarını, onların ne iş yapıp nerede yaşadıklarını ve oturdukları evlerin kime ait olduğunu öğrenmem on dakikamı almıyor. İki şişeden fazla içki getirilemeyeceğini tembihliyor bana sıkı sıkı. Adana işi sıkı tutuyor diyor. Gele gide ine bine işi öğrenmiş Yıldız Hanım.  Ama dediği de çıkıyor. Valizlerini bar tezgahı gibi şişe şişe içkilerle donatanlar gümrükte takılıyorlar. Geçemeyenlerin acı çığlıklarıysa hala kulağımda. Kolay değil, boşa gitti onca para.

Çok az fark ediyor hava durumu Adana’da, Kıbrıs’tan sonra. Ilık bir havada çekiştiriyorum valizimi. Adana’yı havalimanıyla ıskalıyorum her zaman olduğu gibi. Kalabalık, karışık, insanları çok çılgın. Yıldız Hanım valizlerimizi beklerken yan koltuğunda oturan adamın ter koktuğunu, erkeklerin de roll on kullanması gerektiğini söylüyor. Herkes her gün banyo etmeli diyor. İki adamın arasına sıkışıp kendini kasmaktan mahvolarak geldiğini anlatıyor. Haline bakıyorum. Hiç de öyle mahvolmuş görünmüyor. Bilakis o adamları mahvetmiştir. İstediğini söyleme cesareti taşıyanlardan çünkü. Natürel kadın, Yıldız Hanım. Sıkıştım kaldım ben burada diyebilmiştir. Kalan ve beraber geçirdiğimiz sınırlı dakikalar boyunca daha da bir sürü şey anlatıp durmuştu. Ama tek gözüm bir türlü çıkmayan valizimde olduğundan, ettiği bir çok lakırdı da havaya gitti. Bir nefes yanımda Yıldız Hanım. Hepsi buydu. Sizinle bu kadarmış Yıldız Hanım.

Nereye geldiğimi anlamaya çalışıyorum. Yürüyerek havalimanından çıkıyorum. Gökyüzü pırıl pırıl. İnsanlar hep esmer burada. Yıldız Hanım gibi. Uzun boylu, iri kemikli bir kadındı. Vücut ağırlığını ilk önce tabanlarının arkasına vererek yürüdüğünden tüm ağırlığını yasladığı haşmetli gövdesiydi onu korkutucu bir hale sokan da buydu. Gür ve yer yer beyazlaşmış siyah saçları ensesinden itibaren lüleleniyor, az bakımlı, hiç makyajlı, ama temiz görünüyordu.  Yalnızken erkeklerin bana doğru arsızca baktıklarını, o geldiğinde kaçamak bakışlar attıklarını hissetmiştim. İzbandut gibi duruyordu yanımda. Küçücük kalmıştım onun gövdesinin gölgesinde. Eğilerek bir şeyler söylüyordu daima. Ürkütücü tarafı aşırı korumacılığından da geliyordu. Beni sahipleniyordu, oturduğu mahallesini, Adanasını, sahip olduğunu sandığı, dahil olduğu her şeyi. Anlattığı hikayeler değil de kendisi daha gotikti. Eşine almış olduğu 70’lik rakıların fiyatını son bir kez de burada kontrol etmişti. Sonuç memnuniyet vericiydi.

Nihayet havalimanının dışındayım. Taksiler nerede olduğumu ve olduğum yeri tanımama fırsat vermiyorlar bir türlü. Bir akşam gene valizimi çekiştirerek yürümüştüm bu yollarda. Tarsus dönüşüydü. Biraz anımsar gibi oluyorum ama hepsi bu. Taksilerin içindeki adamlar yarı bellerine kadar dışarıda arabaların içinden o kadar çok bağırıyorlar ki aptallaşarak dolu bir taksiye biniyorum. Şoförün ağzında sınırlı sayıda dişi var ama konuşmaya da meyili var. Yanında oturan Antakyalı olduğunu söyleyen mimar çocuk benimle konuşmaya çalışıyor. Telefonumu istiyor. Şoför “Ooo bu ne hız” diyor. O trafikte dönüp bana “Verme sakın” diyor. Vermeyi düşünmüyorum zaten. Sonra da yanındaki çocuğa dönüp “Ooo sen de ne hızlı çıktın” diyor. İki kaçıkla şehirlerarası terminale gitmeye çalıştığımı idrak ediyorum o an. Antakyalı küçük garajda iniyor. Küçük bir para krizi yaşıyorlar aralarında. Şoförün tek mevzusu oluyorum yalnız kalınca. Bana dönüyor ve “Ooo nikah kıyacaktı neredeyse bu ne hız böyle Antakyalı’da, bunlar hep böyle midir” diye soruyor. “Siz siz olun vermeyin böylelerine telefonunuzu” diye de ekliyor. Vermeyecektim zaten. On dakikalık yolu üç dakikada alıyoruz beraber. Adana insanı hakkında bir parça fikir verebildim sanıyorum. Çılgın şehrin çılgın insanları. Ne olduğunu anlayamadan iniyorum arabadan. Yüzünde tebessüm “Kısmetlisiniz” diyor. Nereye çekersen çek. Ben sadece valizimi çekiştiriyorum. Ona da garajdakiler izin vermiyor. Ben daha bavulu göremeden bir grup insanın eline geçiyor valizim.

-Nereye?
-Nevşehir.
-Ne zaman?
-Derhal.
-Götürelim.

Pratik şehrin pratik insanları sayesinde iki açma alıp on dakika içerisinde otobüsteki tek kişilik koltuğuma kuruluyorum. Pozantı, Niğde, Nevşehir. Güzergah böyle. Bayan hostesimiz çabuk çabuk ikram ediyor, ondan da çabuk ikramları geri topluyor. İnesiye kadar tek bir çöp bırakmamak için kartal bakışlarıyla tarıyor her bir yolcu koltuğunun arkasına çöp sıkıştırılacak yerleri. Sıcak içecek isteyenlerden hoşlanmadığını anlıyorum. Kola, meşrubat ve su içenlere memnuniyetle bakarken, çay kahve içenlere gizleyemediği bir öfke duyuyor. Su istiyorum ben de sadece.

Öğlen kalkan üç otobüsünden indiğimde ve Nevşehir otogarına vardığımda hava kararmış oluyor çoktan. Bir günüm gelmekle geçiyor Kıbrıs’tan Nevşehir’e. Saat yedi buçuk ve ben ancak gelebiliyorum. Sabahın köründen beri geliyorum ve sıkılmış oluyorum karanlığın çöküşünden, hiçbir şey görememekten. İstediğim kadar bileyim, istersem onuncu kez geleyim, bir şehrin akşamına düştüm mü kendimi huzursuz hissediyorum istemeden.

Günün fotoğrafı olarak taksinin arka koltuğunda ne ara ve hangi şartlar altında çektiğimi hatırlayamadığım bu pozu buluyorum. Sanki bir başkası çekmiş bırakmış müthiş taksi maceramdan geriye bir anı olarak kalsın diye. Sabancı Merkez Camisi, Adana’dan bir küçük anı sadece.

20160112_141015
Sabancı Merkez Camii

KIBRIS / KİPRIS VOL 4 : LEFKOŞA

image

Taş yeşermez geçmiş olsa da nevbahar,
Toprak ol da bak nasıl güller açar,
Taş gibi idin, çok gönül kırdın yeter!..
Toprak ol, üstünde hoş güller biter..      
Hz. Mevlana

KIBRIS / KİPRIS VOL 4 : LEFKOŞA

Bölünmüş bir şehrin görünmez kapılarının birinden giriyorum Lefkoşa’ya. Üç kapılı şehrin kuzeyindeki Girne Kapısı’ndan nam-ı diğer Vali Kapısı’ndan giriyorum içeriye. Şehrin en önemli ve en işlek girişiymiş burası. Surların bitiminde, Girne caddesinin başında iniyorum arabadan. Lefkoşa Mevlevi Müzesi’nin önünden geçiyorum. Yazın diyordu gelmeden şoförümüz, hele de haftasonu geldi miydi sokaklarda çarşı iznine çıkmış askerler dışında sivil göremezmişiz. Gene öyle. Sabah sabah evci çıkmış erler hem nıspeten ucuz olan çarşısından eksiklerini tamamlamak hem de kız tavlamak peşinde aynı yollarda bir yukarı bir aşağı dolaşıp duruyorlar bu son derece ulvi amaçları peşinde, çapkın ve telaşlı görünüyorlar bu halleriyle. Gezinsinler bakalım, ezsin dursunlar asfaltları, kaldırımları. İnsanoğlu her yerde benzer dertler peşinde, hiç değişmiyor ki telaşları.

image

Lefkoşa’nın tarihi binalarla bezeli sokaklarında zaman atlamamak imkansız. Bankalar, dükkanlar, devlet daireleri -çalışanları ve esnafıyla canlıymış gibi duran tarihle beraber nefes alıp vererek yaşıyorlar. Binalar kurumları, kurumlar insanları yaşatıyor bünyesinde. Kendi telaşlarından sıyrılabilmiş olsalar hissedebilecekler belki bu tuhaf yalıtılmışlığı. Zaman yolculuğuna çıkmış gibiyim. Böyle hissediyorum her defasında Lefkoşa’ya geldiğimde. Bir başkadır Lefkoşa. Bir varmışlar bir yokmuşlar tüm bu mimariyi var eden insanlar. Bir yaşamışlar, bir ölmüşler. İsimsiz kahramanlar, sanatları, zanaatleri, akılları, ustalıkları ama illa ki benzer dünyevi dertleriyle bir tarih bırakmışlar gerilerinde. Taş ustalarından, dökümcülere, bakırcılardan seramikçilere uzanan meslek erbaplarının alınteriyle yoğrulmuş taşlara, toprağa, duvarlara karakterini veren gizemli ellerin sahiplerinin dilleri olsa da, anlatsalar bir bir. Benimse gelip de yakama yapışan ve uzunca bir süre benimle kalmakta direnen melankolimle beslenen kaynağı belirsiz duygusallığımla baş edebilmem gerekiyor bu tarihi dokunun içinde.

2016-01-22 09.29.24

Osmanlı döneminden günümüze kalan iki handan biri olan Kumarcılar Hanı’nda restorasyon çalışması var. Giriş kapısının önünde çalışan üstü başı, yüzü gözü boyalı işçileri görünce, gözümün önüne hummalı bir çalışma içerisinde bir yandan kartonpiyerleri tutturmaya çalışırken öte yandan çift kat saten boya çekerkenki halleri geliyor. Dört duvar bırakmış, işçilerine emir yağdıran kıl bir müteahhit var sanki başlarında. Beklenen bebek odası, beklenen bebeğin büyüdüğündeki yaşam odası yani genç odası, ebeveyn banyolu yatak odası, manzara göreceğim diye yerlere kadar kırılmış pencereler ve bir türlü ne istediğini müteahhite doğru düzgün anlatamamaktan ötürü delirmenin eşiğine gelmiş çiçeği burnunda burjuva bir karı koca. Bu akıl almaz düşlerle geçiyorum Han’ın önünden hülyalı hülyalı. “Kafamda bir tuhaflık” var sanki. Tek bana mahsus olduğunu sanmıyorum. Umuyorum en azından.

2016-01-22 09.44.35

 

Kafamdaki hiç geçmeyen tuhaflıkla kendimi Derviş Performansı’nda buluyorum. “Gel, kim olursan ol gel” diye seslenen bir çağrıya kulak vermemek mümkün değil şu koskoca küçük dünyada. Fazla Türkçe bilmeyen iki Pakistanlı genç gerçekleştiriyor ritüeli. Bir tanesi yeni başladığından henüz daha acemi. Dönüşleri tamamladığında elini göğsüne dayıyor dengesini bulmak ister gibi, bir parça da sakinleşebilmek için. Belli etmemeye çalışarak içinde biriktirdiği son büyük nefesi bırakıyor belli bir tempoyla, küçük küçük. Başının dönmekte olduğunu gözlerindeki panikten anlıyorsunuz. Mesleğe ilk başlayanlardaki acemilik ve ürkeklikle kendini kollayarak hareket ediyor. Ama diğeri bir başka. Onda işin ruhuna teslimiyet var. Kendini bırakarak dönüyor. Kaderine razı gelen bir kurban sanki. Az evvel üzerinde kazağı ve kot pantolonuyla bana performans hakkında bilgi veren, İngilizcesi yetersiz oğlan gitmiş, yerine başında sikke, üzerinde beyaz elbisesi-siyah hırkasıyla teslimiyetçi, her şeyi yapmaya hazır olgun bir adam gelmiş. Dünyanın tüm kötülüğünü üzerine alacak kadar güçlü bir adam aynı zamanda. Dönüşlerini tamamladıktan sonra tedirginlik yok üzerinde. O durunca dünya da duruyor bir an için olsa bile. Teslimiyet bu işte. Tüm kaygılarından arındığın, hiçbir şeyden korkmadığın, kaderinle savaşmadığın, kafanın içindeki sesleri susturabildiğin andan itibaren başlıyor. Ben çok denedim başaramadım. Vesveselerden kurtulamadım. İçimdeki sesi bastıramadım. Buna en çok yakınlaştığım zamanlar ise seyahate çıktığım zamanlar oluyor. Bir rüzgara, bir insana, bir anın güzelliğine kapılıp gidiyorum öylece. Ortak bir ruh var beni götüren getiren insanların içinde. O gizli ortaklık bir araya getiriyor bizi, tesadüf yok işin içinde.

image

image

2016-01-22 09.18.42

Kafamdaki tuhaflığa alışmışken(acaba mı? alışabilseydim mevzu eder miydim acaba?), bir sonraki durağım olan Kıbrıs’ın en önemli Osmanlı-Türk eserleri arasında yer alan “Büyük Han”a geliyorum. Yerli yabancı turistler burada oturuyor olmaktan memnun görünüyorlar. Diyarbakır, Sur’daki Hasan Paşa Hanı’nda oturduğum geliyor aklıma. Çok uzak olmayan bir zamanlarda. Şimdi kim bilir ne haldedir? O evler, o binalar, delik deşiktir şimdi  oralar. Devlet Baba, Devlet Baba, biz seni Baba bildik, Baba dedik sana, anlatsana bize neler olduğunu oralarda. İnsanın insana ettiği olarak hatırlanacak tüm bu yaşananlar, yazık değil mi o insanlara, yitip giden yaşamlara?

image

image

image

image

Zamanın Kıbrıs beylerbeyi, Arab Ahmet Paşa’nın aynı adlı sokağındaki camisi de kapalıydı. Demir kilit koymuşlar iki ayrı giriş kapısına birden. Uzaktan fotoğrafını çekiyorum. Sessiz sakin bir yer burası. Aslına bakarsanız Lefkoşa’nın tüm arka sokakları sessiz ve de sakinler. Bir sürü güzellik seriliyor önünüze siz içerisine girdikçe. En önemlilerinden biri olan Ermeni Kilisesi ve Manastırı’na 2015 Avrupa Miras Ödülü verilmiş. Çok beğendim mimarisini. Güvenlik görevlileri dışında tek ben varım burada ve tüm sokakta. Çıt çıkmıyor. Dışarıya çıkıyorum. Bir düşüncedir alıyor beni. Neden buradayım? Yine! İnsanlar neden bu kadar suskunlar ve de sıkıntılılar sanki başka bir alemdeymişçesine? Bir vitrin düşünün, camekanın gerisinde cansız mankenler donuk ve uzaklarda bir yerlere asılı kalmış bakışlarıyla duruyorlar öylece ve sizi görmüyorlar hiçbir şekilde. İşte bu sokaklarda aynen böyle karşılanıyorsunuz. Sıcaklık değil, bir sıkıntı var hiç geçmeyecekmiş gibi duran. Sınırda sıkışmış kalmış, insanların dillendiremediği acılar belki bunlar. Belki de memleketini bırakıp gelmiş olmanın verdiği sıkıntı. Biraz parasızlık, çaresizlik, kimsesizlik. Ben de kimsesizim bu yollarda. Bir bulutun içinde sıkışmış kalmışız hepimiz, isteyip de düşemeyen cinsinden. Bir düşsek rahatlayacağız ama… Ama’sı var işte.

image

image

image

image

 

image

image

Arab Ahmet Sokağı ve çakıştığı tüm sokaklar sessiz ve sakinler. Dükkanından başını çıkartıp bir sigara yaktıktan ve içip söndürdükten sonra tekrar mekanına dönen beyaz saçlı bir centilmen beyle paylaşıyorum sessizliği. Usulca selamlaşıyoruz gözlerimizle. Bir zaman sonra top oynamak için dışarı çıkmış iki oğlan çocuğuyla da bir başka sokağı paylaşıyorum. Bana şüpheyle karışık, gitse de oynasak rahat rahat der gibi bakıyorlar. Öyle bir şey oluyor ki tek katlı evlerinin bahçesindeki masada oturmuş da çay demleyen kadınları görünce ne yapacağımı şaşırıyorum. Konuşmaya çalışıyorum sevinçle. Bu coşkumu kavrayabildiler mi o anda bilemiyorum ama ne sorsam uyuşturulmuş gibi, büyük bir sakinlikle ağır ağır cevaplıyorlar. Beni davet etmelerini bekliyorum çaya ama oralı olmuyorlar. O an onlarla oturmayı ne çok istediğimi anımsıyorum. Sokakların yalnızlığı benim yalnızlığımı katladığından mıdır, çok canım sıkılmıştı bir an. Tarif doğrultusunda ilerledim ben de çaresizce. Sağ yanıma aldım Yeşil Hat’tı. Dünyanın bölünmüş son kentine soluk bir bakıştı bu sadece. Alelade bir bakış. Bakmakla değişen bir şey olsa keşke. “Zahra Sokak”, geldim işte sana nihayet. Eski Rum evleri öyle sessiz, öyle terk edilmişler ki, onların sükuneti bulaşıyor üzerime. Öksüremiyorum korkudan, yutkunuyorum sadece. Sokağın en görkemli evinin yanındaki evden bir bey çıkıyor. Şaşkınlıkla bakıyoruz birbirimize. Birkaç soru soruyorum, o da cevaplıyor. Özel izinle sadece sokağın en görkemli evinin sahibi olan İngiliz tadilata gidebilmiş. Trilyonluk buralar çok kıymetli diyor. Oturan mı, çalışan mı anlayamıyorum. Soramıyorum da. Sonra o da gidiyor. Kalıyorum tek başına. O kadar ıssız ki buralar. Hayatım boyunca çamaşır, çamaşır ipi, mandal görüp de mutlu olduğum anlar Lefkoşa’nın arka sokaklarını hatırlatacak bundan sonra bana.

2016-01-22 09.50.11

image

image

image

Tarihin içinde kaybolmak insanı hüzünlendiriyor bir süre sonra. geçtiğim yollardan dönüyorum tekrar tekrar. Kayboluyorum, buluyorum yolumu, sonra tekrar kaybolup tekrar buluyorum. Çarşıya, insanların arasına karışmam gerek. Rüstem Kitabevini buluyorum. Gloria Jeans’in yanında ve tabelasız olarak kitabevinin içine girince ancak anlıyorum doğru yere geldiğimi. Baba mesleğini sürdüren ve özellikle Kıbrıs’a dair kitap almak istediğinizde size incelikle yardımcı olan kızı var içeride. Sohbeti, bilgisi, görgüsü yerinde, kültürlü bir hanım. bir uğramadan geçmeyin derim ben de size, eğer Lefkoşa’ya gelmişseniz. Buradan edinmiş olduğunuz kimi kitaplar Türkiye’de yok çünkü. İçeride de harika bir cafe’si var.

image

SONUÇ :

Bundan önceki üç Kıbrıs yazıma da ayrı ayrı koymuş olduğum giriş bölümü yerine bu son bölümde bir sonuç bölümü koyuyorum sizleri çok fazla sıkmamasını umarak. Beni okumaya devam etemiz temennisiyle.

Kıbrıs seyahatime Girne’de başladım. Başkent Lefkoşa’da tamamladım. Sandım. Daha bitmedi halbuki ve hem sınırlı hem de bölünmüş günler adayı fethetmeye yetmedi. Fetihten kastım zirveye bayrak dikmek değildi elbet ama gizliden istemişim galiba ben de kendime has amblemli bayrağımı dikmek bir yerlere. Adanın kendine has yalıtılmışlığı bu hissi veriyor belki de. Sahip olmak, yetiştirmek, büyütmek istiyorsun onu, göstermek istiyorsun hayatı, elinden tutmak istiyorsun her düştüğünde. Yavru vatan Kıbrıs çok sevdim seni, hep sevmişimdir ben seni. Ağır ağır taşıdığın tüm gama, kedere rağmen.

En uzun yürüyüşümü Lefkoşa’da yapmışım. Tam 24890 adım. Sanki çöle düşmüşüm de en yakın su kaynağını bulmak için kızgın kumların üzerinde, yakıcı da bir güneşin altında pusulasız ilerliyormuşum gibi. Her ne arıyorduysam bulup bulmadığımı henüz tam idrak edemiyorum ama bir şeyden eminim bu dünyada ne yaparsan yap önce kendin için yapmalısın, başka çaren yok çünkü. Kamil insan olmak için önce kendini bulman gerek, kendini kendine ispat etmen gerek. Diğerleri konuşsunlar mühim değil. Onlar hep konuşurlar zaten. Tek yaptıkları konuşmaktır. Aynen.

Beden kalbin ülkesidir diyen bir diğer büyük mutasavvıfın yazdıkları bundan sonra bana rehber. İçimdeki hayvanla boğuştum durdum kendi kendime. Çiyliklerim oldu, çok düştüm, çok kanım aktı, çok kalp kırdım bazen isteyerek yaptım, bazen istemeden. Her yolculuk kendini bulmakmış. Yolculuklarımı sabredip de okuyanlar, hepinize teşekkürler. Okuduğunuz her kelime altın olsun. Benden size armağan olsun. Bu dünyada başka bir miras bırakamam sizlere. Geniş ve girgin düşünmek gerekmiş. Ah bir de karşılıksız sevmek gerekmiş. Hayat sevmezsen geçmiyormuş çünkü. Ben ara ara seviyorum gene de seni. Sen de ne bu dünyada ne de ötesinde sakın unutma beni. Unutama beni.

image

image

image

KIBRIS / KİPRIS VOL 3 : MURATAĞA, ATLILAR, SANDALLAR

2016-01-20 13.12.19

KIBRIS / KiPRIS VOL 3 : MURATAĞA, ATLILAR, SANDALLAR

“Yakınının ölüsüne bakmazsan öteki dünyada onu asla bir daha göremezsin.” Lawrence Durrell, Kıbrıs’ın Acı Limonları’ndan

“Milliyetçilik gözlüğüyle dünyaya bakan insanları mantık ölçüsüne vuramazsın.” Lawrence Durrell

“Barbar halklar yoktur, Barbar insanlar vardır.” Tony Angastiniotis, Kanın Sesi’nden

“Tüm Rumlar katil değildir, tüm Türkler de öyle.” Tony Angastiniotis, Kanın Sesi’nden

“İnsan acısının bayrağı yoktur, dili yoktur.” Tony Angastiniotis, Kanın Sesi’nden

“Ölüler adalet arayamaz. Bunu onlar için yapmak canlıların görevidir.” Lois McMaster Bujold

GİRİŞ :

İnsan bazen şaşırır. İnsan bazen yolunu kaybeder. İnsan bazen çığrından çıkar. İnsan bazen korkunç şeyler yapar. Kötülük bazen insanın içinden gelir. Bazen de önderinden, ustasından ya da yol göstericisinden. Parlak bir ışık olup aydınlatacağına, kör karanlığa mahkum eder beraberindekileri. İnsan beşerdir, insan kuldur ve şaşar. Çok korkunç şeyler yapar. Bir anlık bir çılgınlıktır yaptıkları, belki toplu bir histeridir kapıldığı ve yakar, yıkar, keser, doğrar, öldürür, tecavüz eder, işkence eder. Ve öylece yoluna devam eder. Çünkü haklıdır. Çünkü doğru olan odur. Dünya üzerinde yapmış olduğu haksızlıkların bedelini ödemesi gömüldüğü karanlıklardaki süresine bağlıdır. Dünya üzerindeki cehennemdir onun gittiği yer. Öldürendense ölen, bir tecavüzcüdense mağduru olmayı tercih ederdim seçim yapmak durumunda bırakılsaydım. Seçme şansım olsaydı. Eğer. Gelen ölüm olsun, varsın can çekişeyim, canım yansın. Acı, sadece çekerken acı verir. Acılar anılara dönüşür zaman geçtikçe. Vicdanınsa kahrı çekilmez, mırıltısı hiç dinmez. Uyutmaz geceleri, sevimsizdir halleri. Bir kere öldürdün, bin kere öldün. Bin kere işkence ettin, şimdi beyninin içinde bastıramadığın o binlerin sesiyle başbaşasın. Yaşa yaşayabilirsen. Dayan dayanabilirsen. Çek çekebilirsen.

BEN ŞİMDİ NE YAPACAĞIM ?

Dört tarafı sularla çevrili olduğu söylenen bir adada biraz fazla uzun bir süredir bulunmaktayım. En yakın kara parçası için uzun mesafe yüzmem gerek. Kötü hava şartları gemiye binip kaçmama da mani olduğuna göre, uçak saatim gelene dek yazgım buraya çakılı. Her sabah yatağımda ayılıp konumlanmaya çalışırken hep dün’ü düşünüyorum. Ne yemiştim, nerelerde dolaşmış, kimlerle konuşmuştum diye. Liman Casino’da sigara dumanı altında geçirdiğim on beş dakika- kaçışım da girişim gibi olmuştu, aniden- Girne Liman’daki Midpoint Cafe’de canlı müzik eşliğinde, ücretsiz internet peşinde geçirdiğim saatler, biraz dumanlanan kafam-biraz ama. Ne yemiştim? Tabii ki bulgur köftesi-fena değildi ama hayatımın ve Kıbrıs’ın en şahane bulgur köftesi de değildi. Kaldı ki adamların da öyle bir iddiası yoktu en şahanesi bizde diye. Bana göre en şahane olabilecek bulgur köftesini de bulamadım, peki ne işe yaradı dünüm? Dün dündü işte. Geçti gitti, unutuldu bitti.

Bir pazar sabahına uyandım ve düşünüyorum harıl harıl ben şimdi ne yapacağım diye. Karpaz’a gitmek için baharda burda olmak gerek. Mesafe uzak. Dolayısıyla bir gece kalmam gerek ve havanın sağı solu belli değil burada da. Belki bir daha hiç gelemeyedebilirim. Olsun. Mühim değil. Kaderciydim ya hani! Her şeyin bir vakti ve saati vardı hani! Yataktan çıkmak için ne yapacağımı bilmem gerek. Planımı netleştirmem gerek. Bütçem şu kadar, yol bu kadar. Onca düşünce arasında o tanıdık, geveze iç sesimi işitiyorum. Sırası mıydı şimdi istenmeyen komşunun? Git başımdan! Hayır yani evet seninle konuşmaktan çok bıktım. Kendimle konuşmaktan da bıktım. Vesvesenden, paranoyalarından, çetin ceviz hallerinden, bilmişliğinden, kısaca nefret ediyorum senden. Ssuuss, yeter.

Yarım saat sonrası :

-Yedin bitirdin beni. Kal tamam ama… Yalnızlıktan iyidir ama… Zaten git desem de kalacaksın biliyorum.
-Yerim rahat. Mutluyum ben seninle. Çok da iyi bildin, git desen de kalacağım yerimde.
-Ne iç sesler tanıdım hiçbiri senin kadar geveze değil. Bilmiş değil. Asi değil. Tanrım ne günahım vardı söyle.
-Tanrı’nın işi gücü yok. Seninle konuşacak, öyle mi? Ne duymak istersin? Akşam mönüsünü mü?
-Tanrı’nın cezası.
-Tanrı’nın cezası içinde.
-Ne istiyorsun benden?
-Ne isteyeceğim? Kalkman gerek. Sıyrılman gerek o derin sandığın düşüncelerinden. Sen kendini sürekli çilehanede sanıyorsun. Bir çıkış yolu arıyorsun. Çişin var. Gitsem mi gitmesem mi diye düşünmekten gidemiyorsun. Kararsızlıktan ölüyorsun.
-Çişim yok. Yani çok yok. Az var.
-Yalancı.
-Örtünün altı sıcak. Zihnim sıcakta daha çok çalışıyor.
-Zihnin sıcakta daha çok uyuşuyor. Vesvesen artıyor sen kımıldamadıkça.
-Ne yapayım?
-Kalk. Sormayı bırak. Yap. Kurtul o paspal pijamandan.
-Birlikte almıştık hani?
-Herkes bazen zevksiz olur.
-Ya sonra ne yapacağım?
-O üç köye gideceksin.
-Yolu uzak, araç yok. Gazimağusa’daymış ve ben daha dün oradaydım. İnsanlar dolduruşa gelmişler ve zıvanadan çıkmışlar. Komşu komşuyu öldürmüş. Üzerinden yıllar geçmiş. Herkesin acısı kendi içinde taşıdığı bir yara, sızı olmuş kalmıştır artık yıllar sonra. Gidip görsem ne? Yazacağım ha! Yazsam ne olacak? Neyi değiştirecek. Tarih değiştirilemiyor, pislik politikacılar, her yerde benzer trajediler. Ne bileyim yani, kendime pay çıkartmaya mı gideceğim? Kimseye teselli olamayacaksam, daha faydalı bir şey yapabilirim oysa ki. Yola vereceğim parayı fakire verir sevindiririm. Hiç olmazsa sevabım olur.
-İyi niyetli ama azıcık aptal gövdem benim. İnsanlar rahmet ister bilmez misin? Ölenlerin ardından Fatiha okumaktan daha faydalı ne yapacaksın? Gezmeden oturamıyorsun. Kumarhanelerde duramıyorsun. İnsanlara yanaşmıyorsun. Geldiğinden beri konuştukların ya şoförler ya Elif.
-Elif’i tanıyorum ondan. Kendi ölmüşlerimin mezarına gidemedim ben daha.
-Sevmediğin biri olsa başını çevirmiştin. Kaçıp gitmiştin. Ben senin ciğerini bilirim. Ölmüşlerini ziyaret etmemek de senin ayıbın, gani gani.
-Off… Tamam kalkıyorum. Sırf şu çenen bitsin diye. Kafamı dinleyeceğim eğer biraz susarsan.
-Ararsın ama beni.
-Biliyorum. Çünkü ben ne yapacağını bilmeyen aptal bir gövdeyim.
-Kişi kendini bilmeli cidden. Bari bilinçli bir gövdenin içindeyim. Birazcık aptal olsa da.

2016-01-20 13.27.08

2016-01-20 13.28.13

YOLDA :

İyi bir adam şoförüm. Anlatıp duruyor şu sağ taraf şuydu ama şimdi bu oldu. Şu sol taraf hiç yoktu, şimdiyse var oldu. 75 senesinde gelip yerleşenler adada hiçbir şey olmadığından hayvancılık yapmışlar köylerde. Köylere giden yolların sapağında birikmiş arabaların nedeni vasıta yokluğuymuş. Hala daha dolmuş, otobüs yokmuş köylere. Ekonomik olsun diye arabasını park eden köylü dolmuşa biniyormuş, benimse araba pazarı sandığım yerlerden. Gör sen köylüleri köylü demezsin diyor. Yollarda ot toplayan kadınlar görüyorum. Şalvarlı köylü değiller. Bir pantolon, bir kazak, üzerine de yelek. Mis mis ot topluyorlar. Koyun sürülerini geçiyoruz. İlki Muratağa Köyü’nün girişinde karşılaştığımız, iki gencin otlattığı sürüydü. İkincisi ise gezinin sonunda karşılaştığımız sürüydü. Yine iki çobanlı sürünün bir çobanı çekinik davranırken, diğeri bembeyaz dişlerini göstere göstere gülümsedi özgürce. Gür saçları kapıyordu alnını. Nerelisin dedim, Konya’lıyım dedi. Bir kahkaha daha patlattı. Sonra da ekledi “Facebook’a koyarsın fotoğrafımı, çek çek ve kooy” dedi uzata uzata. Bir sürü sıkıntılı andan sonra, dönüş yolunda gülümseyerek ayrıldım bu üç köyden. Hayat böyle işte. Çok sıkılıyorsun, üzülüyorsun ama birden ufacık bir şeyle gülümseyebiliyorsun hayata. Bir yavru kedi, bir fidan, bir gülücük, bir tesadüf, bir neşeli çoban. Bu çoban beni gülümsetmeyi başarabildi çıkıp geldiği yerden. İyi ki arabayı durdurup fotoğrafını çekmişim. Anı kaldı ondan bana, benden de size. Beni okuyun yeter, ben bu dünyada başka şey istemiyorum sizden.

2016-01-18 22.09.25

MURATAĞA, ATLILAR, SANDALLAR :

Kederin ağırlığını taşıyor bu köyler. Muratağa ve Sandallar Köyü’ndeki toplu mezar, ziyaretçilere kapalıymış. Ekim ayından beri biri Türk, diğeri Rum iki arkeoloğun gözetimi eşliğinde toplu mezarlar açılıp, onlardan geriye kalanlar DNA tespiti yapılıp ayrıştırıldıktan sonra ayrı ayrı mezarlara gömüleceklermiş. Daha da bir aylık çalışma varmış burada, seksen dokuz kişinin yattığı yerde. Çaresiz Atlılar Köyü’ne ve ilk iş olarak da İlkokuluna gidiyoruz. Sessizlik hakim etrafta. Zamanında çocukların sınıflarında ve bahçesinde neşeyle birbirini kovaladığı okul, daha çok bir mezarlığı andırıyor. Kuş sesleri, rüzgarın uğultusu, ara ara yüzünü gösteren güneş ve bir de bekçi var, o da akrabalarını, büyüklerini yitirmiş yetmiş dört yılında. Öldürülenlerin en küçüğü bu köyden çıkmış. Tam on altı günlük bir bebek. Nasıl kıyar bir insan on altı günlük bir miniğe. Süt çocuğu, ağzında meme… On altı günlük bir kız bebek Selden Ali Faik. Can kurban Seldenlere, Alilere, Mehmetlere, Ülkülere. 2016 yılı itibariyle yaklaşık 32 yıl geçmiş üzerinden. Ekliyorum üzerine Selden’in dünya üzerinde geçirdiği on altı günü, otuz iki yıl üzerine. Gene ediyor otuz iki sene, sadece. Geride bir fotoğraf bırakamadan giden Selden yaşasaymış eğer 32 yaşında koskoca bir kadın olacakmış. Eğer.

2016-01-20 13.29.57

2016-01-20 13.25.32

SONUÇ :

Çektiği belgesel, yazdığı kitap yüzünden iki tarafa da sığamayan ve yeşil hatta yaşadığını, kana bulanmak için adanın fazla küçük, nüfusunsa bunca nefret için çok az olduğunu söyleyen gazeteci Tony Angastiniotis’in “Kanın Sesi” adlı kitabını okudum burada kaldığım süre boyunca. Onun sözleri rehber oldu burada bana, tüm Ada’da ve özellikle de bu üç köyde. İnsan acısının bayrağı yoktur, dili yoktur diyordu kitabında. Aynı yıldızları paylaşırken savaş rüzgarlarının tesirine kapılan, aralarında çok sevdiğim arkadaşlarımın da olduğu ve muhakkak bazı şeylerin karşılıklı olduğu ve benim de gayet iyi bildiğim üzere komşunun en yakınındaki komşusunu ışık hızıyla harcadığı, çok sevdiğim Anadolu melezi Rumların, Anadolulu Türklere, misilleme olarak da o Türklerin o Rumlara ettiklerine kısaca tarihte ve günümüzde insanın insana ettiklerine bakarak ders almak gerekiyor sadece. İnsan en kolay sevdiğini harcarmış bir şekilde. Öyle varsaymak istiyor insan çaresizce.

2016-01-21 17.39.34

2016-01-20 13.32.40

 

 

 

 

 

 

KIBRIS / KiPRIS VOL 2 : GAZİMAĞUSA

 

 

2016-01-19 21.23.25

KIBRIS / KiPRIS VOL 2 : GAZİMAĞUSA

GİRİŞ :

“Yolculuklar doğamızın taleplerine uyarak kendiliğinden boy verirler – en iyi yolculuklar da bizi alıp  yalnızca uzak diyarlara götüren yolculuklar değil, aynı zamanda kendi içimize dönüşün en ödüllendirici biçimi olabilir.”     Lawrence Durrell, Kıbrıs’ın Acı Limonları

“Fransız şairininki(Arthur Rimbaud bahsi geçen şair ve Tanrının Tazısı, Tanrı yolundan sapanların peşinden gidip yakalayarak onları onları yeniden tanrıya döndüren İsa için kullanılan bir tanım) başka türlü bir kahramanlıktı çünkü o Tanrının tazısından kaçıyordu.”     Lawrence Durrell, Kıbrıs’ın Acı Limonları

Adanın kuzeyinde bulunan Girne’den çıkıyorum yola Beşparmak Dağlarını aşarak. Mesarya’nın da sınırları içerinde bulunduğu tüm adanın en geniş ovasının eşliğinde bir sürü köyler geçerek ulaşıyorum Gazimağusa’ya. İlk defa geliyor olduğumdan ne yapacağımı, neyle karşılaşacağımı bilemiyorum. Kaderci oldum çılgınca. Yaşlandım ben galiba. Lefkoşa’ya gidecekken buradayım bir anda. Şefkatsiz kollara düşmesin bir kız, bir oğul, bir baba; gözyaşları durmaz bir daha. Mezalimin yaşandığı köyler de burada, Gazimağusa sınırında. Huzursuzluğum ve hiç de tatlı olmayan huysuzluğum bu yüzden mi üzerimdeler acaba?

2016-01-19 19.37.33
Beşparmak Dağları

Yaaa… Okuyucum… Ne sanmıştın sen beni, bilir kişi mi? Aradığın tüm cevaplar bende sanmıştın ya da o büyük sırrı biliyor ama gizliyordum ve gizleniyordum herkesten, öyle mi? Amma da saf’mışsın. Ben de sana yaranmaya çalışmıştım. Şiir sevdin şair ettin. Gezmek güzel dedin, gezgin oldum. Bundan sonra ben soruyorum, sen düşünüyorsun cevapları sessizce, benim asla duymayacağım şekilde. Çünkü bundan sonra yorgun bir kalem var önünde. Beni çok sevmen için çırpındım durdum sonsuz bir gayretle. Teslim oluyorum bundan sonra. Seninim. Bir de bir annenin şaşkın kızıyım sadece.

Bir saate yakın süren bir yolculuğun sonunda varıyoruz Gazimağusa’ya. Kıbrıs’ın doğusuna gelmiş bulunduğumu idrak ediyorum nihayet. Dolayısıyla deniz kenarı Arap kıyılarını selamlıyor nazlı nazlı. Daha sıcak olur diyorum endişeyle gözümün önüne gelen Arabistan çöllerinin develerini ve Etiyopya’dan, Somali’den gelmiş hem susuz hem de bir deri bir kemik kalmış, çaresizlikten de Suudi Arabistan’ın tellerine takılıp kalmış siyahlarını düşündükçe. Serinlemek için bayılan, bayılmadan uyku tutmayan şişmiş ve ağırlaşmış gözkapaklarımla çölde bir başıma buluyorum kendimi. Nasıl yalnızım, anlatamam. İçim titriyor, ateş basıyor. Ayaklarım kızgın kumların içinde yuva yapıyorlar. Nispeten daha soğuk olan vücudumun serinliği bulaşıyor kumlara. Birleşmiş kumlardan beklediğim teşekkür gelmiyor. Toprağa bile yaranamıyorum. Alacağınız olsun sizin de. Bir türlü konumlanamıyorum ne yapayım? Oradayken burada, buradayken oradayım. Bu her zaman böyleydi. Kendime yakışan bir son bile düşünemiyorum. O kadar miyobum, anlatamıyorum kimselere. Düşünceler rahat bıraksa neyse ama hayatım boyunca zırvaladığım tüm anlarım ve bütün pişmanlıklarım zihnimde, benimle. Kurtulamıyorum bir an bile. Ama şoförüm rahat. Allah’tan. O da bir yerli ama hatırlayamıyorum. Çoğunluk Anadolu toprağı olsa da Lazlar, Antakyalılar, Kürtler de gelmiş konmuşlar bir şekilde. Bir zaman önce devlet yollamış da gelmişlerdi. Şimdiyse zorunlu göç, çaresizlik, ekmek kavgası nedenler listesinin zirvesinde.

“Kıbrıs’ta yazın serinlik arama, her yer aynı” diyor şoför. Kendime geliyorum. Gözkapaklarımı kontrol ediyorum. Şişler mi değiller mi bilmiyorum ama yerindeler. Geçen senenin yazı her yazdan daha çok yaz yaptığından durup durup neler çektiklerini anlatıyor bana. Ağırlıklı olarak iki ayını delirmiş şekilde ya da delirmemek adına klimadan klimaya koşarak geçiren halkın acısını paylaşmamak, dramına ortak olmamak elde değil. Çöl gibiymiş her yer. Demek gördüğüm rüya değilmiş!

FAMAGUSTA : 

Frenkçe, Famagusta adıyla anılan tabelalardaki adını ne zaman görsem bana bir peynir markasını anımsatacak olan, çektiklerinden ötürü sonradan isminin önüne getirilen Gazi ünvanının hakkını sonuna kadar veren, Ortaçağ mimarisinin Doğu Akdeniz’deki en güzel örneklerini de içerisinde barındıran bir kenti olmuştur Gazimağusa. Lüzinyan Krallığı’ndan kalma St. Nicholas Katedralini(Lala Mustafa Paşa Cami), Namık Kemal’i 38 ay boyunca mertçe barındırıp sokağa çıkarmayan ve bu yakınlıktan zindanın adının kendi adıyla anılmasını sağlayan Namık Kemal Zindan’ını, Salamis Antik Kentini, St. Barnabas Manastırı ve Shakespeare’ın Othello oyununun aynı adlı baş karakterine hayat veren Kıbrıs valisi teğmeninin sayesinde İngiliz Sömürge Döneminde kaleye Othello ismini veren kalesiyle ve şehri dört bir yandan kuşatan Lüzinyan Dönemi’nden kalma surlarıyla günümüze kadar gelmiştir.

2016-01-19 18.11.13

2016-01-19 17.44.08

2016-01-19 19.34.51

 

2016-01-19 23.07.50

2016-01-19 23.09.39
Kederli ve orta yaşlı bir damadın kayınvalideye sitemiymiş, fotoğrafını çekerken sitemkar bir şekilde ”çeek çekk” dedikten hemen sonra teşekkür etmişliği var.

Bu açıdan değerlendirildiğinde son derece özgün ve tarihi dokusu mühim bir yerde olduğunuzu hissediyorsunuz ister istemez. Bense ayaklarıma kara sular inene kadar şehri fethediyorum. Zavallı ayaklarımı acı içerisinde bırakan mütevazı fethimin yöre insanları üzerinde sevinç ya da coşku yarattığınıysa hiç sanmıyorum. Bu şevkimi kırmadı değil ama şevkimi kıran milyon tane şey varken… Her neyse, ayaklarımı hazır benimmiş gibi hissediyorken koskocaman bir futbol sahasının önünden geçip, takım yöneticilerinin olduğu yere doğru yüzsüzce merdivenleri tırmanıyorum. Profesyonel herhangi bir takımın kaptanına, kalesine, kalecisine, yöneticisine en çok yaklaştığım şu anlarda hiçbir şey hissetmiyorum. Aslında bir şey hissediyorum. Kendimi uzaktan hareket halindeki tatlı mirketleri izleyen acemi bir belgeselci gibi hissediyorum. Nedeniniyse hala çözebilmiş değilim.

2016-01-19 19.18.21

2016-01-19 19.19.23

ELİF ve PETEK PASTANESİ :

Tekrar şehrin çarşısına döndüğümde, alışveriş yaptığım market personeline yakınlarda bir pastane olup olmadığını soruyorum. Petek pastanesi hem temiz hem lezizdir diyor kasadaki kadın. Pastaneyi bulup, yüzlerce çeşit arasında bulgur köftesi yani bildiğin içli köfte siparişi veriyorum. İnsan alternatif çok olunca ne yapacağını şaşırıyor ve ben Kıbrıs’ta sürekli bulgur köftesi yiyorum. Ve bunun da nedenini çözemiyorum. Sipariş ettiğim köftem gelmeden az önce kapıdan içeriye zayıf bir kız giriyor, biraz şaşkın ve telaşlı. Dünya bazen çok küçük gerçekten. Elif bu, Elif Todd. Tuvalete girmek ve bir şeyler atıştırmak için girmiş içeriye. Buranın en eski pastanesi burasıdır, nereden bildin diyor. Ben bilmedim ki, marketteki hanım gönderdi beni. Tesadüf yoktu, olması gereken durumlar vardı. Ayarlanmış karşılaşmalar, yaşanması gereken kayıplar gibi. Bunlar olması gerekenler listesi. Eğer Elif bu karşılaşmayla benim kaderimi, hakeza ben de onunkini değiştirebileceksem eğer, o zaman kader’in oluyordu işte. Kim kimin kaderine yön verebilir, kim bilir.

Sohbet etmeye başlıyoruz. Eşi Yeni Zelandalı, kendisiyse bir Türk olarak burada bir hayat yaşamanın nasıl olduğunu soruyorum ona. Mutluyum ben diyor. Daha önce Bahreyn’delerdi. İki çocuğu Daniel ve Zeynep buradaki bir İngiliz okuluna gidiyorlarmış. Bir şirket kurmak ve işini devam ettirmek istiyor ama bir hayli prosedür varmış. Bense dün itibariyle evinin kapısının önünden geçmiş durmuşum Bellapais’daki, bahçesinde tavuklar besleyip, çiçekler yetiştirdiği. Hayat işte. Bu kız hiç değişmedi. Narin, nazik, ince.

Neden bulgur köftesi, neden bulgur köftesi? Bulgur sevmem. Dolma gibi tıkıştırılmış kıymadan hoşlanmam. Sos dışında olması gereken bir şey ama ne yazık ki köftenin üzerinde sos yok, yoğurt yok, yağ yok. Alt tarafı doldurulmuş ve kapatılmış dolma ama ben bir kez tatmış bulundum. Ve şimdi Kıbrıs’ın en leziz bulgur köftesinin peşindeyim. Ama bulamıyorum. Sırf bu yüzden her oturduğum yerde bulgur köftesi siparişi veriyorum. Ne arıyorsam bunca kafa karışıklığı ve zihin bulanıklığıyla? Bulamayacağımı bile bile, arıyorum delicesine. Yüzleşmekten korkuma bütün bunlar. Biliyorum ama diyemiyorum kimselere.

LALA MUSTAFA PAŞA CAMİSİ (St. NICHOLAS KATEDRALİ) :

Lüzinyan Dönemi’nde yapılmış, tüm Akdeniz’in en güzel Gotik yapılarından biri olarak kabul edilen eski katedral, sonradan caminin hem içi hem de dışı ayrı güzellikte. Cidden nefes kesiyor. Hele ki önünde yüzlerce yıl boyunca durmaktan tarihi esere dönüşmüş ve bana hayatın beyhudeliğini hatırlatan cümbez ağacının ihtişamı gözümün önünden gitmek bilmiyor. Ben bir daha buraya gelemeyebilirim. Ama bu cami ve bu bilge ağaç burada oldukları sürece yeni yeni ziyaretçilerini karşılayacaklar sessizce. Bir tabiatı var eşyanın, binaların, çiçeklerin, ağaçların. Dilsiz, tahammülkar bekçiler onlar. Çok dil bilen, çok insan tanımış, zalimle, mazlumu bir bakışta ayırt edebilen yaşlı bilgeler onlar.

2016-01-19 17.52.55

2016-01-19 19.26.49

2016-01-19 19.29.19
T.D.V. Mersin şubesinin armağanıdır, iftiharla sunar(olmayadabilir)
2016-01-19 19.30.21
Tarihi Cümbez Ağacı

NAMIK KEMAL ZİNDANI :

“Vatan yahut Silistre” adlı oyunu sahnelendikten sonra 1873 yılında sürüldüğü Kıbrıs’ta zamanında zindan olark kullanılmış bu iki katlı binada 38 ay kalmıştır. Zindanın alt katındaki hücrede üç gün geçirmiştir Kemal. Penceresinden içeriye baktığınızda, hissettiğiniz rutubetten başka, tahta bir döşek görürsünüz sadece taştan zemin üzerinde en çok 80 santim uzunluğunda. Bir de zalimlere atfen kendi yazmış olduğu dört satırlık bir beyiti vardır çerçeve içerisinde, duvara asılmış vaziyette.

2016-01-19 19.25.11

2016-01-19 18.13.20

SALAMİS ANTİK KENTİ :

Henüz daha görmeden Efes’le karşılaştırıyorum zihnimde ve sönük kalıyor her nedense. Oysa ki gözlerimle gördüğümde hafife alınmaması gerektiğini ve sahada arkeologların başarılı bir çalışma yaptıklarını anlıyorum. Ağaçlar ve toprak tabakasıyla örtülmüş vaziyetteyken 19. yy’ın sonlarına doğru keşfedilmiş Salamis. Arap akınlarından korunmak için surlarla iki defa çevrilmiş kentin içinde devasa bir gymnasium, bir tiyatro, bazilikalar, bir villa, su deposu, tuvalet, agora ve zeus tapınağı da yer almaktadır. Arap akınları ve depremler yüzünden şehir terk edilmiş, halkıysa Mağusa tarafına yerleşmiştir. Sonrasında da unutulmuştur. Bir şehrin unutulmuş olabileceğinin kanıtıdır burası. Tıpkı insanlar gibi. Hadrianus döneminde gymnasium’u tamir edilmiştir. Çok sevdiğim ve pek kıymetli yazar Marguerite Yourcenar’ın Hadrianus’un Anıları’nı aklıma getirdi buralarda bulunmak, şu havayı solumak. Antinous’la yaşadığı aşksa dillere destandır. Nil Nehri’nde esrarengiz bir şekilde boğulan büyük aşkı için Mısır’da Antinopolis şehrini kurdurmuş, onu yeni antikite tanrısı yaparak tüm imparatorluğun yas tumasını sağlamıştır. O kadar da sevmiştir hani bir Helen bir başka Helen’i. İyi ki gelmişim buralara. İyi ki görmüşüm tüm bunları.

2016-01-19 22.00.37

2016-01-19 21.57.50

KIBRIS / KiPRIS, VOL – 1 : GİRNE

 

2016-01-16 03.11.14

KIBRIS / KiPRIS, VOL 1 : GİRNE

GİRİŞ :

“Hafif, yumuşak adımlarla yürü, piano pianissimo.” Lawrence Durrell, Kıbrıs’ın Acı Limonları

Bir kez ve ilk defasında anne karnında geldiğim güzel Akdeniz’in kötü günler de görmüş ve geçirmiş ve dolayısıyla hayatta görmüş geçirmiş yaşlıca bir adasının kuzey sahilinde konuşlanmış Girne’sinde kalmak üzere yola çıkıyorum. Kulağımdaysa Durrell’in,  “Benim sonradan edinme memleketim” olarak tanımladığı Kıbrıs için yazdığı “Acı Limonlar”ından fısıltılar var. Piano Pianissimo. Yalnız değilim kısaca. İlk durağım uçağımın ineceği başkent Lefkoşa. Önceden inmiş iki tane daha uçak var ve bizimkisi üçüncüsü(ikiden sonra üçün geliyor olduğunu bilmeyenler vardır diye düşünüyorum). Varış noktasına gelmiş şehirlerarası otobüs terminalinde kendisine ayrılan yere park etmeye çalışan bir otobüs telaşsızlığı var uçağımızın üzerinde. Aynı rehavetle İstanbul Atatürk’e indiğimizi hayal etmeye çalışıyorum. Olmuyor. Nazlı nazlı park yerine yerleşiyoruz. Fazla nazlanmadan da bir futbol sahası büyüklüğündeki minicik havalimanına inip, gümrüğe doğru yürüyerek gidiyoruz. Bavullar gelmiş bile. Her şey şipşak gelişiyor. Girne otobüsüne biniyorum. Son boş koltuk. Arapça konuşan Suriyeliler var benim oturduğum tarafta. Her Arapça konuşan Suriyeli midir? Değildir elbet ama indiklerindeki kederli ve tasalı hallerinden anlaşılıyor turistik bir gezi yapmadıkları. Bir tanesi yaşlıca ve hiç durmadan bağır çağır telefonla konuşuyor. Onlar indiğinde arkamdan bir erkek sesi “Neyse ki indiler kurtulduk, başımız şişti burada.” diyor. Bunu söyleyen erkek hemen arkamda idi. Bağır çağır konuşan erkek de onun tam arkasında idi. Ve evet çıldırmış gibi konuşuyordu ama gene de hemen arkamdaki başı şişen erkeği daha fazla yüreklendirmemek adına, kalan yolcular olarak sesimizi kesiyor ve sadece oturduğumuz yerden tebessüm ederek karşılık veriyoruz kendisine, onun göremeyeceği şekilde. Aynı esnada kabanımın bir parçası olmaktan sıkılmış görünen başlığı intihar etmek suretiyle kendisini yere atıyor. Saniyesinde çaprazımdaki bir başka Suriyeli bana uzatıyor(Nereden mi biliyorum, biliyorum işte açık arayan okuyucu, ben çok şüpheciyim bunu sakın unutma, beni de sakın unutma, adımı kazı aklına). Anında teşekkür ediyorum ve derhal hafifçe dışarı doğru meyletmiş olduğum bacaklarımı ön tarafa doğru uzatıyorum. İnsanların birbirine şüpheyle yaklaştığı zamanlar bunlar ve yolculuğumun kalan kısmını kabanımla başlığının arasını yapmakla geçiriyorum. Küçük işler insanı hayattan uzaklaştırıyor. Otobüsten kopuyorum. Huysuz iki parçayı olanca beceriksizliğimle bir arada tutmaya çalışma çabam etrafımdaki beylerin ibret verici ve kınayan, aynı zamanda sabırsız bakışlarıyla sürüp gidiyor. Fermuarı yerine dakikalarca geçiremeyişim yüzünden pencere tarafındaki bey of diyor. Beni, eli dikiş tutan anneleriniz mi sandınız? Bir fermuarı bile geçirmekten acizim. Aynı zamanda bir yırtık gördü mü de giymiyorum ya da yırtık pırtık devam ediyorum yoluma. Çok çaresizim ama belli etmiyorum kimselere. Yazdığım en tuhaf giriş yazısı oldu bu, hislerim o yönde. Zaten benim de üzerimde sıcak bir yere gelişimden ötürü garip bir rehavet var. Sahi iklim değişti. Kıştı, yaz geldi bir anda.

2016-01-16 03.55.57

GİRNE:

“Girne
İçine girme
Girersen eğlenme
Eğlenirsen evlenme
Evlenirsen çocuk etme!” Türkü

Kıbrıs’ın beş ilçesi arasında turistik yoğunluğun en çok olduğu yer burası. İçi dışı yedi yıldızlısına kadar bir sürü otelle bezenmiş bir casino cenneti. Her otelin bir de casinosu var. Otelsiz öksüz casinolar da var. Bu yoğunluk istihdamı da getiriyor beraberinde. Dünyanın her milletinden olma işgücü işyerlerini, izin günlerindeyse sokakları şenlendiriyor. Bu yüzden rengarenk Girne’nin sokakları. Merkezdeki Simit Keyfi’nde çalışan çekiklere Koreli misiniz, Çinli misiniz diye sorduğumda Vietnam cevabını alıyorum. Şaşırıyorum.  Mutfakta Pakistan ve Bangladeşli çalışanlar göze çarpıyor. Özbekler çat pat Türkçeleriyle servis elemanlığına daha yatkınlar. Herkes bir yol tutturmuş gidiyor burada da. Toprak kıymetli, dolayısıyla evler pahalı, kiraların kimi zaman sterlin üzerinden olduğu söyleniyor. Eskiden İngiliz idaresinde olan adada pound zaafiyeti devam ediyor anlaşılan. Halk her şeyden yakınıyor(aynı biz). Domatesin kilosu altı lira, marketler ateşpaha, maaşlar aynı para, mazot yüksek lira, turistler otelden, casinodan burunlarını çıkarıp da havayı koklama nezaketini göstermiyorlar bile bir defa… Kendimi ya Antalya’da, ya da Bodrum’da öfkeli esnaf arasında kalmış gibi hissediyorum şu anda. Tek fark kimsenin Erdoğan’dan şikayet etmiyor oluşu. Bazen ama kazara ismi dudaklardan dökülse de unutuyorlar sonradan bir hiç gibi. Kendilerini Türkiye’nin üvey evladı gibi görseler de, kendi cumhurbaşkanları, başbakanları var. Çok da öksüz sayılmazlar aslında. Eskiden Türkiye’de daha iyi karşılandıklarından şikayetçiler(sanıyorlar ki bizi her gün kucaklayan kanatlar var burada, ölmeden günü geçirmeye çalışıyoruz biz de Akdeniz’in öte yakasında). Kıbrıs’a gelip uzun süre önce buraya yerleşen ve çalışma hayatının içinde aktif olarak yer alan halk, gurbetlikten sıyrılmış, ekonomisi, siyaseti, geçmişi, geleceğiyle adasını sahipleniyor her konuşmasında. Çifte vatandaşlıkları var her birinin. Artık ada zorlaştı diyorlar. Üç çocuğu olan bir adam üçüncü çocuğu için hakkı olan vatandaşlığı alamıyormuş bir türlü. Vermiyormuş ada. “Ada” kelimesi burada siyasi bir kimliği de sergiliyor aynı zamanda. Ne başbakan, ne cumhurbaşkanı, varsa yoksa ada ada ada. Ada bırakmıyor, ada istemiyor… Hisleri olan bir ada Kıbrıs Adası. Üzme Adası halkını. Onlar sana ne kadar çok güvenip, senden ne çok şey istiyorlar, bilemezsin. Bilme de zaten. Yoksa bırakır kaçarsın.

2016-01-18 01.55.40

2016-01-18 01.54.02

Bazen hava öyle tatlı oluyor ki, sanki bahar gelmiş gibi hissediyor insan. Tatlı tatlı esiyor hiç üşütmeden. Limanda bir tur atıyorum önce. Rocks Otel barkovizyonda Doktor Jivago’dan kareler gösteriyor. Hangi saatte gelirseniz gelin Saint Petersburg ve Ömer Sheriff ya da uçsuz bucaksız karın ortasında köpeklerin çektiği kızak görüntüsü çıkıyor karşınıza. Yeni Yıl’ı donarak karşıladıklarını, kar bile gördüklerini söylüyorlar. Antalya’yı yazın ulaştığı elli dereceyle ılık olarak nitelendiren ada halkı için karı görmek bir hayli enteresan olsa gerek. Donduk biz burada diyenlerden biri Sivas’lıydı ve sonrasında şaşkın şaşkın bana baktı. Soğuğun anavatanı olan bir Sivas’lı olarak “Biz çok üşüdük” demesi benim de garibime gitti. Anlayacağınız soğukla, karla kışla tuhaf bir ilişkisi var yöre halkının, pardon düzeltiyorum ada halkının. Bir taraftan lapa lapa yağmış diz boyu olmuş karın, kalpakların, kızakların özlemini çekerken, diğer yandan başlarına geldiğinde ne yapacaklarını, nasıl baş edeceklerini bilemiyorlar gibi. Kışın Kıbrıs nasıl diye bana soracak olursanız, en azından temmuzun bayıltıcı, ağustosunsa çıldırtası sıcağından bin kat iyi cevabını verebilirim size. Ama asla yarım ağızla değil. Çıkartmanın yapıldığı aylardan ağustos ayında özellikle, gaziler ve sonra da ada halkı arasında nabızlar yükselir, sinir katsayısı artar derler. Kahvelerde yüksek sesle ve öfke içinde konuşurmuş insanlar. Bu bir rivayet mi? İki kişiden duyduğum, bir de bir kitaptan okuduğum, ama neticede burada yaşamış insanların gözlemleri. Kıbrıs’a bir de kışın gelinir. Gezmek için en güzel mevsim her zaman bahar olsa da. Çünkü kendine özgü karmakarışıklığıyla Girne Limanı’nda bekleşen tekneleri, yağmurdan sonra dağların üzerinde oluşan buharın bulut olup nazlı nazlı çözülüşünü, denizin renginin ara ara turkuaz, ara ara yeşile çalışının güzelliğini görmek için bir de kışın gelinir buralara. Öfkeli Karadeniz’den, kalabalık Ege’den daha güzelmiş Akdeniz. Şimdi anladım. Ortasında ise bir keman misali tek başına ama kalp kırıklığıyla yaşayan bir ada varmış bir taraftan Türkiye, diğer taraftan çeşit çeşit Arap ülkelerine göz kırpan, aynı kareyi pardon karayı paylaştığı diğer yakayla anlaşamayan(misafir misafiri istemezken, ev sahibi ne yapmasın?) Atatürk Lozan’la birlikte İngiliz yönetimine devredilen adanın stratejik öneminden bahsetmeden geçmez. Ne Rodos, ne Girit; Kıbrıs’ın konumu bir başka imiş ona göre. Bence de. Ayrıca dünyanın denizyolları üzerinde bulunan adanın, konuksevmez, savaşçı doğuya işleyen bütün ticaret gemilerini her zaman doğrudan ilgilendirdiğinden bahsetmiştir Durrell’de anılarında.

2016-01-11 01.18.56

2016-01-16 23.29.54

2016-01-18 01.59.23

2016-01-18 02.15.33

2016-01-11 01.29.00

Tak tak, çat çat, flashlı, flashsız, yer, gök, bulut, liman, tekrar liman, kaleden liman, liman ama gecesi ayrı gündüzü ayrı, cafeler, restoranlar, minik objeler, kuşlar, koyunlar, çobanlar, çocuklar, evler, çitler… Sürekli fotoğraf çekiyorum. Tüm dünyam Kıbrıs oluyor ama Kıbrıs bundan memnun mu onu kendisine sormuyorum nezaketen de olsa. Bir cevabı var ama sabırlı davranıyor. Bir kez daha bir kara parçasının üzerinde barındırdığı canlılardan bağımsız olarak atmakta olduğu bir kalbi olduğunu düşünüyorum. Bu en çok adalarda yaşadığım bir durum. Kıbrıs’sa içlerinde yani benim gördüğüm adalar içinde en özel ve en dramatik olanı.

2016-01-16 21.29.03

2016-01-16 21.30.13

HZ. ÖMER TÜRBESİ :

Girne’de ve tüm Kıbrıs’ta ulaşım sorunu var. Ada büyük. Tarihi turistik yerlere ve diğer ilçelere ulaşmanız bir hayli güç. Dolmuşlar her yere gitmiyor. Araba kiralasanız sağdan akan trafikte soldan soldan gitmek çok kolay değil. Bense bir fermuarı bile geçiremiyorum. Bu yüzden ilk şoförüm Konya’lı. Yetmiş beş yılında, çıkartmadan hemen sonra gelmişler. Bir sürü anlatmayı seviyor. Bir sürü bir sürü daha anlatmayı seviyor. Sonra bir sürü bir sürü daha. Zaten bu seyahatimde en çok ve en önemli bilgileri şoförlerden alıyorum. Yollara, ekonomiye, politikaya, buraya, oraya, her yere daha hakim kimseyi bulamazsınız şu adada. Çok okuyan mı çok gezen mi bilir diyecek olursanız, bu insanlar aynı mıntıkalar içerisinde de olsa, sürekli dolaşım halinde olduklarından farklı farklı insanlardan bilgi edinme, sonra o öğrendiklerini paylaşabilme, dolayısıyla daha da çok bilgi edinme potansiyeliyle günden güne birer bilgi canavarına dönüşüyorlar. Yıllardır müşteri gezdire gezdire tarihe hakim olmuşlar. Yollar onlardan soruluyor. Neresi kimin, kimlerden kalmış, çolukları, çocukları, ataları, dedeleri, her şeyi, herkesi biliyorlar. Müşteri gittiği yerde gezerken, onlar bir çay bahçesi bulup sohbet ederek daha da bilgilenmiş oluyorlar aldıkları en son haberlerle. Sizden önde giden adamlara kulak vermekte fayda var her anlamda.

“Eskiden hırsız arsız yoktu. Arabayı çalsa nereye götürecek ki? Denize mi atçek? Şimdiyse dağ daş ev.”  Bir taksi şoföründen adanın asayiş saptaması

2016-01-16 21.45.25

Girne’nin birazcık dışında, Çatalköy’ün en ileri noktasında, ıssız bir kumsalın ucunda bulunan iki katlı Bodrum evlerini anımsatan tekkenin varlığı turistlerin yaz geldiğinde kumsalından denize girmeyi önlüyor mudur bilinmez ama, içerisinde yedi mezar, bir imam bir de Ahmet Fuat barındırmakta. İmam tamam da, Ahmet Fuat kim derseniz, pos ve beyaz bıyıklarıyla sizi içeriye buyur edip, sonra da Allah bahtını açık etsin sözünü içten bir şekilde sarfederek sizi uğurlayan biri olarak kalıyor hafızamda. İmam çekinik dururken, kendisi hem tekke, hem de çevresi ve içerisindeki mezarlar hakkında gerekli bilgileri veriyor. Allah burada bir yerdeyse ya diyor, camekanın gerisindeki yan yana dizilmiş yedi mezarı gösterirken. Kim bilir? Ama gerçekten ya oradaysa, ya da merhameti benden bir lokma yiyecek isteyen ve teşekkürü iştahında saklı kemikli sokak köpeğinin kursağında gizliyse…

2016-01-16 21.40.37

Beni içeriye buyur ettiklerinde namaz saatine denk geliyoruz. Onlar içeride namazlarını kılarken bir hanım çıkıyor, tam da ben kararsız kalmışken. Beni kadınların namaz kıldığı ayrı bir bölmeye davet ediyor. O namazını kılıyor. Bense derinleşemiyorum. Uçak yolculuğu yaptım, hava değişti, su değişti, iklim değişti, bir sürü yabancının ortasındayım. Derinleşeceğime bakmakla yetiniyorum sadece.

BELLAPAIS (BEYLERBEYİ) KÖYÜ VE MANASTIRI :

“Bellapais’de yaşayanlar dünyanın en tembel insanlarıdır. Kıbrıs’ın en iyi huylu insanları aynı zamanda.” Lawrence Durrell

-Bellapais’ye niçin geldin?
-İçki içmeyi öğrenmeye geldim.
-Pirin ben olacağım.    Kıbrıs’ın Acı Limonları’ndan

”Koruyor sükunetini dökülmeyen gözyaşları gibi.”  Acı Limonlar şiirinden

2016-01-16 22.55.31

Yakındoğu’nun gotik şaheseri tanımlaması kullanılmış manastırın kendisi için. Barış Manastırı anlamına geliyor kelime anlamı Fransızca’dan çevrildiğinde: “Abbaye de la Paix”. Ama köyün barındırdıkları sadece güzel manzaralı ve güzel görünüşlü bir manastır değil elbet. Köyün içerisinde ufak bir seyahate çıktığımda kış nedeniyle kapalı evlerin içinden kısık kısık çocuk sesleri geliyor. Bir küçük pencere açılıyor ve Antakya’lı Meryem’le iki yaşlarında evde tıkılmaktan asabı bozulmuş bir çocuk feryat figan yarı belleri dışarıda havayı kokluyorlar. Her yer o kadar ıssız ki, oğlan bağırdıkça içim ısınıyor. Babası işteymiş. Sanayide tamirciymiş Meryem’in oğlunun babası, adını unuttuğum, çocuk..

2016-01-16 22.57.29

2016-01-16 22.52.02

Meryem’in evinin az yukarısında Acı Limonlar’ın yazarı Lawrence Durrell’in evi var. Kışları kapalı olan bu ev yazın bir aylık bir süreliğine eşinin kardeşi tarafından açılıyormuş ve kitap satışı oluyormuş burada. Şimdiyse sokak köpekleri tarafından havlana havlana kovalanıyorum. Küfreden köpekten fenası yoktur emin olun. Ağız dolusu sövüyorlar bana.

2016-01-16 22.51.01

2016-01-18 02.01.40

2016-01-16 22.54.36

Haliyle bir köyde bulunduğumdan, o köyün bir de muhtarı var, o muhtarın da bir sekreteri. Emine isminde. Kiprıslı kendisi. Kiprıslı Kiprıslı konuşuyor. Durrell’in evini tarif ediyor. Değirmene gitmemi tavsiye ediyor. Kendisiyse yazları serinlemek için ailesiyle birlikte Antalya’da otele gidiyor.

Ne yapabilin, ne görebilin bu evrende söylesene Emine…

2016-01-16 22.45.52

 

2016-01-16 22.47.11

Tarihi Değirmen Cafe’nin içerisine giriyorum. Tevfik Ataç buranın işletmecisi. Yirmi iki yıl Girne Doom Otel’de çalışmış. Şimdiyse burada. Bana içerideki makineleri tek tek gezdiriyor. Çok hoş bir yer olmakla birlikte boş maalesef mevsimsel nedenlerden. Baharda ne tatlı şarap içilir burada. Seneler öncesinin, antikalaşmış, hantal iş makinelerini geziyoruz beraber. Bunlar un ve zeytinyağı üretiminde binbir zahmetle çalıştırılan makineler olmakla birlikte, oldukça da nostaljikler. İngilizler makinelerden birinin üzerindeki kendi eski markalarını görünce önce şaşırıp sonra seviniyorlarmış. Bu, bir gün Avrupa’da bir Anadol’la karşılaşmak gibi bir şey olsa gerek. Herkes milliyetçi, herkes atalarının, geçmişinin peşinde ve tarih bir şekilde çıkıyor karşımıza bir gün bir yerde bir vesileyle. Gelelim mekanın işletmecisine(ne tuhaf bir söz öbeğidir bu böyle). Tatlı dilli, sempatik, konuşkan bir adam var karşımda. Ben sormadan tatlı tatlı anlatıyor Tevfik Ataç. Vatandaş olduğundan Rum tarafına geçebiliyormuş. O taraf daha temiz diyorlar diyorum. Avrupa Birliği ve İngiliz Kibarlık Reçetesinden nasibini almış Rumlar bahsettiklerim. Burada esas olan kaynaşmaktan ziyade, vaziyeti idare etmeye odaklı. İnsanlar birbirlerini idare ediyorlar hiç olmayacağı kadar. Çünkü burada herkes gurbet. Trafikte Türkiye’ye kıyasla erkekler daha nazikler ama bazı adamlar ve onlardan gören, onlardan olma bazı oğullar var ki, eski kovboy filmlerinden özenerek tükürük hokkası sandıkları yerleri şenlendiriyorlar her fırsatta. Böyle de bir kültür/süzlük var maalesef. Okumak değil, kültür en önemlisi. Ama sokaklara tükürmek aşırı kültürden mi yoksa aşırı kültürsüzlükten mi geliyor, kimseler bilmiyor.

GİRNE KALESİ :

Girne Kalesi, içerisinde barındırdığı odalar, zindanlar, kuleler, Batık Gemi Müzesi ve beni en çok heyecanlandıran bölümler olduğundan Antik Akdeniz Mezar, Vrysi Neolitik Yeri ve Kırnı Mezarları canlandırmasıyla saatlerinizi harcayacağınız ve asla pişman olmayacağınız deneyimler sunuyor size, bize ve tüm ziyaretçilerine. Buna ek olarak müthiş de bir Girne Şehri ve Girne Limanı manzarası var vaatleri arasında. Kalenin yapılış amacı Arap akınlarına karşı kenti korumakmış. Ağırlıklı olarak Bizanslılar, Lüzinyanlar ve Venediklilerden izler taşıyor kale. Bu sayede Lüzinyanlar hakkında da bilgi sahibi oluyor insan ister istemez. Lüzinyanlar(1192-1489) Fransız asıllı bir hanedanmış ve Kudüs Kralı olan Guy de Lusignan, Aslan Yürekli Richard’dan kaleyi satın almış ve 300 yıl boyunca idare etmişler, ta ki Venediklilerin istilasıyla hanedanlık son bulana dek.

2016-01-18 01.50.13

Batık Gemi Müzesinde hem batık geminin kurumuş da ters dönmüş, zamanla uğradığı taarruzlarla da içi boşalmış ve eti kanı toprağa akmış ya da başka mideleri zengin etmiş dev bir hamamböceğine benzemiş halini, hem de batığı bulan araştırmacıların eşleriyle zafer sarhoşu olmuş, neşe içerisinde sofra başında oturmuş hallerinin fotoğraflarını görebilirsiniz. Ne gereği vardıysa! Demek istediğim bir batık gemi müzesinde bile yok yok. Eksik olan, geminin çürümüş kısmı, fazlalıksa Ada’nın ahengine, balığa, şaraba kendini kaptırmış Pennsylvania’lı araştırmacı ve balık adam fotoğrafları. Çok garipti çok! Aklımdan çıkmıyor o fotoğraf kareleri.

Kaderde yüzlerce yıllık maziye sahip bir kalenin içerisindeki müzenin duvarlarında solacak fotoğrafların mı kalacak senden geriye yoksa aynı kalenin zindanlarında çürümüş bir isim olarak mı kalacaksın hafızalarda boş yere… benim huzursuzluğum bundan, yıllardır bu böyle…

2016-01-18 02.10.05.jpg

Güzelyurt’un hemen üzerinde Akdeniz Köyünde bir dere yatağında ele geçen “Bodur Hippopotamus” lara ait çok sayıdaki fosilleşmiş kemik kalıntıları, bölge geçmişinin jeolojik dönemlere kadar dayandığına işaret etmektedir. Genç Tunç Dönemi’ne uzanan bir tarihi olan toprakların üzerindeyim yani. Bu yüzden en çok dönem insanlarının temsili canlandırılışlarını sevdim. Ateş yakan, ekmek yapan, avlanan ve aileleriyle beraber yaşayıp, iş dağılımından haberdar, kendi çaplarında toplumsallaşmış ilkel insanın(Vrysi Yerleşim Yeri) masmavi gökyüzünün altında, çimenlerin ortasında canlandırılmış haliyle gözümün önüne getirilmesi çok hoştu doğrusu.

2016-01-17 09.37.57

2016-01-18 02.11.48

YUNAN ADALARI VOL-3:SANTORiNi

SANTORİNİ:

image

PROLOG:

“Eski zamanlarda adalardan bahsedildiğini duymuş ve kendi gemisini yapmaya girişmiş küçük şehirleri düşündü. Gemileri umutlarını taşısın diye. İnsanlar umutlarının açık denizlere yelken açtığını görebilsinler diye. Bu insanlar bir gemiyle büyükleşmiş, kendi kabuklarını kırmış, bir gemiyle kurtulmuşlardı. Amaç belki hiçbir şeyi haklı çıkarmaz, ama eylem ölümden kurtarır. Bu insanlar varlıklarını gemileriyle değerlendirdiler.” Antoine de Saint Exupery, Gece Uçuşu/Vol de Nuit

A-Ah o gemide ben de olsaydım…
Z-Ne yapardın?
A-Neler yapmazdım ki.
Z-Bak ben o gemideyim şimdi ama senden farklı bir şey yaptığım yok. Yemek yiyorum, içiyorum, kafam kıyak dolaşıyorum, insanlarla konuşuyorum, önce kendi kendimin sonra başkalarının canımı sıkmasına ve yakmasına izin veriyorum. Tek farkımız aynı şeyleri benim yüzen bir şeyin içinde yapıyor olmam. Varlığımı dört tarafı sularla çevrili bir yüzen Ada’ya bağlamışım gidiyorum.
A-Biraz hafife almış olmuyor musun?
Z-Hiç değil. Şu adaya bak önce kaldır kafanı da.
A-Off dağ başını… Adayı çatıya kurmuşlar. Gözlerime inanamıyorum.
Z-Güldürme beni pardon kendini, yani bizi.
A-Yukarıdan aşağıya mı inmişler?
Z-Tabii ya. Gökten zembille inmiş Ada(salaklığın sınırları keskin hatlarla çevrilmeli ve bu gibilerin toplumla kaynaşmasına izin verilmemeli).
A-Bak Allah’ın işine.
Z-O kul işi akıllım.
A-İkisi aynı kaynaktan doğmuyor muydu?
Z-Yeryüzü sana da mı gösterildi?
A-Kim tarafından?
Z-Kimi zaman bir tenekeyle konuştuğunu, her gün ayrı görünüp yanıltan aynı sabahlara uyandığını düşünmüyor musun?
A-Teneke ben miyim?
Z-Teneke biz miyiz?
A-Ne demek şimdi bu?
Z-Yansıtıyorum. Hepsi bu.
A-Terslik var. Ben o gemide değilim. Gemide olan sensin. Mantıken benimle konuşuyor olamazsın.
Z-Mantığının almayacağı milyon tane şey yaptın bugün, hatırla bakalım.
A-Umumi tuvalete tünemem gibi mi? Sarhoşken verdiğim sözler mi? Buldum, belki de bir daha asla görmeyeceğim insanlara gereksiz yaltaklanma çabam olabilir. O da mı değil?
Z-Uyu sen biraz.
A-Olmaz. Geldik bile.
Z-Offf.. Hala biz, hep biz. Ben biz değilim Allah’ın cezası.
A-Ben senin cezanım.
Z-Zihnimle konuşuyorum ben galiba. Birileri bana mukayyet olmalı. Aynı ya da benzer birileri beni bu açmazdan kurtarmalı.
A-Ben senin cezanım.
Ben senin cezanım.
Ben senin cezanım.

İLK İNTİBA:

image

“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar…”

Bu bir Trakya türküsü idi bildiğim kadarıyla ama esin kaynağının Santorini’ye dayandığını düşündürtebiliyor insana, gemimiz Ada’nın yakınlarında bir yerlere demir attığında ve bizler de transfer işlemi başlamadan önce uzun uzun beklemeye koyulmuş, Ada’yı uzaktan kesip, neye benzediği ve nereye gideceğimiz hususunda fikir yürütürken. Omuzları kıştan kalma karlarla kaplanmış gibi görünüyor gözüme. Gördüğüm adalar içerisinde uzaktan en asil görüneni; konumundan ötürü ise mesafeli ve ayrıksı. Bana ulaşmak kolay değil der gibi sanki. Şimdiye kadar gördüğüm adlar içinde Suriyeli mülteci görmediğim tek ada. Yıllar, yüzyıllar önce patlayan volkanın yok ettiği bir uygarlığın eşsiz kalıntılarını ve haritadan baktığınız zaman gördüğünüz ejderha ve biraz ötesindeki yavrusunu çağrıştıran şekliyle kopmayı ama asla unutmayışı, gücü, asaleti, ateşi, romantizmi ve aynı zamanda bereketi, doğurganlığı ve anaçlığı çağrıştırıyor. Ve evet burada bir nikah kıyılabilinir. Ne olduğunu anlamayabilirsin. Ben bile burada manzaranın, havanın, mavi çatılı evlerin, günbatımının ve güzel şarabın etkisiyle evet diyebilirim, Ada’dan ayrıldıktan sonra hayır deme hakkım baki kalmak suretiyle. “Ada nikahı” yetkililerden talebim. Sonrası zor bilirim(-sin mi demeliydim?).

image

image

image

Nihayet gemiden küçük teknelerle alınıp iskeleye götürülüyoruz posta posta. Deniz çalkantılı. İçim dışıma çıkıyor karaya ayak basana kadar. Ama varıyoruz sağ salim nihayetinde. Önümüze seçenekler sunuluyor. Ya yüzlerce basamağı tabanvay tırmanacağız, ya eşeklere bineceğiz, yahut da teleferik bizi taşıyacak Ada’nın merkezine. Beş euro’ya teleferiğe biniyoruz. Bulantımı körükleyen her şey önüme seriliyor ve kabul ediyorum, biraz akşamdan kalmayım. Kışın deniz daha dalgalı olurmuş, kalanlar için çok zor olsa gerek Ada hayatı, ulaşım, transfer, onca basamak…  Teleferiğin kalktığı yerde Ada’nın ve en eski yerleşim sahiplerinin, başta da eşeklerinin, katırlarının sergilendiği fotoğraflar var. Adamlar ayakları çıplak, eşeklerse her yerde eşek yani kahır sahibi nemli gözlü romantikler gibi ve sanki dünyanın tüm derdini çekiyormuş gibi bakıyorlarlar. Ada ise hayli turistik olduğundan yerli halk göze çarpmıyor günümüzde. Midilli gibi az gideyim evleri karşıma çıkar nasılsa durumu söz konusu değil. Ege Denizi’ndeki Adalar arasında bir beraber anılan ama aralarında gizli bir rekabet olduğunu düşündüğüm Mikonos ve Santorini’yi karşılaştırmaya çalışıyorum. Deniz ve eğlence turizmi açısından Mikonos ön sırada olmasına rağmen ben gezdiğim adalar arasında çok ve en yorucu olmasına rağmen Santorini’yi sevdim. Terden yapış yapış, güneş tepenizdeyken bile atmosferden, manzaradan ötürü romantik hisler besleyebiliyorsunuz. Yükseklik beraberinde yücelik duygusunu getiriyor sanki. Ne yaparsanız yapın, kendinizi zirvede hissediyorsunuz. Kral gibisiniz, kraliçe gibisiniz burada ve tahtınız da bu Ada. Atlantis burada mıydı acaba?

Mikonos havaalanı için müsaitti ama Santorini’de bir havaalanının varlığını kabullenemiyor insan. Ada gökyüzüne yakınken, uçakların inebileceğini hayal edemiyor ki insan. Biz zaten gökyüzündeyiz burada. Bu kış için kendime bir söz vereceğim(verdim demiyorum) ve kış ayları içerisinde yerleşimin olduğu bir adada yaşamaya çalışacağım ve nasıl olduğunu göreceğim.

image

image

-İlk ve genel intibam mı?
-Çok özel. Çünkü gökyüzüne yakın, bulutlarla kolkola bir Ada olamaz. Ama olmuş ve buraya özel. Sır gibi.

image

SANTORİNİ’DE NE YAPMALI?:

image

image

image

Güneşe daha bir yakın olduğunuz düşünüldüğü takdirde donanımlı olmalı. Denizi ve sahili, volkanik bir ada olmasından ötürü çok tavsiye edilmeyip, anın, günbatımının, nefes kesen manzaranın ve uyandırdığı hislerin tadını çıkarmalı. İster on euro’luk turlarla, ister bir euro seksen cent’lik Fira’dan kalkan otobüslerle, ister kiraladığınız motor ya da arabalarla Oio’ya ulaşıp, çok daha sersemletici bir manzaranın tutsağı olmalı. Ama muhakkak olmalı. Duygusal olarak tutsaklık kişiye özeldir ve öyle kalmalıdır. Santorini’de yaşadıklarınız da, deneyimledikleriniz de sizinle yürüyecektir. Hislerse yürüyemezler, taşınırlar sadece oradan oraya siz ölene kadar. Ben şanslılardanım sanırım, deneyimlediklerimi ve hissettiğim her şeyi paylaşıyorum ki insanlar kafamın içimde sakladığım bir sürü garipliği öğrenebiliyorlar bu sayede. Hayat tuhaf işte ve tüm tuhaflığıyla sizi yaşlandırarak yani borçlandırıp bedel ödeterek, kısaca arsız maliyeciler gibi sizden çalarak yaşıyor. Bir bakıma yaşam arsızı olan kendisi. Uzayda ölemeyeceğimize göre burada ölüp, gömülüp ya da yakılıp gene ona dönüşeceğiz ve bundan kurtuluş yok ve bu kısırdöngünün içinde bir parça keyif almaya bakmalı. Yoksa dönüşte benzer gündem, aynı dertler, kopamadığınız çevreler ve bir sürü sevimsizlikle boğuşuyor olacaksınız usandığınızı belli etmemeye çalışarak.

image

image

image

YÜCEL:

Yanımda Yücel var. Kendisi pozitif yaşam felsefesi kovalayıcısı. Kısaca ben gibi kalbini kirletmeden, geçmişi yıpratmadan, hayata karşı şükran duygularını duyurmaktan hem bizi hem kendini hem de koskoca evreni esirgemeyen, arada sırada kafasına üşüşen kötü düşünceler olduğunda burnunu oynatmak suretiyle zihnini sıfırlayabilen, aklından geçen tüm soruları ardarda sorabilen, çılgınca pazarlık yapma potansiyeline sahip, dil bilse tüm dünya milletleriyle, olmadığından gezimiz boyunca sadece benimle ve genel olarak yedi düvel gemi erkanıyla barışık ve kardeş gibi hareket eden bir kadın. Olumlamaları ve aşırı iyimserliği beni ara sıra çıldırtsa da vaziyeti karşılıklı olarak idare ediyoruz, kendimin de çok çekilir çile olmadığımı bildiğimden(kişi kendini bildiği sürece bir sorun yok demişti büyüklerden biri). Hep arkadaş buluyor kendine Yücel. Başımı bir başka yöne çevirdiğimde, o koyu bir sohbete dalmış oluyor çoktan hiç tanımadığı kimselerle. Hiç durmadan soru soruyor. Kendisine sorulduğunda ise benim gibi kaçmadan, kaçınmadan sabırla, inatla, açık yüreklilikle cevaplar verebiliyor. Oda arkadaşını, beni ve tüm gemiyi ve hatta tüm dünyayı tatlı tatlı idare edecek potansiyeli olduğunu hissediyorum. Bir an ürküyorum. Cidden. Tanrı bana Yücel’i gönderdi diyorum sonra da. Kabul ediyorum. Dünya üzerinde hiçbir şeyin ziyan olmasını hazmedemeyen bir insan var yanımda. Buna barda otururken Hintli barmenin hazırladıktan sonra artakalan kokteyl karışımlarını döktüğü lavabonun önünde No No diye çırpınarak engel olmaya çalışmasından ve dökülen ve dolayısıyla heder olan her bir damla kokteyl karışımının ardından yeis içine düşmesinden de anlayabiliyoruz birer bar kelebeği olarak. İçmekle arası yok pek, insanlarla çene çalıyor habire. Barmen önce ne yapacağını bilemese de, bir zaman sonra Yücel’in yoluna geliyor çaresiz ve daha temkinli davranmaya başlıyor ve her defasında daha az kokteyl lavaboya gitmiş oluyor, oradan da Ege’ye. Ama Yücel yine de hüzne boğulmaktan kendini alamıyor.

NOT:Çok ziyan var bu gemide dedi durdu Yücel. Doğrudur. Saçma sapan bir tüketim söz konusudur. Godard’ın “Film Socialisme”sini akla getiriyor. “Fikirler bizi ayırır, hayaller birleştirir” diyordu bay yönetmen ve  filozof(ikinci sıfatın daha çok yakıştığı adamdır). Bize gelince hayallerinden biri gemiyle seyahat etmek isteyen insanlar olarak, fikirlerde ayrışsak da beş öğün yemek yemek için bu gemide mi buluştuk yani? Dedim ya hayat cidden çok tuhaf.

KAPTAN:

image

Önümüzde uzuun bir dönüş yolculuğu var ve akşam en geç saat yedide gemide olmamız gerekiyor. Saat başı kalkan teknelerden birine biniyoruz. Dönüş yolculuğu daha az çalkantılı geçiyor. Son yerlerden birine geçiyoruz ve başımı kaldırdığımda kaptanla gözgöze geliyorum. Şöyle bir bakıyor sadece. Sonra da ayağa kalkıyor. Dayanamayıp bu anı ölümsüzleştiriyorum bir fotoğrafla. Kaptanların dümenlerini yani gemilerini nereleriyle kullanabileceğine dair bir fikir sahibi oluyorum aynı zamanda. Elbette Titanik’de değiliz. Enikonu otuz kişiyiz. Zaten gemi yavrusu içindeyiz. Ama gene de kaptanımıza teslimiz. Teslim olduğumuz adamın fiziksel özellikleri yanında sertliği dikkat çekici. Kaba saba bir adam, iri yarı ve uzun boylu; pervasız bir şekilde kullanıyor teknesini. Yılların deneyimiyle şoför koltuğuna geçmiş titrek dedelerin tecrübesi var üzerinde. Ama güven veriyor. Ve titremiyor. Sadece çalkalıyor. Bizi batırmayacağını düşünüyorum. Gamsız olduğundan son dakikaya kadar batıyor olduğumuzu belirtmeyeceğine dair bir fikir uyanıyor aklımda. Yunan erkekleri hoşlar. Üstelik onun hakkında konuştuğumuzu anladığı andan itibaren pis pis sırıtıyor. Fakat gemisini de yürütüyor. Kaptan biraz çapkın sanki. Biraz da nasıl derler? Bizim oralarda terbiyesi elvermeyenler sadece çapkın der geçerler.

image

image

image

image

DÖNÜŞ:

Tahmin edersiniz gibi yukarı yani kuzeye doğru yol alıyoruz ve ufak çapta da bir fırtına var. Dalgalardan güverte havuza döndüğünden ve insanlar tam gaz içtiğinden aynı sayıyla ülkemize dönememe korkusuyla kaptanın emriyle geminin içine tıkılıyoruz. Kumarhanedeki makinelerde yer yok. Barlarda tabureler dolu. Kübalı grubun seyircisi ve coşkusundan gemi inliyor. Antalya’dan gelen diş hekimi hanım ben dans etmek istiyorum diyerek Hintli ya da Pakistanlı mürettebatla dans etmek üzere terliklerini bir köşeye fırlattı bile. Yücel arkadaş çevresini iyice genişletmiş durumda. Kimse kendisine engel olamıyor. Sabah kahvaltısında meyve bölümündeki muzları olası öğle yemekleri için çantasına koyacak hanımlar grubu da pek havalı. Ben muz sevmiyorum. Potasyum açısından yüklü. Elma ya da mürdüm eriklerini odama atmayı tercih ediyorum.

NETİCE:

Sorsan aksi olduğu hususunda itirazları olacak bir sürü akıllı geçinen deli yollara düştük. Göbeklerimizi şişirdik durduk. Adaları gördük ve Adalardan döndük. Benim beğenide sıralamam sondan başa doğru. Sırasıyla ilk önce Çanakkale’yi, sonra gündüz Venedik gece Milano’yu ve en nihayet Santorini’yi gördük. Şimdiye kadarki tüm gezilerimden eksilerek değil çoğalarak dönmenin haklı gururuyla, gece boyu sallanmaktan sersemlemiş vaziyette yurda döndüm ve beni limanda ilk karşılayanlar Suriyeli mülteciler oldu. Zaten ben onlarla gittim, onlarla da döndüm. Deniz olmayan memleketten çıkıp, ıkış tepiş doluştukları şişme botlarla kendilerine kucak açtıklarını sandıkları ülkelerin çağrılarına kulak vererek binbir ümitle karşıya geçemezken, yüzücülük ve engin denizcilik bilgilerine dayanmak yerine Allah’a emanet olmaya çalışmakla hayatta kalınamayacağını gösterdiler tüm dünyaya. Dünya uzun zamandır adil bir yer değil. Kur’an uzun zamandır çocukların yakarışlarını duymaktan uzak. Söyleyeceğimi söyledim diyor. Daha da konuşmuyor. Daha da karışmıyor. Derin bir sessizlik içerisinde. gerçek peygamberlerin toprağı olan Ortadoğu’da kimse tahtını kuramayacak ve barış olmayacak. Daha çok insanlar ölecek, sürülecek, yersiz yurtsuz kalacak. Huzur ve barış Kuzey’in mutsuz çocuklarına mahsus. Elden ne gelir!

YUNAN ADALARI VOL-2:MiKONOS ADASI

MiKONOS ADASI:

image

PROLOG:

“Round,like a circle in a spiral
like a wheel within a wheel
never ending or beginning
on an ever-spinning reel
as images unwind….
like the circle that you find
in the windmills of your mind”… zihninin içindeki yel değirmenlerinde bulduğun daire gibi…

image

Mikonos’u ve beraberinde hayatın tuhaf döngüsünü sözleriyle güzel güzel anlatan şarkının melodisi zihnimde dönüp dururken, bir yandan da Don Kişot’u düşünüyorum yel değirmenlerine bu kadar yaklaşmışken. “Gördün deli dön gel geri, ah zavallı yel değirmenleri.” Düşman çok yakın ama mağrur da. “Si.” Hiç pas vermiyor. “Hola!” İnsanlığın sersemletici varoluşundan gözleri kamaşmıyor. Dağ, bayır, manzara fotoğrafı ve selfie çılgınlığının Karakter oyuncusu olmalarına rağmen şımarmak nedir bilmiyorlar. Sabırlı ve tahammülkarlar da ayrıca. Rüzgar tek efendileri ve gizleyecek bir şeyleri de yok. Bir deniz fenerinin gizemli tavırları yok üzerlerinde mesela. Aralık kalmış kapılarından ruhlarına sızamıyorsun. Tek yapabildikleri gizli kibirleriyle beklemek, hep yaptıkları ve yapacak oldukları gibi. Ada’nın tüm sırlarını biliyorlar. Bu ise kiliseden ya da bir mabetten daha çok revaçta olmalarını sağlıyor; ayrıcalıklı konumlarından ötürü ziyaretçi akınına uğramalarına sebebiyet veriyor. Bir eğlence adası burası ve insanların aradıkları derinliği, eğer arıyorlarsa tabii, kilise, şapel ziyaretlerinde bulmaları pek de mümkün görünmüyor. Burada, kulak dolusu rüzgar aynı zamanda eteklerinizi havada dans ettirirken, bir parça yalıtılmışlık hissiyle ayrılıyorsunuz huzurlarından.
Bir yerde bir şeyler hissetmişsen bu çok değerli demişti bir gün bir adam. Burayı değerli buluyorum kendi tarihimde. Manzara eşsiz. İyi ki bulunmuşum.

image

image

image

GEMİ SEYAHATİNİ NASIL BULDUM?:

Yedi katlı geminin dördüncü katında deniz manzaralı odamda kendimi kötü hissettiğim söylenemez. İyi hissettiğim de. Ama pratik ve fonksiyonel odanın tamamı. Dolayısıyla rahatım. Yatağıma oturup, dışarıda akan manzaraya bakma fırsatını bulduğum anlarda ise Melville aklımda. Her yerinden eğlence fışkıran, animatörlerin konukları eğlendirmek için paralandığı, insanlara denenmedik kokteyl bırakmadıkları, Türk’ün beş vakit açık büfeyle imtihanı şeklinde kabaca tasvir edilebilir ortamda içimdeki Moby Dick kuzular gibi usul uslu uyumakta. Bir cruise yerine korsan gemisini yahut mülteci botunu tercih etme şansım olsaydı eğer, sağ kurtulabildiğim takdirde, “magnus opus’um yoldaydı belki de. Ama şartlar ve olanaklar beni bu noktaya sürükledi, adına “kader” dediklerinin etkisiyle.

Nadide bir karışım olarak beni şaşırtan hem Kayserili hem de yakışıklı bir personel bize gemide 400 kişilik mürettebat bulunduğunu söylüyor. Kaptanımızsa Yunan asıllı imiş. Malezyalı personelin en rahat çalışılan ülke insanı olduğunu söylüyorlar. Alakart bölümünde Goa’lı yani Hintli bir servis elemanı, Mısır’lı baş garson, Ukraynalı bir başka mutsuz ve asık suratlı garson ve birkaç “çekik” ülke mensubu diğer elemanların rengarenk varlıkları eşliğinde yiyorum yemeğimi bir sonraki günde. Sınırsız sunum ve delirmiş gibi tüketen yolcular gemiyi başka türlü batırmaz mı diye soruyorum. Free shop ve kumarhane sayesinde imkansızmış. Elinde tespih, bıyığını bura bura dolaşan ve sabaha kadar kah rulet, kah poker masasından kalkmayan bir hayli ağır ağabeyleri düşününce hak veriyorum söylenenlere. Makinelerin müdavimleri düğmeye her basışlarında ya da kolu her indirişlerinde yürekleri ağzına kadar hırsla dolu vaziyette aynı sırada aynı tür meyveleri bulmak umuduyla daha çok hırslanıyorlar oturdukları yerde. Üç muz ya da üç siyah üzüm salkımı yanyana gelmek zorunda. Makine biraz veriyor, sonra söküp alıyor hepsini birden. İnsanı sersemleştiren, uyuzlaştırıp, umut dilencisine dönüştüren tuhaf bir bağımlılık bu. Üç muz istiyorum yanyana. Üç yedi, nihayet yirmi bir de olur, uğurlu sayım olmasa da. Sadece beş euro’luk oynadım merak ettinizse eğer.

Kübalı bir grup piyano başında, Yunan müziği ise yedinci katta güvertede servis edilmekte. Habire içmek eşliğinde. Her telden eğlence her yerde. Kaçacak yer bulamıyorsunuz pek çok kez. Akşamları animasyonu var, diskosu bile varmış bir rivayete göre. Yüzen oteldeyim tabir-i caizse. Gemi yolculuğunu tercih eden ailelerin çocukları var ama çok küçük değiller. Bekarlar var ama çok yok. Mühim olduğu söylenen bir sigorta şirketi personeline özel ne kadar çok satış o kadar çok avanta mantığıyla yılın en çok satmış çalışanlarını tutmuş getirmişler buralara. Kendi soyutlanmış grupları içerisinde o turdan bu tura sürüklenip duruyorlar. Kars şubesinden gelmiş bir elemana bakıyorum hayretle. Kars’ın Kağızman ilçesinde en fazla ne kadar yaşam, deprem, araç sigortası poliçesi satmayı başarıp da buralara gelmeye hak kazanmış olabileceğini hesaplamaya çalışıyorum içimden. Başarısız oluyorum. İki gün önce Kars, bugün Mikonos. Hayat böyle.

MİKONOS’u TAVSİYE EDİYOR MUYUM?

Çok mu mühim? Öyleyse ediyorum. Şöyle izah edeyim: Sabah kalkar kalkmaz hiç tanımadığım insanlarla adadaki yoğunluktan ötürü boş ve uygun bir araç kiralamak üzere Rent a Car’ları gezdik durduk. En sonunda, Delos idi ismi, yokuşta bulunan bir firmadan bir minik Nissan bulabildik ve sığdık. İlk önce adayı anlamaya çalıştık. Beyaz, şık, bol kumsallı, plajlı, rüzgarın esmeyi eksik etmediği, daracık sokakları ve Little Venice/Küçük Venedik’i ile tarzını belirlemiş. Her yer Atv, motorsiklet ve minyatür arabalarla bezeli. Park ücreti, plaja girdin ücreti yok. Şezlong ve şemsiye ücretli sadece. Fiyatlarda ittirme kaktırma yok. Neyse o. Menüyü, yemekleri yahut ikisini de sevmedin diyelim, zorlama yok. Kalkıp gidebilirsin. Kimse arkandan ve içinden yedi sülalene yönelik şık söylemlerde bulunmayacaktır. Her şey serbest, çünkü burası Mikonos.

image

image

image

image

image

image

Biz daracık daracık yollardan Super Paradise Beach’e gittik. Deniz harikaydı. Kızlar yarı çıplak dans ediyorlardı. Kimi beyler çıplak kalmadan dans ediyorlardı. Biraz daha tombik olan hiç yorulmadan saatlerce dans edebiliyordu. Saatlerce benzer figürleri sergileyip, müziğin ritmine uydurup, insanları coşturdu durdu. Beyaz slip mayonun bir erkeğe yakışabileceğini tahmin etmezdim. Mümkün olduğunu burada gördüm. İ.nelerin adası orası diyerek dudak bükenlere cevabım şudur: Olabilir ama küçümsediğiniz i.bneliği yakıştırmışlar kendilerine. Mühim olan hakkını vermekti hani? Kimse kimsenin kafasını koparmıyor burada. Kimse kimseyi i.bne diye dövüp de bırakmıyor sokağın ortasında. Kimse kimseyi zorlamıyor burada. Fassbinder’in Querelle’inden fırlamış gibi kimisi. Elele yürüyorlar özgürce. Denizde şakalaşıyorlar biraz. Güneşleniyorlar biraz. Gün geçiriyorlar neticesinde, sen gibi, ben gibi. Karışan olmadığı gibi görüş alan da yok. Kısaca sorup danışarak olunmuyor demeye getiriyorum. Bir potansiyel gerekiyor bir takım şeyler için. Bir parça da merak.

MiKONOS’un GECE HAYATI NASILDI?:

Soruya soruyla karşılık veriyorum. Mikonos’un mu yani adanın mı yoksa insanlarının ya da turistlerin gece hayatını mı soruyorsunuz? İkisi bir, aynı kapıya çıkar diyorsunuz sanırım. Hayııır… Yanılıyorsunuz. İnsanların olmadığı bir kış akşamı düşünün siz bir de burayı. Adanın gecesi o gece olacaktır işte. Bir başına kendi başını dinlerken. Şimdiyse insanların bir gece hayatı var şık dükkanlarla bezeli sokaklarında. Milano’yu anımsatıyor şık beyler, mini mini etekler giymiş hanımefendiler. Restoranlar dolu. Queen’den çıkan bir adam’ın saksafonundan çıkan keyfi melodi eşlik ediyor sokaklara. Sanat galerilerine girip çıkıyorum. Parfüm kokuları birbirine karışıyor. Puro ve alkol kokusu hoşuma gidiyor. Loş barlar var ara sokaklarında ama açık havada yürümek daha cazip geliyor. Sanırım yaşlanmışım. Meteliksiz de olsan burada olmak keyifli. Zaten etrafta cruise’larla gelip akşam yemeğini de gemide tıka basa yedikten sonra windows shopping yaparak gezinen insan topluluğu ve bir de keyif yapmak için kalabalık masaları dolduran dünya milletlerinden insanlar var. Bir de Suriyeli dilenciler var. Akşam giderken ve gece dönerken aynı elleri uzanmış gördüm bana doğru. Midilli’deki kadar yüzlerce, binlerce değiller. Ama her nasılsa buraya kadar gelmişler. Burada da varlar yani çoluk çocuk. Dünyaca ünlü markaların dükkanlarıyla bezeli sokaklarında gezdikten sonra uzanan ellere adapte olmakta güçlük çekiyorum. Ada’nın görüp göreceği ilk ve son dilenciler onlar belki de.

image

image

Tüm bunlara ek olarak, Mikonos’a gelirseniz eğer bir benzeri Bozcaada’da olan ve yerleşik halkın günümüze geliş öyküsünü kitaplarla, lokal kıyafetlerle, mobilyası mutfağıyla, kabıyla kacağıyla tasvir eden Chora’da bulunan Mykonos Folklore Museum’u gezin derim. Hoş ve nazik bir bey vardı sorumlusu olarak içeride ve müze girişinden para almadılar. Bu da bir mucize. Bense sorabileceğim birçok soruyu ıskaladım ve bunun da çok geç farkına vardım. Zira başım hep kalabalıktı ve bir kez daha anladım ben yanımda birileriyle gezerken bir aptala hatta bir gerzeğe dönüşüyorum ve asla yapmayacaklarımı yapıyorum, soracaklarım varsa bile soramıyorum. Aklım karışıyor, kafam bulanıyor. Herkesin derdi beni geriyor. Ant içiyorum bir daha ona buna sağa sola takılmamaya. Kalabalıkların içinde yalnız olmak en güzeli imiş. Hele de gezginler için. Bir kez daha anladım.

image

image

image

image

image

image

YUNAN ADALARI VOL-1:MİDİLLİ ADASI

MİDİLLİ ADASI/LESVOS ISLAND:

image

PROLOG:

Sevgili okuyucum, her zaman olduğu gibi az sayıda ama kıymetlisiniz gözümde. Değerli vaktinizden çalacak olan aşağıdaki yazımı okumak size Midilli Adası hakkında pratik bilgiler vermeyeceği gibi, bir gezi yazısı olmaktan da bir hayli uzaktır maalesef ki ve bu, yazar kişisinin bilinçli tercihidir. Çünkü canı öyle istemiştir, çünkü buranın çobanı kendisidir ve keçilerini nerede, nasıl otlatacağına kendisi karar vermiştir. Çoban, çoban olmayı kendisi mi seçmiştir, bunu henüz bilmemekle beraber sürüsüyle beraber tüm bunları düşünecek bolca vakti olacaktır gelecek günlerde. Gurmelikten anlamayan, hayatla kavgalı, insanlarla barışık olsa da kendi içindeki savaşın uzantısı olarak, uzun süreli ateşkeslerde huzursuz olup canı sıkılan, sisteme karşı bağışıklık sistemi tamamen çökmüş bir insandan beklentilerinizi minimum düzeyde tutmanızı temenni ederek sabırla ve azimle yol almanızı rica ediyorum sizlerden ve eğer bu girizgahla bile dikkatinizi çekememişsem derhal sağ üst köşedeki çarpıya doğru yol almanızı rica ediyorum sağ salim dönmeniz için henüz fırsat varken. Belki yara alacaksınız ya da sevimsiz bir anınız canlanacak ve nefretle anacaksınız beni, kim bilir? Biz iyisi mi severek ayrılalım, daha vakit varken.

image

SAPPHO:

Yüzyıllar sonra hem kendi ismi, hem de anavatanı olan adanın isminin kadın seven kadınları ifade eden bir sözcük haline geldiği yahut getirildiği, Küçük Asya sahillerine yakın(bahsi geçen Yer Türkiye’dir) Ege adasında doğan Sappho, günümüze bir sürü önyargı ve merakla dolu sır perdesinin küçük bir miktar aralanması sonucunda fakat aynı zamanda çok çok az bilgiyle ulaşabilmiştir. Söylenenlere göre Sappho, zengin bir tüccarla evlenmiş, bir kız çocuğu doğurmuş, bir tirana karşı gelmiş ve suikast girişiminde bulunmasının ardından Sicilya’ya sürülmüştür. Bir şairin suikast girişiminde bulunmuş olmasını aklım almamakla birlikte, ölümünden yalnızca bir kuşak sonra seksist bir erkek Yunan şair, cinsel eğilimlerini aşağılamak istediği kadınlara, Lesbos Adası kökenli olma iftirasını atmaktan çekinmeyerek yiğitliğini ve bir ölüye karşı gözüpekliğini ispat etmiştir tüm dünyaya. Anacreonn adlı şair minik bir kara parçası yahut bir avuç toprağa bile adını verememişken, Ege Denizi’nin üçüncü en büyük yüzölçümüne ait adası bir kadının ismiyle var olmaktadır ve bu mühimdir, dünyada ise bildiğim ve bilmediğim kadarıyla tektir. Çok sevgili okuyucu, sizlerin bana doğru ama beni görmezken bıyık altından güldüğünüz kadarıyla ben de sizlere gülüyorum, zira ben adımı bir nehirden alabilmişim ancak, bir nehre ismimi vermeyi ise başaramamışımdır. Kabiliyetim ve erdemlerim sınırlıdır. Her kadın kadar başarılı hemcinslerimi kıskanmış, onları kıskanan beceriksiz adamlara karşıysa hissiz davranmışımdır. Bundan utanmak isterim ama neticesinde biz bir milletiz adına kadın denen. Kadın milleti, başka kadın milletlerini sevmeyedebilir neticesinde.

Yaşam pratiğinizi arttıracak bilgiler vermekten aciz, hayatınızı kolaylaştıracak öğütler sunamayacak kadar yaşam körü bir tek nefesten ibaret olup aynı teklikten gurur duyarım her fırsatta. Dünyanın en büyük lüksü olarak gördüğüm, geride kalan çocuklarına anlı şanlı bir isim bırakma telaşından da, fersah fersah uzağımdır. Bu ise beni küstah yapmaktadır. Küstahlık gerek gördükçe gerekli kişilere karşı başvurulan ve dudakların mırıldandığı, mimiklerin katlandığı bir ifade belirtisi olarak yüzümde oynanan piyesin başrol oyuncusudur. Yaptığı işin, üstlendiği rolün ise hakkını vermektedir. İnsan tuhaf bir yaratıktır; arızalı yaradılışı ve ilkel çapıyla doğaya önce meydan okumuş, sonra ise doğanın canına okumuştur. Cahil cesareti, hırsı ve burjuvazinin erdemleri, yaşamına mana katma yoksunu bireyin önlenemez yükselişiyle beraber, cennetten kovulduğu günden itibaren ve tersine işleyen zamanın ve çorak yolların ayrık otlarını ayıklamasına fırsat bırakmadan önüne sermiştir tüm güzellikleri bütün ihtişamıyla. Ve hayat adil olmayı başaramamıştır daha hala, milyonlarca yıldır yaşıyor olsa da.

Sürüler halinde bir çobanın gelip bizi kurtarmasını bekleyerek nazik ömrümüzü harcamış bulunmaktayız bir çoğumuz. Kısıtlı kabiliyete sahip sonradan olma çobanların eşliğinde ama önderliğinde değil, bir geminin içinde bir denizin, bir okyanusun ortasında kafamızın içinde yer etmiş yüzlerce tilkiyle dev dalgalar gemi boyunu aşmışken, neden ağladığını bilmeden ağlayan insanlara dönüşmüş yalpalayarak vaktimizi doldurma gayretiyle, anakaraya ayak basacağımız günü iple çekmekteyizdir bulunduğumuz yerlerde, bizi saran sıska kollu korkular içerisinde. İnsan olmanın bunu getirip getirmediğini bile bilmezken, korkularımız, öncelikli olarak “kendi” önyargılarımız ve biçare faniliğimizle kabuğu çoktan çatlamış, bizi içeriden kemiren kurtlar ortalığa saçılmışken sağlam uzuvlarımızla pes etmekle kalmak arasında geçiriyoruz günleri ve geceleri öylesine.

MÜLTECİLER:

image

Mültecilik hukuki bir statü olup, Birleşmiş Milletler tarafından “ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmek istemeyen kişi’dir. Yirmi ağustos 2015, saat altı buçuk itibariyle de bahsi geçen binlercesi Midilli Limanı’nda konuşlanmış olup, buldukları kuytulara sığınmışlar, kurdukları kısa süreli, basit ve ilkel şartlardaki hayatlarını akıp giden zamana karşı beyhude bir koruma ve muhafaza etme gayreti içerisinde hayalleri, umutları, sevinçleri ve korkuları dahilinde yaşayıp tüm Midilli halkına ve adaya gelen turistlere de yaşatmaktadırlar. Bu konuda son derece pervasız görünmektedirler çaresizliğin ve çıkışsızlığın getirmiş olduğu şartlar dahilinde. Hep baharı kovalamış göçebe ruhlu ve adaptasyonel insanoğlu zamanında başını sokabileceği bir evi varken yüz metrekarelik çadırlarda ya da yerlere serdikleri karton kutuların üzerinde meçhul geleceklerini hayallerinde kovalayıp durmaktadırlar. Birçoğu gelecekte yaşayacakları ülkenin dilini bile bilmezken, bu insanların vebali savaşları yaratanların üzerinedir diyerek vicdanlarını rahatlatan ve başlarını sokacak evleri, bir temsilciler meclisi ve bir avuç toprakları olduğu için sürekli şükreden sersemlemiş insan toplulukları içinse diyecek bir şey yoktur. Kendi başlarına benzer şeylerin gelmesi an meselesidir, farkında değillerdir.

image

image

image

image

Sorular sorular… Sıkça sorulan canyakıcı sorular ve var olan fevkalade kötü durumu değiştiremeyecek cevaplar…
1-Mülteci hayatı nasıldır?
Harikadır. Güne gökyüzüne bakarak uyanırsın. Güneş açılarına göre ya tam tepende yahut belli açılarına göre yüzünü yalamaktadır. Birkaç saniye boyunca ama sonsuz değil; yani nerede olduğunu idrak edene kadar bu harikalık sürer. Sonra yerini bilinmezliğe bırakır. Savaşta yitirdiğin sevdiklerin varsa da adını koyamadığın sızıya teslim olursun. Sonra da hayatta kalan sevdiklerin ve kendin için teselli ve umut beslersin. Bu ise seni hayata bağlar. Yoksa gün uzundur ve horlamalarla geçecek saatler vardır önünde. Sürekli horlanacaksındır, bu Allah’ın emridir. Ülke senin ülken değil, konuşulan dil anadilin değildir. Günlük dilenme telaşın bıkkıntı yaratmıştır bile yenisi olduğun kara parçası üzerinde. Feribot kuyruğundaki memuru, Yunan polisini, el açtığın dükkan sahiplerini ve masa masa gezdiğin restoran ve bar müşterilerini çileden çıkartacaksındır daha, kucağında gezdirdiğin çocukla. Bir iki tamam da, sürekli olduğunda herkes senden bıkmaya başlar. Zaten kendi ekonomik krizleri vardır ve sen Arapsındır, Kürtsündür, hem yaban hem yavansındır. Ne İsa, Ne Musa senin Muhammed’in vardır. Senin Allah’ın vardır sana tüm bu kepazeliği layık görse de. Ama vardır bir bildiği ve o da olmazsa eğer dalları kurumuş meyve vermeyen ağacın gövdesi de içten içe çürüyüp yok olacak ve sen onun gölgesinde avunamayacaksındır bu kadar çaresizliğin içinde. Açlığını bastırmalı, hiç olmazsa yüzünü yıkamalı, sonra ekmek almalı, çocuğunu emzirmeli, bebek bezlerini ve çamaşırlarını yıkayıp kurutacak yer bulmalısındır. Mülteci hayatı budur. Daha fazlası kaçak teknelerle karşı kıyıya geçerken teknenin alabora olması sonucu boğularak ölmektir. Mülteci olmak sana tüm bunları reva gören insanlara kanının son damlasına kadar beddua etmektir ve işin tek rahatlatıcı kısmı budur. Arapça beddualar edersin öfkeyle. Allah onların, hepsinin, tümünün, çoluğunun, çocuğunun… Eeee… Ertesi günün dünyanın şanslı mültecisi yine sensindir. Değişen pek bir şey yoktur. Yine güneş, yine sefalet, yine horlanma, yine dışlanma.

image

2-Bir mülteci kampı, bir mülteci hayatı ve bir mülteciyle yüz yüze gelen mülteci olmayan insanın tavrı nasıl olmalıdır?
Üzüntü esastır, empati kurmak şarttır. Şaşkınlık da. Bakarsın ama aralarına girmezsin, görürsün ama ses etmezsin. Çünkü sen de ne ile karşı karşıya olduğunu bilmezsin ve çözümsüz görünür halleri. Sorun yaratmamaktır esas, çözüm üretmek değil ve sorun yaratanlar çıkarları doğrultusunda hareket ederler. Gazeteciler ve televizyoncular rotalarını o yöne çevirirler. Ortaya çıkan bir sürü dramdan doğan hikayelerden ileride yazarlar, şairler eserler verirler. Birileri daha çok zenginleşirken birileri de ölmekle meşguldür. Cennetin tapuları kapışılır durur. Bahşişle, sadakayla hayat kurtaramazsın. Ne kendi onurunu, ne karşındakinin onurunu. Sadece gününü kurtarırsın mülteci konumundaki yersiz yurtsuz bir dilencinin. Çocuğuna süt parası olur, bir somon da ekmek. Önce esmer tenleri, sonra lokal kıyafetleri, elde edene kadar takındıkları bir parça yılışık halleriyle yadsırsın varoluşlarını. Mültecilere sınır yoktur, gümrük de. Hırsızlık yapmalarından, sana göz koymalarından, mahalleni çirkinleştirmelerinden, hoyratlıklarından ürkersin. Ürkersin simsiyah, öfkeli gözlerinden. Ama şimdilik kötülük onlardan gelmeyecektir çünkü onlar misafirliktedir. Açılan kapılar, onlara sokaklarda, yerlerde yaşama hakkı vermiştir. Kızacağın birileri varsa silah tüccarları, karteller, savaşa gizliden destek verenler, iktidardaki kimi hükümetler ve şartlar gereği onların arkasını kollayanlardır. Hayat adil değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır. Bu insanların entegrasyon süreçleri vardır. Kimisi tutunamayacaktır gitmiş olduğu yerde. Keşke o gün o gemiye bindiğim gün ölseydim diyecektir. Ölüm bir anlık, sefalet ve yoksunluk ömürlük olacaktır ve dünyanın sorunudur bundan sonra Suriyeli mültecilerin sorunu. Dünyanın vebasını taşımak zorunda değildir bir avuç yürek.

3-Peki ya çocuklar?
Çocuk her yerde çocuk işte. Bir annenin bulduğu direklere kurutmak için astığı ıslak çamaşırlar var oyuncak yaptıkları. Kendi kafalarında yarattıkları oyunları var. Kimisi mışıl mırıl anasının koynunda meme emiyor. Gelecek korkuları yok. Onların bugünleri var sadece. Sevindirilince seviniyorlar. Muzırlar, başlarına buyruklar, pervasızlar. Onlar sadece çocuklar. Limanın altını üstüne getiriyorlar. Ailelerinin yaşama sevinçleri. Maziyi düşünmüyorlar, şekerle avunuyorlar, ilgiye muhtaçlar. Anne babalarının dertleri başlarını aşmışken ve ne çeşit bir geleceğin onları beklediğini bilmezken kendilerini benim kafama musallat ediyor bızdıklar. İki tanesi koşuştururken bana çarpıvermişti. Gel desem gelirler miydi ki?

“Beni terk edip gittiğin zaman
Sanma ki kal diye yalvaracağım
Ben senin yerine ağlayacağım” demiş bir adamın da doğmuş olduğu toprakların vatandaşıydı bir zamanlar bu insanlar.

NİHAYET MİDİLLİ:

image

Liman ve şehrin merkezi iç içe. Sizi ilk karşılayanlar restoranlar, kafeler ve dükkanlar oluyor limandan çıkar çıkmaz. Denize paralel cadde Ermu caddesi olarak biliniyor. Tabanvay gezerek yarım gün içerisinde Midilli’yi bitirmeniz mümkün ama sadece merkezini. Bir sürü mağaza, dükkan, taverna ve fırın müşterilerini bekliyor. İçkinin ve uzonun  en ucuz olduğu ada burası sanki. Her markada, her boyda, çeşit çeşit, kutuların içinde, litrelik, mililitrelik halleriyle vitrinlerde arz-ı endam etmekteler raf süsleri olarak. Ve de zeytinyağı, herkes için buradan gidecek en güzel ve faydalı hediye.

Marjinal bir tatil bekleyenler ve umanlar içinse bir parça hayal kırıklığı Midilli Adası. Pazar günleri muhakkak yaşlıların gönüllerinin alındığı, pastaneye, lokantaya olmadı hava aldırmaya parklara çıkarıldığı, nesiller arasında aktarımın önemsendiği, pazar ayinlerinin aksatılmadığı; böylelikle entegrasyonun, aidiyet hissinin ve yaşama sevincinin ayakta tutulmaya çalışıldığı anlaşılmakta. Yukarıya veya adanın diğer tarafına doğru yol aldığınızda ise Kıbrıs’ı çağrıştıran her biri şahsına münhasır, şirin ve iki katlı evlerden oluşmakta Ada.

image
image

Bana gelince bulup girdiğim her kilisede bir mum yaktım ve dilek diledim, bir parça dinlendim, sonra da yoluma devam ettim. En nihayet bir tanesinde kilitli kaldım ve papazı sayesinde kurtulabildim. Şükran. Yoksa ben de kendi ülkeme geçmek gayretindeki pasaportsuz bir mülteci idim şu an derdini Yunan polisine anlatmak için yırtınan. “Gemi kaçtı, ben kilisede sabahlamayı tercih ettim, bunun benim için eşsiz bir deneyim olacağını bilmiyordum ama öğrendim ve şimdi şu an tüm eşsizliğimle karşınızdayım. Az uyudum ama değdi. Sabaha kadar mum yaktım, dilekler diledim gelecekteki büyük başarılarım için ve de gece gece üzerime üzerime gelen yüksek tavanlı, tütsü kokulu kilisenizden kurtulabilmek için. Cami olsaydı halının üzerine kıvrılırdım hiç olmazsa. Şimdiyse biraz insani koşullarda ülkeme dönmeyi yeğlerim. Olur olur hücum bot olur, sahil güvenlikçiler erkek mi? Eğer polisleriniz kadar yakışıklı ve başarılı yaradılışlara sahipseler seve seve giderim(mültecilere dur yapma demekten çılgına dönmeleri dışında falsolarını göremedim, bir bebek gibi azarlamaktan memnunlar mıydı karşılarındakini.. daha çok bıkkınlıktı sanki), hatta Girit’e bile gidebiliriz beraber, uzak ama memleketim evet, Yunan erkekleri evet, dün gecemi dini bir müessesenin çatısı altında, Tanrı’nın evinde bir başıma geçirerek günahlarımdan arınıp, kefaretimi ödedim sanıyorum kısmen, hücum bot olmazsa bir başka cruise da olur büyüğünden…

Prosedür ise şöyle imiş benim hayallerimin ötesinde, yarım yamalak ağızlardan dinlediğim kadarıyla:Diğer ülkelerden gelen mülteci konumundaki çeşitli ülke vatandaşlarıyla bir tekneye bindirilip geri gönderiliyormuşsunuz yaka paça.

Benim Midilli anılarım yazdıklarımdan ibaret. Ada’dan fazla bir şey anladığım söylenemez. Bir daha gelme ihtimalim de olmayacaktır.  Ama Rumlar iyi insanlardır. Tarih tarihte kalmıştır. Günümüze gelinceyse bizden daha dürüst kalabilmiş, aralarına girdiğimde kendimi huzursuz hissetmediğim, mülteci sorununu sabırla ve sükunetle aşmayı başarabilecek ve mübadeleyi anarak Atalarının çektiklerini derin bir sızıyla yad edecek insanların arasında bulunmuş olmaktan  memnuniyet ve gurur duymaktayım.

image

image

image

image

image

image

image

image

URLA/KLAZOMENAİ

image

URLA/KLAZOMENAİ:

“Ve ruh
kendini tanıyacaksa eğer
Yine bir ruhun
içine bakmalı.
Aynada gördük yabancı ile düşmanı.” Argonotlar/Yorgo SEFERİS


Gavur İzmir’in gizli hazinesi. Aynı zamanda çok özel bir Nobel konuşması sahibi, dünyanın büyük ve küçük yerleri yoktur diyen Yorgo Seferis’in doğduğu, Tanju Okan’ın ise öldüğü topraklar. Sokaklarında çöp bulamayacağınız, her sabah saat 10’da balık mezatında balıksever emeklileri başcağızına toplayan, ara sokaklarında çok cevherler gizli, hoşgörü sahibi halkı sayesinde temmuz ayının ortalarında ancak yarım yamalak döşenmiş asfaltıyla hem esnafını hem de sakinlerini deliye çeviren(Çeşmealtı bahsi geçen) ama Belediyesi’nden de bir türlü vazgeçemeyen(her şey hizmet olmamalı, bazen zihniyette bir faktördür), güzel şarapların yapıldığı, anasonun önemsendiği, Mübadele zamanında gitmek zorunda bırakılan Rum komşularını halen daha sevgi ve saygıyla anan, Rumca bilen insanlarla karşılaştığınızda bu tatlı dilin cazibesiyle başa çıkmakta zorlanacağınız bir şirin ilçe Urla, geçmişten gelen ismiyle Klazomenai.

Bozcaada’da cumartesi sabahı Gemlik’ten gelip de yanaşmakta olan arabalı vapurdan ağır aksak inen araçlar ve yayalar, sanki çok eski bir tarihte sessizliği top ve tüfek arabalarının uğultularıyla yırtıyormuşçasına akın eden istilacılar gibi giriyorlardı Ada’ya. Bomboş sokaklarında buldukları gölgelerde kedilerin bir keyif bir keyif cirit attığı yollarda, ardı arkası kesilmeyen bir araba trafiği oluşuveriyordu ister istemez ve miskin kediler süpürgeler misali sokaklarını temizledikleri kuyruklarıyla beraber yerlerinden kalkıyorlardı isteksizce, büyük gövdeli insanoğlunun kendisine ne pahasına olursa olsun yer açıp, yemek bulma gayretine izleyici kalarak. Benzer bir durumsa haftasonları ve bayramlarda, Urla’da, en yakını Güzelbahçe olmak üzere İzmir’in tüm ilçelerinden ve farklı illerden gelmekte olan tatilcilerin arabalarıyla çılgınlaşıveren ve garip bir trafiğe gark olan ilçenin başına geliyor her seferinde. Devlet Demir Yolları Kampı’nın önünde sıra sıra dizilmiş araçlardan neredeyse yarı balıkadam kostümleriyle inen insanlar bir kostüm balosuna gelmiş gibi görünüyorlar. Soyunmak için bir kabin aramak telaşı duymadan kendilerini gizlediğini düşündükleri açık bagaj kapılarının ardına sığınarak kostümlerini değiştiriyorlar. Deniz pırıl pırıl ve ne beklemek ne de bekletmek istiyor sakinlerini. Bayram günleri ve haftasonu dönüşlerde ağaçlı yol araba mezarlığına dönüşüyor. Ucu bucağı gözükmüyor trafiğin, sonsuz gibi. İzmir’in sıcağından çıldırıp, kendini bir an önce serin sulara atma telaşındaki yerli halk dönüş yolunda yine çıldırarak dönebiliyor ancak evine(halksan çıldırmalısın yaşadığın müddetçe, işin fıtratında var bu, kayıtsız şartsız teslim olmalısın seni deliliğe sürükleyen halk işi çılgınlığın güvenli güvensiz kollarına).

URLA’DA DURAKLAR:

Cuma ve cumartesi kurulan Sanat Sokağı’ndaki tezgahlarda hem ev hem el yapımı türlü türlü reçeller(enginar reçeli mesela), süs eşyaları, bez bebekler, çantalar, kıyafetler tezgahlarda müşterilerini beklemekte. Pembe saçlı hanımlar bile var tezgahların başında(herkes sarı saçlı, siyah saçlı olmak zorunda değil ya) ve hanımlar var çoğunlukla stantların başında. Sokakta Gaye Ve Hakan’ın işlettiği Boho Chic Butik var. Kendileri İstanbullu ve bir daha arkalarına bakmamaya and içerek  kurumsal şirketteki işlerinden ayrılıp yerleşmişler Urla’ya. Burada büyütüyorlar çocuklarını, burada yaşıyorlar hayatlarını. Otantik kıyafetler satıyorlar. Dışarıdan Nişantaşı butiklerini andırıyor. Dedim ya İstanbullu imiş sahipleri. Uğrayanlar, selamımı söylersiniz belki!

image

image

image

image

image

image

Plaj her yerde plaj, kumsal her yerde kumdan, insan her yerde su ve topraktan. Şehirlerde çiğleştikçe, dar sokak aralı mahallelerde huzur buluyor insanlar. Komşuluk, insanlık, hoşgörünün tükenmeyecek gibi göründüğü sokakları var Urla’nın. Tırmandıkça tırmanıyorsun keçiler gibi benzer sokaklarından süzülerek. Pamuk tenli insanların cenneti buralar. İki katlı evlerinde, serin mutfaklarında iş yapıyor teyzeler. Evlerinin önlerine attıkları sandalyelerine oturuyorlar ellerinde örgüler. Kimisi hiç konuşmuyor plastik sandalyelerinin üzerinde. Gelen geçen olursa bakıyor öylece. Kimisiyse sohbete muhabbete gelmiş. Kadınlı erkekli oturuyorlar. Hep bir esinti var akşam üzerleri. Serin tutuyor bu da kafaları, bedenleri.

Malgaca Pazarı, adını alış şekliyle gülümsetiyor insanı(bir rivayete göre mal gaça mal gaça derken olmuş sana Malgaca Pazarı). Kokoreççisinden, kasabından, manavından, askıda ekmek barındıran dolayısıyla aşsızları da düşünen fırınından, baharatçısından tutun da halihazırda envai türde malzeme bulunduran esnafıyla, yaz kış konserlere evsahipliği yapan meydanı ve kafeteryaları kapsayan alanıyla, Urla’nın orta yerindeki sıcak kalbi Malgaca Pazarı. Normal ve makul fiyatlar talep ettikleri. Küçük bir şehir burası Urla’nın geçmiş ve günümüz tarihindeki. İlerisinde Han Otel var ve de sıra sıra, küçük çapta şöhreti yakalamış restoranları.

image
image

image

image

image

image

image

image

Ramazan’dı ilk çıktığımda Urla’nın yokuş yollu sokaklarından. On beş on altı yaşlarında bir genç ayakkabılarının arkasına basa basa elinde tepsi üzeri hoşafından cacığına, etli pilavından çorbasına, sırtı rüzgarla aralanan gazete kağıdıyla çevrili iftar menüsünü taşırken ne kadar nostaljik olduğundan habersiz, beni görünce düştüğü mahcubiyeti saklamaya çalışarak iniverdi öylece. Gavur İzmir oruç da tutarmış böyle. Bir başka kız çocuğu iki üç yaşlarında bir eli annesinde, yürüyor ağır aksak. Ahh ne güzel eteğin var öyle, uçuşuyor rüzgarda böyle..

image

ÇEŞMEALTI:

İçerik olarak Çeşmealtı: Yazlık yazlık yazlık…

Resmi olarak Urla’nın nesi olmakta?: Köyü

Sonuç: Başka olur Ege’nin köyü.

image

Ara ara siteler halinde ama genellikle müstakil evlerle bezeli, denizinden dalgası, havasından rüzgarı eksik olmayan; İzmir’in yerlisinin zamanında ekonomik şartlarda edindiği şimdiyse bir mutfak, bir banyo daha diyerek iyice genişlettiği, insanı hoşsohbet, akşam oldu mu çoluk çocuk, kalabalık sofralarından bereket eksik olmayan, bir yandan da mangalların değişmez konuklarının kemiğinden, derisinden sokak kedilerine ve köpeklerine de bir sofra yaratan yazlıkçıların bir çoğunun yazlıkçı kavramını genişleterek kah emekliliklerinde kah şehir kaçağını oynadığı dönemler içerisinde hem yaz hem kış rahatlıkla kalabildiği bir yer Çeşmealtı. Bu satırları yazdığım pazar gününün miskinliğini öyle kolay kolay üzerimden atmam mümkün olmadığından, parmaklarımın çalışkanlığını sokuyorum devreye. Bir evin, bir odasının içinde döne döne yazıyorum ben de. Dünya saatiyle neredeyim ben böyle? Etrafım kimlerle sarılı çepeçevre? Düşünmek için bol zaman gerek. Bugün pazar ve benim de önümde bir sürü sıcak geçen saatim var. Dolayısıyla ben de başlıyorum yazmaya: Sağ komşu Karşıyakalı, sol komşu Karataşlı. Sağ evin beyi sizlere ömür, sol evin beyi seksen yaşında. Sağ komşunun ortanca çocuğu da sizlere ömür, yıllar önce, otuzlarının başında. Şimdi babasıyla beraber sakin sakin yatmakta Çeşmealtı, Güvendik mezarlığında. Yedi yıl boyunca karısıyla beraber sürüklenmiş durmuş mezarlığa oğlunun peşisıra ve o yolunu çoktan yapmış aslında. Sağ evin komşusunun bir kız torunu iki yaşında, sol evin bir kız torunu Benim Küçük Günışığım’ın Abigail Breslin’ı. Sağ eve nispet yaparcasına gün itibariyle bir cenaze de sol evden çıkıyor. Allahtan uzak akraba. Herkes cenazeye gitti, oradan da mezarlığa. Genç ölüm var, düşman başına. Bir ev daha var ötede, mobilyacı kendisi. Üç katlı evinin her bir katına mutfak yaptırmışlar inip çıkma derdi olmasın diye. “İzmirli sandım Manisalı çıktı” diyor karısı için, Manisa’ya taşınmışlar İzmir’den, “Ben hanım köylüyüm ondan böyle oldu” diyor. Yemeklerden, ucu kendilerine dokunan esprilerden ve itiraflardan hiç gocunmuyorlar kısaca. Evin beyi porsiyonları az koyan gelinine karşı bir parça sitemkar ve de Maraşlı(bir Maraşlının kendi malzemeleriyle yaptığı kısırı görüp yediğinizde anlayabilirsiniz ancak ne demek istediğimi, kahverengi olur onların kısırları, İzmir’in hafif ve pembemtırak bulgurlarından çook uzak, apayrı). Sol taraftaki evin adı Nesrin Hanım, sağ taraftaki evin adı Şadan Hanım. Evlerini bir bekçi gibi, mutfaklarını bir aşçı gibi beklemişler bunca yıl. Kedilerden feyz alıp evlerine, köpeklerden feyz alıp eşlerine sadakat göstermişler. Mütevazı ve hatırşinazlar. Bugünlere isimleriyle beraber gelen evler getirmişler. Her ev bir kadın aslında dünlerden bugünlere gelen. Ev sahipleri ölseler bile, evler onların isimleriyle anılıyor yıllar üzerinden geçse de. Evin erkekleriyse misafir sanatçılar sadece ve sadece, yaşadıkları müddetçe.

RAKI’NIN KADEHLERİ:

Benim elimde manileşen aşağıdaki dörtlük, sağ taraftaki evin hayatta kalan oğlunun ağzından çıkmış olup, baba kaybından sonra bir erkeğin acısının acısını çıkartabilmek için neler yapabileceğini söyledikten sonra söylenivermiştir öylece. “Biz erkekler” demişti.. Ahh evet ya siz erkekler! “Biz erkekler bazen dağıtmak isteriz. Mesela kendini kaybedercesine içtikten sonra kaldırımda yatmak isteriz.” Aferin size siz erkekler, tabiatınız böyledir, daha da elden ne gelir? Tüm erkeklerin içip içip ister kaldırım tepelerinde, ister sandalye tepelerinde hep tatlı ve hep güzel kalmaları dileğiyle..

İlk kadehte tatlıyımdır
İkincide bir başka güzel
Karar derler çevremdekiler üçüncüye erişirsem eğer
Olduğum yerde ben, ben olarak kalabilirim ancak
Dördüncü kadehin rezilliğini paylaşmazsam eğer.”

MURAT VE GÖKÇE:

Ayaklarında parmak arası terlikleriyle iki kardeşten, ağabey olan Murat masmavi gözlü, küçük kız kardeşi Gökçe ise ağabeyine tutunmuş vaziyette bir parça yabani görünse de, aslında ürkek bakışlarıyla süzüyor beni ve çevresini. Evlerini gösteriyor ağabey Toptepe sırtlarındaki. Eskiden top buradan atılırmış. Annesi bakıyor evlerinin balkonundan kuşbakışı. Sonra da kaldığı yerden devam ediyor görevini ifa etmeye. Balkonunu süpürüyor elindeki çalı süpürgesiyle. Murat ve Gökçe eşliğinde minaresi kopmuş Kamanlı Camii’ne doğru yol alıyoruz. İnli cinli hikayelere konu olmuş burası bir zamanlar. Issız bir tarlanın ortasında uzaktan bile bir başka görünüyor. İçerisinde çok hikayeler barındırıyormuşçasına duruyor yüksek yüksek otların ortasında. İnsanın içini ürpertiyor duruşuyla. Tıpkı bir başka gelişimde karşıma çıkıveren Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesine konu olmuş Fatih İbrahim Bey Camii gibi. Bir de yemyeşil bir yatır vardı onun ön bahçesinde. Kaldı ki Camii’nin bahçesinde bir sürü başka mezarlar da vardı Osmanlı’dan kalma. Yatır manzaralı evlere sorduğumdaysa tatminkar bir cevap almam mümkün olmuyor. İnsanlar dünya telaşında unutmuşlar ötesini. Rutin manzaraları olmuş gözlerinin önündeki. Hayat, insanı fazla düşündürtmüyor ki! Önümdeki iki miniğe çeviriyorum başımı. Önlerinde belirsizliklerle dolu bir yol var. Birbirlerine sığınarak yürüyorlar. Setsuko ve Seita gibi Murat ve Gökçe’de. Tüm hayatları boyunca eski kuşakların eylemlerinin sonuçlarına katlanmak zorunda kalacak olan bir başka neslin çocukları onlar da.

image
Murat ve Gökçe

image

image

image

BOZCAADA/TENEDOS

BOZCAADA/TENEDOS:

image
image
image

Bir varmış bir yokmuş, kedilerin sahiplendiği, martıların, kargaların ve baykuşların kuşbakışı sahiplendiği, yerlisinin sahiplendiği(bir yerin yerlisi kediler ve köpekler demişti bir büyüğüm), yersizinin bir gün gelip gördükten sonra durduk konduk aşık olduk biz bu adaya diyerek derin hislerle sahiplendiği, kimi zamansa nedensizce sahiplenilen, anakaradan kopuk olduğundan belki de hep sahiplenilmek istenen, çevresi mavi sularla çevrili bir adacık var imiş. Her adacık gibi bu adacığın da kaderinde yalnızlık var imiş. Kendisinden daha büyük olan kardeşi Gökçeada(İmroz)’dan uzağa düşürmüş onu bir takım oluşumlar, sular ve depremler.. Bir daha da yakınlaşamamışlar, araya girmiş mesafeler. Uzaktan bakışmış durmuşlar yıllar yıllar boyunca. Yalnızlıktan bunalan tüm diğer adalar gibi misafirler kabul etmeye başlamış o da yavaş yavaş canı iyice sıkılınca. Kış gelince hasret çekermiş misafirlerine, yaz geldi mi bıkarmış gürültülerinden, cilvelerinden, hüzünlerinden. Bir geçişmiş yaşadığı insanların tam da ilkbahardan yaza geçerken yaşadığı, bir tatlı güzelleme. Bir sabah erkenden gözyaşlarına boğuveren bu Ada’da, sesinizi bırakırmışsınız geride gözyaşlarınız kuruduktan sonra, eğer kader adımlarınızı mıknatısla çekmiş bulunmuşsa.

Yukarıdaki fotoğraflarda görülen iki bızdığın sonsuz enerjisinin tezahürüyle indim Ada’ya. Tozunu attırdılar geminin. Daha sonra defalarca gördüm ikisini Ada’da başka başka bızdıklarla bisiklete binerken, sağa sola çocuk enerjileri yettiğince koşturup dururken. Kızın ruhu sonsuzdu. Cesareti de. Hayat yanıltmazsa eğer kiminin geleceği okunur küçüklüğünden. Kız öyleydi, belliydi hallerinden. Bu satırları yazdığım restoranın adı ise Tenedos. Ada henüz boş. Bir kısım kalmasız gelmiş. Onlar binip gidecekler akşam olunca ve ada daha da sakin olacak akşama. Yoğunluk sezon açılır açılmaz başlayacak. Sonrası iyilik güzellik, kalabalık, bol da kazanç, umalım. Garsonlar şimdilik pineklemekle meşguller. Bu günlerini arayacaklar bir süre sonra. Tenedos hareketlenecek. Benim kalmakta olduğum adanın merkezindeki Delos Adası’ndan ismini alan otel de dolacak. Bozcaada daha çok şarapçıların, tatlı tatlı esen poyrazla içmek isteyenlerin durağı. Keyifli, nazik, huzurlu, cepte para bırakmayı sevmeyenlerin memleketi. Güzel ada, hoş ada. Ayak tırnaklarını denize sokmamaya özen gösterenlerin adası bu ada. Buzzz gibi suyuyla ağustosa göz kırpan, benim en güzelim eylüldür diyen, temmuzla flörtleşen ada. Güneş aynı, gökyüzü aynı, huzursa Bodrum, Kuşadası’ndan fazla. Atla bisikletine, git gidebildiğince. Yürü, uzan kumlara, denize bak, tüm sıkıntılarını at, atamazsan da bir parça çakırkeyif ol ki bir süreliğine bari unutabil her şeyi ve herkesi, o kadar kolaysa. Dünyaya dönene kadar yeni bir benliğin oluşsun içinde. Burası Bozcaada. Ca eki yüzünden midir bilinmez olasılıklar ihtiva eden, belirsizlikler adası bu Ada. Kaçakların, hor görülenlerin ya da görenlerin, çıkış arayanların, mehtap peşinde koşuşturanların, şarapçıların, biracıların, kayıp ruhların, kaybının peşinden yas tutmaktan yorulanların, hayat alışkanlıklarını kaybedenlerin, bohemlerin, sanatçıların, boboların, tüm yorgunların, benim, senin, hepimizin adası.

Bir perşembeyi belirsiz bir haftasonuna bağlayan bir günde geldim buraya. Sabahki feribotu kaçırarak geldim. Ya Gökçeada idi gideceğim ya da burasıydı geleceğim. Ama kaderimde var imiş ve ben da buraya geldim. Bu ilk gelişim değil. Son mudur, bilemem. Ama yiyecek ekmeğimiz, içecek suyumuz var imiş beraber. Ve ben geldim.

Hiç rezervasyonsuz, hiç beklentisiz, sadece kalmak için, tek başına, hiç düşünmeden ve hiç umursamadan, yer olsun da diyerek gelenler için Ada’nın ikiye bölünen coğrafyasında benim de kaldığım Türk tarafı bir şekilde ya daha sükseli yahut da bilinmez bir ayak alışkanlığı yüzünden daha çok cezbediyor insanı ilk görüşte. Deniz kenarındaki balıkçılar bunda etken sanırım. Binalar yokuş yukarı konumlandığından feribotla gelirken ya da uzaklaşırken rol çalıyor diğer taraftan. Rum tarafı ve üzerine kurulu eğlencesi ise daha çok akşam kurulan meyhane sofralarıyla şenleniyor. Akşam üzeri restoranların dışarıya atmış olduğu masalarının arasından geçerken kulağınıza çalınan envai türdeki müzikler sizi farklı yerlere götürüyor. Telaşsız, nispet yaparcasına tüm dünyaya, geçmişinize, geleceğinize inat, durmayın yürüyün bu yollarda elleriniz cebinizde. Izgara balık, anason, tütün ve parfüm kokularını çekin içinize. Oturmasanız da olur. Paranız cebinizde kalır bahaneyle. Göz çapkınlığı yakışır her birinize. Göz kirası alınmıyor ki dünyanın hiçbir yerinde.

BOZCAADA YEREL TARİH MÜZESİ:

image

image

image

image

Muhakkak gelin, muhakkak görün. Görmüş olduğum adalar ve ziyaretçisi olduğum müzeleri arasında müstesna bir yere sahip olarak hatırlayacağım kendilerini. Neden bu kadar önemsediğime gelince, şimdilik yakın tarihli müzenin arka fonunda yatan başarı hikayesi ilgimi çekti her şeyden önce. Hakan Gürüney Odtü Fizik mezunu ve adaya nadide bir deniz kabuğunu bulmak umuduyla gelip, tutulup kalıyor anladığım kadarıyla ve kök salıyor yavaş yavaş. Ama onun kökleri başka başka köklerden de besleniyor ve başlıyor toplamaya filizlerini. Ada hakkında ne bulursa topluyor, biriktiriyor, hiçbir ada ve geçmiş yaşantısı hakkında bunca bilgi sahibi olup, bu kadar beslenebileceğinizi sanmıyorum açıkçası. İşin arkasında bir kamu kuruluşunca görevlendirilmiş devlet memuru olmadığından ve kendisi birebir açıklama yapıp, odaları tek tek gezdirdiğinden hem kendinizi değerli hissediyorsunuz, hem de birinci ağızdan bilgi almış oluyorsunuz. Oda oda gezdiriyor sizi nezaketle yaz odası, kış köşesi diye. Girişteki ilk odada hem Ara Güler’in bağışlamış olduğu Bozcaada fotoğrafları, hem de Ada sakinlerinin sakinlemek üzere kayıklarla gelişlerini gösteren, Ada yaşantısından ve yıllarla birlikte değişen ellerde sahip olduğu yeni çehresinden ufak çapta bilgi sahibi oluyorsunuz. İki katlı müzenin giriş yani birinci katı, Rum halkının inançlarından, Ada’ya gelen ve bir zaman geçiren yabancı uyruklu askerlerin hüzünlü mektuplarına kadar geniş bir yelpaze sunuyor ziyaretçilerine. Zemin katı ise çok daha ilgi çekici. Kimi artık unutulmaya yüz tutmuş meslekler ve meslek erbaplarının özel hayatlarını sergiliyor fotoğraflar, onlardan günümüze kalan parçalar eşliğinde. Nazik, neşeli, rahat insanlardır Rumlar. Düğünleri de öyledir, yaşantıları da. Tek tük bile olsa, en kuytu da da dursalar, dokuyu korumak, geçmişi yaşatmak adına hep olmalılar bir tarafta. Bizans ve Mezopotamya, biz kalmışız ortasında. Kendimi hangisine yakın hissettiğime gelince, Egeli kanıma rağmen ruhen her ikisinden de beslendiğimi düşünmekteyim. Tekrar dönecek olursak Müzemize, Tipitip’i anımsamak ve gülümsemek, nostaljik sakızları, rengarenk çıkartmaları ve sizde çağrıştırdığı anıları hatırlamak için bile efendim muhakkak geliniz ve görünüz! İlk insandan günümüze kadar gelen, mesleklerin atası, kolay kolay açıklayamadığımız dürtülerimiz ve bizi esir alarak kimi zaman bir tutkuya dönüşen ve zamanla güçlenen alışkanlıklarımızın müsebbibi avcı ve toplayıcı kodlarımızın nasıl olup da kanımıza karışmak bir yana hiç hissettirmeden sızdığını, tüm bunların bir insanı hayatta nerelerden nerelere sürükleyebileceğini ve kısaca bir başarı hikayesine de tanıklık etmiş olacaksınız iki arada bir derede. Buna değer, bence.

image
Büyük şeyler devrinin başladığını öngören bir mektup

image

image

SAÇAKLI:

Bozcaada lokantalarını ve aşçılarını, patronlarını, hepsini, hepinizi protesto ediyorum. Neden mi? Yöresel pardon Adasal bir lezzet olan Isırgan Çullaması’nı yapmayı bıraktığınız için. Üzerine de “Çok kolay, bak biz sana tarifini verelim, sen git bir güzel evinde pişir” dediğiniz için. Beyler, lokanta lokanta gezdim durdum, aranızda tas kebabım var harika diyeniniz bile oldu. Beyler, ben bazı şeyleri evde yapıp yiyebilseydim zaten aranmazdım deli deli, değil mi? Neyse, alacağım olsun hepinizden.

Geldim perşembe, döneceğim pazartesiye. Bugün günlerden pazar, bugün günlerden babalar günü. Denk geldi öylesine. Benim babam İzmir’de olduğundan, başlıyorum tüm babaların babalar gününü kutlamaya. Beş çocuk babası Hüseyin, kız babası Erdoğan, kız babası Derya, oğul babası Kenan, kimden kaç çocuğu olduğunu tam anlayamadığım Salman ilk karşıma çıkanlar. Yazıklar olsun bana, sıfır çocuk annesi olarak. Başkalarının aksine iki önemli gün var hatırlanması gereken. Annem babam yaşadığı müddetçe kutlayacağım, sonra da ağlayarak hatırlayacağım iki önemli gün. Sonra mı? Hiç kimsenin çocuğu olamayacağını anladığın o gün çok koyacak bazı şeyler(bu sözünü hiç unutmadım Banuhan Güvenir).

Ada’da karşılaştığım babaların gönüllerini fethettikten sonra Güveç’te bana ikram edilen çayımı içiyorum. Saçaklı’nın yeri burası. Güveç’te zeytinyağlı ve et yemekleri yapıyorlar. İnsan her gün balık yiyemez değil mi? Ben mesela. Erdoğan Baba’da bunun bilincinde. Ne çektik biz diye başlıyor anlatmaya. Hep çalışmış, pek okuyamamış bir sürü kardeşin en büyüğü olarak. Biriktirdiği bir sürü hikayesi, her akşam onu bekleyen 400 miligramlık rakısı var, içmeden yatağa girmediği. Tıka basa yemiş olduğum kahvaltının üzerine bir tabak mantı geliyor ikram olarak. O kadar tokum ama yemezsem o kadar ayıp olacak ve o kadar lezzetli ki. Çaresizim, yiyorum. Lezzetli bir çaresizlik yaşadığım.

image

AYDO(AIDO) CAFE:

Facebook sayfasında “uğrak yeri” olarak tanımlanıyor. O kadar doğru ki. Ada’da karşınıza çıkmasını istediğiniz biri varsa buraya oturun ve başlayın beklemeye. Elbet geçecektir O kişi, hemen şimdi olmadı bir zaman sonra. Söyleyin çayınızı, arpanızı, ister tavla atın, ister iki lafın belini kırın. Geleni izleyin, geçene bakın, benim göremediğim ve yakın tarihte açılacak olan kitap standının ziyaretçilerine bakın. Burası Bozcaada’nın gündüz ve gece hayatının nabzını teferruatlı ama kimselere belli etmeden usul usul tutan, fanatik Aydoğanseverler’in(Aydoğan İnce) uğrak yeri olup, babamın ismini taşıdığından olsa gerek son derece mesafeli ve çekingen yaklaştığım bir yer olarak kalacaktır anılarımda. Üstelik bünyesinde ön bacağı habire kırılıp durduğundan sahibinin kucağında istirahat eden ve melemeye melemeye melemeyi unutan bir kuzu, her sabah vapura binip Geyikli’ye geçen ve havasını aldıktan sonra da dönen, yaşını başını almış ve artık insanlaşmış ve neredeyse Türkçe öğrenmiş hev derken mev diyen, kuzu dilini de çözen bir de köpek barındıran, sahibinin gelenlerden yiyip içtiklerinin ücretini tam olarak almış olsaydı eğer sahilden beş yüz metrekarelik dükkan alabileceği rivayet edilen bir enteresan oluşum olup, haykırıyoruz aklımıza geldikçe kendileri “Yaşa yaşa yaşa!” diye.

BİR GARİP MEHTAP TURU VE POLENTE DENİZ FENERİ:

Gelir gelmez bir panik, bir heyecan ön rezervasyonumu öğleyin yaptırdığım ve benim için ayrılmış olan yol manzaralı ön koltuğa geçiyorum minibüs durağından. Adam başı yirmi lira. Çift şoförle kendimi uzun yola çıkmış gibi hissediyorum. Önce şarap ve reçel tadımına götürülüyoruz. Sonra da o koy bu koy tepeden fotoğraf çekimi için uygun her yerde mola veriyoruz. Ayazma’dan içkiler alınıyor. Nihayet mekana geliyoruz. Bir sürü araba var. Herkes o kadar hazırlıklı ki. Sandalyeler açılıyor, şaraplar dolduruluyor, biralar höpürdetiliyor. Havada garip bir elektrik var. Sigortacı bir çift, bir anne oğul ve ben ortamdaki romantizmden zerre etkilenmiyoruz. Koşa koşa Polente’ye gitmeye karar veriyorum. Gidiyorum da. Fener’in çevresini özel mülke girdiğinden çitlerle çevirmişler. Uzakta metruk bir taş ev var ve rüzgarın coşturduğu yel değirmenlerinin uğultulu sesi kaplıyor kulaklarımı. Ne aşığım, ne Don Kişot, sadece telaşlıyım ya minibüsü kaçırırsam diye. Polente’ye bakıyorum uzaktan. Deniz fenerleri hep böyle yalnızdırlar. İzole, tek başlarına, bir yamacın başında, gemiler karaya vurmasın diye yanar söner dururlar. Zirvede yalnızsındır her zaman. Bu Polente’ye ikinci gelişim ama nereden bilirdim üçüncü bir kez daha geleceğimi önümüzdeki günler içerisinde?

image

Koşa koşa geliyorum. O kadar esiyor ki. Bir kilometre git, bir kilometre dön saçlarım karışmışlar birbirine. Anne oğuldan anne olan minibüsün kuytusuna sinmiş soğuktan, yaşlı kadın. Karı koca önce memleketi kurtarıyor güneş romantizm saçarken, sonra memleketin haline içlenip içlenip kahroluyorlar çiftler güneşin batışını öpüşüp koklaşarak kutsarken. Parfüm kokuları yerini alkolün keskin kokusuna bırakıyor dönüş yolunda. Hiç içmemiş sigortacı çift kontak açılmazken daha çok daha derin bir sohbetin içine giriyorlar. Adam başı yirmi lirayı kişi sayısıyla çarpıp, minibüsün gün boyu kaç kez sefere çıktığından hesapla her şeyi her şeyle çarpıp toplayarak, yüzde otuz gideri de çıkardıktan sonra, çıkan rakamı on iki aya bölüp kabaca bir nihai ama kendince net, adamların aylık kazancına ulaşıveriyor erkek olan. Minibüsten çıt çıkmıyor. Erkek “İyi para diyor.” Böyle kazançlı bir iş bulsa kendi işini süratle kapatacağından bahsediyor. Kadın “Sen de iyi kazanıyorsun bırak yahu başkasının kazancını.” diyor. Minibüsten gene çıt çıkmıyor. Romantizm devri kapanıyor bir anda. Getirisi yüksek addedilen bu işin kime ne kazandıracağı kimsenin umurunda değil. Tek ayıklar olarak ben ve anne oğul dinliyoruz aynı çifti pür dikkat. Romantizm karın doyurmuyor olabilir ama ayaklı bir hesap makinesiyle evli olmak çekilecek çile değil kanımca. Dönüş yolunda ise pozisyon değiştiren ikinci şoförümüz(çünkü ilki efkarlanıp, bira içti ve daha çok efkarlandı) oyun havalarını açıp “Haydi kızlar eller havaya!” diyerek el çırpıp direksiyona burarak tempo tutmaya başlıyor. Hesapçı kocasından bıkan mağdur eş “Kızların içi ölmüş!” diyor. Asıl içi ölen kendisi olduğundan çevreyle avunmak istiyor sanırım. Ben mi? Tuhaf bir asabiyet vardı üzerimde kelimelerle açıklayamayacağım. Buraya tek başıma gelseydim bu kadar acayipliklere tanık olamacağımın bilincinde dönüyorum otele.

20150611_194929

AN
BE
AN  CAFE:

Deniz kenarında L şeklinde bir oturma düzeni olan sağ taraftaki geniş koltuklara çekildiğinizde önünüzdeki balıkçıya gelenleri tatlı tatlı izleyebildiğiniz, bir süre sonra kendinizi sinema salonundaymışçasına aksiyona kaptırdığınız, garsonların gündüzden başlayarak interaktif olarak sayım sayıp, masa kontrolü yaptığı, akşamsa kim gelmiş, ne yemiş, ne kadar içmiş, hesap ne gelmiş, kim itiraz etmiş derken vaktin su gibi aktığı, en güzel Kale manzarasına sahip, havaların havasına göre size verilen şalların sayısı artan, esintisiyle serinleten, güzel şaraplarını içtiğim yer.

image

Bir gündüz vakti kuşların acı çığlıkları gelmişti kafenin yan tarafındaki kayalıklardan. Yavru bir kargayı kapıp götürmekteydi bir martı. Çaresizce bağıranlarsa diğer kargalardı. Sonsuzluğa kadar kovalayacaklardı imkanları olsaydı. Martıysa karşı kayalıklarda işini bitirdi yavruyla. Bir anlıkmış hayat. Bir varmışsın, bir yokmuşsun. Bir yavru karga olmuşsun, sonra birden bir martının hışmıyla boğulmuşsun. “Ah evlatçım vah evlatçım” dediler durdular sen ruhunu terk ederken güzel evlatçığım. Çok ağladılar arkandan. Ama şimdiye hayat unutturdu onlara da.

HÜSEYİN VE AYGÜL:

Yarım günümüzü birlikte geçirdik. İstanbul, Sultanbeyli’den gelmiş olan aynı oteli paylaştığımız çiftle. Aygül Kastamonu’lu, Hüseyin Adıyaman’lı, anne tarafı ise Siirt’li. Mütevazı ve muhafazakar bir çift. Erkek saatlerce dalıyor. Kadın bir kez dalmış ve bir sonraki dalış için istekli görünmüyor. Erkek yüzmek istiyor ve beraber yüzmek istiyor, kadın o konuda da o kadar istekli değil. Erkek tırmanmayı seviyor, kadın yükseklikten korkuyor. Aynı burcu, aynı evi, aynı hayatı ve beş çocuğu paylaşıyorlar. Ama aynı denizi paylaşamıyorlar bir türlü. Ama birbirlerine karşı sevgisiz de değiller. Bizse bir süreliğine aynı otomobili paylaşıyoruz. Deniz mi, ben mi? Yok ben serçe parmağımı bir soktum bir çıkardım haziran ayında buz kovası gibi olan denizin kıyısından. Hal böyle olunca gidilmedik koy, görülmedik deniz bırakmayan çiftle beraber dolaşmaktan ben bir parça ıstakoza döndüm. Ama hiç anlamadım.

Erkek her bulduğu yola girmek istiyor. Sanırım hiç bir arabanın girmeye cesaret edemediği yolları açıyoruz, altımızdaki buldozermişçesine. Ağaçların dalları açık pencerelerden içeriye giriyor, yollar daralıyor iyice. Ormanın tam göbeğinde buluyoruz kendimizi. Ağaçlar intihar etmişler, belki de ecelleri gelmiştir, kim bilir? Boylu boyunca yatıyorlar hiç istiflerini bozmadan. Kurumaya yüz tutmuşlar çoktan. Çook uzun zamandan beri ormanın ve onun çocuklarının insan türünden olma ilk ziyaretçileri bizlermişiz gibi geliyor.

image

image

Araba dört bir yandan çizilmiş asi ve meraklı dallar tarafından. Erkek pasta cila lazım dönünce diyor. Kadınsa canın sağ olsun diyor. Hiç ummadığın insanlarla, hiç umulmadık anlar yaşarsın. Çook başka hayatların içinde, çook farklı dertlerin içine gömülecek olmamıza rağmen geri döndüğümüzde, o ormanın içinde, kavuşan ağaçlardan gökyüzünü görmenin mümkün olmadığı kuytunun ortasında bu dünyada ismini koyamayacağımız bir an paylaşıyoruz.

Nihayet Polente’ye gelebiliyoruz. Birkaç gün önce yalnız ve telaşla yürüdüğüm yolu konuşarak bitiriyoruz. Çitlerin ardından selamlıyoruz gene ıssızlığı. Ada’nın en batı ucundaki denizlerin bekçisini selamlıyorum içimden. Senin benimle bir derdin var ama nedir bilmiyorum henüz. Öğreneceğim bir gün gelir elbet.

IMG_2424[1]

image

ÖNEMLİ BİR NOT:

Kimden ya da nereden edindiğimi bilmediğim bir kaynaktan aldığım haberin asılsız olduğu ortaya çıktı. Babalar günü önümüzdeki pazarmış. Herkesin babalar gününü kutlayıp, kendi aralarında da kutlamalarını sağladıktan sonra bu bilgiyi edinmem çok çok faydalı oldu sanırım. Sakın benim ipimle kuyuya inmeyin, emi? Sakın. Halen daha anlayamadığım, esrarını koruyan bir şey var. Daha doğrusu hatırlayamadığım. Ben nasıl bir sabaha uyandım da, o günün babalar günü olduğuna karar verdim, daha doğrusu ilan ettim ve herkesi de inandırdım? Babamı aradım, kutladım. İnandı. Ada’da önüme çıkan, önünde bebek arabası ittiren, çocuğum var diyen herkesin gözlerindeki buğunun sebebi oluverdim bir anda. Bir kişi yalnız tereddüte düştü. O bugün müydü diye. Sonra da sustu, olabilir diye. Diğerleri tokalaşıp öpüştüler sayemde. Bu sene çifte bayram olsun gariplere. Bu da benden size hediye. Otel sahibi televizyon vardı kafalar dinlensin dedim televizyonları çıkardım dedi. İnternet olsa da ada psikolojisinden sadece kendi işlerinize bakıyorsunuz, ötesi hiç yokmuş ve hiç de olmamış gibi geliyor. Biraz gayret etsem Cumhuriyet Bayramı’nın geldiğine dahi ikna edebilirdim sanırım herkesi. Burada hiç kimse ne tanıkların ne de kanıtların peşinde nasıl olsa.

Kaldığım süre boyunca bir düğüne katıldım, birkaç ölüme(ölenlerden biri yavru bir karga idi, katili ise sokaklarda pardon bir havalarda)rast geldim, bir mehtap turu, iki Polente, bir orman ziyareti yaptım. Pazar akşamı feribot kuyruğunda çıkan kavgaları sinema izler gibi izledim. Tüm koylarını gördüm. Harika bir müze gezdim. Otları bakımsızlıktan dizlere değen, kimlerin yaptırdığı sır olarak kalmış, en bakımsız kaleyi fethettim. Bir sürü insan tanıdım. Onlar da beni. Aynı zamanda bir aile işletmesi olan ferah bir otelde güzel kahvaltılar ettim, güzel şaraplar içtim, nüfusumu da Çanakkale’ye aldırmaya karar verdim. Çok ciddiyim. Fahri vatandaşlık filan nasıl oluyor, hepsini araştıracağım önümüzdeki günlerde.

image

image

image

image

image
Gündüz başka
20150613_213347
Gece başka

image

image

image

image

image

image

IMG_2435[1]

image
Siestama dokunma. Süpürgeyi yersin kafana.
image
Bu ada bizim!!!

TARSUS, ÜÇÜNCÜ VE SON BÖLÜM(DÜNYA KADINLAR GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN)

KİMMİŞ BU ARZU TEKELİ?:

20150302_144117

Özkısmet Sürücü Kursu’nda olduğunu öğrendiğim kadını görmeye gidiyorum. Arzu Tekeli. İsminin çağrışımları bir yana Emine Hoca’nın, kendisinin geleneksel bir kadın olduğuna dair betimlemeleri karşısında bocalıyorum düşündükçe yol boyunca. Ne ile karşılaşacağım konusunda ise daha bir meraklanıyorum. Tariflere göre sürücü kursunda aynı zamanda direksiyon dersi veren, eli ayağı her yere yetişen geleneksel kıyafetler içerisinde bir kadın bahsi geçen. Yüksekçe bir tahta oturmuş Hürrem beliriyor gözümün önünde. Hükümet gibi kadın dediklerinden. Tarif edilen bankanın hemen yanındaki ara sokaktan içeriye sapıyor ve bir sürü adamın oturduğu tabureleri geçip sürücü kursunun kapısından içeriye giriyorum. Büyükçe bir bahçe var karşımda, iki tarafı kah avlusundan girebileceğiniz, yahut merdivenlerle dershaneliklerine çıkacağınız bir üst katı olan binalarca çevrelenmiş olan. Kibar bir bey karşılıyor beni. Arzu Tekeli’yi soruyorum. Yemekte olduğunu söyleyip, oturduğu yeri gösteriyor. Birkaç adım sonrası karşılıklı oturmuş iki kadından arkası dönük olanın telefonla konuştuğunu, yüzü bana dönük olanınsa iştahla yemek yediğini görüyorum. Kimselere bir şey söylemeden yüzüm avluya dönük olsun diye iştahla yemek yiyen kadının yanına geçiyorum. Oranın çalışanı olan kadın hemen bir tabak ve kaşık koyuyor önüme. Kazan büyüklüğünde tencerelerin içlerine bakıyorum. Barbunya(dünkü menü hatırlarsanız, kaderimde hep barbunya var Tarsus’ta), pirinç pilavı ve nefis turşu. Pilav koyduruyorum bir parça. Benim gibi başkaları da geliyor sofraya. Hepsi erkek. Burası bir çeşit aşevi gibi işliyor. Acıkanlar ve bilenler soluğu sofrada alıyorlar. Gelen erkeklerden biri limon istiyor barbunyasına. Şöyle bir sıkacak herhalde derken ortasından ikiye ayrılmış limonun ikisini birden sıkmıyor, eziyor adete avucunun içinde sularını çıkarmak için. Limon suyuna barbunyasını kaşıklıyor sonra da. Ekşiye aşermek böyle bir şey olsa gerek. Karşımdaki kadın hala ateşli bir şekilde telefonda. Yanımdakiyse bir iştah bir iştah tabak tabak barbunya, pilav, turşu ne varsa götürüyor. En sonunda da önümdeki tazecik ekmekten bir lokmacık alıp tabağını mis gibi yapıyor. “Bir sürü hastalığım olsa da boğazımdan feragat etmem” diyor. Yanımda oturduğundan yan gözle bakabiliyorum ancak fiziki yapısına. Taş gibi, kaya gibi sağlam. Ne yese öğütecek cinsten. Yüzü gergin, gözleri çekik. Tek bir kırışıklığı yok. Siyah çarşafının altına gizli heybetli bir bedeni var. Bu arada en nihayet karşımdaki kadının uzun ve pek mühim telefon görüşmesi bitiyor. Bana bakıyor soran gözlerle. İlk önce yanımdaki hanımın torunu olduğunu düşünüyor. Beni size Emine Hoca gönderdi diyorum. Bir tabak kaptığı gibi içini barbunyayla dolduruyor(Tanrım ben barbunya sevmem ama yiyeceğim mecburen. Herkes getirip getirip önüme barbunya koyuyor). Yiyenler kalkıyor, yeni açlar geliyor. Bir şeyin farkına varıyorum, yanımdaki hanım oturan tüm adamlardan daha çok yedi ve hiçbir sıkıntı yok görünürde, kuş gibi kalkıyor masadan da. Gelen misafir sayısı arttıkça gölgelikte duran bir küçük masanın olduğu yan tarafa geçiyoruz. Avluya dolayısıyla giriş kapısına nazır bir masa bu ve herkesi görmek mümkün. Anında geliyor çaylarımız. Bir yandan lıkırdıyor, bir yandan laflıyoruz. Ve benim hayatıma bir daha görüp görmeyeceğimi bilemediğim iki unutulmaz kadın daha girmiş oluyor: Arzu Tekeli ve Fatma Kılıboz.

FATMA KILIBOZ:

Az önce bahsettiğim gergin yüzü, çekik gözleri ve sağlam yapısıyla ellilerinde olmadı altmışlarında gösteren kadının yetmiş beş yaşında olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Özbekmiş aslen. Çekik gözlerini, dolgun yanaklarını ve gergin yüzünü açıklamaya yetiyor bu ipucu. Hayat hikayesini ben sormadan anlatmaya başlıyor. “Bacılığız bir Arzu’yla” diyor. Hayat hikayesi bir Alman gazetesinde yayınlanmış. Yıllar yıllar evvel Tarsus’ta evlendiklerinde kocasıyla beraber eskiden şehirde kanalizasyon sistemi kurulmamışken foseptik kuyuları açarlarmış. Bir oda, bir mutfak evlerinde rahmetli kocası ailesini çok sevip ayrılamadığından odayı büyüklere verip, kendileri el ayak çekilince mutfakta yere serdikleri döşeklerde uyurlarmış, iki de çocukla beraber. Sonra duruyor ve gözyaşları bölüyor hararetli konuşmasını. Geçmişten günümüze geçiyor. Altı ay önce ölen kızını anıyor. Yazgı imiş ismi. Onun niyetine Umre’ye gidecekmiş. Daha önce defalarca gitmiş. Sonra da yaşayan ama o da bir parça hasta olan kızı Kader’den bahsediyor(Kader ismini çok önemserim). Kaç çocuğu olduğunu soruyorum. “Yedi” diyor. İkinci eşiyle evlendiğinde yani teyzesinin eşiyle, onun da üç çocuğu varmış, bir de ortak çocukları olmuş. “Evlenmek farz, boşanmak sünnettir. Bense Allah’a şükür kazandıklarımla kimselere muhtaç olmadan yedi çocuğuma birden arsa, arazi, bir sürü de ev bıraktım. Hali hazırda bağlı üç emekli maaşı bana yetiyor, daha da ne yapayım malı mülkü, üzerime çöp bırakmadım.” diyor. “Bunca malı mülkü bu işle mi yaptınız? Nasıl bunca varlığa sahip oldunuz?” diye soruyorum. Asıl hikaye bundan sonra başlıyor. Fatma Kılıboz oluyor aktarıyorum size yaşadıklarımı: “Kızım, o zamanlar Almanya işçi alıyordu. Beni de bir tanıdık yazdırıverdi. Ne olduysa önden benim isteğim kabul oldu. Baktım burada çocuklar sefil, onların geleceği için gideceğim dedim kendi kendime. Onları kurtaracağım dedim. Daha küçük olan memeden kesilmemişti. Giderken yol boyunca memem sızladı durdu. Bu ne demek bilir misin? Çocuğum orada ağlarmış, benimse ondan uzakta memem sızlarmış. Allahtan kayınbabam, kaynanam iyiler de gözüm açık gitmedim gurbet ellere. Bir hastanede iş buldum. Hastabakıcıydım. O zamanlar Berlin Duvarı, bir sürü siyasi olaylar filan, fıttıran bizim hastanede alıyor soluğu. Deliren delirene. Bir bereket bir bereket. Ben çok çalışkandım kızım. Doktor vardı beni çok tutuyordu. O ara memlekete döndüm, erime, çocuklarıma kavuştum, hasret giderdim, tam beraber döneceğiz ki eşim kalp krizinden ölüverdi. Tekrar Almanya’ya döndüm ama çalışmak istemiyorum. O kadar fenayım anlayacağın. O doktor hep beni kolladı, idare etti, Allah razı olsun ondan. Hemşire oldum sayesinde. Ama bende hep bir iç sıkıntısı, keder. Geçmek bilmiyor. Benden iyi maaşın var, bırakma, yazık olacak emeklerine dedi durdu bana doktor. Söz dinleyeceğim mi varmış, kaderim öyle mi yazılmış, Allah bilir. Ama ben kaldım kızım. Direndim, tutundum. Tutunmayacaksın da ne yapacaksın. Üç tane çocuk. O ara ben ölü yıkanan yere geçtim. Kusura bakma Almanca konuşmaktan yıllardır, dilim kolay dönmüyor. Nerede kalmıştık.. öyle işte ama ben ölü yıkamadım çok. Ben güçlü kuvvetliydim. O yüzden ölüleri kestim. Nasıl mı? Uzun çizmeler çekerdik dizlerimize kadar. Gene de içi kanla dolardı akşamına. Aletler vardı, alırdım elime uzuvları ayırırdım tek tek. Kol, bacak ne varsa. Bir süre sonra alıştım. Patlıcan keser gibi keserdim. Ne yaparsın? Ölüyü bütün halinde yakmazlardı. Koyarlardı uzuvları tek tek ayrı poşetlere, üzerine de künyesini yazarlardı, şunun kolu, bunun bacağı diye. Sonra da verirlerdi fırına, yakma işlemi için. Göreceksen görgü çok, çekeceksen çile çok kızım. Hayat işte.” Arzu Tekeli giriyor burada söze. “Bu kadarını ben bile bilmiyordum.” diye. Bense o acımasız soruyu soruyorum kendisine. “Çocuğunuz ölmüş. Büyük bir acı çekmişsiniz ama zamanında çok çalışmışsınız, iyi insan olmaya çalışmışsınız. Karşılığını alabildiniz mi sonunda?” diyorum. Önce hayır manasında başını bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde sallıyor ama sonra topluyor kendini sulanan gözlerine rağmen.”Allah’ın takdiri işte. İyilik yap, denize at!” diyor. Açtırmış oldukları ve isimlerini verdirdikleri kuyulardan bahsediyorlar sonra. Somali ya da Mekke tarafında kuyu açtırılıyormuş, ücret karşılığında hayrına. “Arzu ismi nereden geliyor?” diye soruyorum. “Anneannemin ismiydi” diyor. Dershanelerinde düşük gelir gruplu ailelerden gelen gençler için bir fırsat olsun diye fiyatı yarı yarıya düşürmüşler. Rakipleri haksız rekabet diyerek bir parça mırın kırın etmiş olsalar da(Dershaneler kimlerin biliyorsunuzdur!), sonunda uzlaşmışlar. Birden bir ses başlıyor Arapça dua okumaya. Şaşırıp Sela veriyorlar sanıyorum-zira aklımda kesilen uzuvlar kalmış- sofra duası ediyormuş gençten bir çocuk. Susup dinliyoruz. Sonra çevrede bir hareketlenmedir başlıyor. Herkes harıl harıl abdest alıyor. “Aferin aferin” diyor Fatma Kılıboz. Onu avukata yollarken, uzun uzun bakıyorum arkasından. Yıllarca ölülerin uzuvlarını kesmiş bir kadın az önce Tarsus’ta işlenen malum cinayeti anarken gözyaşlarına hakim olamıştı. “Minibüs iki saat kapının önünde bekledi, yardım eden oğlanın ailesi komşumuzdu. Kötü bir aile değillerdi. Nereden bilebilirdik? Gözümüzün önündeymiş vahşet.” diyor. Faillerin tanıdıkları birer birer terketmişler şehri. Bir numaralı failin karısı çocuğunu almış çekip gitmiş. Aile soyadını değiştirmiş. Tarsus’taki esnaf konu komşu o bizden değil diyerek faillerin kökenine dair başka başka şeyler söylüyorlar ama.. ama Fatma Kılıboz’un dediği üzere buranın çocuğuymuş kendisi. Geçmişi değiştirse kaçmak.. Uzakta olsa da tek gerçek şey geçmişimiz. Aklıma Gümüşler Kasabası’ndan Yunus Amca’nın sözü geliyor: “Asil azmaz, bal kokmaz, kokarsa yağ kokar, kökü ayrandır.” diye. İnsan ruhu çok karanlık olabiliyor bazen, kimseler bilemiyor kötülüğün nereden çıkacağını.

image

ARZU TEKELİ:

Araplar için tatlı dilli derler. Arzu Tekeli’de öyle. Hükümet gibi kadın beklentilerimi ise karşılamaktan biraz uzak. Zira gelmeden gözümde canlandırdığım, saltanatına kurulmuş, etine dolgun, selamları başının tek hareketiyle kabul eden suskun siluet, karşımdaki minyon kadına dönüşüverince bir parça şaşırtıyor beni. Arzu Tekeli elli üç yaşında, Mekke’den göçmüş ailesi. Bu arada son derece cabbar bir kadın. Çok hızlı hareket ediyor. Pır pır. Kanatları olsa uçacak. Hızlı hızlı yürüyor, öyle de konuşuyor ve kafasında düşüncesiz geçirdiği bir an yok gibi. Zihni sürekli meşgul. Bakışlarına, en kolaysa diline yansıyor düşündükleri. İşini anlatıyor, çocuklarını anıyor, cinayete hayıflanıyor, Tarsus’un geri kalmışlığına, bir üniversite olmayışına, Mersin’in gölgesinde kalışına, her şeye, herkese.. Düzeltilmesi gereken her şeyi düzeltiyor gündelik hayatında elinden geldiğince. Düzeltemediğini de söylüyor hiç çekinmeden. Aklı ticarete yatıyor. Bilmese de o da bir kelime avcısı. Sözcüklerden etkileniyor. Hayatı boyunca önemsediği kelimeler karşısındakinin ağzından çıktığından hemen kulak kesiliyor. Eğitim eğitim eğitim diyor. Kız çocukları özellikle okutulmalı diyor. Çocuklarını hep iyi okullarda okutmuş. Toplum tarafından kabul gören meslekleri var. Eşraftanmış ailesi. Ben yobazım, çocuklarım öyle değildir diyor. O kadar tanımıyorum ama kendine yobaz sanırım. Çoğu kadın laf gelmesin, söz gelmesin diye mahrum eder kendini çoğu şeyden. Korunma mekanizmaları geliştirir kendince. Bir de şu örtü meselesi var; örtünmek Arap kültüründe bir gelenek ve Türkiye’ye politik nedenlerle dayattırılmaması gerekiyor. Buradaki kadınların örtünmeleri beni rahatsız etmiyor. Bu yörelerin meselesi olmalı zaten, devlet erkanının değil. Kaldı ki bu kadınlar şatafattan uzak, sade kıyafetler içerisindeler. Başkasının ateşini üzerine salmayacaksın diyorlar. Kırkkaşık Bedesteni’nde erkek çalışanın olmaması bu yüzden önemli. Kadınlar kendi yağlarında kavruluyorlar. Dayanışma halindeler ve özgürler kendi metrekarelerinde. Erkeklerin de desturla girmeleri gereken yerler olmalı. Her yer erkek zaten böyle toplumlarda; sokaklar, çarşılar, şoförler, esnaf, milletvekilleri, onların aday adayları.. Kadınlara çalışacak ve rahat bir nefes alacak yer kalması mühim. Hiçbir tehdit unsuru olmayan yerlerde gezmek insana özgüven veriyor. Yoksa küçücük kalıyorsun olduğun yerde. Bir sürü adam sana kendini öyle hissettirtiyor çünkü bilerek ve isteyerek. Erkekler kadınları çok eziyor.

20150301_144522

Kadın direksiyon hocamla beraber yola çıkıyoruz. Tarsus’ta sınıf atlamış gibi hissediyorum kendimi. Trafikteki sayılı şoförlerden biri benim yanımda çünkü. Tarsus’un daracık ara sokaklarında çılgınca kullanıyor arabayı. Dediğim gibi dinamik ve seri bir kadın ve mıymıntı gibi araba kullanmasını beklemiyorum kendisinden. Beni bırakmıyor tek başıma. Ben götürürüm diyor. İyi ki de götürmüş yoksa uçağı kaçırırmışım yok Eshab-ı Kehf, yok Taşkuyu Mağarası derken.

20150302_152915
Taşkuyu Mağarası Girişi

Taşkuyu Mağarası Beyrut’taki benzeri Jeita Grotto kadar büyük olmasa da sarkıtlar ve dikitlerden oluşuyor olması ve Eshab-ı Kehf’in eteklerinde oluşundan ötürü önemli bir turizm merkezi olmaya aday. Bekletmemek adına bir koşu inip, bir koşu da çıkıyorum. Sonra mı? Sıkma yiyorum ilk defa, peynirli. Güzeldi evet, hamur olsun da çamurdan olsun, o hesap. Büyük hayalleri olan ve bu hayallerin bir kısmını gerçekleştirmiş aynı zamanda mahallenin muhtarı ve mağaranın çevresindeki tek işletmenin işletmecisi Yusuf Elgin’le çalışanları, sonradan aramıza katılan tarlada çalışmış gelmiş eşi Ayşe ile beraber oturuyoruz. Zeytinler ve zeytinyağları var kasalarda. Kilosunun fiyatını duyunca ağzım bir karış açık kalıyor. Altı liraymış. Biz şehrin kazığını yemekten ölürken ve zeytin ağaçları hiç acımadan kesilirken ve Komili bile bu sene zeytinleri Tunus’tan ithal etmişken.. Giderayak muhtarın akrabamız dediği bir amcayı da arka koltukta buluyoruz. Bizimle Tarsus’a gelecekmiş. Önce Eshab-ı Kehf’e gideceğiz diyoruz. Olsun, ben beklerim diyor. Caminin imamı Arzu Tekeli’nin de ricasıyla mağaranın Kur’an ayetleri doğrultusunda tarihini anlatıyor. Dinliyoruz küçük çapta bir kalabalık olarak. Sonra dışarıya çıkıyoruz. Sanıyorum benim yüzümden namazını kaçırıyor mihmandarım. Aynı anda ise bir başka şeyi unuttuğumuzu anlıyoruz. Arabanın arka koltuğundaki amca! Yaklaşık bir saattir buradayız ve bu zaman zarfında kendi imkanlarıyla üç kez Tarsus merkeze gidebilecek olan amcayı bıraktığımız yerde sakin vaziyette buluyoruz. Adana Osmaniyeli ve siyah şalvarı ilk defa bir erkekte sempatik buluyorum. Gözüm alışmış olabilir mi acaba? Amcanın iyi niyetinden de olabilir. “İyi ki gelmişim bak burada da namaz kılmak nasip oldu.” diyor. “Hayat nasıl geçiyor?” diye soruyorum. “İşte diyor. Yetmiş yaşındayım. Bağkur emeklisiyim. Kahvehanem vardı. Devrettim. Gittiğimde benden para almıyorlar. Şükür, namazımı kılıyorum. Bir şey beklemiyorum. İyiyim, sağlıklıyım.” İsmini sorduğum ama unuttuğum tek insanı önemsiyorum. Çok dürüst ve doğal bir şekilde insanların hayatının nasıl olması gerektiğini dürüstçe özetleyiverdiği için. Hayat kolay, basit, çok uğraşılmaması gereken bir şey olmalı. Hırslanmadan, kibirlenmeden, namazı niyazı kaçırmadan(tercih meselesi, inanç meselesi, isteyen kılar), sıkıntı çıkartıp, insanların sıkıntısı olmadan, kolay yaşayıp, kolay ölebilmeliyiz. Ağaçların altında, kuş seslerinin arasında, sessizliğin ortasında olması gereken bu galiba. Biraz basit yaşayıp, her şeyin öyle olmasını dilemek, öyle de ölmek bir gün aniden, sessizce.

TARSUS, İKİNCİ BÖLÜM

PROLOG:

image

İç sesimin en geveze olduğu yer oldu Tarsus. Hiç geçmeyen, zalim bir baş ağrısı gibi ısrarcı, küçük küçük havlamaktan hiç bıkmayan bir fino yavrusu gibi enerjik ve sabahın erken saatlerinden beri hiç aralıksız suçluyor beni çekip gidebilecekken, ve daha henüz vakit varken. Tuvaletine silmeden oturmanın mümkün olmadığı, sildikten sonra da kolonyalı mendilin yüzeyinde arta kalan kahverengi kir tutulumunun insanın zihnine kazındığını ve hiç nedensiz ara ara aklına geldiğini, duşakabinsiz ve elbette perdesiz duşluğunun gider kısmında ucu bucağı gözükmeyen sevimsiz bir kara delik olduğunu, lavabosunda dişlerimi fırçalarken en az sıçramayla, en atak hamlelerle bu işi başarabilme çabalarımı da göz önüne alarak, zayıf noktalarımdan nazik ama sivri iğnelerini sokup duruyor hiç durmadan. Bana neydi, kime neydi burada olmak! Kimin umurundaydı? Biz kimin umurundayız ki? Şu anda Lizbon’da olabilirdik mesela. Onu hiç ilgilendirmiyordu bitmiş tarih, şalvar giymiş bir sürü adam, meraklı bakışlar. Hem Roma da değilmiş burası günlerce gezip bitiremeyeceğim. Bir sanat tarihçi de değimişim üstelik. Taksisine tek başına binmekten ürktüğüm memlekette işim neydi bre salak(dedi. bana salak dedi, küstah Bobo. Ne sanmıştınız benim içimde konformist bir Bobo var, pratikte ortak hareket ediyor olabiliriz mecburen ama fikir çatışmamız ve birbirimize duyduğumuz kısmi nefretimiz bizi ayakta tutuyor). Çık yataktan diyor. Kahvaltıya inecekmişim. Dırdırından fırsat mı var? Mıhladı sanki beni buraya, bu yatağa, kafamda onlarca düşünce, midemde kıvrınıp duran bir engerekle. Akşam uçağımın kalkmasına varmış daha, pek zengin içerikli programımı uygulamaya başlamalıymışım bir an önce. Ona en azından çarşaflarım temizdi diyorum. Neyse ki diyor. Bir türlü memnun edemiyorum onu. Bu ne zevksiz kahvaltı böyle diye diye lokmaları burnumdan getiriyor. Yöresel mutfak arayıp bulacak kadar vaktim yok kendilerine. Yapacaklarmış işte diyorum, parkelerdeki oyuk ve deliklerde tamir edilecekmiş en kısa zamanda. Uzun zaman burada kalmak zorunda kalan öğretmenler bundan daha iyisini hak ediyorlar diyorum en nihayet dışımdan(bu da mı gelecekti başıma, kendi kendime konuşur oldum sonunda, kimseler duymasa bari). Beni toplum dışına itmeye çalışan, ara ara anarşistleşen bir iç ses bendeki şansıma. Git bak aşağı katta bir yerde bir mescit vardı, orada dua et, olumsuzlukları unut filan diyorum en nihayet, baş edemeyip. Sen gelmezsin ki diyor ve ekliyor: “Nasıl gideceğim sensiz, tek başıma? Sıkıştım kaldım burada? Kanat takıp uçmam mı gerek illa?”

MESCİT’teki ZÜLEYHA:

20150302_090525

Mescit’e beraber gidelim miymiş? Gitmiyorum işte. Ben Hz. Danyal’in türbesine gidiyorum dün karar verdiğim üzere. Başörtümü de kendimle beraber götürüyorum. Varır varmaz bir hırs bir hırs görevliyi yakalıyorum ve başlıyorum anlatmaya: “Dün ne yapacağımı bilmiyordum, bugün gene geldim”. “Bir şey yapmana gerek yok, namaz bilmene, dua bilmene de gerek yok. Sadece besmele çek. An O’nu.” diyor. Mescitte bir kişi var sadece. Hem ağlıyor, hem Kur’an okuyor. Arkalarında bir yere, duvar dibine geçiyorum. Mırıltıları içli içli. Ne dediğini anlamıyorum. Arapça okuyor, yakarıyor hiç durmadan. Burnunu çekiyor ara ara kimselere rahatsızlık vermeden. Bir şeyler istiyor. Sağlık belki, kendisi ya da sevdiği biri için. Başında bir bela var belki, defolsun istiyor ve var gücüyle yakarıyor; belki borcu var ödeyemiyor, çok sıkıştı ve daraldı, hayatta yalnız kaldı ya da kocası manyak çıktı. Hiç bilemiyorum. Belki biri, belki de hepsi içindir bu gözyaşları. İnsanların ne çektiklerini asla bilemezsiniz. Onun yerinde olmanız gerek. Herkes kendi ve sevdikleri için kıvranıyor. İnsanoğlu çok zavallı, içinde koskocaman bir güç taşısa bile. Taşıdığımız can’la baş edemiyoruz, hayatla nasıl baş edeceğiz ki? Hayat bizden büyük olmamalıydı. Nereden başladık yanlışı yapmaya?

Ayağa kalkıp dua kitaplarının ve seccadelerin bulunduğu girişteki rafa doğru gidiyor kız. Yerine dönmeden önce gelip elini uzatıyor. Sonra da kalbine götürüyor. Beklemediğim bir hamle. Şaşırıyorum. Yüzüne bakamıyorum. Kızın yüzü aklımda yok. Ben yüzlere çok bakarım halbuki. Nedense onunkini görmek istememişim. Yerine oturmadan daha beni de dualarına kat diyebiliyorum sadece. İsmimi soruyor:

-Meriç.
-Seninki?
-Züleyha.

Dün dakikalarca kitlendiğim camlı yoldan uçarak geçiyorum çıkışta. Anılmak isteyeni anmak gerekmiş şimdi anlıyorum. Kırkkaşık Bedesteni’ndeki Serpil’in dediği gibi inanç meselesi. Size kalmış.

ODTÜ MİMARLIK’tan AYŞE VE EMİNE:

image

Şelale’ye gidiyorum ve kendi kendime hiç şelale mi görmedin diyorum. Etrafında tesislerin, çay bahçelerinin olduğu bir yer burası. Suyun sesi yetiyor serinliği hissetmeniz için. Apansız karşıma çıkan vakitsiz bir vahaya gelmiş gibi hissediyorum kendimi. Henüz açık bir tesis yok. Dört genç çocuk var, ellerinde ise oltalar. Tatlı su balığı peşindeler sanırım ya da balıkçılıkları gelmiş. Birkaç fotoğraf çekip dönüş yolundaki güvenliğe doğru gidiyorum. Buranın ilerisinde ne olduğunu soruyorum. Bana bakıp Hayvanat Bahçesi diyor. Alınmıyorum. “Sıkıntı olur bu mevsimde, tek başınıza gitmeyin bence, zaten görecek bir şey yok.” diyor. Gidecek hal bırakmıyor bu son üç cümle. Olsun diyorum içimden, serinledim dönüyorum. Yola çıkmışken bana doğru gelmekte olan iki kadını tanıyorum hemen. Yan yana masalarda kaynar içtiğim üniversite hocaları bunlar. Beni kahve içmeye çağırıyorlar. Güveniğin önünden geçerken artık sıkıntı kalmadığını söylüyorum. Adam gülüyor. Mutlu azınlık kalabalığımla şimdi şimdi açılmaya başlamış kafeteryalardan birinde bir masaya geçiyoruz. Ayşe, Emine Hoca’nın asistanı. Bugün bir buçukta otobüsleri kalkıyormuş. Vakit sıkıntıları var. Osmanlı kahvesi söylüyoruz, tadı menengiçe benzeyen ama sütlü gibi duran fakat telvesi siyah çıkan. Ayşe makinesiyle gelmiş, gitmeden Tarihi Tarsus Evleri’ni fotoğraflamak istiyor. Gitmeden bir yerde oturmak isterlerse eğer Teras Cafe’den Gül’e uğrayın diyorum. Emine Hoca ise beni sürücü kursundan Arzu Tekeli’ye yolluyor, bir tanışmanı isterim diyor. O an anlıyorum hiçbirimiz bir diğeri için basit bir tesadüften ibaret değildik ve bu koca şehirde birbirimizi bulmadık öylesine. Herkes birini bir başka bildiğine yolladı. Hep aynı insanlarla döndük durduk bu yerde. Her neyse onun farklı bir kadın olduğunu söylüyor ısrarla. Bu cümle sihirli bir cümledir ey okuyucu, içerdiği sıfat dikkate alındığında tabii. Benim tek yaptığımsa işaretleri ve sıfatları takip etmek oluyor. Önüme çıkan her ekmek kırıntısını afiyetle indiriyorum mideme. Sırf bu yüzden gidip göreceğim bakalım kimmiş bu Arzu Tekeli.

Herkes misafir ama ben ağırlanıyorum. Masadan kalkıyoruz. Ayşe fotoğraflar çekiyor. Bense üç siyah/kara çarşaflı kadının olduğu masaya yöneliyorum. Termoslarını getirmişler, çay içiyorlar. Arapça konuşuyorlar aralarında kikirdeyerek. Ayrı bir masada oturan iki adam var. Bir de bunlara hiç benzemeyen sarı bir velet. İngilizce bilip bilmediğimi soruyor adamlar. Suriye’den gelmişler. Esat’tan kaçtık diyor, bombalıyordu bizi diyor. İçimden devletlerin huyudur diyorum kendi çocuklarını bombalamak. Hatasız merci olmuyor ve eğer mümkünse siz siz olun, sakın ölmeyin devlet zulmüyle. Aksi takdirde kaderden diyeceklerdir arkanızdan. Sakın onlara bu hakkı tanımayın. Bombayı gördünüz mü kaçın. Bize gelin.

20150302_105456

Adamlardan biri telaşla masasında bir şeyler arıyor ve yaka paça içerisinde hurmaların olduğu kutuyu uzatıyor aramış olduğu şeyi bulduğunu düşünerek. Uzanıp alıyorum bir tane. Arkadaşlarına da diyor. Onlar için de alıyorum. Üç hurmam var şimdi avucumda. İnsanlık gördüm. Çok ağır insanlık gördüm az önce. Gözlerim doluyor. Bereket gözlüklerim var. İran’dan gelmiş hurmalar. Hayat işte. Tarsus’ta, akan şelalenin karşısında ülkelerindeki bombalardan kaçmış gelmiş Suriyeliler’in İran hurmasını paylaşıyorum Ankara’dan gelmiş başka insanlarla. İnsanlar başlarına yağan bombalardan kaçıp sığındıkları bir ülkede ev sahibini ağırlamak durumunda kalıyorlar yüksünmeden. Geleceklerini bilmeden, bir hurma bir hurmadır demeden. Bin türlü bela gelse de başına insanın, bin türlü kötülük, kavga, hiddet, şiddet, bomba, kıyamet; gene de bir yerlerde iyi insanlarla karşılaşma ihtimali var. Dünya belki onların yüzü suyu hürmetine dönüyor, durdukça.

image
Karacaoğlan

 

image
Üçüncü dörtlük, ikinci satır çağlayanlara bakış açımı değiştirmiştir. Çağlar’dan çağlayanlara..

image

TARSUS, BİRİNCİ BÖLÜM

PROLOG:

image

Karlı Toroslar’ı aşarak varıyoruz Tarsus’a. Eteklerinde piknik yapıp, mangal yakan insanlar, kartopu oynayan çocuklar var. Dört mevsimi aynı anda yaşamanın ne demek olduğunu yarım saat sonra ulaştığım Tarsus’un yakıcı sıcağı farkettirtiyor aniden. Baskın bir ağırlık(inanın ne demek istediğimi ben bile bilmiyorum) ve rutubetli bir havayla karşılanıyorum. Anlaşılamaz bir otogar kenarından ilçenin merkezine doğru ilerlerken Arabistan’da olduğumu düşünmeye başlıyorum iyiden iyiye. Erkekler kolay yolu bulmuş, bir parça da geleneksellikten olsa gerek şalvarlarla geziyorlar. Tarsus bir ilçe olmakla beraber, isminden, zengin tarihi ve kültüründen ötürü bir şehri çağrıştırıyor ve ister istemez çok başka şeyler bekliyorsunuz bu uzaktan il havası veren ilçeden.

-Hayal kırıklığına uğradım mı peki?
-Çok.
-Neden?
-Çok anlam yüklemişim gelmeden. Zihniyet farklılığı sanırım burada etken.
-Bu ilk hayal kırıklığım mı?
-Hayır.
-İlki hangisiydi peki?
-Antakya.
-Peki sonra nasıl gelişti Antakya ile ilişkim, duygusal bir bağ kurabildim mi kendisiyle?
-Sonra sevdim ben Antakya’yı. Duygusal bağı taşla, toprakla değil, insanlarıyla kuruyorsun haliyle ve ben de önümde açılan kapılardan geçtim korkusuzca. Bazen bir kapı açılır ve o kapı başka kapılar açar ve cüretkardır bütün o kapılar. Benimki de öyle olmuştu. Ama bende cüretkardım. Neyse. Neyse.
-Sansür var.
-Biraz. Değil aslında. Uzun hikaye. Dileyen Antakya yazımı okuyabilir. Orada sansür yoktu, üşenmek de yoktu. Samimiyet vardı.
-Tarsus yazım da samimi olacak mı acaba?
-İçimden bir ses pardon iç sesim sendin, yani sen diyorsun ki; bu en iyi gezi ve anı yazılarımdan biri olabilir.
-Bu farkı yaratan ne ya da kimdi peki?
-Kadınlar. Beni hiç sıkmayan, hiç gücendirmeyen, tevazu sahibi, bir parça çılgın, bir elin parmakları kadar birbirlerinden hem farklı, hem aynı, kimi buralı, kimi sonradan göçüp yerleşmiş, kimi konmuş da birkaç gün sonra göçecek olan ya da göçmesi an meselesi olan farklı kültürlerden, farklı adetlerden gelmiş, çook ayrı işlerle ayakta kalmaya çalışan, bazen bir cümledeki bir söz olan, anne olan, eş olan, kardeş olan, bir babanın kızı olan, memur olan, tüccar olan, aslında kalabalıklar arasında bir sürü adamın arasında ve tam karşısında savunmasızlığını belli etmeden yaşayabilmek için geniş kalplerini ufaltmış, paylaşamadıkları yalnızlıkları eş kadınlar onlar. Kadından bir yer burası akşam altıdan sonra sokağa çıkmanın yine kadınlar için çok tekin olmadığı ve bu güvensizliği yaratanın erkekler olduğu. Kadından bir yer burası bir sürü hayal kırıklığı yaşasa da, olumsuzlukları olumluya çevirebilmek için var gücüyle çabalayan. Simsiyah bir leke bulaşmış olsa da ve o kara leke tüm geçmişini, tarihini unuttursa da bu yerin halkına ve tüm ülkeye, temizlemeye çalışan yine aynı kadınlar oluyor çalınan karayı. Erkeklerse şimdilik pıstıkları köşelerinde benzer suçluluk duyguları içinde; aynı zamanda bu ortamı yarattıkları için aynı suçluluk duygusunu taşımaktan acizler fena halde. Bir günah keçisi arıyordum belki de, onu da bulmuş oldum nihayetinde. Bir ayıbı bin ayıp parçaya böldüm, verdim kalplerinin derin bir yerinde sıkışmış kalmış, çırpındıkça boğuk sesler çıkartan vicdan isimli zemin kat komşularının ellerine. Bense sırt çantamı Tarsus Merkez’de bulunan Öğretmenevi’nde bıraktım ve başlıyorum keşfe.

image

KIRKKAŞIK BEDESTENİ’NDEN SERPİL:

Kırkkaşık Bedesteni’nden içeriye girdiğimde bir tuhaflık olduğunu hissediyor ama anlam veremiyorum. Bir sürü kadın var çalışan. Her dükkandan bir kadın çıkıyor. Erkeklerse sadece müşteri. Küçük masaların atılmış olduğu Tarsusi Serpil Cafe’ye oturuyorum. Camekanda asılı bahsi geçen karışımlar, iksirler hiç ilgimi çekmiyor. Bildiğimden şaşmayıp bir Türk kahvesi söylüyorum. Solumdaki masaya üç genç geliyor, bir tanesi kız. Sağ tarafıma ise iki hanım oturuyor. Sorup öğreniyorum. ODTÜ Mimarlık(Sağlam bölümdür). Herkes kaynar söylüyor. Derken bembeyaz teni, kızıl saçlarıyla Serpil geliyor. Ellili yaşların hükmünü süren, etine dolgun, korkunç enerjik(hayatımda görüp göreceğim en enerjik kadındı sanırım, bir kediden daha hızlı kedi kovalayan başka bir kadın tanımadım hayatımda), dilbaz, açıksözlü, fıkır fıkır, kendiyle, çevresiyle barışık, hiç çekinmeden hayatını önünüze seren, böylelikle de bambaşka bir şekilde kendi zırhını kuşanmış olan, çok farklı bir ruha sahip bir kadın karşımdaki. Hiç usanmadan, zevkle, sanki bir oyunun başrolündeymişçesine çarşının, Şahmeran’ın, Tarsus’un ve kendisinin hikayesini anlatıyor ve bizler de oturmuş ağzımız bir karış açık, kıkırdaşarak ama zevkle izliyoruz kendisini. Tüm masa etkileniyor görselliğinden. Memur bir ailenin çocuğu Serpil. Bankadan emekli olmuş. Evde oturmanın kendisine uygun olmadığını o ve çevresi kısa sürede anladığından olsa gerek çalışma hayatından hiç kopmamış. Eşi yaylada yaşıyormuş. Kendisi şehirde. Çocukları büyütmüşler ve aile bağlarını koparmadan, evlerini ayırarak yollarına devam etmişler. Eşinin maaş kartı kendisindeymiş ve ayda bir hem maaşını almak hem de alışverişini yapmak üzere gelirmiş şehre. Serpil’se senenin on gününü yaylada eşiyle geçirirmiş kalan zamanlarda çalıştığından. Baş etmesi zor bir kadın karşımdaki. Hele de bir erkek için yenilir yutulur lokma olmadığından anlayabiliyorum neden yaylada olduğunu beyefendinin. Onu Rumlara benzetiyorum. “Yok”diyor. “Ben Arabım”. Vitiligo hastasıymış ve bir yılan gibi deri değiştirmiş zamanla. Kızıl saçlı, akça pakça bir kadın var benim karşımda. Beyaz lekeler birleşerek daha geniş beyaz lekeler oluşturmuşlar dış yüzeyinde. Zamanla ama yavaş yavaş bütün vücudunu kaplamış, renk pigmentleri ölmüş, yeni bir tenle tekrar doğmuş sanki. Alacalıyken üzülmüştüm ama zamanla alıştım diyor. Bazı insanların hastalıkları da kendine özgüdür. Serpil’inki ona yeni bir ten bahşeden cinsten.

20150301_140300

“Kahveyi her yerde içerdiniz, bir kaynarımızı denememişsiniz.” deyince bir tane söyleme gereği duyuyorum. İlk intibam şu; insana vakit geçirten içecekler vardır. Kaynar onlardan işte. Aşurenin posasız halini kaynar kaynar kaynattıktan sonra dövülmüş ceviz ve tarçın koyup fincanlarda servis yapıyorlar. Cevizleri yemek bile insanın ağzını oyalıyor. Güzel tarafı çok şekerli olmaması ve insanın içine ferahlık veriyor olması. Kaynarı içince zihnim açılıyor, Serpil’se çarşının içindeki tüm dükkanların kadınlar tarafından işletildiğini, başkana çıkıp çarşıda hiç erkek istemediklerini, zaten 800 yıldır erkeklerin hükmünün sürdüğünü belirttiğinden bahsediyor. Vallahi bravo MHP’li başkana, hanım sözü dinlemiş, çok da iyi etmiş diye, her ne kadar çanın sesini teke indirip, meydandaki saati durdursa da. Saati neden durdurdu ki acaba saat iki yönünde? Hayattaki bir sürü bilinmezin yanında bu hiçbir şey sanırım.

Nüfusun çoğunluğunu Sünni Araplar oluşturuyor. Nusayriler, Kürtler ve Conalar’a da rastlamak mümkünmüş. Ermeni mahallesi ve üç katlı evleri çok olmuş boşalalı. Metruk ve sessizce bekliyorlar kaderlerini. Yatırım yapılmadığından vakur hallerinden ödün vermeden eskiyorlar durdukları yerde. Arap Rom Ortodoks Kilisesi’nde yani Saint Paulus Kilisesi’nde ise ayin yapılmasını sağlayacak bir nüfus yok. Ayin istiyorsanız önceden belirtmeniz gerekiyor. Rahibeler halkla diyalog kurmayı reddediyorlarmış. Papaz Mersin’den geliyormuş. Herkes kendi yağında kavruluyor anlaşıldığı üzere, benim anladığım üzere. Dayanamayan da çekmiş gitmiş uzaklara.

Türkiye’nin köklü bir kurumu olan ve değerli insanlar yetiştiren okullarından biri olan Tarsus Amerikan Koleji eski ve yeni binaları ve yatılı kısmıyla şehrin merkezinde arz-ı endam ediyor tüm ihtişamıyla. Eğitimcilerin çoğu Mersin’de yaşıyor, günübirlik gidip geliyorlarmış söylediklerine göre. Eski binası bir harika idi her ne kadar içine giremesem de.

image
Saint Paulus Kilisesi

20150301_135916

20150302_091737

20150301_135937

20150301_140103

20150301_135946
Saatler gece gündüz hep iki.

Akşama gitmek istediğimden bahsediyorum ve Tarsus’u hiç sevmediğimi söylüyorum. “Bir şans ver diyor” Serpil. “Bir gece kal” diyor. “Tek bir gece.” “Sabaha fikrin değişmiş uyanabilirsin yeni güne.” diyor. Bense resepsiyona emanet ettiğim kirli çamaşırlarla dolu çantamı düşünüyorum ve en yakın havaalanını. “Biliyor musun” diyor ve ekliyor; “Bazen siftah yapamadığımız günler olur, çalışanlarla bir koşu çıkar hemen yakındaki Danyal Peygamber’in türbesine gideriz, dua ederiz.” diyor. Duanın vakti saati yok, istemek önemli olan, döndüğümüzde bir bakarız ki müşteri gelmiş bizi bekliyor, bu inançtır.” diyor. Bense söylene söylene gittiğimi, içeriye kan ter içinde girdiğimi, başörtüm olmadığından kim bilir hangi pis kafalar takmıştır şimdi bu örtüleri deyip(aslında çoğu yerlisi olan halkın zaten başörtülerinin başlarında olduğunu düşünmeden ve burnuma gelen mis gibi deterjan kokusuna aldırış etmeden) bir hırsla, anlamlandıramadığım taş parçalarına neden camekandan bakıp, üzerinde yürümek zorunda olduğuma anlam veremediğim için homurdanıp, O burada uslu uslu yatarken neden en gaddar cinayetin onun topraklarında işlendiğini tüm öfkemle ama içimden Hz. Danyal’a sorduğumu söylemiyorum bile. Ama o an bir karar veriyorum. Gitmiyorum ben bu gece. Yarın kendi başörtümle gideceğim huzurlarına. Çünkü taşıdığım tüm negatif düşüncelerle dizlerim dakikalar boyunca kilitlendi camlı yolun üzerinde. Kendimi nasıl tırmanmış olduğumu kendimin de bilmediği Everest’ten aşağıya bakmakta güçlük çeker bir halde bulduğumda yarın bir şekilde buraya gelip, bunu aşmam gerektiğine karar veriyorum kendi kendime.

TERAS CAFE’DEN GÜL VE DURSUN:

Hava kararmak üzere olduğundan koşar adım çok da uzakta olmayan Tarihi Tarsus Evleri’nin bulunduğu sokağa doğru gidiyorum. Yaklaşık 150-200 yıllık bir tarihi var bu evlerin. Sahipleri alt katında oturuyor, üst katlarsa kafe ve restoran olarak hizmet veriyor. Çok acı ama namusunuzla bir kadeh bir şeyler içip kalkabileceğiniz tek yer burası sanırım. Ama sokağın başındaki şalvarlı adamların bakışı pek dostane görünmediğinden, oturmadan kaçmak planım. Eskişehir Odun Pazarı’na benzeyen ve fakat benzer zihniyetten çook uzak burası. Birkaç fotoğraf yanıma kar kalır ümidiyle sokaktan içeriye giriyorum. Beni çağıran hiçbir dükkan sahibine yüz vermiyorum. Tek bir işletmenin kapısındaki kadına menüdeki Toma’nın ne olduğunu soruyorum sadece. Açıklıyor ve yukarı çay içmek üzere buyur ediyor. Tamam diyorum. Planlarım arasında burada mola vermek yoktu ama çıkıyorum işte beraberinde kuzu kuzu tepeye. Teras katındaki Teras Cafe’nin çalışanı Gül. Bir oğlu İzmir’de psikoloji okuyormuş. Aslen Dersim’liymiş. Tunceli’nin Mazgirt ilçesi ve onun da bir köyünden. Sert bir mizacı var. Simsiyah saçları ve kavisli kaşları. Yuvarlak hatlardan çok uzak. Kemikli bir yüzü ve sağlam bir iskelet yapısı var. Erkeklerin ondan ürkebileceğini hissediyorum. Yoksa bunca adamın arasında, Tarsus’ta alkol satan bir yerde bir kadının çalışması öyle kolay değil. Eşi buradaki bir fabrikadan emekli olmuş ve çocukların okulları bitince memleketlerine hatta köylerine dönmeyi düşünüyorlarmış. Sıkılacağını düşünerek soruyorum ama ne sıkılacağım diyor. Memleketim güzel diyor. Burası zorunlu göçebelik onlar için. Kirada durmamak için altmış beş metrekarelik bir ev almışlar, giderken onu da satacaklarmış. Bir sürü sigara yakıyor. Beni de bir çay tatmin etmiyor. Bir bira söylüyorum. Yapmayacağım deyip de yapacağım başka da ne var hiç bilmiyorum. Zaten nasılsa gitmeyeceğim bir yere. Kaldım ben bu yerde.

20150301_164515

image

20150301_164421

20150301_164300

Bir teyze gelip oturuyor masamıza. Dursun Teyze mal sahibi, yetmiş yaşında. Bira şişesine bakıp, kafamın nasıl olduğunu çıkartmaya çalışıyor. Her mimiği kendini ele veriyor. Ufak tefek bir kadın. Bir oğlu varmış. Anne babasının da bir kızı olmuş. O da kendisi. Diğerleri öldüğünden dursun artık ölümler deyip Dursun koymuşlar adını. Genç yaşta kocası da ölmüş. Hayatında hep ölümlerle imtihan edilmiş ve kabuğu bir parça sert bu yüzden. Konuşmak yerine soru soran, anlatmak yerine dinleyen türden. Bir daha evlenmemesinin sebebi de bu belki. “Bir erin dibine oturmuşun görmüşün işte, ne gerek var ki ikincisine.” diyor. Sert giriyor virajlara ama esneklik payı da var. Hava karardıkça bir telaştır onu sarıyor, benim yerime. Gül’ün geceye doğru nasıl evine gittiğini soruyorum. Dursun Teyze giriyormuş koluna, bindiriyormuş minibüsüne. İkisini kolkola, karanlıkta yürürken hayal ediyorum. Gözümün önüne gelen bu iki kadının görüntüsü hoşuma gidiyor. Dursun Teyze üzerinde onu şirinleştiren şalvarı ve karşılarına çıkacak her türden tehlikeye karşı kolladığı manevi kızıyla yürüyor işte önümde. Hesabı ödüyorum ama benden çok zor alıyorlar parayı. Yemek hazırlıyormuş Gül, gitmeden sofraya oturtuyor zorla. Barbunya pilaki, kısır, kuru soğan var menüde. Barbunya pek sevmem, kuru soğan yemesem iyi olur. Nefis kısırdan yiyorum acılı acılı. Dilimse acıklı bir hal alıyor ister istemez. Dursun Teyze’nin kilosu altı liradan aldığı barbunyayı kendisi beğenmiyor. Hiçbir bakliyatın kilosunu bilmediğimden gülümsüyorum. “Tadı tuzu yok.” diyor. Sofrada karşımda oturmuş yemeklerini kaşıklarlarken izlediğim farklı kökenlerden gelme bu iki kadını anne kıza benzetiyorum. Ya zaman onları birbirine benzetmiş yahut benzer yapıda olduklarından burada beraber yaşayabiliyorlar. Bir şey onları bir araya getirmiş. Kim bilir? Bugün maç var ve gençten, iri kıyım, kaytan bıyıklı bir adam digiturk’ü soruyor ve bir bira söylüyor. İçime bir kurt düşüyor. Biliyorum ki bir şey olmayacak ama onları bu ve benzeri adamlarla burada bırakmaktan hiç hoşlanmıyorum. Bir şey olmayacak biliyorum. Kırkkaşık Bedesteni dışında ve Saint Paulus Kilisesi’ndeki güvenlik dışında kadınların çarşıda pek fazla iş bulamayacaklarını da anlamış bulunuyorum lakin.. Lakin işte. Buralar böyle.

Dışarısı mı nasıl saat daha yedi bile olmamışken? Zifiri karanlık sokaklar. Benim dışımda tek başına yürüyen dişilerse ya köpekler ya da kediler. Ailelerin sıkı tembihleri var sanki kızların yolda bir başlarına yürümemelerine dair. Buralar böyle, ne yaparsın?

20150302_112728

20150302_112836

20150301_115757

NİĞDE

20150228_131943

Kuzeye gidecektim ya da güneye, daha güneye, en güneye. Ama Niğde asla planlarım arasında yoktu. Suzan’la tanışana kadar tabii ki. Kocasının sergisi için bulundukları Nevşehir’den oğullarının bulunduğu Niğde’ye geçecek olmaları aklımı çeliverdi bir anda ve akşamdan yaptığım planı sabaha bozarken buluverdim kendimi ve sizinle geliyorum dedim onlara. Hepsinden önce hazırlanıp soluğu resepsiyonda aldım heyecan içerisinde. Plansız bir kentin belirsizliğiydi sanırım beni bunca heyecanlandıran. Bir süre sonra ise plansız programsız oturduğum arabanın arka koltuğunda dışarıyı izleyerek gitmeye başlamış buluyorum kendimi daha ne olduğunu anlayamadan.  Mutlu olduğumu hissettiğim anlar geliyor hep aklıma birkaç dakikalığına olsa da. Enteresan çiftimize cevap yetiştirirken bir yandan, kafama üşüşenleri bir ben biliyorum yazık ki o anda. Fransız aksanıyla sorular soruyor bana Suzan. Enteresan bir Türkçe dökülüyor dudaklarından. Mimikleri, giyim zevki, saçını tarayışı, seyahat çantaları, hayata bakışı, özgürleşme çabası(bu ülkede hiçbir kadın bana ben özgürüm demesin, kaldıramıyorum ve hiç inandırıcı değil), şaşırtıcı muhalifliği, kocasıyla tatlı atışmaları, hayat hikayesi, dürüstlüğü, açıklığı, geçmişi ve bugünüyle insana kendini kötü hissettirtmeyen, sınırlı sayıdaki kadınlardan bir tanesi sadece. Sürekli bana temkinli ol diyor. Kısa bir zaman dilimini kapsamış olsa da daha önce bir çiftle yolculuk ettiğimi hiç hatırlamıyorum. Öyleyse hiç etmemişim. Ama şikayetçi de değilim. Sırt çantamı arabalarında bırakıp, akşam üzeri buluşmak üzere ayrılıyoruz. Bense Gümüşler Manastırı’nın bulunduğu Gümüşler Kasabası’na gitmek üzere yola koyuluyorum. Bir sürü minibüs var etrafta ve ben benimkini iki dakikacık rötarla kaçırmış bulunuyorum. Önümde bir yirmi sekiz dakika var ve yolcuların oturmuş olduklarını görünce içeri giriyorum. Üç tane etine dolgun, uzun boylu teyze var ve selamlaşır selamlaşmaz üç kafanın üçü birden bana çevriliyor ve muhabbet başlıyor. Bir başıma manastıra gidiyor olmam tüylerini diken diken ediyor. Bana korku dolu, fantastik ve biraz da erotik hikayeler anlatıyorlar. Evet, erotik. Üç teyzeden bana yakın olan fısıltılarla anlatıyor gördüklerini. Sonra yelpaze genişliyor. Bir başka olaya geçiyor. İlkinde öpüşen çiftleri nasıl yakaladığını anlatıyor. Ovvv diyor, aşk yuvasına gelmiş bulunmuşum diyor. Hınzır hınzır da gülüyor. İkinci vukuattaysa bir okul gezisi esnasında bir genç kızımızın üzerine masumane bir şekilde “çökmüş” olan bir diğer genç oğlumuzun gerçekleştirdiği bir takım fiillerden bahsediyor manastırın içerisinde cereyan etmiş olan ama bir başka ağızdan duyulup dilden dile uçuşan. Vaktimiz bol olsa tüm köyün dedikodusunu alacağım ama zaman su gibi geçiyor bu gotik teyzelerle. Ayrılırken zamanın kötü olduğunu hatırlatıyorlar usul usul, benzer bir vukuatın başıma gelmesini önlemek adına kendime mukayyet olmam gerektiğini tembihliyorlar. Hadi ben olurum da diyorum içimden, amma da tatlı tatlı anlattınız onca ayıplanacak şeyi bir anda böyle demek geçiyor içimden.

Bana çok uzunmuş gibi gelen bir yolun sonunda tam da manastırın önünde bırakılıyoruz. Teyzelerin sözüne kalsam şöyle bir gezip, arkama bakmadan geri dönmem gerekecek, hem da asla karanlık zemin kata inmeden ve bir erkek görür görmez tabanları yağlamak üzere sağımı solumu kollayarak. Tanrım fuhuş yuvasına geldiğimi düşünmeye başladım azar azar. Sen aklıma mukayyet ol. Teyzelerin de dillerine.

Gelelim manastırın içine. Giriş sekiz ytl. Müze kartınız varsa sıfır ytl. Burası Kapadokya’ya bir giriş olabileceği gibi bir çıkış olarak da sunulabilinir pekala. Ahmet Özşahin önce kalabalığa anlatıyor tarihçesini, sonrasında ise benim bitmez tükenmez sorularımı yanıtlıyor. On iki yıl müzede görev aldıktan sonra şimdi burada imiş. Duvar resimlerinde üç farklı sanatçının imzası olduğunu söylüyor. Orta Çağ’dan kalma burası ve Kapadokya’daki benzerleri gibi kayaların içine oyularak yapılmış. Dünyada tek, gülümseyen ve üçboyutlu Meryem Ana freski bu duvarları şenlendiriyor. Resimlerle Hz. İsa’nın hayatı anlatılmış. Her yer mezar burada ve gözden uzak olmamalarının nedeni ise üzerlerinde yürüdükçe ruhlarının canlı kalacağına olan inanç ve bir ayrıntı da gözyaşlarının içerisinde saklandığı şişeler oluyor. “Gözyaşı şişeleri” insanda romantik çağrışımlar yapıyor ister istemez. Fakat benim en çok ilgimi çeken çilehane oluyor yine. Tüm dinlerde, dergahlarda, manastırlarda var bir çilehane. Süresi ise aynı, her dinde; kırk gün ve kırk gece.

20150228_141405
Gümüşler Kasabası

20150228_152145

20150228_151155

20150228_133452

20150228_133155

20150228_134912

Fotoğrafları çekmiş, dönüş yolculuğuna çıkmak için kapının önüne vardığımda kulağımda üç teyzenin haşin uyarıları benimle beraber gelsede, köşede oturan gençlere ileriden binip binemeyeceğimi soruyorum. Maksadım bir parça gezmek, biraz da insan tanımak ama her yero kadar boş ki.. Koskoca kasabada sadece manastırın karşısındaki bir kafeterya var oturmak için. O da bomboş olduğundan cazip gelmiyor insana. Kimse pas vermiyor kasabanın tek oturulacak yerine. Elli metre yürümeden bir başka bankın üzerine oturmuş dört erkek görüyorum. Teyzelere kalırsa koşarak kaçmam gerek ama ikisi dede kıvamında, bir tanesi genç ve bir diğeri turizm rehberi olduğunu konuştuktan sonra öğrendiğim bir başka beye birkaç soru sormak geliyor içimden. Sonra birkaç soru daha ve derken beni yanlarına oturtup başlıyorlar didişmeye. Evet didişiyorlar ama tatlı tatlı. Bir yandan çekirdek çitliyorlar, diğer yandan en doğru benim söylediklerim diye horozlanıyorlar birbirlerine. Normal hayatlarında nasıl olduklarını bilmediğimden, hepsini ayrı ayrı dinler buluyorum kendimi. Ne de olsa tek tavuğum aralarındaki. Karşıdaki bakkal dükkanının önünde bakkal ve bir başka adam şakalaşıyorlar kendi aralarında. Bakkala bağırıyor diğeri sen tüyünü vermezsin diye. Öteki gülüyor. Benim bank arkadaşlarım arasında ise bir erk kavgasıdır gidiyor halen daha. Nevşehir Niğde çekişmesi var birazcık. Yunus Amca her yeri gezmiş. İzmir’e gelmiş. Basmane eski Basmane değil diyor. Kahramanlar’da öyle. Neresi eskiden bıraktığımız gibi ki? Bana bir şey ısmarlama gereği duyuyorlar. Bakkala dört tane Niğde gazozu ısmarlıyorlar. Çilek aromalı Niğde gazozu içimi ferahlatıyor. Ataerkil Yunus Amca parası burada geçmez kimsenin ben dururken diyor. Yirmi lirasını uzatıyor cebinden çıkardığı. Bizim zamanımızda bir kız severdik, babam istemezse kavuşamazdık diyor. Töreler onun için önemli olduğundan üzerinde durmazdım diyor. Peki ya sevgi diyorum. Ne sevgisi diyor, babamın sözü kanundu diyor. Sevgi sözcüğünün tılsımlı bir etkisi vardır, diğerleri kulak kabartıyorlar hemen. Aralarında en genç olanı ve şehirde memuriyet yapanı aynı kelime sessizleştiriyor en çok. Yunus Amca’nın-Yunus Erkek- tabiatında varmış gibi görünen sertlik bir kabuktan ibaret ve aslında öyle davranmak gerektiği için öyle davranıyor. Yoksa kalbi yumuşacık, ufku yaşadığı yerle sınırlı. “Asil azmaz, bal kokmaz, kokarsa yağ kokar, kökü ayrandır.” diyor. Köy yerinde bir bankta benimle yan yana oturup sorularıma kendi üslubunda cevap veriyor. Sonra bir diğer amca çekirdekleri çitleyip çitleyip yerlere attığı için bir diğerine kızıp çekip gidiyor. Genç olan arabasına atlayıp gidiyor. Kalanlar ezan sesiyle beraber camiye koşturuyorlar. Bana da onlardan geriye bu fotoğraflar kalıyor.

20150228_150135
Yunus Erkek
20150228_151457
Abdurrahman Uğur
20150228_144130
Niğde Gazozu

20150228_145546

Manastır dönüşü bir yer sormak için başörtülü bir teyzeyi çeviriyorum yolundan. Bana yolu şöyle tarif ediyor kendi lisanıyla: ” Şinci, ha şurdan sağa döneceen mi güzel gözlüm, hah işte ordan da düz gitcen mi, orada karşında olacak kınalım, kuuzum inşallah güzel güzel gidersin, istediğin yere varırsın kolaycan, he mi gülüm?” Bunca temenni karşısında ülke değiştiriyor hissettim bir an. Korkunç bir özgüven geldi ayaklarıma, arkamda bu teyze ve yöresel şiveli iyi temennileri var çünkü. Ay’a bile gidebilirim bundan sonra ama benim aradığım basit bir esnaf lokantası o kadar. Her neyse yol boyunca güldüm durdum temenniler aklıma geldikçe.

Bana mutfağını açan lokantada çılgınca yemek yiyorum. Yemek seçmek için gerçek mutfak kısmına alıyorlar beni. Güvenleri tam, ortalık gıcır. Bense o kadar acıkmışım ki anlatamam. Sipariş verirken bile aklım yerinde değil. Uzak masadaki bir çift hırlaşarak yemek yiyorlar, bense döke saça yiyorum. Açlıkla terbiye zor. İkinci tabak salata mı, yerim onu da yerim, her şeyi yerim. Havada o kadar soğuk ki dışarıda. Ne sandınız burası Nevşehir’den kat be kat soğuk. Isırıyor insanı, çarpıyor bir anda. Kıpkırmızı oluyor yanaklarınız. Sert bir kara iklimi hakim burada her ne kadar bir alt komşuları Akdeniz iklimine sahip Adana ve Mersin olsa da.

Çarşıda bir küçük keşfe çıkıyorum. Aksi takdirde mide fesadı geçireceğim. Zemzemli Çorbacısının önünde duruyorum. Çürük diyor kapıda. Eskişehir’de haftanın belli günlerinde bulabileceğiniz bamya çorbası her daim var. Burası yeni açılmış ve sahibi başlıyor anlatmaya tüm çorbalarının tariflerini. Çürük çorbası yanak kısmından yapılıyormuş. Yurdumun insanı hayvanın hiçbir yerini israf etmemekte ısrarcı. Tatmam için önüme koydukları çorbadan iki kaşık zor alıyorum. Öldürseler yiyecek yerim yok, tek kaşık dahi. Ama tereyağlı, kıymalı, bol acılı, salçalı nefis bir çorbaydı içtiğim. Her ne kadar şu an ismini hatırlayamasam da. Benden gurme olmazmış, ne yazık.

20150228_173625

20150228_173619

20150228_163227

Çorbacıyı çorbacısında bırakıp çarşıdaki turuma dönüyorum. Bir sürü dükkan, mağaza var; yok yok ve hepsi pırıl pırıl, ışıl ışıllar. İnanasım gelmiyor. Yok yok. Dükkanlar kalabalık. Böyle bir şehir merkeziyle karşılaşacağımı hiç ummazdım doğrusu. Akşam arkadaşla konuşuyoruz. Niğde diyorum çok çok gelişmiş göründü gözüme diyorum. Zenginlik var, ticaret var, hayat var diyorum. Tek bir üniversite değiştiremez bir şehrin kaderini. Bir faktördür o kadar. Arkadaşım bizim patronda Niğde’li diyor. Arkadaşım Garanti Bankası’nda çalışıyor bu arada. Ah tamam diyorum. Her şehre bir Şahenk gerek sanırım. Başka türlü açıklamam imkansız elmasından ve sınırlı sayıda turist çeken Gümüşler Kasabası’ndan başka bir şeyi olmayan şehrin zenginliğini.

Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye sözünün gelmiş olduğu ilçesinin Niğde Merkez’den daha modern ve halkının daha aydın olduğunu söylüyor bir Aksaray’lı. Zaten Niğde’de Nevşehir’den daha az tutucu. Zamanı yakalama çabasında olan bir şehrin insanlarının çabası ortak ve “olabilecekleri” kadar modernleşme gayreti içerisindeler. Salkım Hanım’ın Taneleri’ndeki anasının gözü Durmuş karakteri ise ne yalan söyleyeyim buraya gelesiye bir referanstı. Durmuş’lar yok mudur bu şehirde peki? Elbette vardır, her şehrin sayısız Durmuş’ları vardır elbet.

Sabah olur olmaz Niğde Müzesi’nde alıyorum soluğu. Aksaray Ihlara Vadisi’nde bulunan sarı saçlı rahibe mumyası ve Çanlı Kilise’den çıkarılan dört adet bebek mumyası burada sergileniyor. Bunların dışında bol bol sikke, çanak çömlek ve süs eşyası var tek katlı müzenin kalan salonlarında. Aşağıdaki epigraf ise yine Niğde Müzesi’nde sergilenmekte olup aslı Karamanlıca yazılmış imiş. 1894 yılında meçhul bir şekilde -cinayet ya da kaza-ölen Maria Grigoriu’nun mezartaşının üzerinde on bir satır halinde Karamanlıca alfabesiyle yazılmış bir de içli bir kitabe bulunmaktadır.

image

20150301_092113

20150301_092129

Son durağımsa Kale Caddesi’ndeki Alaaddin Camii oluyor. Az ilerisinde pazar kurulmakta bir pazar sabahı. Sivas’taki Divriği Ulu Camii’siyle benzerliği ise bahar mevsiminde kapısına sabah saatlerinde akseden bir genç kız figürünün görünüyor olması güneş ışınlarının maharetli açıları sayesinde. Rivayete göre caminin taş ustasının aşkını duvara işlemesinin bir tezahürü fesli ve örgü saçlı genç kızın silüeti ve de tesadüfle açıklamak pek mümkün görünmüyor bunca mahareti.

image

image

image

image
Ah o ah’lar yok mu o ah’lar…

NEVŞEHİR VE HACIBEKTAŞ

20150227_110643

Bu şehre kaçıncı kez geldiğimi saymayı bırakmış olduğumdan sizlere net bir rakam vermem mümkün olmamakla birlikte ne zaman kafam atsa, başım sıkışsa ve bir şeylerin akmaz olduğunu görsem soluğu burada alıyor ve aynı soluğu bu şehre bırakıyorum gerisin geri. Nefesim nefeslere karışıyor, adımlarımız birbirine. Kah kuzeye açılıyorum, Hacıbektaş’a Gülşehir’den geçerek, kah merkezinde dolaşıyorum şaşkın şaşkın bir başına sendeleyerek. Kaçıncı sefer Göreme, Uçhisar.. Suskunluğun adı oluyor kışları buralar. Uçsuz bucaksız vadiye bakıyorum kuşbakışı. Yüzler görüyorum samimi ama dilleri suskun. Can sıkıntısı çöküyor insanların üzerine kışın, hele de geceleri.

20150227_105017

20150227_113031

20150227_112713

Nevşehir merkez, bildiğin bildiğim aynı merkez. Her geçen gün biraz daha tutucu ve sıkıcı. O kadar. Akşam oldu mu erkekler basıyor sanki caddeleri. Kadınlar kaçarcasına yeni sahiplerine bırakıyorlar aynı caddeleri, sokakları. Seçimler yaklaşmış olduğundan korkunç komik reklam kampanyalarının bir parçası olan afişler kaplamış duvarları, durakları. Soyadları güven vermekten fersah fersah uzakta, samimi görünmeye ve gösterilmeye çalışılan pozlar vermişler stüdyolarda. Olası Meclis-i Mebusan üyelerinin fotoğraflarına bakıyorum da, bir düşüncedir alıyor her seçimden önce olduğu gibi: Bu adayların benzeri adamlar sürüsü mü verecek benim ve geleceğimin ve bir ulusun kaderini belirleyecek olan kararları? Çok yazık olmayacak mı bize? Yazık değil mi her birimize? Yoksa mübah mı tüm bunlar hepimize? Gelmeden görmek mümkün değil o günleri. Geçmeden yollardan, almadan kilometreler ilerleyemiyor insan ileriye. Ama hani en iyi manzara geride bıraktığımızdı? Hani görecek güzel günler vardı? Taşlar devriliyor, kaleler yıkılıyor birer birer sadece. İyiler göçüyor. Değersizlik kaplıyor dört bir yanı. Yaşamak uzun ve yorucu. Bazıları içinse kısa ve yetersiz. Kuşku götürmeyecek kadar güzel anlar çok kısa. Ne yapmak gerek acaba ahh bundan sonra?

20150226_181647

20150226_182135

20150227_142443

20150227_144744

image

20150226_181111

image

Hacıbektaş dolmuşuna biniyorum. Yanımda oturan kadına yöresel bir lezzetle ilgili bir şey sormak geliyor içimden. Ama öncesinde “Buralı mısın?” diyorum. “Hayır, ben Hacıbektaşlıyım” diyor. Kendini Nevşehirliden saymıyor. Söylüyor da zaten. Bana beni sormuyor zaten. Sorsa bile keşif amaçlı geldim diyeceğim. Artık neyi keşfedeceksem bir mucit bile değilken. Gülşehir’den geçerken gördüğüm turist kafileleri beni güldürüyor. Bembeyaz saçları, kıpkırmızı yanaklarıyla salaş dükkanların birinden çıkıp, diğerine giriyorlar harala gürele, arkalarında kafile. Çıkan yerini yenisine bırakıyor. Fotoğraflama sırası onlarda. Zavallı üçüncü dünya ülkem, zavallı Gülşehir esnafı. Esnaf dükkanlarda oturmuş bekliyor kaderini kuzu kuzu, bir Alman gelse ve çekse beni diye. Bir gün ölüp gidiyorsun ama bir bakmışsın bir ay sonra ya da on yıl sonra Bild’in kapağındasın. National Geographie’nin ödüllü fotoğrafının baş aktörüsün en savunmasız anında. Kim bilir?

Kayıtlı on beş taksinin bulunduğu bir ilçe Hacıbektaş. Herkes akraba, komşu, tanıdık, hatırları ve gönülleri mühürlü birbirlerinde. Dolayısıyla bir aciliyet olduğunda hastane, ölüm, vs. gibi taksilere düşmüyor işleri. On dakikadan önce bir taksi gelmek bilmiyor çünkü hepsi ebedi bir siesta halinde, kışın bile. Dönüşte minibüs beklerken on beş taksileri olduğunu söylüyorum ilçelerinde. Gülüşüyorlar kendi aralarında çokmuş diye.

Taş taş üstüne konmayan, hiç değişmeyen; dolayısıyla da hiç bozulmayan bir ilçe Hacıbektaş. Ne olursan ol gel dememiş olduğundan belki de veli, tüm hoşgörüsü, kızları okutunuz fetvası(bu bile yeter tüyleri diken diken etmek için kaldı ki o dönemler için) ve tevazusuyla ancak belirli dönemlerde turist çekiyor burası. Önemli mi diyecek olursanız, benim için hava hoş olsa da, esnaf aynı şeyleri söylemiyor, ötelenmekten ve dışlanmaktan yorgun halk ta. İlk geldiğimde tek bir fabrikaları vardı açık olan. Halkı için istihdam kaynağıydı. Sonraki bir gelişimde ise kapanmıştı ve kaçmıştı sahibi. İşçilerse mağdur ve işsiz. Şimdiyse yine bir tane fabrikaları var açık olan o da tekstil üzerine. Geleceğinin ve dolayısıyla akibetlerinin ne olacağını bilemediklerinden şüpheli şüpheli konuşuyorlar. Tuhaf bir belirsizlik ve güvensizlikleri var her şeye karşı. Bu şaşkınlıkları hafızalarına sirayet ettiğinden her seferinde benimle konuşan aynı simalar kesinlikle beni hatırlamıyorlar bir sonraki seferde. Bende her sene farklı renklere boyattığım saçlarımla gelmiyorum ki buraya. Beraber oturup konuşup laflıyoruz, sırasıyla neredenim, kimlerdenim diye ve hep aynı şeyleri söylüyorum ama nafile çabam beni ertesi sene aynı cümleleri kurmaya itiyor burada ve unutuluyorum tekrar tekrar. Alıştım bu duruma ve özerkliğimi koruyorum balık hafızaları sayesinde aslında, iki gün üst üste gelsem de.

En aktif caddelerinde bir öğretmenevleri var. Kulak kabartıyorum gündem mevzularına. Hepsinin kendi hastalıklarının yanında bir de evde besledikleri bir hastaları var ve Kırşehir’deki hastanede hiçbir şey olmadığını söylüyorlar. Bakımı meşakkat isteyen  hastası olanlar ufukta görünen zorunlu göçleri ve büyükşehirdeki büyük odalı büyük hastanelerdeki çekecekleri çileleri ve horlanmayı tahmin ettiklerinden kara tasalara düşüyorlar. Dinleyen anlatana sabırlar dileyip duruyor habire. Sonra anlatma sırası dinlemiş olana geçiyor. Sabırlar dilemekte öteki tarafa. Nüfus yaşlanmış sanki ve yenilenmemiş hiç burada. Dolayısıyla ilerleyen yıllarla beraber konu hep sağlık ya da sızlık. Genç bir erkek öğretmenin sözü kesilmiş meslektaşıyla. Türkçeci mi diyor bir tanesi. Edebiyat diyor genç sözlü. İkisini aynı bilirdim ben. Ağzı kulaklarında olup, şikayet etmeyen tek o var halden ve halinden. Az sonra yukarıya çıkıp bir el okey çevirecekler. Burada hayat böyle geçiyor. Kendi içinde yavaş işleyen bir dinamiği var ve bu yavaşlık çarkın içindekileri rahatsız etmiyor. Memurlar huzuru bulmuş, gençlerin izdivacı şehre göre nispeten kolay. Herkes kim nereden, hangi köyden biliyor. El değiştiren paranın miktarı da, geldiği yerde, aşağı yukarı sınırları da belli. Turistten esnaf nasipleniyor. Öğrenci ve memurlardan da minibüsçüler ve kirada evi olan evsahipleri. Yanlışlıkla bir olay olsa halkın silkinip harekete geçmesi bir parça güç sanki. Olay istemiyorlar zaten. Çıt çıksın, karınca kımıldasın istemiyorlar. Herhengi bir aşırılık karşısında ne yapacakları belirsiz. Muhtemelen aynı havayı solumaktan kaçarak başlayacaklardır edimlerine. Hükümet adına çalışan gizli servis elemanlarının varolduğu korkusuyla temkinli hep konuşmaları. Trafik yok, araba az, fabrika tek, marketleri ve raflarında satılan ürünleri sınırlı, hayatı sınırlı, olanakları sınırlı, gelen turisti sınırlı, geliri dolayısıyla gideri sınırlı bir avuç insan Hacıbektaşlılar.

20150226_134342

Hiç susturamadığım değil, hiç susmayan iç sesime rağmen bir çilehanede, on bilemedin on beş metrekare bir odanın içinde kırk gün kırk gece kalmakla baş edip edemeyeceğimden emin olamadığımdan ürküyorum her seferinde bu fikirden. Gelmişken görmediğine yanmak var ya hani! Hiç denememiş olmaktansa, bir kez olsun denemek var sonuç hüsran olsa da. Dışarıda bir hayat akarken, bu kırk günün sonunda sevdiklerinin kaybı da var, sonunda aydınlanma da. Görüyorsunuz ikircikli ve geveze bir iç ses bendeki. Sus dedim susmadı. Öldürdüm bende bir gün onu kendimce. Bir baktım hortlayıvermiş bir gün aniden bir yerde kendiliğinden, çaresizce.

20150226_163800

20150226_142443

20150226_142452

20150226_155529
20150226_161337

20150226_160342

20150226_161735
Bir piknikten doğaya kalan bir tek 39 numara, sol teyze terliği
20150226_155444
Kurusa bile insanoğlunun ihtiraslarına direnen artık ne olduğu anlaşılamayan ağaç kökü(sanırım)

Park ve mesire yerinin olduğu yukarıdaki Çilehane’ye gidiyorum. Günün ilk, tek ve son bir liralık biletinin bana kesilmiş olduğunu öğreniyorum. Park ve devamındaki ormanlık alanda bir başmayım. Yerler çamurlu ve karlar tam anlamıyla erimediğinden yollar sıkıntılı. Daha fazla ilerlememek mantıksız geliyor. Ormana girmemeye karar veriyorum. O esnada orta yaşlarında bir kadının ormanlık taraftan bana doğru geldiğini görüyorum. Kayseri’den geldiğini söylüyor. Adağını kesip dağıtmış burada. Şimdi adını hatırlamadığım bir köyünden çıkmış gelmiş buralara. Bana geldiği yönü gösteriyor. Oraya gitsene diyor. Ne var ki diyorum bende. Bir sürü şey sayıyor. Yarım kulak dinliyorum. Dilek ağaçları, bel ağrısına iyi gelen kaya, vs. Kuzu kuzu sözünü dinlerken buluyorum kendimi ve on beş saniye önceki gitmeyeceğim fikrimi tepetaklak edip ormana doğru yürüyorum. Çamurlara bata çıka yürüyorum. Yüzlerce delik var yürüdüğüm yollarda. Sanki bir hayvan sürüsü istila etmiş toprağın yüzeyi. Delikler açmışlar yüzler, binlerce. Bir kemirgen kendine yol açmış, sonra bir daha bir daha.. Onu başkaları takip etmiş, sonra bir daha bir daha. Hallaç pamuğuna çevirmişler toprağı. Tedbiri elden bırakmamak için aşırı bir dikkat gösterdiğimden olsa gerek, yorulup duruyorum nihayet. Neden burada olduğumu soruyorum kendi kendime. Bozkıra doğru bakıyorum. Buradayım çünkü şu an burada olmak belki benim kaderim. Çünkü olmam gereken yer burası. Çünkü buradan başka olunacak daha iyi bir yer yok benim için. Çünkü manzara nefes kesici, bakir bir bozkır var önümde ve hiç korkmadan yürüyebiliyorum burada. Hiçbir tehdit unsuru yok. İnsan yok en başta çevremde. Sadece beraberimde taşıdıklarım var kalbimde. Gülümsüyorum. Gülümsemem mutluluk getiriyor. Kuşlar şakıyor sessizliği yırtarak. Sebepsiz mutluyum hayatımda ilk defa.

20150226_160941

Bir kavis çizip, büyük kayanın etrafından dolaşıyorum. Sebepsiz mutluluğun getirdiği rahatlıkla uçarak dönüyorum geri. Bana bu yola girmem gerektiğini söyleyen, Kayserinin adını hatırlayamadığım köyünden gelen kadını bir daha görmüyorum. Sebepsiz teşekkür etmekti niyetim ama neyse. Çıkışa geldiğimde bilet kesen görevliyle beraber yürüyoruz. O evine gidiyor. Beni garipsiyor önce bu mevsimde burada ne işim var diye. Taksinin gelip gelmeyeceğini soruyor. Yürümenin iyi geldiğini söylüyorum. Beraber yürüyoruz. Ayrılırken kırk kere bana yolu tarif ediyor. Bense hiç korkmuyorum ki. Topraktaki deliklerin sahiplerini soruyorum ona. “Fareler” diyor. Bu sene çok fare varmış. Yağış azmış ve yüzeye çıkmışlar. Geçen sene çok muydu ki saki? Hiç bilmiyorum, hiç anlamıyorum doğanın, toprağın dilinden. Sadece gözüme güzel görünüyor endamıyla, ağzıma tat oluyor, kursağıma lokma giriyor sayesinde. Tabiatın dilinden hiç anlamamışım yazık ki. Benden çiftçi olmamış iyi ki.

Bunca yıldır buraya gelişim bitsin artık diyorum. Zaten her sene aynı Hacıbektaş. Her sene bir dolu şikayet dinleyip ayrılıyorum buradan. İlk defa bu sene türbe ziyaretine para ödemiyorum çünkü kalkmış. Kışın Cumhurbaşkanı gelmiş ve ücretsiz giriş için talimat vermiş. Böylelikle üç beş kuruşluk gelirde(olsun olsun giriş üç bilemedin beş lira olsun) püf desin uçsun… Bir, tek ve son püf ise benden çıksın, tüm dünyaya savrulsun.

20150226_133827

20150226_143039

20150226_161529

YUNANİSTAN – 2: ATiNA

“Nereyi gezsem Yunanistan yaralar beni,
dağ perdeleri, takımadalar, çıplak granitler…” Yorgo Seferis

“Mayıs ayında solan
Çiçeklere soruyorum
Yanıtlarından anlaşılan
Sevmiyorsun sen beni” Dionisios Solomos

image image

PROLOG:

“Yazmak Üzerine(On Writing)”de Hemingway; “Bence temelde iki kişi için yazarsın. Öncelikle tamamen mükemmelleştirmek amacıyla kendin için, ki durum bu değilse ne ala sonra da okuma yazma bilsin bilmesin, hayatta olsun olmasın sevdiğin kadın için.” Yazar, kitabında aynı zamanda “Düzyazı mimarlıktır, dekorasyon değil.” diye de buyurmuştur. Bana gelirsek eğer, ismim Ernest değil, erkek değilim, savaş muhabirliği yapmadım, denizle, savaşla, silahlarla çok fazla haşır neşir olmadım, denizi yüzmek, savaş’ı kınamak, silahları ise amatörce atışlarda bulunmak(şarjörü yerleştirmem bile hiç kolay olmamıştı) için kullandım. Üçünün de içindeki ne derinliğin, ne de sığlığın çok fazla bilincindeyim. Deniz sonsuz, savaş anlamsız, silahsa ağır metal. Bir parça süsünse kimselere zararı olmadığını düşünenlerdenim. Duvarlarda birkaç Leonardo hiç fena olmayabilirdi, mesela. Mona tek bana baksaydı ya da “Son Yemek” salon masasının hemen solunda olsaydı, mesela. Girişler ücrete tabi olurdu o zaman. Ne derler? Ticaret olsun da..

Ve bir şey var ki; kendileri hemcinsim olmayabilir, aynı yüzyılda, aynı coğrafyada, aynı şartlarda yaşamış  olmayabiliriz; hiç fark etmez. “Hayatta olsun ya da olmasın, aynı şehirde olun ya da olmayın, aynı lisanı konuşun ya da konuşmayın sevdiğin için yazarsın”.

Ben hep öyle yaptım.

ATİNA:

Kalambaka’dan sabah kalkan 05:45 otobüsüyle Trikala’ya geliyorum. Bir başka otobüsle saat yedi’de Atina’ya doğru yola çıkıyoruz. Sekiz’e kadar hava aydınlanmak bilmiyor. Yollar bomboş. Bir kazaya rastlıyoruz. Eski bir kamyonet yoldan çıkmış ve yan yatmış. Şoförü olan yaşlı ve derbeder görünümlü adam şaşkınlıkla polise derdini anlatıyor, bir yandan da zararının ne kadar olduğunu çıkarmaya çalışırcasına gözlerini olası ekmek kapısından alamıyor sanki. Olay yerinden geçerken tutuk davranan şoförümüzse, ilk ışıklardan sonra hızlanıyor tekrar. Hayat devam ediyor kaldığı yerden, bir an için durmuş olsa da.

Yaklaşık altı saat süren bir yolculuk esnasında yeşil alanlardan, boş tarlalardan ve geçtiğimiz bakımsız köylerden başka bir şey yok görünürde. Tek bir fabrika yok yol boyunca. Turizme bel bağlamış bir ülke Yunanistan. Hiç yatırım yapılmamış. Dolayısıyla gençler Avrupa’ya kaçmışlar çaresizlikten ve işsizlikten. Tanışmış olduğum tüm emekliler ya bir başka ülkeden emekli idi ve parasızlıktan şikayetçiydi yahut Yunanistan’dan emekliydi ve parasızlıktan şikayetçiydi. Bunu da açık yüreklilikle dile getirebildiler. Yerli halk ise sürekli fiyatlarla uğraşıyordu. Halbuki Atina Avrupa’nın en cazip fiyatlara sahip başkentlerinden biri. Karşılaştırıldığında otel fiyatları, restoran menüleri ve ulaşım son derece makul düzeydeki fiyatlarla sunuluyor. Fakat insanların alım gücü çok düşük. Ne yaparlarsa yapsınlar düşük maaşlarıyla çarşıyla baş edemiyorlar. Adalar’la karşılaştırınca refah seviyesinin çok düşük olduğunu görüyorsunuz. Çünkü ticaret yapmayan, dükkanı olmayan, turizme yönelik çalışmayan, kurum ve kuruluşlarda da çalışmıyorsa eğer, şehirde hemen hemen hiç şansı yok gibi. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, ortalıkta pek fazla polis yok ve asayiş sorunları minimum seviyede. Monastiraki’den, Plaka’ya doğru bir parça yol kat ettiğinizde yani Atina’nın en işlek ve popüler caddelerinin sokaklarında(ara sokaklar, kuytu köşeler değil kastettiğim) evsizler kendi evlerini kurmuşlar bile ve fakat kimselere zararları da yok. Pastanelerden aldıkları kumanyalar, gündüz saatlerinde durumlarının vehametini çoktan kabullenmiş oldukları belli olan vakur edaları ve sessiz tutumlarıyla uzattıkları naylon bardaklarının içlerine bırakılan bozukluklarla yaşamaya çalışıyorlar. Hepsi birer Yunan tragedya karakterlerine benziyor. Ya da evsiz barksız sokaklarda yata kalka böyle bir dönüşüm geçirmişler. Akşam hava kararıp da gecenin çökmesine yakın saatler geldiğinde sokağın nispeten kuytu köşelerinde hazırladıkları yataklarının içine iki kişi yan yatacak şekilde ayaklarındaki ayakkabıları, gözlerindeki gözlükleri çıkarıp giriveriyorlar. Sanki bizler onların yatak odalarına girmiş gibi kendimizi mahçup hissediyoruz(ben şahsen). Bu adamlar belki iyi eğitimler aldılar ve evlerinin kredisini ödeyebildikleri bir de işleri vardı zamanında, kim bilir?

Matt Barrett’a sorduğumda lokasyon, uygun fiyatlar ve güvenilirlik açısından Otel Attalos’u önermişti diğer tüm oteller bir tarafa. Metroya, Merkez’e, çarşıya yürüme mesafesinde altıncı katında minicik bir barı olan ve bir o kadar da minik bir resepsiyona sahip, güleryüzlü personelin ve müzminleşmiş otel sakinlerinin varlığıyla lüksten uzak, temiz bir sunum vaat eden odalarıyla müşterilerine tatillerini zehir etmeden huzur içinde geçirebildikleri bir otel Attalos ve özellikle konumu için şiddetle tavsiye edilir. Dünyanın her yerinden çeşitli ülkelerin sakinlerini de tatlı bir mütevazilikle karşılamaktalar her daim. Kimler yok ki sakinler arasında? Rahipler, rahibeler, gay’ler, öğrenciler, Ruslar, diğer Avrupa Birliği vatandaşları, Amerikalılar, Japonlar, Koreliler, Ben, Ioannis(Yannis diye okunmakta olup kendisinden yazımın ileriki bölümlerinde bahsedeceğim uzun uzun), bekar kızlar, bekar beyler.. Hepimiz altıncı katındaki barında oturduk durduk akşamlar boyunca bir parça tanışıklığın hatrına.

http://www.greektravel.com

image image

image image

image image

image image

Aynı gün gittiğim pardon çıktığım Akropolis’in giriş ücreti 12 euro. Akropolis ve Likavitos Dağı(Mount Lycabettus) en iyi iki Atina manzarası sunan noktalar ve uzaktan uzağa birbirlerine göz kırpmayı ihmal etmiyorlar. Likavitos, Parthenon’a bakıyor. Akropolis’se bu hüzünlü dağdan aldığı kuvvetle bekliyor sanki tüm Atina’yı. Akropol’ün genelinde yapılmakta olan restorasyon ve kazı çalışmalarından nasibini alan fotoğraf karelerinin her birinden çıkmış olan vinç askılarına rağmen vakur görünmekteler. Tevellütleri eski ne de olsa.

Şehrin içinde oradan oraya koşturmaktan yorulduğum bir anda Plaka’da, mis gibi bir güneşin altında tatlı bir kafede oturuyorum biramı yudumlayarak. Aslında susuzluğumu gidermek için içtiğim bira ve açlığımı bastırmak için söylediğim salata garsonun “Enjoy your meal(yemeğinin tadını çıkar!) tavsiyesiyle bir anda önem kazanıyor. Bugün buraya kadarmış diyorum. İkinci Heineken’imi söylerken buluyorum kendimi. Hayat bir an güzel görünür gözünüze, alkollü ya da alkolsüz, yalnız ve kalabalıkların ortasında. Bu o anlardan biri hiç kuşkusuz.

image image

image image

image image

Roma’dakiler kadar güzel olmasa da Monastiraki’den aldığım dondurmayı otel yolum boyunca bitirmeye çabalıyorum. Hepi topu iki top bitmek bilmiyor. Dondurmamla olan sevgi dolu ilişkimin arasına giriyor Ionnis(Yannis). “Arkadaş, ben gavur diyor.” Eskiler çok kullanırdı bu kelimeyi. Ionnis buralı ama Belçika’dan emekli. Ve ’33 doğumlu. Çok çapkın. Babamdan yaşlısınız diyorum. Dilimi tutamıyorum. Kalbini kırmışım. Öyle söylüyor. Ama hemen de unutuyor. Otelde kalan herkesle ve bekar tüm kadınlarla arası çok çok iyi. Kim hangi memlekettense derhal o lisana geçiyor. Benim ve barmen kızın şaşkın bakışları altında beş dakikalığına bizi bırakıp derhal onların yanına gidip tatlı tatlı kur yapıyor. Geri döndüğünde ise benim kırılmış olabileceğimi düşünerek “Benim tipim aslında sensin” gibisinden bir şeyler söylüyor. Ionnis’in enerjisi bende olmadığından oturduğum yerden sakin sakin onun kovalamaya ve yakalamaya çalıştığı hayatının peşinden koşuşturmasını izliyorum. Nazik ve bonkör. “Keşke 20 yaş genç olsaydınız.” diyorum. Hoşuna gidiyor. Kekini yiyor ve Lipton çayını içiyor yanımda. Barın tek ilgi odağı o. Çılgınlar gibi anlatıyor. Anlattıklarını burada yazmam imkansız. Üç gezi, üç de anı yazısı çıkar anlattıklarından. Bekar olmama bir sürü anlam yüklüyor kendince. Midilli Adası’na gittim mi hiç, Ada’nın ismi nereden geliyor biliyor muyum acaba, erkek mi sevmiyorum acaba, gizli bir kocam, bir sürü çocuğum ya da gizli bir sürü kocam ve bir tane çocuğum mu var geride bıraktığım. Bir limanda bir elinde mendil kucağında bir çocukla gözleri yaşlı orta yaşlı ve kasketli bir adam hayal ediyorum ama kendi hayal gücüme bile inandırıcı gelmiyor. Herşeye rağmen Ionnis(Yannis) Türk olsaydı ve biz Türkiye’de olsaydık-Yahya olsaydı ismi mesela; kendisini ellerimle boğabilirdim. Türkiye’de bir hırtlık gelir ya, insanın üzerine hiç(!) sebepsiz, Ionnis’e dayanıyorum ben de bir şekilde. Bar taburesinin hafifliğinden midir yüksek tolerans gösteriyorum kendisine kanımın son damlasına kadar, hiç bilemiyorum.  “Yok değilim, koca yok, ne çocuğu, en çok Patmos’u sevdim, dini içerikli adalar tercihim” gibisinden cevaplar veriyorum(kendime de şaşmıyor değilim). Onun için esrarengiz bir şey oldum kaldım koskoca Atina’da. Ne yaparsın Arkadaş?

BİR SONRAKİ GÜN VE ESMEKTE OLAN TSiPRAS RÜZGARI:

Öncelikle tatlı esen bir rüzgar bu ve batı komşumuz tarafından hafif hafif bize de sirayet etmekte etkileri ister istemez. Az sonra madde madde sıralayacağım gezmiş ve hem hoş görmüş hem de hoş bulmuş olduğum ören yeri ve müze ziyaretlerimi şimdilik bir kenara bırakıp, şehir turunda hoş bir tesadüf olarak karşıma çıkan Tsipras’dan bahsedeceğim bir parça. Söyledikleri kadar varmış ve kendisi Atina’da son derece mütevazi bir bölgede yaşıyor. Hiçbir olağanüstü tarafı yok yaşadığı yerin. Apartmanının önünde bekleşen gazeteciler hareketlenip, koşarak kapısına yığılınca ancak anlayabiliyorum neler olduğunu. Sanıyorum Tsipras seçilmiş. Pırıl pırıl, aydınlık bir yüzü var. Ne kibir, ne politikacı sahtekarlığı, ne maske, ne rol; neyse o. Hala daha aklımda olansa temiz yüzü, aydınlık profili. Birkaç saniye boyunca ama net olarak görerek elde ettiğim izlenimlerdi bunlar. Obama, Erdoğan, Sarkozy hepsi seçilmiş ki en tepede bu adamlar dediğinizi duyar gibi olsam da, yanılmaktasınız bence çok fena. Tsipras’daki çok başka bir şeydi. Korunmuş bir seçilmişlik bahsettiğim ve varolan düzeni korumak ya da beter etmek yahut halkı heder etmek için değil de, halkının makus kaderini değiştirecek umudu taşıyan bir yüzü vardı sanki. Umarım yanılmam. Hiç böyle güzel bir adamı politikacı olarak hele de başbakan olarak hayal edemiyor insan.

Başbakanlık iyi bir kariyer olarak düşünülse de, öyle kolay değil. Former Prime Minister yani tekaüt olmuş emekli bir başbakan olarak başka bir iş bulmak hiç kolay olmayabilir mesela. Durduk yere karşıt görüşte bir sürü öfkeli kalabalığın tek muhatabı  haline gelebiliyorsun. Okyanus aşırı ya da değil havarilerini iyi seçmiş olmalısın. Ekonomi, içtihat, milisler, komşular hep senden sorulacak. Üstüne üstlük herkes çapkınken ve büyük kısmı fiilen bunu gerçekleştirirken çatır çatır, sen yapınca olay/kabahat(bkz. Clinton, bkz. Hollande, bkz. Beyonce) olacak.

image image

Gelelim halkın düşüncelerine. Koyu Ortodoks’lardan benim konuştuklarım, eşcinsel evliliklere olumlu bakmasından pek hoşlanmasa da, ekonomi konusunda çok umutlular kendisinden. Yunan gay’ler eşcinsel evliliğe karşı olmadığı için kendisini desteklemekle beraber, eşcinsel çiftlerin çocuk sahibi olması konusunda olumsuz-kararsız da diyebiliriz- düşündüğü için bir parça da kızgınlar ama ekonomi konusunda onlar da çok umutlular. İki radikal sayılabilecek uçtan örnek vermek istedim. Çünkü bundan sonra İncil’e el basarak yemin etmeyi reddeden ateist ve komünist ve evlenmeden bir birliktelik yaşadığı kadından( yüksek özgüven sahibi Peristas) iki çocuk sahibi olan kırk bir yaşındaki bir parça asi başbakan hususunda farklı kanılar var haliyle. Tsipras mümin ve orta yaş üzeri Ortodoks’ların pek tipi değil ama ekonomileri.. Derler ya ticaret olsun da.. Bir sürü borç yükü altında ezilen, kredi borçlarını ödeyemeyen, sanayisizlikten iş bulma imkanı da olmayan halk, gençleri için her şeye razı aslında. Ateist, komünist, yeter ki kurtarsın bizi diye bakıyorlar olaya. Önce mantık konuşuyor ister istemez Avrupa’da. Etnik sorunlarda da hassasiyet var. İskender’in şimdiki Makedonya sınırları içinde doğmuş olmasına rağmen Yunan asıllı olduğunu söylüyorlar. Eski hükümetin vetolarına rağmen en nihayet Avrupa Birliği üyesi olabilmiş Makedonya ise bayrağıyla, ismiyle hep sorun teşkil etmiş komşusu için. Gizli milliyetçilikleri bir anda ortalığa dökülebiliyor. Dindar kesimden bana “İsa’ya inanıyor, onu seviyor musun?” diye sorduklarında, “Evet” diye karşılık verdim. Sonra Tanrı’ya inanıp inanmadığımı da öğrendiler merakla(ona da evet dedim) Nihayet bütün hislerini dürüstlükle serdiler ortaya. Burada bir parça saflık vardı ve beni rahatsız etmedi tavırları. Allah var mı? Var. İsa var mı? Var. Tamam o zaman, seniniz. Ben Işid’den sonra Müslümanlık’tan(Kur’an’dan bahsetmiyorum) ve Müslüman’lardan soğumuşum zaten. Bizdeyse benzer tohumlar Madımak’la atılmıştı Sivas ellerinde çook önceden.

Merkel’in ikinci Thatcher olduğunu söylüyorlar. Onları tam bir Avrupalı olarak görmüyormuş, Asya’ya daha yakınmışlar. Yani bize. Bizse Ortadoğu’ya. Turizm için gerektiği kadarı haricinde İngilizce öğrenmeye karşılar. İngilizler’i kibirli, Amerika’yı uzak durulması gereken bir oluşum olarak betimliyorlar. Ama New York’la ilgili bir örnek verdiğimde gözlerinde gördüğüm ani pırıltıyla eş zamanlı olarak “Hiç gittin mi?” sorusu taçlandırıyor anımızı. Amerika’da insanların kanını tutuşturan bir şey var sanki. Herkes bir farklılık yaratmak peşinde ve Amerika’da bulunmuş olmak bile ayrıcalık gibi geliyor.

Yunanistan’ın on tane zengini olduğunu, tüm paranın onlarda olduğunu, bunun dışında kalan halkın aşağı yukarı aynı durumda olduğunu-yani parasız-söylüyor birisi. Aşağıdaki link ufak çapta bir fikir verecektir bu kimseler hakkında. Parasızlık ve alım güçlerinin düşük olduğunu dillendirmenin bir marifet yahut meziyet ya da ajitasyon amaçlı olarak kullanmadığını bildiğim Yunan halkını ve sade yaşantılarını birkaç orta üstü mağaza dışında bizim alışık olduğumuz türde on sekiz bin katlı alışveriş merkezine bir kez bile rastlamayışımdan anlıyorum. Çok lüks arabalar da yok. Bizdeki pırnakıl türemiş zenginler hiç yok. Türkiye’de çökmeden, batmadan vaziyeti idare ediyor yahut günü kurtarıyoruz. Borcu borçla, olmadı kredi kartlarıyla, faizleri şimdi şimdi düşen tüketici kredileriyle kapatmaya çalışıyoruz. Bizim durumumuz parlak mıdır? Tartışılır. Sarayın borcu, mebus zamları, eski dost düşman oldu dolar euro uçtu gibi bir takım ek masraflara her gün bir yenisi ekleniyor haliyle. Ama artık kimseler bilmez oldu bizi bu noktalara hangi hatalarımızın getirdiğini ve üzerine konuşmaz olduk dertlerimize yenilerini eklememek için.

http://www.businessinsider.com/the-wealthiest-greeks-2010-5?op=1

ATİNA’DA BİR GÜN DAHA:

Plaka, Gazi, Ernou ve Kolonaki caddelerini iyice içinize sindirmeden, her yolun ya Monastiraki ya da Syntagma Meydanı’na çıktığını idrak etmeden, Flea Market(bit pazarı)’inin içindeki sağlı sollu dükkanlarını, ilerisindeki ikinci el kitapçıları, Hindistan mutfağının da içinde bulunduğu dünya mutfaklarının olduğu restoranları bir kez olsun şenlendirmeden, Akropolis’i ve Müzesi’ni gezmeden, beyaz külotlu çorap ve uçları ponponlu ayakkabılarını giyip her saat başı nöbet değişimi yapan Efsun askerlerinin görev bilinciyle gerçekleştirdikleri ritüellerini görmeden, Zappeton’un içine göz atmadan ve gelmişken yakınındaki Milli Park’ında tertemiz havayı ciğerlerinize çekmeden, Parlamento binasının içindeki kütüphaneye(pasaport yeterli) -Pera’nınki gibi bir asansörü var- çıkmadan(akademik çalışma için yetersiz kaynakları var, çoğu da Yunanca), Yunanistan’ın ilk başkenti Nafplion/Mora’ya küçük bir seyahat organize etmeden, halkıyla, esnafıyla durum değerlendirmesi yapmadan ve konuştuğunuz her insanın ya Ada’lardan yahut İstanbul’dan nostaljik bir anısını dinlemeden dönmemenizi etmekteyim tavsiye, şiddetle.

20150129_174106

image

image

image
Ioannis(Yannis) balığını yemiş olarak geliyor bara ve çayını yudumluyor günlük kekiyle beraber. Vanilyalı iki dilim kek her gün bu saatlerde hiç aksatmadan tükettiği. Yarın gideceğimi söylüyorum. “Ne yapayım, yarın on kadınla gelirim buraya.” diyor gülerek. Beni özleyeceğini düşünüyorum çok fena. “Atina’daki tek dostumsun.” diyorum. Hoşuna gidiyor. Sağdan soldan konuşuyoruz birkaç saat. Sayısız defalar beni çileden çıkartıyor. Bense misilleme olarak sayısız defalar onun kalbini kırıyorum. Böylelikle ödeşiyoruz. Atina’daki tek dostumu özleyeceğim. Başımı çok şişiriyordu, susmak nedir bilmiyordu ama kendimi yanında hep güvende hissettim. Elimde değildi ve hisler insanın elinde olan şeyler değiller. Bir güç onları içinize koyuveriyor bir anda.

YUNANİSTAN – 1: METEORA

“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.” KAVAFİS IMG_20150127_085151 PROLOG: Ve haklıymış da Kavafis. Bense kendi hayatıma ve kendi küçük seyahatime uyarlıyorum tüm bu sözleri. Tıpkı benim ister Adalar’ına, ister şehirlerine her gelişimde sanki kendi memleketimde, kendi insanlarımla birlikte oluyormuşumcasına ama katbekat özgür, rahat ve güvende hissetmem gibi. Sanki ben burada ara ara ama hep varmışım gibi. Sanki ben dönüp dolaşıp kendi memleketime gelmişim gibi. Sanki burada doğmuş, burada büyümüş, suyumu ekmeğimi hep bu insanlarla paylaşmışım gibi. Sanki ben hep aynı sokaklarda dolaşmışım gibi. Ortak dilin, ortak dinin bazen hiçbir şey olduğunu, kanın çekmesinin paha biçilmez olduğunu anlarsın ya.. Bırak onlar Tanrılara tapsınlar, sen güneşe inanırken. Bırak onlar çanları takip etsinler, sen umutsuzca bir yol ararken ve kaybolmuşken. Deniz, kendi dalgasından daha eski değil inan ve ümitsizliğe düştüğün bir an başlayın beraber sokaklarının taşlarını yıpratmaya el ele. Evsizlerinin uzattıkları minik kaplara bırakın beraberce cebinizdeki tüm bozukluklarınızı. Metrosunda akordeon çalan ufaklığın bahşiş kaplarını doldurun beraber. Tarihlerinden, tarihimizden, ortak geçmişimizden bahsedelim beraber. Bir parça kanlı olabilir ama olsun insanlık tarihi böyle bir şey nihayetinde. Sınırlar çizilir, isyanlar başlar, insanlar insanları kovalar, taşlar, öldürür, o “bir parça kanlar” dökülür ve yeniden yeni sınırlar çizilir ve yeni düşmanlıklar gelişir. Ve yeni kanlar.. Her karmaşadan sonra kendinden bir parçanı bırakırsın geride. Senden kalan parçandan yeni yeni insanlar doğar ve seni yaşatırlar bıraktığın yerde. Benim Yunanistan hakkında ve benim kendimle ilgili düşüncelerimdir bunlar nacizane. Ben geçmişten bir parçamı arayıp duruyorum sanki ve o parça ben ona her yaklaştığımda gizleniyor bir yerlere. Bu beyhude uğraş benim yaşama nedenim oluyor. Yaşama nedenimse kaderim. İnsanların kendilerini iyi ve güzel hissettikleri yerlerin değeri paha biçilmezdir ne de olsa. Bu şehir bana kendimi güzel hissettirdi geldiğim ilk andan, ayrıldığım son ana kadar. “Tatlı” çapkın erkeklerinin bakışlarının kısmen etkisi oldu elbette ama yağan yağmur, manastır manastır tırmanmaktan tutulan kaslarım, sabahın dört buçuklarında kalkışlarım, oturarak etmeyi başaramadığım kahvaltılarım, geçiştirdiğim öğünlerim, siesta vakti sanki dünyada bir ben varmışımcasına ortada kalışlarım ve şahsen hiç tanımadığım insanlar ve dilleriyle çevrilişim hiçbir zaman başaramadı keyfimi kaçırmayı. Ben gene keyifliydim her daim. Seviyorum Yunanlıları ve Yunanistan’ı Yunanistan yapan her şeyi. Seviyorum geçim kaynağı turizme bağlı ve insana insanca muamele eden tavırlarını, kibirsizliklerini, gevezeliklerini, tatlı öfkelerini, cilvelerini, gayretlerini, dillerini. Çook eskiden, hani şu tek televizyon tek kanal dönemlerinde, Eurovision(Örovizyon)’da çekişir dururduk karşılıklı. Kim kime bir puan verecek önce diye hin hin beklenirdi televizyonun karşısında. Hiç puan ya da en düşük puan geldi miydi komşudan, başlardı yaygara; şarkımızın güzel, bestecimizin başarılı, şarkıcımızın sesinin şahane olduğu ve eserini de aynı şahanelikle seslendirdiği ama politik nedenlerden ve birbirimizin geçmişini karartmış olmamızdan ötürü karşı tarafın hakkımız olan yüksek puanı vermediğine dair. Hiç bıkmadan, hiç usanmadan kalabalıklar bol keseden teselli sözcükleri sıralarlardı ardı ardına. Biz seksenlerde çocuktuk ve tesellilerle avunurduk. Ve her sene her sene bu değişmez komşumuzla yarışır dururduk bu dünyada iki ülke kalmışızcasına. Şimdiyse büyüdük ve kocaman olduğumuzu sandık. Halbuki hala daha teselli arayışı içinde seksenler kuşağı birer çocuğuz. Gittikçe büyüyen şehirler ve gökdelenler ve bir türlü içlerine sığmayan bireyler olabildik. Çook yazık oldu bize. Değersizleştirdik kendimizi hiç umulmadık şekilde(istisnaları boş ver). Neden böyle oldu diye, hiç sormaz mısın kendi kendine? METEORA: “Hac Yolu olarak Kutsal Manastırlar” “Tanrı’nın kendisini sevenler için hazırladıklarını hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş, hiçbir insan yüreği kavramamıştır.” (1 Cor 2:9) “İnsanoğlu avuntu ister, arar, bulur, bulamazsa da saçmalar.” (eski bir ateist’in ciddiye alınmaması gereken durum saptaması) IMG_20150127_091348 Hakkında yazılan yazılar, üzerine söylenen sözlerde geçen tüm ve bol sıfatların hepsini layıkıyla hak eden Mount Athos’dan sonra Yunanistan’daki en büyük manastır bölgesi burası. Tanrı’yla bütünleşmeyi hayatının amacı haline getirmiş olan ve İsa’yı kavrayabilmek isteyen insanlarca ziyaret ediliyor daha çok. İlk sofular ve keşişler serçeler gibi kendi yuvalarını inşa etmişler mağaraların ve çatlakların içine.Tanrı ile baş başa kalabilmek adına kendilerini hayattan ve insanlardan izole etmişler. Cennet ve cehennem arasında yapılan bir yolculuk Meteora’da bulunmak, hayatın çirkefliğinden fersah fersah uzak. Üstelik Mount Athos gibi kapılarını kadınlara kapatmış değil. Ne olursan ol gel diyen’in davetine ise gitmek gerekir. Manatırların içinde rahip ve rahibelerin kaldıkları odalar, kütüphane ya da okuma odaları, trapeza dedikleri kompleks içinde yer alan yemek salonları, çilehane/halvethaneler, tam on bir bin litre kapasiteli tahtadan yapılma şarap saklama ünitesinin olduğu bir kiler, sacristy dedikleri kiliseye ait değerli eşyaların muhafaza edildiği birimler var.

20150127_105349
Çilehane/Halvethane

Günümüzde altı manastır ziyaretçilere açık. Yaz ve kış olmak üzere iki farklı sezonda her bir manastırın açık ve kapalı olduğu günler farklı. 1-Grand Meteora(Transfiguration) 2-Varlaam 3-Roussanou 4-Saint Nicholas Anapausas(Agios Nikolaos Anapafsas) 5-Holy Trinity(Agios Triada) 6-Saint Stephen(Agios Stefanos) Atina’dan Kalambaka’ya gitmek için türlü yollar var ve tercih size kalmış. Tecrübelerime dayanarak konuşuyorum ki tren hiç iyi bir tercih değil. Dışarıyı izlemeniz buzlu camlardan mümkün olmuyor. Çok nazlı seyirdiğinden sabrınızı ölçüyor tatlı tatlı ve siz de bu tatlılığa çaresizlikten boyun eğiyorsunuz mecburen. Tren dahilinde su bile satılmıyor. Saatler sonra verilen ilk mola yeri komünist dönemden kalmış bir gar sanki ve unutulmuş da hatırlanmak istercesine ama gerekli özeni gösterecek mecali yokmuşçasına karşılıyor sizi. Çoğu öğrenci bir sürü yolcu sarma sigaralarını tüttürüyorlar telaşla. İngilizce bilmeden bana yardımcı olabiliyorlar. Vücut dili ve Akdeniz kanı bir örtü çekiyor Babil Kulesi’nin üzerine ve Kalambaka’dayım nihayet 350 km.’nin üzerine. Trikala’da iniyor çoğunluk. Nedeni ise buradaki eğitim fakültesinin varlığı. Öğrenciler ve kocaman valizleri terk ediyorlar treni. Hayata onların gözleriyle bakmak ne hoş olurdu. Gençlik hiç gelmeyecek geri. Hatalarının tatlılıkla kabul gördüğü başka bir zaman olmayacak, ne yazık ki. 20150127_110530 Yollar bomboş ve karanlık akşam saat sekiz buçuk itibariyle Kalambaka’da. Totti Boutique Rooms’un kapısından içeri girmemle beyaz saçlı bir kadın ve onun hiç şaşkınlık içermeyen ama soran gözlerle dolu bakışları beni karşılıyor. İzlediği dizisini bırakıp benimle meşgul olması için torununu çağırıyor. Üçüncü kuşakla karşı karşıyayım. Rezervasyonum yok(canım yaptırmak istemedi), bir başımayım(çapkınlık peşinde değilim, belki bir’az), üstelik soğuk ve yağmurlu bir pazartesi akşamı Meteora için buradayım(mevsimlerüstü hareket etmenin ve iklimleri alt etmek gibi sersemce bir yazgıya sahip olduğum kanaatine vardığım gün başladım kendi başımı yemeye). Sabah kalkar kalkmaz yirmi beş yıl Stuttgart, üç yıl Barcelona’da yaşamış aslen buralı şoförümle yola koyuluyoruz. Benim bilmediğim her dili konuşabiliyor. En çok da Almanlara benziyor. Göz gözü görmez bir sisi aralayarak çıkıyoruz yukarı doğru. Salı ve çarşamba günleri Great Meteoro” kapalı olduğundan ilk durağımız Roussanou oluyor. Burada rahibeler kalıyor ve benim en sevdiğim ve bir parça derinlik bulabildiğim tek manastır burası oluyor. Güneş görmemiş solgun teniyle bir rahibe geliyor yanıma. Güleç, konuşkan ve bilgi almak konusunda hevesli. Tatlı dilli üstelik. Tadilat olduğunu söylüyor ve biraz manastırların tarihinden bahsettikten sonra bana, beni soruyor. Yalnız gelmiş olmama inanamıyor. Ben yalnız bir başka ülkede değil, şehirde bile gezemem, bu beni korkutur diyor. Herkes bir cümleyle açık edebilir kendini ve benim milyon defa yaptığım gibi, o da yapıyor. Aidiyet hissedebilmek, yalnız kalmamak için insanların bir yerlere sığındığını hatırlatıyor. Bir sürü şeyler gelir insanların başına, sığınma ihtiyacıyla memur olursun, rahibe olursun, çevrende-arkanda birileri dursun istersin; yaşamak zor, insanlar acımasızdır, tek çare sığınmaktır Tanrı’ya, gruplara, binalara.  Bense baş etmekte zorlandığım üç gizli hissim yüzünden dolaştığımı söylüyorum. O ise merakla dinliyor beni. Ayrıca kendisini kendimden çok daha güçlü, azimli ve iradeli buluyorum. Ben yapamazdım. Taş gibi kayıtsız kalamayabilirdim erkeklere karşı. Fingirdeme/flörtleşme hissimi/isteğimi bastıramayabilirdim bir an(!) geldiğinde. Cinselliği her düşündüğümde tespih çekmeye de veremezdim kendimi. İstediğim şeyleri giyinememek, yüzememek, güneşin kemiklerimi hiç ısıtamayacak oluşu, bir erkeğin de keza, her neyse bu bir meslek ve rahibe olmazmış benden maalesef. İnternet kullanıyor musunuz diyorum ve sizin ilginizi çektiğini düşündüğüm bu son konuyu burada sonlandırıyorum. “Burası yüksek, uzak, ihtiyaçlar bitmiyor.” diyor rahibe. Dünyayı takip etmek için, sipariş verebilmek için, kötü sitelerden(!) uzak durarak internet kullanıyorlarmış. Kötü siteler yok, erkekler yok, sarhoş olmak için içmek yok, tüm hayvani dürtülerden uzak, sağlıklı bir şekilde(burada nasıl kanser olunabilinir ya da ne ile?)çok uzun yıllar boyunca bol oksijenli, hava kirliliği, trafik ve tüm o benzit mazot kokuları olmaksızın sakin bir kafa ve ortalama bir insanın sahip olacağından daha az yıpranmış organlarıyla yaşayıp gitmek ya da yaşayıp durmak. Yakın tarihte izlediğim bir film geliyor aklıma. Tacize uğradıktan sonra manastıra kapanıp, rahibe olan bir kızcağız vardı. Önemli, büyük, trajik nedenler arıyorum bende kendimce ama sormayı kendime yediremiyorum. Neyse odur nedeni. Neyse vardır bir nedeni. Burada ve tüm diğer manastırlarda zaman adeta durmuş gibi. Hava soğuk olmasının yanında, sisli ve puslu, turist az, çalışan personel de haliyle az ve onlarda bu uhrevi sessizlik içinde sıkıl sıkıl oturuyorlar. Bir çoğu Türk dizilerini hiç kaçırmadığını söylüyor. Ne hoş, değil mi? Kanuni izlemiş insanlarla çevriliyim. .IMG_20150127_090318 IMG_20150127_091740 IMG_20150127_092315 20150127_103208 IMG_20150127_091610 20150127_103933 Manastırlar arasında nispeten kolay ulaşabileceğiniz yegane manastır Saint Stephens. James Bond filmi “For Your Eyes Only”nin çekildiği Holy Triniti ise hem en güzel manzaraya sahip(bence), hem de 140 basamağı bir çırpıda tırmanışınızdan sonra her anlamda nefesinizi kesiyor. Her bir müzenin girişi ayrı ayrı üçer euro. Ve yarım günlük tur taksiyle 60 euro. Rehberlik hizmeti ise sizi getirip koyduğu en güzel manzaranın önünde fotoğrafınızı çekmek oluyor. Tam zamanında gelmişim diyorum kendi kendime. Ağrıyan dizler ve kondüsyonsuz bir vücutla buraya tırmanmak çok daha acılı olabilirdi diye düşünmeden edemiyorum. Çıkışı bitirip inişe geçenler, yolun başındakilere bol şans diliyorlar acı içinde. Benim gibi sorun etmiyorsanız yani domuz eti yiyebilirim mecburiyetten diyorsanız şanslısınız ama domuzun her yerinin etini yiyemiyorum diyorsanız da yine ben kadar şanssızsınız. Dana eti konusunda burada çok fazla şansınız yok. Ara sokaklardan birinde menüsünde sadece dana etinden yapılma bir çorba servis edilen bir ufak restorana giriyorum. Hayatımda içtiğim en leziz çorba. Şükür ya şükür. Syriza’nın başarısı lokantadaki amcaları hiç memnun etmişe benzemiyor. “Kom-mi-nist” derken imalılar. Gelenekselciler bir parça(mı?). Bir tanesi karşı dükkandaki oy vermiş ve kazanamamış partisinin kapısındeki afişe bakıyor hüzünle. Anadolu’nun ilçe ve köylerinde duvarlarında halen daha Menderes fotoğrafları asılı insanlarımızı anımsatıyor bu halleri. Bir yaştan sonra değişmek pek mümkün olmuyor. Siesta vakti geldi ve geçmek bilmiyor. Kalambaka’da gezilecek bir müze olup olmadığını sormak için önünden geçtiğim bir turizm acentesinin içinde O’nu görüyorum. Pimelopi Pemoglou. “Var” diyor ve ekliyor, mantar müzeleri varmış. Çok cazip gelmiyor haliyle. Arkeoloji müzeleri daha açılmamış. Sonra bir siesta vaktini bana ayırıyor. Ne konuştuğumuza ve ne’ce konuştuğumuza gelince, Türkçe konuştuk. Kibar kibar Yunan aksanıyla Türkçe konuşmasını dinlemek çok keyifliydi. Pimelopi Anadolu’dan göçmüş bir Rum ailesinden geliyor anladığım kadarıyla. Kendisi aynı zamanda sanat tarihi okumuş, Türkiye’de ve evinin olduğu Selanik’te de rehberlik yapmakta halen. Kocaoğlu Selanik’e geldiğinde onu çağırmışlar rehberlik için. Her söylediğimi anlıyor ve kafası çalışıyor. Kırk yıl hatırlı Türk kahvelerimizi içip fallarımızı kapattıktan sonra, aradaki onlarca yıllık mesafeyi bir çırpıda silmiş vaziyette buluyoruz kendimizi. Ve evet erkekler aptal. Çünkü Pimelopi bekar. Ve evet bundan sonrası özel olduğundan konuyu derhal Syriza ve Tsipras’a getiriyorum. O kadar umutlu ki ve tabii ki halkların kardeşliğinden bahsediyor. Benim Yunanistan için hissettiklerimin aynısını, O da İstanbul için hissediyormuş. Çok garip ama benim İstanbul için benzer hislerim hiç olmadı. İstanbul çok korkutucu ve amansız bir şehir. İnsanlar bir şekilde çok yozlaşmışlar ve saldırganca davranıyorlar. Satıcıları, esnafı, valeleri, komşulukları, yolda yürüyüşleri, araba kullanışlarıyla seni çileden çıkarabiliyorlar. Bir dakika önce dünyanın en mutlu insanıyken, otuz saniye içinde çileden çıkabiliyorsun. Toplamda bir ülkeye yetecek kadar saklı ve kayıtlı nüfusu var. Göstereceği güzel günlerini bile idareli kullanmak zorunda şehir, yoksa yetmeyebilir. Tahammülsüzlükten ve düzensizlikten ve tüm bu kaostan bunca kolay günaha girebileceğin başka bir yer  daha var mıdır, hiç bilmiyorum. Biz konuşurken, elinde poşetler uzuun bir adam giriyor içeri. Beni merak ediyor, sonra iltifatlar ediyor, sonra da gidiyor. İki saat geçmiş olduğunu görüyoruz hayretle. Kahvenin yanında getirmiş olduğu çikolatayı bu senin kısmetin diyerek bana veriyor. Alıyorum ve Pimelopi’nin yanından ayrılıyorum. Yola çıkmış yürürken bir ses bana doğru sesleniyor. Az evvelki uzun adam bu. Socrates. “Gel” diyor kahve içecekmişiz, beraber. O’na da evet diyorum. Tanrım bu dördüncü kahvem. Socrates’a söylüyorum. Socrates adı üzerinde benden akıllı. “Kalp krizi geçireceksin” diyor. “Şimdilik dayanıyorum” diyorum. Beni hemen karşıdaki kürkçü dükkanına davet ediyor. Yunanlılar esmer olmaz mı diyorum. “İskender sarışındı” diyor hemen ve ekliyor “Bizi siz karartmışsınız.” Adam haklı galiba. Ama benim kabahatim değil Socrates. Atalarımın kafası karışmış ve sizin de kafalarınızı karıştırmış haliyle. Hem olsun dünyanın en güzel erkekleri sizde. Çorbada tuzumuz olmuş, fena mı yahu? Ve evet Socrates, İskender’e benziyor. Socrates bana ucu ponponlu bir yaka ya da boyun da denebilinir, her neyse işte onun kürkünü hediye ediyor. Belirtmem gerektiğini düşünüyorum; Socrates bir parça çapkın, evlilikten de sıkılmış bir parça, iki çocuğu var, onlar da ticaretle uğraşıyorlar. Yunanistan’da aldığım ilk evlilik teklifi kendisinden geliyor. Şimdilik. Şimdi git, sonra gene gel buraya diyor. Çok zor Socrates. Sizin de kafanızda aynı soru işareti oluştu sanıyorum. Evlilikten sıkılan birinin üstelik halen daha evliyken evlilik teklifinde bulunması pek bir acayip değil mi? Socrates o kadar çılgın ki, her şeyi yapabilir. Ama her şeyi. Yunanlılar genelde bir parça çılgın sanki. Köpeğinin ve çocuklarının fotoğraflarını gösteriyor bana. Köpeği esmer. Ama oğlu sarışın ve o da İskender’e benziyor. “İskender, Hızır’a ne güzel bir söz söyledi: Dal tufanlar kopan hayat denizine, boğuş dalgalarla; Bu savaşı kıyıdan izlediğin yeter artık, Dövüşerek öl, eskisinden diri ol.” Muhammed İkbal IMG_20150127_085344 20150127_105713 IMG_20150127_091918

DÜNYA ÜZERİNDE SONSUZ BİR GAYRETLE YÜRÜYEN İSPANYOL’UN HİKAYESİ VE AKABE/ÜRDÜN:

image

MARCUS:

“Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Develer tellal iken, pireler berber iken çok ama çok canı sıkılan insanların yaşadığı diyarlar varmış. Onlar bilmese de bu insanların yaşadığı diyarlar değilmiş can sıkıntılarının nedeni, kendilerinin de bir isim koyamadığı kendilerinden ve kendiliklerinden, derinlerindeki bir yerden, huzursuz ve kopmuş bir parçalarından kaynaklı bir şeymiş can sıkıntılarının gerçek nedeni. Daha çok derinleşip, kendi içinde onca yolu almaya bir ömrün ve bir fani sabrının yetmeyeceğini düşünerek başka başka yollar denemeye karar vermişler farklı diyarlar mensubu bu bireyler kendi kendilerine. Bunlardan biri ve en hakikatlisi olan için bir isim bulmuşlar aciliyetle doktor tavsiyesiyle, iç sıkıntısı giderici hap niyetine, imkanlar doğrultusunda belli sıklıklarla yapılması için de otoritelerce. Bu haptan düzenli olarak kullananlara “seyyah”, fiilin kendisine de “seyahat” adını vermişler. Kısa sürede bağımlılık yaratan bu fiil uğruna yollara düşmüş insanlar, kilometreler akmış durmuş ayaklarının altında. Bir bilinmezin peşinde, yok olmak pahasına, çok olmak adına; yeni yerler, yeni diller ve dinlerin erbaplarını keşfetmek için en uç, en tehlikeli, en alçak adamların, en şanssız kumarbazların, en tehlikeli yobazların arasına girmişler korkusuzca. Az sonra anlatacaklarım benim hikayem değildir. İş benim hikayem olmaktan çıkmıştır çünkü. Bu hikaye Marcus’un hikayesidir. İspanya’nın kuzeyindeki evinden bundan beş buçuk yıl önce çıkmış, henüz daha dönememiş,elli beş ülke gezmiş, önündeki bir buçuk yıl boyunca da bu sayıyı yüz’e çıkarmak gayretindeki Marcus’tur gerçek kahramanınız bundan sonra. Ürdün benim için Marcus’tur. Marcus’sa yeryüzünde ya da gökyüzünde ya da ikisinin orta yerinde hiç var olmamış ufuk çizgisidir yaklaştıkça uzaklaşan ve ele avuca sığmayan.

Hayatı boyunca karşılaştığım ve maalesef çok az zaman geçirebildiğim ve bundan büyük pişmanlık duyup, bunu bir nevi kısmetsizlik addedip kendi kendimi yediğim ama aynı zamanda benim en büyük şanslarımdan biri olduğunu anın tazeliği geçip solduktan ve ben olayları kendi mantık süzgecimden geçirdikten sonra kavrayabiliyorum nihayet. Bizim kendisini bıraktığımız otobüs durağında Amman’a gitmekti amacı Marcus’un. Oradansa Güney’e inecekti yani Afrika’ya, sınırlı imkanları ama sınırsız aklı ve coşkusuyla. Çook eski zamanlara götürdü beni halleri çok sonra ilk karşılaştığımızda hissettiğim korkuyu üzerimden attıktan sonra. Eski zaman ermişleri için şimdi ermiş, evliya diyebiliyoruz. Oysa ki bu insanlarla aynı dönemlerde yaşıyor olsaydım, dönemlerinin çok çok üzerindeki akılları ve gayretleriyle tıpkı Marcus’a karşı ilk anda duyduğum korku ve garipseme dolu hislerin aynısını duyacaktım belki de, kim bilir? Herkes zamanında hiçbir şeydi belki de, kim bilir?

Bazen bir yere tek bir kişi için gelmiş ya da gönderilmiş olduğunuzu hissedersiniz. Bu kişi sizin sevgiliniz filan olmayacaktır. Zaten her biriniz bundan çok çok uzaksınızdır. Birinizin göreceği elli küsur ülke, ötekinin yazmakta olduğu bir roman vardır kafasında her sabah onunla beraber uyanıp, gün boyunca kurgulaya kurgulaya arayış içinde hayattan koptuğu. Ama keşke on beş dakikadan daha uzun bir süre geçirebilseydim Marcus’la. Bazen bir cümle belki de bir kelime kalır akıllarda, o bir cümle hayat kurtarır, sizi yaşama bağlar, boğulduğunuz sığlıklardan bir nefes gibi uzanır ve tutuverir sımsıkı bırakmamacasına. O cümlenin kimden geldiği ise sizin için çok mühimdir. O kişiyi asla unutmazsınız. Yan çadırımda mışıl mırıl yatmakta olan Marcus’u elinde balta, gecenin bir vakti üzerime saldırır mı acaba diye sabaha kadar uykusuz duraksız beklerken ve ondan ölesiye korkmuşken, sabahın ilk ışıklarıyla beraber yola düştükten ve on beş dakika boyunca nefes almadan konuşmasını dinlerken ve o tam arabadan inerken gel bizimle derken bulmama kadar geçen sürede çok çeşitli duyguları, mevsimsel geçişlermişçesine hissediyorum şimdi ince ince. Kış oldu yaz, sonra da sonbahar oldu o gidince. Arkasından bakıyorum uzun uzun. Elinde bastonu aksayarak geçiyor karşıdan karşıya. Gecenin karanlığında Kayzer Şoze aramızda diye düşündüğüm adama bakıyorum ve ayıplıyorum kendimi. Gittiği durakta oturmakta olan iki kız var ve Marcus konuşuyor kendiyle. Kızlarsa ağızları bir karış açık onu dinliyorlar, hayatta böyleleri de varmış dercesine. Ve evet Marcus Kevin Spacey’e benziyordu ve ne benim ne de sizlerin Marcus’la henüz işi bitmedi.

AQABE:

20141119_093729

Aqabe ve genel olarak Ürdün böyle sanıyorum; kadınlar için kolay yaşanacak bir yer değil. Erkekler sürekli yabancı kadın turistlere bakıyorlar sanki altmış yedi ekran televizyonmuşunuzcasına. Onların gözünde önemli bir drama değilsiniz. En fazla kafa yordurtmayan, gelgeç yarışma ya da eğlence programı konumundasınız. Sabit bir televizyonsanız eğer bu durum canınızı sıkabiliyor. Tüm taksiler, arabaların içerisindeki Araplar ıslıklar çalıyor, öpücük atıyor, olmadı gel gel yapıyorlar(Nereye gideceğimi bileyim, hemen geleyim!) Gündüz gündüz. Çok tuhaflar. Marketlerini geziyorsunuz seksenlerdeki taşra bakkallarını andırıyorlar. Bu insanlar kapitalizm kelimesinin anlamını bilmiyorlar. Kapitalizm de onları. Aradaki uçurumun kaynağı para değil. Bir uçurum varsa eğer kadınla erkek arasında var. Saçı açık olan kadınlar da var tek tük. Bunu bana neden tatil için burada olduğumu soruşlarından anlıyorum. Onlara çok yersiz geliyor ve evet haklılar çünkü çok paran olsa İstanbul’da yapabileceklerin sınırsızken, burada Wadi Rum ve Petra’dan başka görülebilecek bir şey maalesef ki pek yok. Bir de Kızıldeniz pırıl pırıl. Gezilebilinecek cazip bir yer şehirde yok. Bir kez daha görüyoruz ki günümüz taş taş üstüne koymadan geçmişin meyvelerinden besleniyor, vermeden almayı seviyor herkes bir kez daha. Bunu da kadınların içlerine hapsoldukları burkalardan anlıyorsunuz. Çok gereksiz bir erkek zulmü var sanki ve aslında hiç olmayadabilir. Çünkü Araplar neşeli ve güleç insanlar. Hemen her şeye gülüyorlar.

Yalnız din değil, tüm dünya, olanaklar ve olanaksızlıklar istismara açık insanlarca. Toplumun her alanında bunu kullanan erkeklerin kalın ve kaz kafaları baskın maalesef bu topraklarda da. Zihniyeti değiştiremezsen, neyi değiştirebilirsin ki? Eline bir sürü para sıkıştırdığın kadın göçebe çadırından çıkar ve bir apartman katına yerleşir. Değişen şey dizlerini bükmeden oturduğu bir alafranga tuvalet olur. Artık bez yıkamaz olur, elinin altında deste deste prima çocuk bezi olur. Soğanlarını geçirdiği bir rondosu, sadece çamaşırlarını asmak için kullandığı da bir leğeni olur. Gene bir adamın dört eşinden biri olur uslu uslu sırasını beklediği. Buna rağmen ne kadar doğru bilemiyorum ama Bedevi eşler iyi anlaşırlarmış kendi aralarında, koca kıskanırmış eşlerini her biri ayrı ayrı çadırda yuvasını kurmuş olan. Koca düzenli olarak ziyaret edermiş eşleri. Adil olmazsa vay haline. Sizce de adil değil mi? Eğer kadınlardan biri aldatırsa kocasını bir kurşunla bitermiş hayatı. Sizce de adil değil mi(Deal is deal)? Burası bir krallık ve evet; “King is a king and a queen is a queen.”

image

Bir kez daha ama son kez değil Atatürk’ü saygıyla anıyorum. Hem kurnaz hem kurmay bir adam(İlber Ortaylı’dan alıntıdır, Tüyap’ta enteresan enteresan konuştu gene), ben henüz hiç mücadelesini vermezken bahşetmiştir bana rüzgarda özgürce savurduğum saçlarımın paha biçilmez değerini. Maya’ları araştırmak için yollara düşen, Yemen’e giden, konu komşu ve kendi ülke coğrafyasına ve insanlarının mizacına hakim bir adam Avrupalılaşmaktan başka çare bulamamış meğer. Yapmış, yapabilmiş, belki de Nebatiler gibi yok olmaya yüz tutmuş bir İmparatorluktan bir Cumhuriyet kurabilmiş. Kadınlar için, çocuk kadınlar için, bilim için, insanlık için, ülkesi için ve evet en çok da kendisi için yapmış, yapabilmiş, başarmış. Tanrı’nın seçilmişleri vardır saklandırıldıkları yerlerde beklerler ve çıkıverirler yerin altından bir gecede. Yırtın, paralan, hiç sevme istersen, ölsün de, yok olsun de, haksız de, ondan hıncını alamayacaksındır ne yaparsan yap. Ne imparatorluklar kuruldu ve yıkıldı, Ürdün’ün görünüşte dünya güzeli bir kraliçesi var ama kadınlar eteklerine basa basa yürüyorlar, serinlemek için denizin içine ayaklarını uzatabiliyorlar sadece erkekler göbeklerini kaşırken. Ve dünyanın neresine gidersen git Cumhuriyet’ten daha iyi bir yönetim şekli yok. Din toplumsal bir araç olmalıydı barış için, yönetim şekli değil. Bizler birer Suudi’ye dönüştürülmeye çalışılıyoruz, bir Kuveyt’liye, bir Fas’lıya belki de. Tanrı’nın sözlerini içeren Kur’an bir yana, bizler -hepimiz- birer Arap değiliz neticesinde ve Araplaştırılmaya çalışılmamız çok manasız bence. Burada sorulması gereken soru şu kim daha mutlu ya da kim daha az yozlaşmış? Ben Cumhuriyet mutluluk getirir demedim ki. Belki de özdeğerlerini bizim kadar kaybeden bir başka millet daha yoktur yeryüzünde, kim bilir?

20141122_141102

Aqabe mi nasıl? Sokaklarında ilgisizce ve rahat rahat gezebileceğim bir şehir olamadı maalesef(bakkala biriyle gidilemeyebilir her zaman). Ama önümdeki halk plajından deniz kenarına indiğimde plaj esnafının tekne ya da kola tekliflerinden bir parça kurtulabilmek için ayaklarını denize uzatmış dört Ürdün’lü kadının yanına oturduğumda tüm ikramları kabul eden Marcus’u anarak sırasıyla Ürdün çekirdeği(ben o ismi taktım), yarım elma, bir ıspanaklı börek ve yarım , narımı yiyip aralarında tek İngilizce bilen kadının sorularını sabırla cevapladım ben de. Evet Turkiya, evet bekarım, evet isterim, evet yerim, vs. Yemeğini paylaşan bir millet bulmak zor artık bu dünyada.

Aqabe Gulf Otel’de kaldım, merkezde. Her yere beş dakikalık yürüyüş mesafesinde ulaşabiliyorsunuz ve booking.com’da bahsedildiğinin tersine oda temizliğinde hiçbir problem yok, personel güleryüzlü ve sıcak.(Noime, Noha, Hisham Al- Abdullah ve Bridgetravel’dan bir kız bir de oğul sahibi Abdurrahman Muhaisen). Noime Filipinlerli. Rovers Return’ün servis elemanları da. Noha ise evlenerek İzmir’e yerleşmiş kızkardeşini ziyaret etmek için hem İstanbul’a hem de İzmir’e gelmiş.Toplu taşımacılık nasıl diye sorduğumda bana burası İstanbul gibi her istediğin zaman, her istediğin yere otobüs bulabileceğin bir şehir değil demişti. Haklı çünkü sadece turist otobüsleri var görünürde ve itiraf etmeliyim ki sokaklarda gezen fazla insan yok. Fas’taki rehberin dediği gibi Araplar kendi içlerine dönük yaşıyorlar ve fazla gezmiyorlar. Gezenlerse genelikle erkek. Kaldığım otelin lobisinde otururken arka masama gelen kalabalık kadın topluluğuna sesleniyorum ve Filistin’den geldiklerini öğreniyorum. Onların arasında da Türkiye’ye gelmiş olanlar var. İngilizce bilen kızları bize tercümanlık yapıyor. Sürekli gülüyorlar. Kendi domuzluğuma bakıyorum ve bir de sürekli bombalar altında yaşamak zorunda kalan bu kadınların neşesine. Onlara baktıkça nedensiz bende gülüyorum. Karşılıklı gülüyoruz. Seviyorum Arap kadınlarını ve meraklı meraklı adımdan önce medeni halimi soruşlarını. “Evet bekarım, hayır çocuğum yok, evet hiç evlenmedim.” Bizim ülkemize de gel diyorlar. Kolay değil diyorum İsrail vizesi almak. Bir yer bir devletin tekelinde olmamalı ama gel de anlat bunu İsrail Konsolosluğuna. Filistinli kadınların arkasından otobüse binişlerini izliyorum. Bir kamyon dolusu alışveriş yapmışlar ve otobüsün bagajı bir anda battaniye, yatak örtüsü ve muhtelif kumaşlarla doluyor.

20141119_144323

20141122_153815

WADI MUSA VE PETRA:

“Ah şu Nebatiler, dünyayı kendilerine hayran edip sonra ise kendilerinden mahrum edip yok olup gittiler.”

20141121_114641

image

image

Bir olağanüstülük görmek isteyen herkesin ve hatta hiç beklentisiz bir sürü insanın aklını başından alabilecek bir güzellik ve ihtişamdı gördüğüm Wadi Musa’da yer alan Petra Antik Kenti. Ticaret yollarının birleşme noktası, Çin’den Roma’ya uzanan coğrafyanın orta yerinde bir durak, bir vaha belki de. Uzuun bir vadinin ortasına Rodin’in kumaşından bir sürü Nebati’nin nakşettiği Hazine karşınıza çıktığı anda ne hissedeceğinizi bilemez oluyorsunuz. Burası bir anıt mezar aslında. Fotoğraflarda gördüğünüzün aynısı ama yakından çok daha ulu. Ezici bir üstünlük karşı karşıya olduğunuz. Ne Efes, ne Keops, ne de Kolezyum. Siq’in içinde kıvrıla kıvrıla yol alırken bir anda karşınıza çıkan at arabaları mı sizi tarih öncesine götüren, bir kilometre boyunca aldığım uzun yol mu acaba beklentilerimi kışkırtan, adrenalinimi arttıran? Yoksa rengini aldığı gül kurusu topraklar mı? Söz konusu olan başka bir şey. Bir cevher karşınızdaki ve sırtını dağlara dayamış siz ona hayran hayran bakarken, o göz ucuyla bile dönüp bakmıyor ve tıpkı sırtını dayadığı kayalar gibi sessiz ve ulaşılamaz ama işçilik değil sizi tek kendisine hayran bıraktıran. Her şey doğru yerde birleşmiş. Saf bir zevk ve kabiliyet, doğru renk, doğru ışık, doğru coğrafya. Tanrı bana gülüyor olabilir mi acaba şu anda hep yaptığı gibi, ben neden neden diye paralanırken? O böyledir ve biz şikayet etmemeliyizdir asla çünkü biliriz ki isyan ettikçe işler iyice sarpa sarar ve onun ayaklarına giden yine biz oluruz defalarca, ama asla son kez değil.

image

En doğru mevsimlerden biri sonbahar Petra’yı gezmek için ama yine de sıcak. Vadide ilerlerken serin serin esmekle beraber, deve ya da eşek ya da sıpa ya da at ya da dört ayaklı fantastik ve otantik bir binek hayvanı tercih etmezseniz eğer diliniz dışarıda tırmanıyorsunuz bir sürü başka güzellikleri görebilmek için. Benim ikincil hayran kaldığım El-Deir’e çıkmak hiç kolay olmamakla beraber, eriştiğinizde iyi ki gelmişim diyorsunuz. Değiyor çünkü. Hazine’nin el işçiliği daha iyi olmakla beraber, benzer The Deir’de Nebatilerin en görkemli çalışmalarından biri. Sürekli başıma peydah olmuş üç küçük eşeğinden birine binmem için bana ısrarlarda bulunan Bedevi çocuktan çok şey öğrenmekle beraber gereksiz ısrarı bir süre sonra canıma tak ettiriyor ve istemiyorum diye kaçarken imdadıma İngiliz çocuklar yetişiyorlar. Aralarında en uzun ve itiraf etmeliyim ki en yakışıklı olan beni kurtarmaya çalışırken ayağı takılıyor ve o tökezlese de sayesinde kurtuluyorum yerli Indiana Jones’dan. Nereli olduğumu soruyor ve Turkey cevabımı asla Turkiya olarak değiştirmeden meraklı arkadaşlarına “Turks” diye iletiyor iyi günler diledikten sonra. Hem kahraman, hem yapışkan değil. Üç gündür karşılaştığım en iyi muamele ve bu beni gülümsetiyor. Mozaikleri ise Fransız bir grupla geziyorum. Kendimi kaybedip onların grubuna dahil olduğumu neden sonra anlıyorum. Silkinip kendime geldiğimde grubun en genç üyesi olduğumu görüyorum. Tanrım grubun en genç üyesi yapmışsın beni ve hepsi o kadar yaşlı ki!  Nazik Fransızlarla nazik nazik ama nefes nefese konuşuyoruz. Ne tarafa doğru gittiklerini soruyorum. Bedevi mağaralarına doğru gidiyorlarmış. Kan ter içinde fakat azimle dağlara doğru ilerleyişlerini izliyorum. Gözüme çok çılgın görünüyorlar. Bedevilerin bir çeşit bahtsızlığı olsa gerek en olmadık zamanlarda bile olsa sürpriz bir şekilde beyaz ırktan, evinde televizyon karşısında uyuklamaktan çook canı sıkılmış beyaz adamları ve onların beyaz kadınlarını ve tüm beyazlıklarını ağırlamak durumunda kalıyor olmak kah mağaralarında, kah çadırlarında. Hey beyaz adam oryantalist yaklaşımların, deve ve dilenci ve bedevi, palmiye ve çöl fotoğrafların boşlukları doldurabilecek mi acaba? Gir bak o Bedevi çadırlarına ve gör bakalım bu insanların senin gibi boşlukları doldurmak telaşları var mıymış üzerlerinde? Bilakis yok, aslında boş vakitleri çok ya da hiç var ama neticesinde doldurmak gayreti içerisinde değiller benzer boşlukları. Boşluğun bir kursu da yok. Şehirlerde boşluğu doldurmanın kursları açılıyor. Lisan kursu, yemek kursu, Kur’an kursu, yoga kursu, tuzluk ve biberlik boyama kursu, bebeğin yaşadığı yerden istemeden de olsa çıkarken evsahibinin doğru üflemesini sağlama kursu, dertsiz çocuğu dert sahibi yapma kursu gibi. Bedevilerinse, boşluk, kursaklarına yemek gitmediğinde oluşan bir açıklık sadece. Tek bir dili konuşuyor, benzer yemekleri pişiriyor, boya olarak gözlerine rastık çekiyor, vakti geldiğinde doğuruyor, çocukları kumun içinde büyütüyorlar. O yüzden hep gülüyor o kadınlar çadırlarına girdiğinizde. Bedevi viskilerini yani otlu ve şekerli çaylarını yudumlarkenki keyifleri sende yok. Hiçbir zaman da olmayabilir. Sevdiğim bir şeyi yerkenki mutluluğumda, hevesimde şükretmem gerektiğini anımsattılar bana bu insanlar.

20141121_114404

image

20141121_140223

20141121_122642

20141121_142459

Kah Petra kah Wadi Rum’u gezerken turistlere(tek ayırt edebildiğim Japonlar olmuştur), nereden geldiklerini sordum devamlı ve kendi çapında bir araştırma şirketi yahut pasaport ve gümrük bilgilerini arşivleyen bir devlet memuru bilinciyle kendi küçük analizini yapan bir ben çıktı benden. Bunu yapmaksa Petra’daki İngiliz çocuğun Turks cevabından sonra oluştu zihnimde. Lawrence of Arabia filmindeki Lawrencesever Osmanlı askeri geldi aklıma. Turks deyince kaç kişi Osmanlı’yı anımsıyor acaba diye düşündüm kendimce. Her neyse Lawrence’ın önemini kavramış oldum bahaneyle. Çünkü bir sürü İngiliz Lawrence vardı kah vadinin ortasında kah Petra’da. İyi eğitim almış, iyi beslenmiş çocuklardı hepsi de. Aynı çocuklar başka da gidilecek yer olmadığından Rovers Return’de biralarını yudumlayıp durdular boş vakitlerinde. Otelimin hemen karşısındaki bir ara sokaktaki kompleks içerisinde bir adet Irish Pub, bir adet Chinese Restaurant, bir adet Mc Donalds ve bir de Rovers Return var. Kırk kez sorduğum otel çalışanlarının da dediği üzere buradan başka gidilecek başka da bir yer yok görünürde. Ve Macarlar var bol miktarda. İngiliz Hasta’nın Macar Kontu Laszlo Almasy’nin bunda etkisi var mıydı bilinmez ama özellikle Wadi Rum’un muhteşemliğini fon olarak kullanan daha başarılı bir film daha görmedim hayatım boyunca, gerçek Almasy’nin hayatının kitaptaki ve filmdekiyle alakası olmamasına rağmen.

Petra mı nasıldı? Bir daha Ürdün’e gelebileceğimi sanmıyorum. Daha doğrusu gördüğüm bir yeri bir kez daha görme lüksüm olabileceğini düşünemiyorum, yeryüzünde daha da yığınla güzellik varken. Ama gördüğüm en muhteşem şeydi Petra ve Ürdün bunu hak etmeli elinden geldiğince(ben kendime bakayım değil mi, haklısın Ürdün, biz birbirimize benziyoruz ondan söylüyorum yani ben tüm bunları gelinime söylüyorum kızım anlasın diye, yoksa bin yıllık zeytin ağaçlarına ettiğimiz zulüm daha dillerde).

20141121_112016

20141121_112631

20141121_112916

WADİ RUM:

20141120_150718

Vaderom şeklindeki telaffuzu en doğru ve anlaşılır olanı. Bünyesinde bir adet piramit barındıran ılık ve pembe kumları ayaklarınızı ısıtan, Bedevi çadırlarıyla medeniyetin sıfırlandığı, gene de tilki tilki eğer bu coğrafyada doğmuş olsaydım tıpkı bu insanlar gibi bir hayatım olacaktı ama nasıl olacaktı ve işte böyle olacaktı diye düşündürten ve bu yüzden yedi kez kederlere düşüp, burnumu her kederden çıkartışımda medeniyet hiç fena değil aslında bunca yokluğun arasında diye düşünmeden edemeyen bir iç ses barındırıyorum kafamın içinde hiç durmadan. İnsanlar alışkın oldukları hayatları sürdürmek, koşullarına geri dönmek için çabalıyorlar nihayetinde. Bu sessizlik, gece çöken karanlık ve başımın üzerinde milyonlarca yıldız bir süre sonra herhangi bir sosyal siteye bulaşıp konum bildirsem mi acaba sorusuyla bile başbaşa bırakabilir sizi. Çünkü Bedeviler bunu yapıyorlar. Sosyal medyada bir hayli faaller ve evet çölün ortasında telefonlarımız ve internetimiz var ve hemen hemen her Bedevi’nin de bir facebook hesabı var.

Evet, çölün ortasındayım. Geldim. Üç buçuk atmış olabilirim ama yaptım işte duygusu var ya… Büyüklerim haklılar maalesef, insanoğlu her şeyi “kendi” için yapmakta önce, sonra “kendi” ailesi, “kendi” çevresi ve kendi için işte hepsini, her şeyi. Bu cümlelerin önceliği sizin için değiller yani aslında, önce bir “kendi” var her insanın içinde hiç susmayan, bas bas bağıran, geceleri yattığı uykulardan uyandıran ve beraber uyuduklarını da uyandıran.

image

20141120_155917

image

image

20141120_142336

Bizi götüren Bedevi bir hayli tombik ve çöle varmadan jeep safari yapmak üzere tekerleklerin havasını indiriyor ve langırdayarak(Tdk’nın teşekkürünü aldım bile langırdamakla) ilerliyoruz kumların ortasında. Tepesi dumanlı piramit çok büyüleyici duruyor, Mısır’dakinden bile güzel. Geriden bakıyor bize bir parça çekingen ve mahzun ve biricikliği onu asil kılan. Turistik bir Wadi Rum jeep safari’sinde görülebilinecek her yeri görüyoruz Lef sayesinde. Kendisi 107 kilo ve ben yorulduğumda kolumdan tutup her çekişinde sanki bir bebeğin orasını burasını çekiştiriyormuş gibi rahat görünüyor. Çok konuşmuyor bizimle gerekmedikçe. Önce düşünüyor, sorularımızın cevabını üç saniye sonra alabiliyoruz ancak. Lef poz verilecek yeri de biliyor. Bizi hiç zahmete sokmuyor kısaca, kendisi de extra efor harcamayı sevmediğinden.

Lef’in tuhaf bir huyu var ve bize burası gezilecek dedikten hemen sonra sırra kadem basıp belirlediği sürede geri dönüyor. Beni de bir meraktır alıyor. En nihayet takip etmeye karar veriyorum. İki erkek çocuğu, konserve kutularından yaptıkları arabalarını bağladıkları tellerle sürüyorlar kumun üzerinde. Babel’deki Kabil ve Habil geliyor aklıma. Onlar huzur ve barış içinde oynarlarken benim aklıma tüm bunlar geliyor(sus dedim susturamadım gene). Babel’de Kabil ne çok pişmanlık gözyaşı dökmüştü kardeşinin ardından. Neyse.

Keçilerin durduğu yerden çadırın içine süzülüyorum ve işte Lef. Bizden neden kaçtığını biliyorum en nihayet. Çöl viskisini yudumluyor bir keyif bir keyif. Tam karşısında ise baba bir anne üvey -dört hanımından birinin kızı- kız kardeşi henüz bir aylık bebeğini emzirmekle meşgul. Bana da çay koyuyorlar. Kızın 63 yaşındaki annesi geliyor. Sonra da emzirilen bebeğin kızlı erkekli bir sürü kız ve erkek kardeşleri geliyorlar çadırın içine. Anne gencecik, kızları ise şimdiden evlilik çağında. Uslu uslu çay içiyorum aralarında. Bedevi kadın beni evlendirmek istiyor, ülkeme uzak diyorum ve Lef tüm tercümelerimi eksiksiz yapıyor. Üstelik zevk alıyor. Evlilik hadisesine gösterilen yakın ilgi her yerde aynı. Herkes birilerini başgöz etmek istiyor feci şekilde. Büyükler için manevi rahatlama, gençler içinse üzerine bir süre, bir sürü kikirdenecek bir konu neticesinde.

20141120_165053

image

Tekrar geldiğimde onlarla kalayım istiyorlar. Bir sürü çadır var diyorlar. Yeterince kalabalıklar ama varlığımın onları sıkacağını sanmıyorum. Bana kolay alışmış görünüyorlar, burada kalırsam bunlar beni hemen evlendirir diye düşünüyorum ama kaçıncı eş olarak alınacağımı kestiremiyorum. Şehirde koca koca diye çırpınan bir sürü kadın tanıdım, Bedevi çadırlarında bu işler nispeten kolay oluyor; kızlar yanlış yerlerde yanlış şeyler aramış durmuşsunuz, kolay koca burada. Bedevi kadın fotoğraf çektirmekten keyif alır görünüyor ve her defasında ciddiyetle kameraya bakarak poz veriyor. Bana olan bakışları ise tanımaya yönelik. Ayrılırken yanlışlıkla çenesini öpüyorum, biraz da dudağını. Nasıl gülüyoruz karşılıklı.

Bedevi çadırında enteresan bir akşam yemeği yiyoruz. Bir koca servis tabağında pilav, parça parça tavuklar, yanında bir koca tabak büyük doğranmış domates-salatalık-biber, yanında bir koca tabak daha daha küçük doğranmış domates-salatalık-biber, onun da yanında bir koca tabak daha daha daha küçük doğranmış ama yoğurt gibi bir şeyle karıştırılmış domates-salatalık-biber ve en nihayet bir koca tabak daha içi sırf yoğurt ve nihayet ekmek, francalalı değil tabi odun ateşinde yapılmış olanından ve üzerine de Bedevi viskisi demlem demlem(Tdk yanıbaşımda, nefesini hissediyorum).

20141120_161309

TEKRAR MARCUS:

Çadıra ilk girdiğimde gördüğüm beyaz adamdı Marcus(Bedevileri Kızılderili saymış oluyorum ve bir nevi öyleler aslında). Yanına oturduğumda nereli olduğunu sormuştum. Kuzey tarafından demişti bana İspanya’nın. Sonra susadım demişti ve bizden istediği bir şişe suyu kana kana içmişti teşekkür ettikten hemen sonra. Sohbet onu sarmayınca yahut biz kendi derdimizden kendisine fazla ehemmiyet göstermediğimizden kendi köşesine çekilip kendi kendiyle konuşmaya başlamıştı. Sabaha kadar acaba bana bir şey yapar mı dediğim bu genç adamı sabah yanımda tırnaklarını yerken buluverince ancak, yan çadırda bir çocukla uyuduğumu anlayacaktım. Gözümde gözlükler, uykusuz ve keyifsizce başladığım sohbete bir süre sonra Marcus’u dinlemekten paralize olmuş bir vaziyette devam etmekteydim. Bana sağ bacağındaki bir kaza sonucu oluşmış yarasını gösterdi. Erken emekliliğinin nişanı olan yarasına baktık beraber uzun uzun. Manzara çok iç açıcı değildi, daha doğrusu Marcus küçük bir kaza değil, büyük ve şiddetli bir şeyler yaşamış zamanında.

Sonrasında yanımda Afganistan’a turist olarak girmiş ve gezebilmiş bir adamdan Afganistan’ı dinledim. Afganistan sınırındaki polisi bile dehşete düşürmüş onun bu çılgınlığı. Çok uzun zamandır bir turist görmeyen sınır polisi Marcus’u dakikalarca lafa tutmuş(Adamın da konuşası varmış. Sınır polisisin ve aylar boyunca tek bir turist geçmiyor yanından ve mesleğini icra edecek bir kişi çıkıyor ve o da Marcus!). Kaldığı bir otelin beş saat sonra bir patlamayla yok olduğunu anlattı telaşlı telaşlı. Afganistan’a varmadan traş olmayı bırakıp sakal bıraktığını söyledi. O halini gözümün önüne getirmeye çalıştıysam da başaramadım. Taliban’da onu görse durumu kavraması çok geç olmayacaktı eminim. Marcus Afganistan’da şehir şehir dolaşırken insanlar onu engellemeye daha doğrusu korumaya çalışmışlar. Taliban ülkenin genelinde karşınıza çıkacak kadar yoğun bir nüfusa sahip olmamakla beraber kendileriyle burun buruna gelmeniz an meselesi olduğundan ve tıpkı benim gibi Marcus’u herkes bir şekilde sevmiş ve sahiplenmiş olduğundan koruyup kollanmış çokça. Nihayetinde Kabil’den apar topar uçağa bindirildiğinde Afgan halkının arkasından derin bir oh çektiğini duyar gibi oluyorum. Gözümün önüne geliyor kolaylıkla Marcus’un içinde bulunduğu yolcu uçağı gökyüzünde hemen üstlerinde süzülürken, binbir dertlerinin arasında Marcus’a va sağlığına kadeh kaldırırcasına el sallayan Afgan halkı ve askerlerini. Irak ve Suriye’ye gitmek istese de annesine verdiği söz yüzünden gidememiş. Neyse ki(Irak ve Suriye halkının başları daha büyük  bir belanın içinde çünkü)

İran’lılar en misafirperver milletti diyor. Sürekli beslemişler Marcus’u gezsin diye. Hangi cami olduğunu anlayamadım ama on bin kişinin aynı anda namaz kıldığını izlediğinde tüylerinin nasıl diken diken olduğundan bahsetti. Hindistan’a da gitmiş. Hemen Varanasi’yi sordum gün batımı mı gün doğuşu mu daha güzel diye. Birinden birini görmüş olabileceğini hayal ettim nedense. Sanıyorum bizim butik turlar yüzünden. Oysa ki o tam gün kalmış Varanasi’de. Ganj’a parmağını soksan İstanbul’da hastalıktan ölürsün dedi. Canım Marcus’çum belki derdime deva olurdu Ganj. Tuhaf şeyler düşündürtüyor Hindistan diyor hemen akabinde. Bombay, Kalküta dahil yani kuzeyini güneyini tüm Hindistan’ı gezmiş. Hiçbir ülkede aynı şeyleri hissetmedim dedi. Sevmeye başladığını düşünüyorsun ama beş saat sonra öyle bir şey görüyor ya da yaşıyorsun ki sevemez oluyorsun diyor. Bu kadar yoğun ve karmaşık hisleri başka yerde duymadım diye de ekliyor. Kudüs’ü sordum nihayet. Jerusalem dedi. Şehrin yolları birbirine çıkar dedi. Çok güzel ve değişik bir şehir dedi. Bu arada Marcus’u devlet politikaları hiç bağlamıyor. Onun tek derdi başına bir bomba düşmeden gezebilmesi; önünde daha bir buçuk yılı var çünkü. Afrika sınavını sağ salim verebilirse eğer gerisi kolay olacaktır sanıyorum. Bu arada İstanbul’a gelmiş ve Galata ve Ayasofya taraflarında kalmış. İran’dan sonra ikinci misafirperver halk dedi. Onlar da çok beslemişler Marcus’u(Ben denk gelse eve alırdım, o derece).

Kapadokya’yı beğenmiş, Efes’e gitmiş. Daha da başka konuşamadık çünkü o indi. Israrla gel dedim bizimle, hedefinden şaşmadı. Bazen dedi bir durakta üç dört saat beklediğim oluyor, ne yapalım bu benim hayatım ve hayalimdi dedi. Bastonu ve çok büyük olmayan sırt çantasıyla uzaklaşmadan alelacele eline tutuşturduğum gofreti minnetle aldı. Bana hiçbir ikramı reddetmemem gerektiğini öğretti Marcus. Kısmetini tepmemeyi, bir lokma ekmeğin önemini. Marcus’un dünyadan yiyeceği kısmeti var. Çok fazla para harcamadan yoluna devam ediyor. Ağırlanıyor, kurtarılıyor, kolay kolay hastalanmıyor ki o zaten bacağıyla diyetini ödemiş çok önceden.

Bir sürü sofralara oturdum davetli davetsiz, yığınla insan tanıdım. Pek azını sevdim, pek azını önemsedim ama Marcus hayatın küçük armağanlarını-bu bir gofret olabilir yahut bir tabak pirinç-mütevazilikle kabul eden, iyi olmasını(başta Afgan halkı olmak üzere benimle hemfikirdir sanıyorum Marcus’u tanımış dünya milletleri) ve iyi kalmasını tüm kalbimle istediğim insanlardan olmuştur. Bazen başkalarının duası tutarmış, kendininkindense. Marcus hep iyi ol. Sen hep ol.

İsterim ve dilerim ki, bir buçuk sene sonra evine ve annene kavuşabil sağ salim. Ölmek bitmek değil ama bitmeden anlatması gereken yığınla hikayesi olan bir adamı dünyanın bilmesi gerek. Ona anılarını kitaplaştırması gerektiğini söylediğimde çok zor olabileceğini söyledi ama düşündü birkaç dakika. İnş’allah yazabilsin. İnş’allah dünya Marcus’u bilsin onun bu tip bir kaygısı olmasa da. İnş’allah İnş’allah İnş’allah.

image

PATMOS

P.Ö.(PATMOS’tan ÖNCE):

image

Hızlı feribotla geçmeye çalışıyoruz karşı yakaya. Yolda tam dört defa stop ediyoruz. Motorların çekiş gücü yetersiz imiş; bunun üzerine denizin üzerinde bir süre beklemeye koyuluyoruz bakalım ne olacak der gibisinden. Bir şekil kaptan sarsıyor, ayıltıyor, hale yola sokuyor minik gemisini ve yokuş çıkmakta zorlanan ve azar azar kızıp, bol bol homurdanan beygir gücü düşük, Rus iklimine yatkın Şirince’ye çıkarken bin dereden su getiren bir Lada gibi, yükü ağır bir arabaymışçasına molalarda kendine geldikten sonra ha gayret yola koyuluyoruz bir daha, bir daha. Köpük köpük oluyor pencereler dalgalardan, dışarıyı görmek ne mümkün! Yanımdaki adam hep konuşuyor, hiç susmuyor. Onun yanındaki adam ise daima susuyor. İyi bir ikili olmuşlar sanki. Aynı iki adamdan daima konuşan sıkıntılı da. Perdeleri çekiyor, nerede olduğuna bakıyor. Kah telefonda kah ayakta, hanımlarsa arkada; bir içeride bir dışarıda, terasla evin içi arasında mekik dokuyormuşçasına da rahat, yerinden her kalkışında bermudasını düzeltiyor ve balkondan edindiği mahalle dedikodularını aktarırcasına anlatıyor denizin ortasında görmüş olduğu tüm adaları, tekneleri, olayları, denizciliğe dair tüm bilgileri öğreniyorum kendisinden bir anda ama ne ben Moby Dick’i yazacak olan Melville’im, ne de Kaptan Ahab olabilirim. Derken bir Ahab geliyor işte. İsmi Şafak, Arnavut Şafak. İri gövdesini sığdırdığı bir tabureye geçip bu iki adamı karşısına alıp başlıyor anlatmaya Adaları Modaları… Şimdi herkes susuyor, tek Şafak konuşuyor, Arnavut Şafak. Adalardan hepsi birer şehirmişçesine bahsediyor. O şehir şöyle, bu şehir böyle diyor. Anlatıyor da anlatıyor. Mayorka’da bir gecede 1350 euro yemiş, diskoda barda, o zamanlar kuyumcu dükkanı varmış. Herkese kızıyor ve yüksek sesle cüretkarca söyleyebiliyor bunu. Yanımdaki iki adam, ikisi de susmuş, meraklı gözlerle anlamaya çalışıyor gibiler ne ile karşı karşıya olduklarının. Ama uslu uslu da dinliyorlar Şafak’ı.

Nihayet Leros’tayız. Fırlayarak çıkıyorum içeriden ama gene de vize kuyruğunda ortalardayım. Mussolini’nin evinin olduğu ada burası. İtalya’ya gelmişim gibi hissediyorum. Limandan çıkar çıkmaz Patmos biletimi alıyorum. Dodekanese’lerle gideceğim ve bir saatten az vaktim olduğunu öğreniyorum. Aynı feribottan indiğim çiftten kadın nefis bir Yunanca ile konuşuyor görevliyle. Ne yapabiliriz diye bakıyoruz birbirimize. Onlar kalacaklarını söylüyorlar bu adada en az bir gece, bense Patmos için sabırsızlanıyorum durduğum yerde. Oradan ayrılır ayrılmaz karşıda durmakta olan hani şu hep ağır ağır giden, üst katında yer tutmak gayretindeki beyaz tenli İngiliz turistlerin saatlerce süren seyahat sonucu kıpkırmızı bir burun ve pespembe bir tenle karaya ayak basabildikleri iki katlı tekneye gözüm takılıyor. Onlar iki buçukta kalkacaklarmış ve evet, Patmos’a. Pişman oluyorum bileti aldığıma. Gerisin geri gişeye gelip bilet iadesi yapıyor, ikide geri gelmenin planlarını yapıyorum tilki tilki. Limandan ayrılır ayrılmaz bilet ve tur satan bir çeşit turizm enformasyon bürosu buluyorum. İçeri girdiğimde çat pat ingilizcesiyle görevli Yunanlıyla konuşan bir adam buluyorum ve ne cümlelerinin sonu geliyor ne de sitemlerinin. Yüzünü bana döndüğünde bir çift çakır gözle göz göze geliyorum ve arkasını dönerken bile hiç susmayan çenesiyle. Oturmaya giderken de konuşuyor. Bense gitmek istediğim yerlerden ve az vaktimden şikayetçi olduğumdan ve anlamsız sitemlerimi en iyi aynı dili konuştuğum biriyle paylaşacağımı hissederek dönüyorum çakıra. Ona Mussolini’nin evini görmek istediğimden bahsediyorum. Adanın öte tarafında olduğunu ve hiç gerek olmadığını, taksi parama yazık olduğunu söylüyor. Agios Isidoros şapelini soruyorum, şapel, mapel, manastır aynı şey, zaten oranın da bir özelliği yok diyor. Sonra da ekliyor Türkler buraya hiç gelmesin, ben bıktım onlardan, kaçıyorum durmadan diyor. Adamın tipliği bana da sirayet ediyor. Adam gidip görmek istediğim her yeri baltalamış oluyor. Hevesimi kaçırıyor, adadan soğuyorum ve beni kaçırmayı başarmış oluyor. Soluğu bilet alıp, sonra iade edip verdiğim görevlinin minik kulübesinin önünde alıyorum. Beni vurmayacaksınız ya diyorum ve tekrar bilet kestiriyorum. Sinir geldi bu adadan, sinir geldi Art Nouveau’dan. Feribottaki yol arkadaşlarım Kos’a bilet alırken, suskun olanın eşi sitem ediyor bu sefer, İstanbul’dan uçakla daha ucuz olurdu bunca yol parası verip duruyoruz diyor. Hak veriyorum ama bizim paramız yenik euro karşısında ve her şeyi üç katıyla çarpıyorsun ister istemez çok tutuyor yekun. Suskun adam, çok konuşana para vermeye çalışıyor, diğeri sen zenginsin biliyoruz, sonra verirsin diyor, çok enteresan bir espri anlayışı var bu kimsenin ve acaba bu da bana sirayet eder mi diye düşünmeye başlıyorum. Önceden ayarladıkları taksilerine binip, gene önceden ayarlanmış otellerine gitmek üzere yola koyuluyorlar. Bir kadın yaklaşıyor yanıma, İngilizce sormak istediklerini benim aracılığımla iletiyoruz karşı tarafa. Buradan Patmos’a geçmek istediğini söylüyor, bugün dönecekmiş tekrar. Bugün pazartesi ve tatil günleri diyorum. Kalmanız gerek diyorum. Bir saatliğine onca yol çekilmez diyorum. Leros’u gezmeye karar veriyor. Bir günlüğüne Rodos’a gidiyor insanlar. Saatlerce yol gidip, geldikten sonra ise geri dönüyorlar. Bir gece bir yerde kalmdadan hiçbir şey anlamıyorsun halbuki. Hayalet gibi gezip dönüyorsun oraya buraya atlayarak, bir sürü güzellikleri de atlayarak. Bense geciken Dodekenese’e ait katamaranımı beklemeye koyuluyorum diğer yolcularla birlikte limanda. Beklerken de güvenliğin çokluğu çekiyor dikkatimi. Sanki 70’lerden bir Costa Gavras filmindeymişimcesine…20140915_120710

Leros bir hayalkırıklığı gibi geliyor ve her ne kadar şehir pardon ada kaybı pardon zaman kaybı yaşamış olduğuma dair kendime kızsam da zira Kos üzerinden de gidebilirdim Patmos’a, güverteye çıktığımda her şey, hepsi siliniyor bir anda. Güvertenin ön tarafındayım. Ve arkası dönük bir adam var rüzgara karşı dimdik duran. Sımsıkı tutunmuş demirlere. Rüzgar gömleğinin yakasını uçuruyor. Rüzgar gömleğini havalandırıyor. Rüzgar deli gibi esiyor. En çok kulaklarından çarpıyor insanı. Kimisi kulaklarını tıkayarak durabiliyor. Ama o rüzgara karşı “I’m the king of the world!” der gibi(Umarım batarsak da yüzeyde kalan tek kişilik yerini bana verir ve Titanic’in müziği ağlamsak şarkı ile sulara gömülmeyiz!) kımıldamadan duruyor. Yolculardan bazıları yere oturmuş, kimisi kitap okuyor, kimisi hiç konuşmadan kendisiyle, dünyayla hesaplaşıyor. Ben de bu kategoriye dahil oluyorum hemencecik. Yorulanlar ayrılıyorlar aramızdan. Lipsi ilk durak, ilk liman. Şirin görünüyor uzaktan. Telaşlı kalabalığı aldıktan sonra yola koyuluyoruz tekrar. Tekerlekli bavullar, sırt çantaları, omuz çantaları, ayaklı ayaksız dünyalar taşınıyor bir yerden diğerine. Ne çok kirli çamaşırlar saklı kim bilir içlerinde?

20140915_131029

P.(PATMOS):

20140916_084426

20140915_120717

20140916_112412

Nihayet. Nihayet en çok görmek istediğim adadayım. Nihayet Patmos’tayım. Thomas’ın aile işletmesi Rodon Otel’in çatı katında, hiç fırsat bulup oturamayacağım çift cephe manzaralı odasının balkonundan bakıyorum şehre pardon adaya. Tanıdıkça daha çok seveceğim hissi doğuyor içime. Burası Skala merkez, Chora(Kora) ise tepede. Thomas’ın motorunun arkasına binip, bir Fiat Panda kiralıyoruz beraber acenteden. Otel merkezden iki sokak geride ve sayılı adımlarla deniz kenarında buluveriyorum kendimi. Her şey yakın, hayat kolay burada. Limandan in, oteline gir, arabanı olmadı motorunu kirala, denize git, yemeğini ye, kahveni iç, alışverişini yap, huzurla daya ayaklarını trabzanlara, şükret sonra da burada olduğuna. Şükür şükür şükür… Verdiklerine, yaşattıklarına şükür. Minnet minnet minnet… Gözümü açtığım her yeni gün için, mutlu birkaç an için, burada olduğum için. Çarşaf gibi deniz, parlayan güneş için, etrafımda düzgün insanlar olduğu için. Daha da mutluluk nedir ki?

20140915_143644

image

20140916_112859

20140915_213212

20140915_123527

20140915_144730

Denize girmek için bulduğum iki koyun ikisi de birbirinden bakir. Bir tanesinde tek bir kişi var sadece denize giren. Bense acıktığımdan yakınında restoran olanı seçiyorum, yani nispeten kalabalık olanını. Hesabı ödüyorum ve tüm eşyamı arabada bırakıyorum. Üzerimde incecik bir peştemal, ve elimde arabanın anahtarı var. Ouzo etkisini gösteriyor, uzanıyorum mütebessim. Tek sırıtan benim. Yanımdaki yalnız Fransız kadına soruyorum etrafta duş olup olmadığını, ana aksanının gülünçleştirdiği bir İngilizce ile yanıtlıyor sorumu. Yok. Denize giriyorum ve çıkıyorum. Bir erkek sesi gene çat pat İngilizcesiyle iyi yüzücüsünüz diyor. Nereli olduğunu soruyorum. Alman ve Hannover tarafından imiş. Beni soruyor. Türkiye cevabım onu o kadar şaşırtıyor ki bu sefer dehşetle havlunuz yok diyor. Yok. Ne yapabilirim? Arabaya ıslak ıslak oturuşuma bakıyor yüzündeki aynı dehşetle. Gözlerindeki bana dair soru işaretleri birer şimşek gibi çakıyor art arda. Onu benimle ilgili kaygılarıyla başbaşa bırakıp yola koyuluyorum.

Duş alıp sokağa çıkmamla beraber havayı kararmış buluyorum. Ahtapot sevdası burada da bitecek gibi değil. Deniz ürünlerini tüketmek insanların aklını kurcalayan bir mevzu burada da. Avrupa’daki restoranların mutfaklarından yayılan domuz etinin kendine has kokusu sokak aralarında sıcaktan bunalan mutfak personelinin havalandırmak için kapılarını açtığında burnunuza çarpmıyor çoğu zaman. Herkes balık tüketiyor buralarda çünkü.

—-.—-

20140916_091828

image

Sekizde açılacak manastır için heyecandan altıda uyanıp, kahvaltı bulamayacağım ihtimaline karşılık saat yediye yirmi kalaya kadar gözlerimi dinlendirip, işlerimi ağırdan alıp, balkonumun manzarasından birkaç dakika manzarayı seyre koyulduktan sonra ancak düşüyorum yola sabırsız içinde. Kutsal Kıyamet Manastırı ilk durağım oluyor. Giriş ücretini veriyor ve aşağıya iniyorum merdivenlerden. İçeride ayin var ve sabahın erken saatlerinde duyduğum rahibin sesi bana uzun zamandır kendi kendime sorduğum sorunun cevabını veriyor. Kutsal olan insan sesi, büyü gibi, enstrümansız, yalın, hiç anlamadığın dilde, hiç anlamadığın sözler ve belki çok şeyler söylüyorlar. İçli ve düzgün bir insan sesi ve onu duyduğun anlar kutsal sadece.

image

Son basamağa indiğimde rahibi görüyorum cübbesi üzerinde, arkası dönük; uzun boylu ve azametli. Kıyafet zorunluluğunu anımsıyorum. Üzerimde askılı blüz, altımda dizlerimin az üzerinde kloş bir etek, ayaklarımda parmak arası terliklerim ve kırmızı ojelerim var. Beni böyle görmesin istiyorum. Arkasını hiç dönmesin istiyorum. Uzun rahibe etekleri var üç adım ötemde. Hamle yapıp yapmamak arasında gidip geliyorum. Ya eteğe uzanacağım yahut beni görmesini engellemek üzere duvarın ardına gizleneceğim. Yanlış hamleyi yapıyorum bile. Artık çok geç. Elimde etek başımdan mı geçireyim, altımdan mı giyeyim diye çekiştirip dururken rahip dönüyor tüm görkemiyle. Göz göze geliyoruz. Beni baştan aşağı süzüyor ve tüm ciddiyetiyle lastik kısmından çekiştirdiğim eteğe bakıyor ve arkasını dönüyor tekrar. Etek çok uzun ve göğsümün üzerine kadar çekiyorum. İçeri giriyorum. Bir kişi var. O da yaşlı bir kadın. Alelade kesilmiş, ojesiz tırnakları var. Yarım kollu bir elbise giymiş, arada burnunu çekiyor ama hep yere bakıyor düşünceli düşünceli. Onun yanına oturuyorum, çantamı dışarıda bırakarak. Çanları çalan zangoç, ilahiyi okuyan bir adam daha var içeride ve akustik olağanüstü. Sesler duvarlara çarpıyor ve aksediyor, papaz ve adam düet yaparcasına okuyorlar ilahileri. Dinliyorum, dinliyorum. Bir mum yakıyorum. Geri oturuyorum. Rahibin ciddiyeti beni vuruyor. Hiç göz temasımız olmuyor. İçeri gidiyor, oradayken ezberden okuyor, dönüyor dolaşıyor upuzun haçlarla süslenmiş esvabı, uzun sakalları bana Tolstoy’u çağrıştırıyor. Küçük gözleri var ve ara ara sağ eliyle sağ gözünü ovuşturuyor. Ağır ağır hareket ediyor. Kendi hayat telaşımı ve oraya buraya koşturup duruşumu düşünüyorum. Oysa ki burada zaman durmuş gibi.

İnsanlar ayin dinlemeye yeni yeni geliyorlar, tur otobüsleri ve insan kalabalığı başlamış demek ki gün henüz daha yeni başlamış. Bense Aziz Yuhanna Manastırı’na doğru yola koyuluyorum. Hazine yani müze kısmı henüz açılmamış ve burada da kıyafet zorunluluğu var. Şallardan birini etek yapıyorum kendime, kollarınız diyor bir görevli. Bir diğer şalı da kollarıma doluyor, Meksikalılar’a benziyorum bu halimle. Müzede fotoğraf çekmek yasak. Çıkışta genç rahip adaylarına “Kali mera!” deyip geçiyorum önlerinden. Hevesle cevap veriyorlar bana. Şallardan kurtulup yola çıkıyorum. Arabaya biniyorum son kez muhteşem manzaraya bakarak. Elli metre ileride az evvel bana selam vermiş olan rahip adaylarından birini alıyorum arabaya. Skala’ya götürebileceğimi söylüyorum kendisini. Bir de buraya  çocuk sahibi olmayı dileyen kadınların gelip, dua ettiğinden ve dileklerinin gerçekleştiğinden bahsediyorum. Nerede olduğunu soruyorum. Ayin için geldiğim yerde olduğunu söylüyor. Tekrar mağaraya gidiyoruz. Dünkü peştemalimle omuzlarımı örtüyorum. Eteği belime geçiriyorum bu sefer kapıda. Sabah ayinini dinlediğim rahiple göz göze geliyorum. Gene mi sen derken bile ihtiyatlı ve sert. Bir kabuğu var ve beni meraklandırıyor bu vakur tavırları. Gülsün istiyorum. Sussun gene ama bir ancık gülsün. Ben tebessüme de razıyım. Genç Rahip adayı beni anlatıyor baş rahibe. Müslüman diyor, Türkiye’den gelmiş(sanki bu kısmın üzerinde durmasaydı iyi olurdu) diyor ve çocuğu olmuyormuş buraya onun için gelmiş diyor(bu kanıya nereden kapıldı anlamıyorum, ben sadece bunun gerçek olup olmadığını sormuştum kendisine) ve ben bir anda ayin bitiminde haç farizelerini yerine getirmiş olmanın huzuru yüzlerini kaplamış nur yüzlü Hıristiyanların önünde buluveriyorum kendimi. Tanrım bir baba aday adayım bile yok. Tanrım ben çocuğum olmasını istediğimden bile emin değilim, zaten bu dünyaya çocuk getirmek istediğimden de hiç emin olmamıştım, hareketli bir şeyle ne yapar, nasıl başa çıkabilirim hiç bilmiyorum. Bir fren sistemleri bile yok basınca duran. Neden buradayım onu bile bilmiyorum ama başrahip beni yanına çağırdığında kendimden geçercesine yanına gidiyorum zaten başka çarem de yok ve kırk devletten, kırk milletten, kırk türlü insanın önünde şaşkın şaşkın rahibin karşısına geçip kendimi teslim ediyorum. Benim iyi niyetli rahip adayım ise topluluğa dönüp, İngilizce olarak ne kadar çok çocuk sahibi olmak istediğimi filan söylüyor. Rahip beni kutsuyor. Bir tülbent geçiriyor başıma, duasını okuyor, kafamın içinde atlar koşturuyorlar dörtnala dizginleyemediğim, ne yapacağımı bilemiyorum. Sonra eşiği öpmemi söylüyor, dizlerimin üzerine çöküyorum ve öpüyorum. Sonra dua etmem gerektiğini söylüyorlar. Besmele mi çeksem, şu durumda uygun olur mu acaba diye düşünüyorum. İyice sersemlemiş şekilde ayağa kalktıktan sonra rahip camekanın arkasındaki ikonayı öpmemi söylüyor. Can havliyle onu da öpüyorum. Ama fazla sert yapıştırıyorum dudaklarımı, camı kıracağım nerdeyse. O anda hep ciddi olan rahibi gülümsetmeyi başarıyorum. Bana gülüyor. Hiç bilmiyor ki ne istediğini hiç bilmeyen bir dünyalı burada dizlerinin üzerinde onu buraya savurtan hayata boyun eğmiş duruyor karşısında. Kendi payıma düşen ayin kısmı bitiyor. Arkamı dönüyorum ve ellerinde peçeteler gözyaşlarını silmeye çalışan ve beni izleyen kadınlarla göz göze geliyorum. Hepsi bana içten dileklerini sunuyorlar. Tanrım hepsi benim bu emeğimin karşılıksız kalmamasını istiyor ve yüreklerinden yakarıyorlar Tanrı’ya bir çocuğum olsun diye. İbretle izlenmişim bana saatler gibi gelen dakikalar boyunca. Teşekkür edip, gün ışığına kavuşuyoruz nihayet. Genç  rahip adayı bana böyle bir ritüel olduğundan habersiz olduğunu, ilk defa böyle bir şeyle karşılaştığını söylüyor ve o da bana denk gelmiş. Bakar mısınız? Zangoçla karşılaşıyoruz, sohbet ediyorlar ayaküstü. Herkes bana bir değişik bakıyor sanki. Hediyelik eşyalar satılan yerden bir bilezik hediye ediyor bana rahip adayı. Elbette ki çocuğum olması için. Görevlilere de soruyor. Onlar da en uygun hediyeyi buluyorlar benim için. Elbette ki çocuğum olması için. Cüzdanımda taşımam gerektiğini söylüyorlar. O zaman çocuğum olabilecekmiş. İyi ama…

20140918_220907

Arabaya bindiğimizde iyice sersemlemiş olduğumdan tuhaf sorular sormaya başlıyorum:
-“Son derece uzun ve irisiniz. Güçlü görünüyorsunuz. Buradaki tüm rahipler öyle. Seçilmiş gibisiniz.”
-“Evet. Sizin din adamlarınız farklı mı?”
-“Bizde imam olmak için gerekli fiziksel şartlar yok(Dışımdan). Hiç yakışıklı ve karizmatik imam görmedim hayatımda ama düzgün din adamları tanıdım okuyan, düşünen, aklı başında, sofulukla yobazlığın ayrımında olan ve Kur’an’ı kalpten sevdirebilecek kadar donanımlı olan(İçimden).
-“Rahipler içki içebilir mi?”
-“Evet bir kadeh, yemekle beraber ama her gün değil ve sarhoş olmayacak miktarlarda.”
-“Hiç Türkiye’de bulundunuz mu?”
-“Evet, Kuşadası, İzmir, Antalya, Ayvalık ve İstanbul.”
-“Hiç Kur’an’ı okudunuz mu?”
-“Sekiz defa. Meryem Ana’nın annesi bizde Anna, Kur’an’da ise Ümran olarak geçer. İçeride o kısmı okundu İncil’in.”
-“Sizler evlenebiliyor muydunuz?”
Bu son soru asla sorulmadı. Asla. Aklımı, yarım kaçırmış olabilirim az evvel yaşadıklarımdan ötürü; ama az bir kısmı benimle birlikte ve Patmos’a gelip hiç hesapta yokken çocuk sahibi olmak için çektiklerim ortadayken ve hiç tanımadığım insanlar bütün bu yaşadıklarıma tanık olmuşken ve ben figüran olarak çıktığım sahnede bir başına ve bir şey bilmeden ve bir şeyden anlamadan komutlarla rolümü oynarken ve seyircilerim tarafından kalpten ve ilahi bir coşkuyla içten içe alkışlanırken ve bunca gerçekçiyken, her şey bunca gerçekken, birde evlilik konusunu açsam yanlış anlaşılabilirim gibi geldi bir an.

image

Kendime gelmek için denize giriyorum aynı sahilde başka başka insanlarla. Su pırıl pırıl önümde. İki kez giriyor, çıkışta aynı peştamalime sarınmadan önce üzerine uzanıveriyorum birkaç dakikalığına bir ağacın altına ve işte o ağacın altı size:

20140916_111735

Bir an aklımdan genç rahip adayı geçiyor Skala’ya geldiğimde. Düşündüğüm anda ellerinde torbalarla geçiyor önümden. Öne doğru kaykıla kaykıla yürüyor bir başına. Ben ara sokakta olduğumdan beni görmüyor. Söylemiş olduğu gibi manastır alışverişini yapmış, merkeze geçiyor. Bu dünyadayken asla çözemediğim gizemleri var hayatın. Bu anda onlardan biriydi. Geldi ve geçti.

Otel ücretini ödüyorum, pasaportumu alıyorum, arabayı teslim edip, limana bırakılıyorum ve nihayet meydandaki Plaza Cafe’ye geçip oturuyorum. Elinde siparişleri kime getirdiğini hiç bilmeyen aklı karışmış bir garson var burada. İhtiyar delikanlı turlayıp duruyor masaları ve siparişler kimindi acaba diye sorup duruyor her masada nazikçe. Bir genç var onu takip eden. Böyle bir siparişin hiç verilmemiş olması şüphesi var sanki gözlerde.

Limana yaklaşan ve Leros’tan gelmekte olan gemiden inenler arasında bir geçe geçirip dönmek isteyen çifti görüyorum. Seslenmek istiyorum ama isimlerini bilmiyorum. Onlar da öylece geçiyorlar önümden. Hiç konuşmamamız gerekmiş belki de.

P.S.(PATMOS’tan SONRA):

image

Dönüşte ise üç liman var uğradığımız Kos’a gelirken: Lipsi, Leros ve Kalimnos. İki buçuk saatlik yolculuk esnasında gene güverteye çıkıyorum. Limanlara geri geri yanaştığımızdan arka tarafa geçip inen binen yolculara bakıp, rüzgara karşı ön tarafa geçiyorum. Tek ayağı sarılı bir adam gelip oturuyor yere. Sırt çantasını sırtına dayanak yapıyor önce. Satın almış olduğu sandviçi yere koyuyor. O kadar pasaklı ki. Bereket naylon poşetin içinde olduğunu görüyorum, seviniyorum. Naylon poşeti dişleriyle açınca tekrar başa dönüyorum. Perişan ama mutlu görünüyor. Mutlu mesut yiyor sandviçini. Arada yere koyuyor, arada ısırıyor. Titiz insanın dayanacağı şeyler değil yaptıkları. Ne yaparsın? Hayat onun hayatı. Sandviç onun sandviçi.

20140916_145706

Kos’ta iner inmez ferribot saatini öğrenip, karnımı doyurmak için her zaman gittiğim restorana gidiyorum. Kalamari ve bir bira söylüyorum. Dükkanın sahibi gelip benimle sohbete başlıyor. Bana tek bir adamın ki o da İtalyan’mış yaşadığı adadan bahsediyor. Bir de karısı varmış. Sonra da on sekiz kişilik diğer adadan. Pserimos’muş bu ada ve kışınmış bu rakam. Bir okul varmış adada, tek bir de öğrencisi. Kalanların kimler olduğunu düşünmeye başlıyorum; bir öğretmen(her sınıfa hitap etmesi gerek ya da her şeyi bilmesi), bir rahip elbette aynı zamanda zangoç olsa, doktor belki ve bir eczane(eczacı bu insanlara ilaç diye ne satar ne kazanır, o ayrı konu), hastane yokmuş zaten. Bir kişi ölse kalan on yedi kişi o kişiyi gömse; cenazeyi yıkasa, kefene koysa, mezarını kazsa, haçını dikse, üzülse arkasından, ağlasa, bir yudum şarap içse, şerefine kadeh kaldırsa, böyle böyle ömrü tüketse bir adada…

20140915_141142

Adalar malum Osmanlı’nın ve İtalyanlar’ın boyunduruğunda ayakta kalma savaşı vermişler. Osmanlı gitti din kardeşi geldi derken, farklı farklı zulümler görmüşler. Kos’taki Türk mahallesinin varlığından bahsediyoruz.  Bir sürü Türk var burada yaşayan, belki biraz da ondan elini atsan Türk etrafta. Tanıdığını, eşini dostunu görmeye gelen Türkler her yerde. Nüfus çok olduğundan da butik zihniyetinde değil buradaki dükkanlar Patmos’taki gibi. Leros ve Patmos’a Türk gitmiyor, alışverişin olmadığı yerde bizimkiler barınamıyor demişti bir kadın. Gerçekten de çeşit çeşit baharatların, hediyelik eşyaların satıldığı Kos’ta, Patmos’taki rafine tatları bulmak öyle kolay olmuyor. Patmos’taki Nektar’ın sahibi Irene ve yardımcısı Küba’lı dev gibi bir adamdan aldığım zeytinlerin tadını ise asla unutmam.

http://www.patmos-island.com/shopping/nektar/1#.VBnciWIaySN

Kalimnos’tan ve Saint Savvas’tan bahsediyorum restoran sahibine. Buralarda çok sevildiğinden bahsediyor, benim ondan bahsetmeme şaşırıyor sadece. Kos’a da geldiğini söylüyor yaşarken. Onu tanıyan insanların varlığından da bahsediyor. Sonra tüm din adamlarını sevmediğini söylüyor. Bense doktorunda iyisi var, kötüsü var diyorum. Aynı noktada birleşiyoruz. Nihayetinde Tek bir Tanrı var. Aynı Tanrı var. Ve hepimiz Aynı Tanrı’nın Çocuklarıyız. O yaka bu yaka diye değişmiyor işte.

Özet olarak dönüşte Dimitri Enişte’nin kestiği biletle ve onun tanıdığı ayrıcalıkla ancak vize kuyruğundan bir sürü insandan önce geçip zar zor yetişiyorum feribotuma. İyi ki var imiş. Ve ben de iyi ki Patmos’ta diretmişim, iyi ki gelmişim buralara. Daha bir sürü güzellik, binbir türlü insan, bir sürü derin düşünceyle ayrılıyorum adadan. Hiç unutmayacağım ve sanırım asla unutulamayacağım izler bıraktık karşılıklı olarak. Hala anne olmak istemiyorum ama herkes o kadar istedi ki benim adıma, benim için, sanıyorum kalırsam da çok sürpriz olmayacaktır. Şimdi şimdi yapma fırsatı buluyorum yaşadıklarımın muhasebesini. Ben çok seviyorum Yunan Adalarını ve dokunarak konuşan Yunan halkını, biraz(!) çapkın Rum erkeklerini, cin gibi kadınlarını, gevezeliklerini, sabah sabah hiç üşenmeden bir şapele, bir kiliseye gidip bir mum yakışlarını, kalpten dua edişlerini, ağız dolusu gülüşlerini, tarihin içtenliksiz gölgesine rağmen bütünleşmiş hikayelerimizi…

image

Sevgiler…

SELİMİYE, MARMARİS – SÖYLE NELER YAPMIYORSUN?

SÖYLE NELER YAPMIYORSUN?:

20140627_110411

Bir gece öncesinden kendine vermiş olduğun bütün o sözleri, sabahına unutuyorsun.
Berbat besleniyorsun.
Çok fazla sigara içip, çok alkol alıyorsun.
Paranı çarçur ediyorsun.
Borçlarını ödemek yerine erteliyorsun, tıpkı hayatını bir bütün olarak ertelediğin gibi.
Kısaca hayatınla ne yapacağını hiç bilmiyorsun.
Doktorun vermiş olduğu hapları avucuna her koyuşunda değerli elmaslarını kendisi gibi değerli bir mücevher kutusundan çıkarıp gözleriyle okşayan sonradan görme zenginlere benziyorsun.
Ama hapı yutuyorsun.
Ama akşam ne yiyeceğini bilmiyorsun.
Buzdolabında ne var ne yok, onu bile bilmiyorsun.
Biraz fazla boşvermişlik olmuyor mu?
İncittiğin kız arkadaşının gönlünü almayı umursamıyorsun.
Biraz ayıp olmuyor mu?
Bir aile kurmak istediğine karar veriyor
Sonra…
Şerefli bir ölüm dileyip, bedenine değer vermiyorsun.
Bazı geceler hiç uyumuyorsun.
Bazı günler hep uyuyorsun.
Bazı günler ve geceler hiç evden çıkmıyorsun.
Saatlerce televizyona bakarak günleri ve geceleri tüketiyorsun.
Her defasında saat takmadan ya/ya da güneş gözlüğünü almadan dışarı çıkıyorsun. Bazen bunlara cep telefonunu da ekliyorsun.
Tüm randevularına geç kalıp, başının kelleşmeye başlamış yerleri kızarmış vaziyette eve dönmeyi başarıyorsun.
Bu halinle şapşal ama tatlı görünüyorsun.
Günlük fallarını okuyor ve tüm o zırvalıklara inanıyorsun.
Bir bebek gibi.
Tabiatının özünü burcunun özelliklerine bağlıyorsun.
Bir ahmak gibi.
Bazen oburca yemek yiyorsun, bazen tek lokma yemek istemiyorsun.
Tüm dünyaya karşı hiddetlendiğin anlar oluyor.
Özellikle kızdığın, itinayla seçtiğin ülke başkan ve başbakanlarına küfürler yağdırıyorsun, kendininki de bu listede.
Bazen herkes canını sıkmayı başarıyor, bazen dünyayı umursamaz oluyorsun.
Zenginleri çok snop ve kibirli, fakirleri gariban ve anlaşılamaz buluyor, orta sınıfı ahlak kumkuması ilan ediyorsun.
Kabul et bir sınıfa bile dahil değilsin şu aşamada.
Kabul et kafanda inşa ettiğin çok sağlam bir kast sistemi var.
Ve tüm bunları düşünmekten kendini alıkoyamıyorsun.
Sınıf atlamanın imkansızlığından bahsedip duruyorsun.
Bir sürü şeyin imkansızlığından bahsedip duruyorsun.
Önce Yahudilere kızıyor, sonra zamanında sana iyiliği dokunmuş Akşoti’yi düşünüp canlı cansız tüm Araplara kızmayı yeğliyorsun. Hep bir suçlu arıyorsun. Sonra vicdanın sızlıyor Edward Said’i düşünürken. Onun ve Daniel Barenboim’ın tüm çabalarının bir pul gibi harcandığı düşüncesi canını sıkıyor. Dünyanın anlamsızlığına karşı gıkın çıkmıyor.
Çünkü dünya anlamsız bir yer.
Uzun zamandır bu böyle.
Bilip de bilmezlikten geliyordun sadece.
Çünkü değiştiremeyeceğin bir sürü şey var.
Etrafındaki insandan çok yalakanın varlığından belli bu.
O konuda hiçbirine kızamıyorsun, nedense!
Biliyorsun ki herkes birine inanmak istiyor.
Tanrı her zaman avutmuyor.
Çok var ama çok yok.
Sırtını dayamak kuvvetlice etten kemikten bir insana
Duvara dayar gibi, istediğin buydu.
Onlarsa hep vardılar.
Arkasız yürünemeyeceğini dahi bilenler olarak, bırak koşmayı
Onaltıncı yüzyılda, onyedinci yüzyılda, onsekizinci, ondokuzuncu, yirminci ve son yüzyılda, Fransa’da, İtalya’da, Türkiye’de, her yerde.
Şiir sanatının efendisiz yaşayamayan saray şairleri gibi.
Malherbe’in kemikleri sızlamakta mıdır ki?
Bir şairin kalbi bir başkasının aşkı için de atardı belki, sevişen iki kişinin aracısı olunurdu belki.
Kim bilir?
Şimdiyse gerçek ustasını bulamamış çırakların dönüştüğü çaylaklar ordusu var karşında ve sen de onlara dahilsin.
Değiştirebilecek misin ya da yok edebilecek misin bunca pespayeliği, kendininkiler dahil?
Gık.
Söylediklerin arasında iyiye giden bir şey var.
Yapılan iyiliği unutmamışsın.
Akşoti’yi de.
Bu iyiye işaret.
Merhamet ve minnet duygularının karışması bile bir şeydir.
Kötüye giden bir sürü şeyin yanında ve tam karşısında tek bir şey varmış.
Ve sen varmışsın.
İyi ki varmışsın.

SELİMİYE:

image

Marmaris merkezden bir saat uzaklıktaki Selimiye Koyu ve Köyü artıları ve eksileriyle tam karşımda. Artı çünkü sakin ve huzur veriyor. Eksi çünkü sakin ve huzur verdikten kısa bir süre sonra aşırı sükunet ve fazla huzurdan “Huzursuzluğun Kitabı”nın dışarıda fırtınalar kopmamasından ötürü, insanın beynini kemiren saçma sapan düşüncelerin yansımasından meydana geldiğini düşündürtüyor ve benim üzerimde uzun bir pardösüm olmasa da gün geçtikçe dallanıp budaklanmış, salkım saçak olmuş huzursuzluklarım mevcut.

Burada insanlar fısıltıyla konuşuyorlar sanki. Çünkü hiç müzik sesi yok ve konuşmalar basık havanın da etkisiyle bir bulut gibi yağmadan bekliyorlar başımızın üzerinde. Bir yandan da o kadar iyi biliyorum ki başımın tam üzerindeki bulut benim atmosfere yaydığım basınçtan oluşup bekleşmekte ve mekanlar, insanlar çare değil benim ruh huzursuzluklarıma ve bıraksam sağanak halinde yağacak olan gözyaşlarıma.

İsviçre’den yatlarıyla gelmiş bir çiftle konuşuyorum. Motel ücretinden, odaların nasıl olduğuna kadar bilgilendiriyorum kibar çifti. Avrupa’nın kibar bir ülkesinin, kibar bir şehrinden gelen kibar tipli ve midye dolmasever(özür dilerim hangi kelime bitişik ya da ayrı bilemiyorum; acaba sever mi tamlayan olacaktı burada, bilen ya da bilgiç okuyucuya bırakıyorum son sözü) çiftiyle geçirdiğim sakin ve kibar diyalog üç ayrı çocuklu ve üç ayrı kocalarını evde ve işte bırakmış haftasonu kaçamağı yapan üç bayan tarafından bozuluyor. Kibar çiftimiz ve ben güneşlenmekte olduğumuz şezlonglardan bu bayanları dinliyoruz. Gelmeden hepsi de saçlarını boyatmış ve taratmışlar. Değişen saç renkleri iltifat konusu oluyor. Çocukları midye dolma ve sucuklu tost istiyor. Plajda harcanan Prada çanta iltifat konusu oluyor. Çocukları midye dolmalarının ve sucuklu tostlarının yanına kola ve ayran istiyor. İsviçre’den gelen çift ve ben kendimizi mekanın ilk sahipleri olarak hem ev sahibi hem yaşlanmış hissediyoruz. Bir tanesinin eşinin korkunç kıskanç olduğunu öğreniyoruz. Bizi çok ilgilendirmiyor kıskanç bir eş. Hele ki İsviçre’de uzun yıllar yaşamış çiftimizin batı medeniyeti ve kıskanç eş kavramlarını çok fazla bağdaştırıp, içselleştirdiğini düşünemiyorum. Neden tüm bunları dinlediğimize gelinceyse denizin bile ses çıkarmayıp, sessiz sessiz karaya dokundurmasından ve dolayısıyla bizim her sesi duymamızdan kaynaklı. Bir tanesi de ismini ısrarla belirtmekten kaçındığı bir hastalıktan muzdarip olduğundan beri gamsızlaştığından bahsediyor. Sonra da o hastalığı edinip evcilleştirdikten sonra(bu benim yorumum evcilleştirmek filan), hayata bakış açısının nasıl değiştiğinden bahsediyor. Çocuklar ara ara mızmızlanmaya, madde madde isteklerini belirtmeye geliyorlar. Kibar çift ayrılıyor aramızdan, benimse uykum geliyor. Yeter ne çok dinlemişim ben sizi.

20140627_110816

Sahilde yürüyüşe çıkıyorum. Önce koyun güneyine doğru yürüyorum. Aurora(restorandır kendisi, bir versiyonu için bkz.Endora)’nın önünden geçiyorum. Yatları ve yatseverleri seven bir restorandı kendisi ve bunu da hiç gocunmadan söylerdi. Derdi ki; “Varsa pulun, çoktur kulun”, dolayısıyla da sizde gocunacak hal bırakmazdı ve zaten en başından tavrını koyup, mesafesini koruduğundan baştan boş verip yolunuza giderdiniz aklın yolu henüz birken(baştan rencide olmanın verdiği hafiflik çok baştan çıkarıcı olabiliyor sonradan). Sardunya restoranının önüne geldiğimde ise nedense baş garson olarak tasavvur ettiğim garsonlardan bir tanesi tam ben önünden geçerken akşama tüm masalarımız doldu diyor. Sesinde gurur var azcık, azcık böbürlenme ve bir tutam da büyüklenme. Burayı da defterden siliyorum. İnsanları muhatap alıp konuşsam, değer mi söyle? Güney bir tuhaf, kuzeye geçmeye karar veriyorum. “Parageda” el değiştirmiş ve şirin önlükler takan Oylum yok artık. Akşam yemeğimi kaldığım pansiyonun önünde demirlemiş teknenin uç kısmında bana özel hazırlanan özel sofrada yiyorum. Rüzgarın insana kendini güzel hissettirdiği anlar vardır. Bu onlardan. Zamana dursun dediğim anlardan biri budur. Bir andı geçti çok şey hissettirterek.

20140626_205448

Öğleni buluyor Selimiye’den ayrılmam. Dolmuşa biniyorum. En arka sıraya ve cam kenarına oturuyorum. Bir yandan da şoföre tembihliyorum beni iki otobüsüne yetiştirmek için inmem gereken yeri söylemesi hususunda. Sonra da dahiyane bir iş yapıyorum. Kulaklıklarımı takıp, müzik dinlemeye koyuluyorum. Önümde genç bir çift, yanımda genç bir oğlan var. Manzara, müzik, rüzgar hafif. Marmaris’e yaklaştığımı hissettiğim anda bir havalarla kulaklıklarımı çıkartıp kavşağı geçip geçmediğimizi soruyorum. Şoför dahil bir tam dolmuş dolusu kafa bana dönüyor ve kırk kez sordum diyen şoför doğrulanıyor bir bir. Yanımdaki çocuk da teyit ediyor ve benim yerime iki otobüsünü durdurmak için sağı solu arıyor. Ben mi? Tek tek sorulan soruları cevaplıyorum. Bir kadın ben hep döndüm döndüm size baktım, çok rahat görünüyordunuz, siz olmadığınıza kanaat getirdim diyor. Herkes bir şey söylüyor. Ben mi? Ben kendimi dolmuştaki benden fersah fersah endişeli kaygı küplerine emanet edip bu sefer tek kulaktan müzik dinliyorum. Yanımdaki çocuk bilet numaramı soruyor. Ona bilet almadığımı söylüyorum. Almamış diyor şaşkın şaşkın telefonun diğer ucundaki tok sese. Herkese teşekkür konuşmamı yapıp son durak olan garajda iniyorum. Şoför beni bineceğim dolmuş otobüsün kapısına kadar bırakıyor. Sanki bu sefer başarılı olmamı ister gibi.

Sesimin en nazik ve umursamaz tonuyla sorduğum beni neden beklemediniz sorusuna on dakika oldu dayanamadık kalktık diye kahkahayla karşılık veriyor yeni şoförüm. Saatime bakıyorum ve tam sekiz dakika geriden geldiğini görüyorum. Bir sonraki otobüse biletimi alıyorum umarım kaçırmam diyerek. Ben sizi bulurum diyor şoför. Derhal kendime güvenim geliyor gittiği yerden. Bir sürü lokanta var garajda ve ben rastgele bir tanesine oturuyorum. Benim için canla başla sağa sola telefon açan çocuk da orada. Beraber oturuyoruz. İsmi Fatih ve Bozburun’da dalış eğitmenliği yapıyormuş. Şoför haklıydı diyor kırk kere seslenmişler. Bozburun’a dalışa gelmez misin diyor. Ona efsanevi ilk ve son dalış hikayemi anlatıyorum. Hayatımda bir defa hayır Kızıldeniz’de değil, Ege Denizinde denemiş olduğum dalışta bir anda nasıl paniğe kapılıp bana arkası dönük olan eğitmene paniğe kapıldığımı göstermek için sırtını yumruklamaya çalıştığımı ve fakat sonradan düşündüğümde figüratif bir takım dans hareketlerine benzeyen el kol hareketlerimle amacıma ulaşamayınca ağzındaki maskeyi kaşla göz arasında can havliyle kopartırcasına çıkarıp yukarı yukarı diye anlamsızca çırpınışımı anlattığımda yanlış ellere düştüğümü düşünmekle beraber hakkımda bir takım fikirlere sahip olmasına da yardımcı olmaya çalıştım ve başarılı da olduğumu düşünmekteyim, tıpkı panikten ağzındaki hortumu çektiğim eğitmen gibi. Vurgun yiyorduk az kalsın demişti. Çıktığımda sakinlemiştim. Aşağıda da bir şey görmedim. Görecek halim de yoktu zaten.

Sekiz dakika geriden gelmeyi tercih eden saatime bakıyorum ve konuşurken konuşurken vaktin geldiğini anlıyorum. Hesabı ödemek için masadan kalkarken bana ara ara ama dikkatli daikkatli bakan amcanın yanından geçiyorum. Kendi yaptığı boncuğu koluma dolayıveriyor nereli olduğumu sorarak. Fethiye diyorum. Buradaki, bizim Fethiye mi diyor. Başka Fethiye mi var diyorum ve dedikten sonra da tuhaf bir şüpheye düşüyorum bir başka Fethiye daha mı var diye. Bakışıyoruz. Karşılıklı bipolarlaştık bile. Ben tam Fethiyeli bile değilken neden az bir kısmımın ait olduğu yere memleketim dediğimi düşünmeye çalışıyorum bir parçam da Giritliyken ve ben ısrarla Girit’i hiç görmemişken. Yurt fikri abartılmış bir mefhum olabilir mi acaba? Bazen yersiz yurtsuz olmak daha iyi geliyor. Nerelisin? Gözlerimi kapatıyorum. Kendi etrafımda dönüyor duruyorum. Duvarda asılı olan dünya haritasında parmağımın uzandığı ilk kara parçası yerim olsun yurdum olsun diyorum. Okyanuslar çıkar bana hep. Ben dalmadığım sürece iki taraf için de sorun olacağını sanmıyorum. İyisi mi yarım pirinçlik aklımı başka şeylere kullanayım diyorum. Boncuğumla ayrılıyorum restorandan sonra da Marmaris’ten.

KALİMNOS

20140707_124209

Kali Mera:İyi günler

Kali Spera:İyi Akşamlar

Kali Nichta:İyi Geceler

Yammas:Selam

Parakalo:Lütfen

Efkarysto:Teşekkürler

Nai:Evet

Ohe:Hayır

Oraya:Harika

Kala:İyi

Poli kala:Çok iyi

Bravo:Bravo

Endaksi:Ok

Poso kani?:Ne kadar?

Yatee?:Neden?

Ti kanis?:Nasılsın?

Pou?:Nereye?

Voithia!:Yardım et!

Sagapo: Ti amo

Turkiya?:Karşı yakadan mı?

20140707_123959

20140707_105043

Adalar sayesinde birkaç kelime Yunanca öğrenmiş bulunmaktayım. En çok da Fedon sayesinde “sagapo”nun sırrını çözmüş mutlu azınlıktanım. Bir çeyrek Girit kanım sayesinde ise türlü çeşitli otun takipçisi ve zeytinyağlıların müdavimiyim. Sizlerle de kalan basit ve günlük konuşma dilinin nazik ve çok işe yarayan kelimelerini paylaşayım istedim. Bu kadarı bile yetiyor. Zaten ada halkları İngilizce olarak vaziyeti idare edebiliyor yedisinden yetmişine, zaten ondan da iyi Türkçe biliyorlar. Yukarıdaki birkaç kelime Yunanca ise benim yanıma kar kalıyor.

Arkamdan koşar adım gelmekte olan şeyin kendimin olduğunu görüp de uyandığım bir sabahın erken saatlerinde Kalimnos’a gitmek üzere yola çıkmak için daha iyi bir neden düşünemiyorum. Denizler, okyanuslar, karalar yetmedi çöller aşanların da bir sabah benzer bir rüya görmüş olabileceklerine dair çok derin hisler oluşuveriyor içimde bir anda. Sonraki bir anda ise hepsi geçiveriyor. Anlar anları tutmuyor. Ahh ne kadar yazık!

Otuz deniz mili yani yaklaşık elli ya da altmış kilometre hızla Ege’deki fırtınanın son gününde açıklardaki çok büyük sayılmayan ama gene de hızlı feribotun bir sağa bir sola kıvrılırken camlarına vurmakta olan ve bir parça da acımasız görünen dalgalarını aşa aşa varıyoruz Kalimnos’a. Bir sürü adacıktan geçiyoruz üzerlerinde yerleşim yeri olmayan. Açıklarda bir sürü yelkenli var. Bir parça daha uzakta ise yük gemileri. Hiçbir şey hissettirmiyor uzaktaki varlıkları içlerinde canlıların olması da.

Keçilerin pardon dağcıların rağbet ettiği bir ada Kalimnos. Feribottan iner inmez geçtiğiniz gümrükten indiğiniz anda merkez Pothia tarafından karşılanıyorsunuz. Dodekan(Dodekanisos) yani Yunan Oniki Adaları arasında yüzölçümüyle dördüncü sıradaki ada oldukça kurak ve dağlık. Ekim’in ortasında başlayacak olan dağcılık ve tırmanış festivalinin afişleri var. Şimdiyse imkansızmış gibi görünüyor güneş bu kadar yakarkan. Bizim taşralarımızda bile görmediğim kadar eski binalar devlet kurumu olarak hizmet veriyor. Fakat çalışanlarla turistleri ayırt etmek güç çünkü hepimiz bir giyiniyoruz. Parmak arası, şort ve askılı blüz. Turizm ve enformasyon bürosunu buluyorum aynı sıradaki ve içeriye giriyorum. Benden önce gelmiş olan farklı milletlerden insanlar enformasyon almak için bekleşiyorlar ve fakat tek bir enformasyon veren var ve çok hoş bir bey ve solak ve düzgün bir İngilizcesi ve kibar bir aksanı ve güzel bir yüzü ve hoş bir fiziği ve yüzüksüz bir sol eli var. Adını soruyorum. “Yiorgos” imiş. Yüzünü çevreleyen bir parça da sakalı var ve bir pazartesi sabahı için güleryüzlü olması da cabası. Her neyse Yiorgos(Yorgoş olarak telaffuz etmişti) beni yeterince bilgilendiriyor ve şehir turundan önce birkaç müze gezmek üzere sahillerinde yürümeye başlıyorum. Free shop fiyatına alkol ve tütün maddelerinin satıldığı bir sürü market var. Fiyatlar çok makul. Heryer ouzo, heryer Yeni Rakı. Bir sürü kafeterya yanyana dizilmiş, bir sürü kahve var yerli amcaların oturduğu. Bizdeki kahvelerden farkı onların da turist gibi oturup kağıt oynamadan kahve, çay ya da ouzo içip fazla sohbet etmeden geleni geçeni izliyor olmaları. Karşılıklı bakışmakla yetiniyoruz, o kadar. Balıkçılar var tezgahlarında balık çeşitleriyle; ahtapotun kilosu on euro. Alınmaktan çok poz poz fotoğraf karelerinde ölümsüzleşmekle meşguller. Yabancı turistlerin en sevdiği şey sergideki ölü ahtapot fotoğrafçılığı. Tezgahlardaki diğer balıklarsa alıcılarını bekliyor ve kursaklara karışıp balçıklaşmadan tek kare pozun içine bile giremiyorlar. Sıradan ve benzer yığınların içinde, kendi gibilerin içinde, kiloyla tartılıp nasıl yenilmek istedikleri bile sorulmadan kah kızgın tavada alt üst edilerek, kah buğulama olsun diye içine çevresine patates domates soğan yerleştirilerek, varlıklarına şükran bile duyulmadan gönderiliyorlar mideye.

Kalimnos Ev Müzesi, Dünya Deniz Müzesi ve Arkeoloji Müzeleri gezilecek yerler arasında. İlkinde geleneksel kıyafetler, ev araç ve gereçleri, eski zaman fotoğrafları ve genel olarak kadının evindeki ve sokaktaki yaşamına dair ne varsa sergilenen bir müze. Eskiden yüzük takmazlarmış evlendiklerinde. Bir kadının evli olduğu yemenisinden ayırt edilirmiş. Evli olanlar kartal motifli baş örtüsü kullanırmış. Peki ya evli ve fingirdekse. Düşüncelere dalıyorum:”Bu adada doğmuşum. Ailem buralı. Sünger avcısı bir kocam var erken yaşta evlendirildiğim. Hiç sevmiyorum onu. Sevmek nedir bilmiyorum ki. Kimse öğretmemiş. Ama fingirdekliği ve başörtüsü kurallarını çok iyi biliyorum. Başörtüm evlisin diyor, ruhum herkesle flört etmek, herkesle fingirdeşmek istiyor. Adaya dışarıdan gelen erkeklerden alamıyorum gözlerimi. Daha sadece onsekiz yaşındayım. Ama işte başörtüm şey. Ney ney?”

20140707_110848

20140707_110930

20140707_111545

20140707_110939Süngerler ve sünger avcılığı adanın halen daha en önemli geçim kaynağı. Hediyelik eşya olarak satılan sevimsiz magnetolar, ray ban taklidi gözlükler ve yöre desenli tuzluk biberlikler dışında götürülebilecek en makbul hediyeler belki de.

SAINT SAVVAS:

20140707_123520

Aziz bizde bilinen, Agios ise Yunanca bilinen adı. “Aziz Savas”:Kurtarıcı, iyileştirici, çileci, koruyucu aziz. Adanın en tepesinde mezarı. İster uygun fiyatlı motorsikletler(günlüğü on euro), ister marka marka değişen araçlarla(günlüğü 35 euro), hiç olmadı merkezden on euro’ya götürüldüğünüz şehir turu kapsamında gezilip görülecek ve buna değecek bir yerde yatıyor Saint Savvas. Ada ayaklar altında ve ben ne yazık ki canla başla mikrofondan konuşan tatlı Yunan kızını bile ne çirkin sesi var diye eleştiren orta sınıf olup bunu söylediğinde hiç hoşlanmayacak olan kendi bülbül sesli bir araba dolusu Türk ve Kürt vatandaşı ile beraberim. Benim de dahil olduğum ve eleştirmeyi en iyi, en çok bilen en yüce sınıf olan sınıfım para bulup, şöhret bile olsa değişmeyecek bu yadırgatıcı huyları ve kendi aralarında hep alkışlanmaktan doğruyla yanlışı bulmaktan çok uzak insanlar topluluğu olarak hep olumlanırlanıyorlar her zaman olduğu gibi. Hayata espri kattığını sanıp, otla bokla dalga geçer böyleleri. Ve cidden gerzekçe sorular sorar dururlar: “Ben geldiğimde rahibeler vardı, şimdi neden yoklar?” gibi. Hepimiz biliriz o andan sonra o beyin caka sattığı kızlarının yanında burada bizden önce bulunmuş olduğunu.

Zangocu olmadığından çalmayan çanları, Aziz’in yattığı ve ona bağlı mum dikilip adak adanan bir bölme, bir şapel ve küçük küçük evlerden ibaret burası. Bir çeşit manastır kompleksi. İçeri girerken sepetin içindeki etekleri giymek gerekiyor eğer kendi etek boyunuz kısa ise. Rehber kız Savvas’ın mucizesinden bahsediyor. İyileştirici gücünden ve camekanlı bölümün önünde şimdi dünya gözüyle yansıyan görüntüsünden. Evet yansıyor. Ben gördüm. Göz yanılsaması mı, bilemem. Ben birşey bilmiyorum zaten.

Saint Savvas’ın olduğu camekanla kaplı bölüme geliyorum kalabalığın içinden süzülerek. Yüzünü bir örtüyle kapatmışlar. Örtü artık yüzünün şeklini almış sanki. Bir anda otobüs dolusu çılgın kalabalık yok oluyor ve ben nereye gittiklerini anlamıyorum bile. Biz yalnızız. Hiç ses yok. Beynim boşalıyor sanki. Başkalarının benimle aynı hisleri paylaşmaları için ben olmaları gerek, şu an, şimdi. Benim gözlerimden bakmaları gerek ya da benim hislerimi sihirli bir şekilde anlatmam gerek. Çok zor. Ama kıyamet gününe kadar ruhlar dolaşıyor. Bir perde var aramızda, inceden bir tül. Tülün gerisindeki bir an benimleydi. Güçlü ruhların sahipleriyse yaşadıkları zaman diliminde seçilmiş nefs sahipleri.

Bir mum alıp yakıyorum diğer bir mumun aleviyle. Kumun üzeri apaydınlık oluyor. Biliyorum ne şekilde olursa olsun ben buraya tekrar geleceğim ve dileğimin gerçekleştiğini söyleyeceğim ve nefs sahibi olamayan ben dünyevi isteğimin gerçekleştiğini fısıldayacağım hiç utanmadan. Hiç utanmadan, hiç gücenmeden tekrarlayacağım ve bir mum daha yakacağım diğer gelişimde. O zaman çok çok uzaklardan gelmiş olacağım.

Bizimkiler üçer beşer yakıyorlar mumları ve gidiyorlar hiç para atmaya tenezzül etmeden. Halbuki bir euro beş mumunun namusunu kurtaracaktı.

20140707_122542

20140707_123356

20140707_122729

Deniz ve şehir manzaralı yatan bir başka erenlerden Yuşa Hazretlerinin türbesi vardır Anadolu Kavağında. İnsanı sersemletir kuşbakışı İstanbul manzarasıyla. Çöllerde geçen zorlu yıllar, açlık perhizleri, çilehanelerde yaşanan suskunluk yıllarından tek kelime etmeden sıyrılıp, aklına mukayyet olarak yaşamını devam ettirebilmek, insan sarrafına dönüşmeden insanları görebilme ve kabullenebilme yeteneği, adanmışlık, bunlar çok kolay şeyler değil. Bir kum parçası olmadan çok önce yaşadığın, seni oradan oraya sürükleyen ve hiç nefes aldırmayan rüzgarın önünde kah kum fırtınalarının içine dalarak, kah okyanuslar aşarak ulaştığın bir bilinmezde aslında olduğun ve dönüştüğün şeyden memnuniyetsiz olmak en büyük ceza, son büyük acı belki de. Kibir kibir kibir yok et kendini ki hiç böbürlenmeden seveyim kendimi. Peygamber sabrı değil sevgisi ver kalbime ki tahammül edebileyim bir sürü şeye. Sen dirlik ver artık yerinde olmayan kalbime.

Sıcaktan bunalanlar için Vilhadia’da mola verdik. Çok şirin halka açık plajları var. Şezlongsuz, konforsuz, kumun üzerine yayılı insanlar ecrimisil kaygısına düşmemiş işletme sahipleri ve uygun fiyatlı kafeleri ve bol tuzlu Yunan deniziyle hizmet veriyorlar müşterilerine. Masouri’den geçiyoruz. Burası merkezden daha güzel ve şirin. Denize girenleri almak üzere döneceğiz diyor rehber. Bir sürü pansiyon, otel, tatlı tatlı sohbet edebileceğin kafeleri var. Nihayet Telendos Adası’nı görüyoruz. Rivayetiyle meşhur genç kızı andırıyor diyorlar sanki varmışçasına gözleri, burnu ve ağzıyla. Myrties’ten beş dakika uzaklıktaki adaya motorlarla geçiliyor ve inan aklıma sen geliyorsun karşıya geçerken. Ama geçiş beş dakika ve sen saniyelerle oradasın. Sonra başka hayatlar, başka insanlar.

20140707_130447

Hiç daha küçük bir adada bulunmamıştım ve bir ucundan diğer ucuna kısa bir seyahat ada hayatı hakkında fikir sahibi olmanıza yetiyor. Kış geldiğinde üzerinde bir notla adanın kapandığını hayal ediyorum. Hayır, öyle olmuyormuş. Az kişiyle de olsa adanın adasında yaşam devam ediyormuş. Burada insanlar çok daha sakin ve huzurlu. Yığınlardan uzaklaştıkça insanlar huzur buluyor sanki.

Sayısız kilise ve manastıra ev sahipliği yapıyor ada ve bu haliyle Patmos’tan sonra Hıristiyanların ikinci Hac yeri olsa gerek Adalardaki, özellikle de Saint Savvas’ın varlığı bunu pekiştiriyor. Çan sesleri adanın merkezine iner inmez daha çok çalınır oluyor kulağımıza. “Dalgaları Aşmak”, dalgaları hissetmek… Kapkara güneş gözlüklerime rağmen yakıcı güneşe karşı siper ettiğim gözlerimle Pothia’dan yani zeminden yukarı doğru kaldırıyorum başımı. Saint Savvas kum gibi görünüyor.

20140707_155221

KOS, SİMİ, RODOS

PROLOG:

20140624_182236

Siz hiç Bodrum’dan başladığınız yolculuğunuzda Kos’tan geçip, Simi’ye vurulup, Rodos’ta bir sonraki rotayı düşünürken kendinizi Marmaris Selimiye’de buldunuz mu? Ben buldum. Ben karıştım. Hayat böyle bir şey sanki karışıp karışıp, karıştırıyorsunuz gittiğiniz yerdeki insanları da beraberinizde. Bu kadar.cık. Size söyleyeceğim süslü cümleleri bir sonraki süslü ve püslü kitabıma saklıyorum. Affola. Ama süslü fotoğraflarım var. Simi, kıymetlim. Selimiye, gözdem. Rodos’ta tarih vardı, Simi’de doğal romantizm, Kos’ta ise benzersiz bir rahatlık.

Kısacık bir anda tutulduğum bir adam vardı. Sanıyorum bensiz yaşlanıyor ve yaş alıyor. Aynı yere gideceğimize göre görüşmek üzere. Ama Simi’ye ben senden önce gitmiş olabilirim. Hep şaşırtanınım, ben. Hep tuhafınım, ben. Hem özleyen hem özletenin. Hem bekleyen hem bekletenin.

Keyifle yaz
Keyifli çal
Keyfince oyna hayatınla
Sonra acınla karıştır hepsini
Sonu iyi olur elbet.
Olmasa bile…
Kim kazanmış ki sonunda sen kaybedesin?

KOS:

20140624_111055

Dalgaları yara yara gidiyoruz Kos’a doğru. Hiç hesapsız ve plansız çıkılan seyahatlere özgü esriklikle umursamaz bakıyorum etrafıma. Bir sürü yerli ve yabancı turist, çoğunluğu günübirlikçi, adaya varır varmaz pasaport kontrolünden geçiyoruz uslu uslu hep beraber. Pasaport kontrolü sonrası adanın içine gelir gelmez ada nüfusuna kattığımız oranın büyüklüğünü anlıyorum. Yeşil pasaportlar gıcır gıcır parlıyor ve ada halkı biz Türkler’i pek seviyor. “Arkedaş, na-sil-sin?” deyip duran garsonların servisleri olağandışı ölçüde hızlı. Bir zamanlar Yunanistan’daki krize rağmen rehavet halinde olan Yunan halkı gitmiş, canla başla hizmet sektörüne hem emek hem her zevke göre şerbet veren Yorgo’lar gelmiş. Diğer adalarda ücretli olan şehir turu burada bedavave ben de en arkaya geçiyor ve geriden geriden adayı izliyorum oturduğum yerden. Her yaştan insanlar motorsikletlerle ulaşımlarını sağlıyorlar. Pek parizyen beyaz saçlı erkekler motorların üzerinde baloya gider gibiler. Kadınlarsa daha temkinliler. Birkaçını fotoğraflamaya çalışıyorum çekinerek. Beyaz saçlı beyler hemen gülümseyip poz veriyorlar. Bir gençse sol yanağını gösteriyor ve öyle poz veriyor. Hangi profilden iyi çıktığını bilen Yorgo beni sersemletiyor.

20140624_112630

Tıp biliminin babası Hipokrat’ın, öğrencilerine ders verdiği söylenen ağacın altında durup bekleşiyoruz. Sanki götürülmeyi bekliyoruz uzaklara. Ders vermek için ne kadar uygun bir yer olduğunu anlıyorum. Herkes oturup bakıp bekliyor.

Belediye Pazarına giriyorum. Burası da İtalyan kolonistlerce inşa edilmiş. Çeşit çeşit baharatçılar, manavlar, hediyelik eşyacılar var içerisinde. Bakmaktan insanın gözü doyuyor. Çıkışta ise sadece sağlı sollu iki kasası var sizi bekleyen. O da tuhaf bir şekilde yetiyor. Herkes seri bir şekilde ödeme yapıp ayrılıyor marketten.

20140624_134847

image

image

Çarşısının Bodrum çarşısından farkı yok. İki taraflı dükkanlar, kafeler, meydan, sıcak sohbetler… Ayaklarında şıpıdık terlik, g-stringlerinin üzerine çektikleri daracık şortlarla önümde yürüyen iki gay’e bir masadan laf atıyorlar. “They liked you.” diyorum. Bunun üzerine masadan dağılan dikkatleri bana yöneliyor. Yavaşlayıp beni aralarına alıyorlar. Beraber yürüyoruz çarşının bitimine kadar. Kahkahalar eşliğinde. Dialoglarımızsa hatırladığım kadarıyla şöyle idi:
-“Where are you from?”==>Neredensin?
-“Turkey.”
-“Turkia!”
-“Yes.”
-“Bakleva bizim.”==>Hiç çevirmedim.
-“Sizin.” ==>Hiç çevirmedim.
-“But raki is better than ouzo!”==>Ama raki ouzo’dan daha iyi.
-“No, ouzo is sweeter than raki, like you.”==>Hayır, ouzo rakıdan daha tatlı, tıpkı sizin gibi.
Bu cümlemden sonra bir sağ bir de sol yanağımdan öpücük kaptım, haberiniz olsun. Tatlİ dil yılanı deliğinden çıkartadabiliyormuş. Esnafı bizi izleyip eğlenirken buluyorum. Artık bana da laf atıyorlar. Dikkat çekmeyi başarıyorum istemeden de olsa.

20140624_115807

20140624_121647

Ada yönünü bilmediğim(hiç bilimsel değil) bir taraftan aldığı rüzgarlar sayesinde günlük yaşamı kolaylaştırıyor. Bu sayede serin serin gezebiliyorsunuz öğle sıcağında ve burası Bodrum’dan serin. İnsanları neşeli; sıcakkanlı Yunan halkı. Euro’dan yana şikayetlenen, porsiyonları büyük tutan, fırsatçılık nedir bilmeyen, tatlı gay’leri olan, ummadığım kadar çalışkan ve hareketli, Adalar’a gelmeyi manasız bulan beni bile hiç hayal kırıklığına uğratmayan, ha bir de çapkın çapkın beyleri olan son derece fingirdek karalarmış bu Adalar. Bir arkadaşım son Fransız Cumhurbaşkanına istinaden Fransız erkeklerini toptan fingirdek ilan etmişti ve dolayısıyla da tüm Fransa’yı. Benim favorimse Adalar. Üstelik tatlı çapkınlar.

Deniz Fenerine tırmanıyor çocuklar. Kedi gibiler. Uzaktan vahşi görünseler de çocuk işte hepsi nihayetinde. Bir tanesi üzerine birkaç beden büyük gelen mayosunu tuta tuta atlıyor aşağıya. Fotoğraflarını çekmek için bekliyorum bir köşede. Hemen farkına varıyorlar ve öpücük yolluyorlar atlarken. Bir tanesi ise bağırıyor: “Welcome to Greece!” “Hoş bulduk” diyorum ben de.

20140624_143725

SİMİ:

Akşam üzeri Simi’ye doğru yol alıyoruz. Canım güvertede olmak istemiyor. Yanıma oturan Yunanlı kadınla konuşmaya çalışıyoruz. Bana telefonunun ekranını gösteriyor. Turkcell yazıyormuş. Neden der gibi soruyor. Bir yudum İngilizce bilmediğinden anlaşamıyoruz. Ama Simi dediğimde beni anlıyor ve düzeltiyor hemen. “Siii-mi!” Böyle daha hoş geliyor kulağa sanki: “Siii-miii”. Ben de Kos’tan kendi operatörümle konuşmuştum telefonum yurtdışına açık dahi olsa. Her şey o kadar iç içe ki Adalar’da; milliyetin, dinin, yemeklerin, içkin, gsm operatörlerin, aptalca çılgın dolu geçmişin… Hiç yabancılık hissetmeden ülkem dışında bulunduğum tek kara parçalarıdır Adalar.

20140625_084136

image

20140625_083346

Güverteye çıkıyorum İngilizce anonsu duyunca. On beş dakika var diyor limana varmamıza. Sağ tarafımızda sadece bir kara parçası var ve onun da üzerinde yerleşim alanı yok. Karşıda da su hariç bir şey göremiyorum derken kaptan motoru durduruyor . Pa-pa-pa-pa sesler geliyor motordan. Azar azar sağa kıvrılıyoruz. Sanki bedenlerimiz de kaptanın manevrasıyla kıvrılıyorlar. Gövdemden bağımsız pek değerli başımı sağ tarafa doğru çevirdiğimde, ki aynı anda herkese de bakabildiğimi ve hemen hemen herkesin tepkisinin aynı olduğunu görüyorum, henüz daha uzakta olan Simi’yi görüyoruz. Çepeçevre dağlarla çevrili, şipşirin evlerle bezeli bir koy burası. Kimse memnuniyetsiz değil ve meraklı gözler azar azar yaklaşılan karaya doğru hiç tedirgin değil. Kucaklaşmamıza az kalmış eski bir tanıdığı görecekmişçesine bekliyoruz. Yüzüme bir tebessüm yayılıyor. Çok hoş bir yer burası. Gemiden ilk inen benim. Karşımda bir sürü karton tutan insan var. Ben nedenini bilmeden tek bir tanesine yöneliyorum. Bembeyaz saçlı ve dişleri yer yer dökülmüş Nikos’la limana sadece yedi dakika uzaklıktaki pansiyonlarına gitmek üzere yola çıkıyoruz. “Manos en meşhur tavernasıymış buranın.” diyorum. “Evet ama adamı kapitalist yapar böyle bir yer, çok pahalı, 60-70 euro bir kişi.” diyor. Sonra duruyor, vicdansızlık ettiğini düşünerek nazikçe ekliyor: “Balıkları çok tazedir Manos’un.” diyor.

20140625_074040

Yedi dakikalık yürüyüş mesafesinde ulaştığımız evde eşi Eva ile tanışıyorum. Beraber yaşlanmış bir çift onlar. Üst kattaki boş bir odayı bana veriyorlar. Oda dediğim dört kişinin rahatça kalacağı bir ev. Duvarlardaki fotoğraflara bakıyorum. Çok güzelmiş Eva, şimdi de hoş. Nermin Bezmen’e benziyor. Uzun, kumral saçları var. Asılı duran haçlar bizim nazar boncuklarımızı hatırlatıyor. Hiçbir dini figür beni rahatsız etmiyor. Hepsinin bir kutsaliyeti var. Çanlar çalıyor devamlı. Zangoçlar çalıyor. Bizde müezzinlerin işi daha zor. Uyur uyanık, gece gündüz, saniyesi saniyesine, makamlı nameli minbere çıkıp okumak öyle kolay değil. Çocukken kabus gördüğüm gecelerde ezan sesiyle uyanır kikirderdim yorganın altında gizli gizli. Müezzinin uykulu sesini duyunca onun daha zor durumda olduğunu düşünürdüm. Bazısının sesi çatlak çatlak çıkardı. Bana kendimi şanslı hissettirirdi. Küçük şeylerden büyük mutluluklar duyduğum zamanlardı o zamanlar. Sonradan geçti hepsi. Müezzinlerin ruh ve uyku durumuna göre çıkan sesler artık hiç beni etkilemez oldular. Duyuyor, dinliyor ama hiç hissetmiyorum.

Şehir turuna rastgeliyorum. Sanki beni bekliyor kalkmadan. Arka tarafta gün var sanki. Bir sürü kadın ve çocuk doluşmuşlar. Gürültü kıyamet. Bense şoför ve rehber arkasına oturuyorum yanımda nereli olduklarını bilmediğim bir çiftle. Ama arkası Türk grubu. Yunan müzikleri çalan şoför Zorba’daki Anthony Quinn’in yaşlanmış hali. Hayatından zevk alıyor besbelli. Rehber mikrofon kullanmaya fırsat bulamıyor çünkü arkamdaki grup çığlık çığlığa. Çocuklar olunca diyeceksiniz değil mi? Bense size “Hayır.” diyeceğim. En büyüğünden. Çünkü çocuklar uslu, çocuklar şaşkın. Kadınlar bağırıyorlar hiç durmadan. Siz hiç tehlikeyle burun buruna gelmemiş iki elin parmağı kadar kadının çığlık çığlığa bağırışlarına maruz kaldınız mı? Her şeye, herkese bağırıyorlar. Şoför gaza gelip bize iki tur attırıyor. Müziği sonuna kadar açıyor, o açtıkça kadınlar daha yüksek sesle bağırıyor. Nereye mi? Halka, kahvede oturan insanlara, Manos’a bile. Akşam sana geleceğiz diyorlar. Böylelikle benim de Manos’a gitmeme kararım netleşiyor. Her turda “En büyük kaptan bizim kaptan!” diye çığrınıyorlar. Çok büyük bir tekneleri var; ama o da ne? Uzaktan onlarınkinin üç katı bir başka tekne yanaşıyor yanlarına tüm azametiyle. Bizimkilerde ona bağırıyorlar kendi kaptanlarına teknelerini göstererek “Hayyyııırrrr, gelmesin, bizi gölgelemesinn.” Seslerindeki hayal kırıklığı ve üzüntü, evlat acısına eşdeğer sanki. Kendi aralarında konuşuyorlar. Bir tanesi yeni bir bluz almış. Öteki rahat duramadın diyor. Akşama yeni parçam kalmamıştı diyor. Karşı taraf buna verecek cevap için fırsat bulamıyor besbelli çünkü biz arkası dönük ön sıradakiler yerimizde deprem oluyormuşçasına titriyoruz. Zira sirtakiyi yöresel folklorik danslarıyla birleştirmiş oynamaya başlıyorlar. O andan sonra bana gülme geldi. Nedenini bilmeden hep güldüm. Yanımdaki çift o kadar sıkkın ve laubali buldular ki ortamı iner inmez kaçarak uzaklaştılar yanımızdan. Çocuklar oturdukları yerden annelerini izliyorlardı. Meydana yani getirildiğimiz yere bırakıldığımızda bağırarak indikleri karada omuz omuza verip halka oluşturup çılgınlar gibi bağırıp zıplamaya başladılar. Kafelerde oturan yerli halk, duyan esnaf, yoldan geçenler yarı şaşkın ama gülümseyerek bu tuhaf manzarayı izlediler. Ama siz asıl beni görmeliydiniz. Ben hayatımda böyle bir şey görmedim. İndiğimde sudan çıkmış balık gibiydim. Kendimi el çırparken ve gülerken buldum. Böyle bir şeye el çırptığıma şu an inanamasam da o an kendimi kaptırıp yaptım işte. Evlerinden çıkmış, çoluğu çocuğu kapmış bir sürü çılgın kadının delirmelerine el çırptım durdum. Ama halk son derece anlayışlı ve güleç olduğundan ya da belki de alışık olduklarından normal karşıladılar tüm bu yaşananları. Akşamsa nerede yemek yiyeceğimi düşünürken Manos’un önünden geçerken buluverdim kendimi. Aynı grup bu sefer kocalarıyla gelmişlerdi yemeğe ve diğer masalar uslu uslu yemek yerken gürültü patırtısı eksik olmayan tek masa onlarınkiydi gene. Karşı tarafa geçip oturdum gece boyu ve tüm ada halkı, esnaf, turistler, hepimiz Manos’tan gelen tabak çanak şıngırtılarını dinledik gece boyunca. Hepimiz ikna olmuş gibiydik kırılmamış tabak kalmadığına dair. Tarihteki önemli insanların çılgınca eğlendiklerini ve buna fırsat bulabildiklerini hiç sanmıyorum. Çok içerek çok coşmak, çok coşarak çok çok eğlendiğini sanmak, içecek kahve bulunmayan zamanlarda rakı sofralarından kalkmadıkları iddia edilen adamların üzerinden atıp tutulanlar gibi yalan ve komik, tıpkı söyleyenler gibi. Taarruz emirleri verilecek gecelerin sabahlarını seccade üzerinde gözyaşlarını bırakmadan, ona buna yaltaklanmadan, kendi kendinle mücadele ederek vermek öyle kolay değil. Yüzde doksan beşi maddi menfaatlerinin peşindeki günümüz politikacılarının ve onların yardakçılarıyla çevrili partilerin ve partililerin hepsi boş, hepsi yalan. Döndüğümde gene aynı saçmalıkların içinde boğulacağım ister istemez. Her keresteden mobilya olmuyor, bunu da kimse anlamıyor.

20140625_082727

Sabah kalkar kalmaz limana doğru yürüdüm. İnsanlar çoktan gelmişler ve geminin yanaşmasına on dakika kaldığını ve bir sonraki geminin akşam beşte kalktığını duyunca beynimden vurulmuşa dönüyorum. Bir taksi görüyorum ama sabah rehavetinden içi boş, şoförü yok, tüm camları da açık ve anahtarları üzerinde. Şaka gibi. Binip gelip, taksimetreyi ödemek geçiyor içimden. Çok çaresizim. Hiç araba geçmiyor. Gidiş yedi, dönüş yedi dakika, Nikos’un dediği gibi ve yetişmem mümkün görünmüyor. O panikle bir motorsikleti durduruyorum. Tombik bir Yunanlı’nın arkasına biniyorum. Yanağımı yaslıyorum etli sırtına. Tuhaf bir güven duyuyorum. Seni beklerim dönüş için diyor. Eşyalarımı alıp, ücreti ödeyip, pasaportuma kavuşmam sanırım iki dakikayı buluyor. Nikos & Eva’da yeni uyanmışlar. Sersem sepelek uğurluyorlar beni. Biniyorum tombiğin arkasına tekrar. “Büyük gemiyle gideceksin, şanslısın.” diyor. Limana giderken önünden geçtiğimiz tüm esnaf bize gülümsüyor. Burada da herkesin her şeyden haberi oluyor. Blue Star Ferries’in yolcu gemisi limana yaklaşırken Ada’nın papazıyla göz göze geliyorum. Az önce yaşadığım motor ve yetişme telaşımı uzaktan ve gülümseyerek izleyen siyahlar içindeki karaltının objesini kavrıyorum. Papaz herkesle konuşuyor. Şimdi bu kısacık zaman diliminde kendilerini izleme sırası bende. Uzun boylu, uzun boyunlu, vakur ve ılımlı. Baştan ayağa siyahlara bürünmüş olması onu farklı kılıyor. Sandaletleri ve içerisindeki çorapları dahi siyah. Saçlarını iki yandan toplayıp, arkasında birleştirerek örmüş. Onu izlediğimi çok iyi biliyor. Binene kadar gözlerimi ayıramıyorum. Hiç nedensiz. Yahut vardır bir nedeni. Neye, kime olduğu önemli değil, kendini bir şeye adamak çok kolay değil. Ve bu adamın üzerinde tevazu var. Çok kolay değil hayatta kendini adadığın şeyin senin için büyüklüğünden kibirsiz kalarak çıkman ve bu adam onu başarmış. Tatlı tatlı sohbet ediyor herkesle. Hiç böyle olmayı başaramadım. Benden rahibe de olmazmış. Gerçek tevazu sahibi birini bulmak gerek en iyisi; en güzel, en doğru sureti sevmek gerek. Ondan da sıkılınır mı acaba? Bana bakmayın benim sevgim, benim ilgim on beş dakika. Sonra sıradanlaşıveriyor dağ gibi, taş gibi, manzara oluyor karşımda.

20140624_174548

RODOS:

20140625_145715

Simi’den sonra o kadar büyük geliyor ki gözüme. Sanıyorum Maraş’tan İstanbul’a gelmiş gibi hissediyorum kendimi. Herhangi bir güzergaha yedi dakikada ulaşmanız mümkün gözükmüyor. Ada ikiye ayrılıyor Old City ve New City olarak yani Eski Şehir ve Yeni Şehir diye. Rodos’sa Onikiada’nın en büyüğü, Yunanistan’ınsa en büyük dördüncü adası. Keşfedilmeyi bekleyen bir sürü güzel köyü var ve merkezden yaklaşık bir buçukluk saatlik bir yolculuk sonrası haritadan baktığınızda denize doğru bir çıkıntı şeklinde uzanan güneydoğu bölgesindeki Lindos Köyü ise son derece otantik. İki kişinin zar zor yanyana yürüyebildiği daracık yollarından Lindos Akropolisi’ne meydanlardan kiraladığınız eşeklerle çıkmanız mümkün ve hayvanın tepesindeyken bir anda çizgi filmlerdeki gibi dört ayağının dört bir tarafa açılıp da sanki hem kendini hem sizi yere yapıştıracakmış gibi hissettiğiniz anda sakın korkmayın. Hayvanlar bir anda litrelerce çişlerini bırakıveriyorlar ve bu hem hayvana hem size tuhaf bir rahatlama veriyor. Elias Canetti’nin “Eşek ve Sopası” ise başka bir hikaye. Athena Tapınağı ise konumu itibariyle çok şeyler vaat ediyor. “Navaron’un Topları” adlı filmin bir kısmı hemen burada Lindos’ta ve Rodos Adası’nda çekilmiş.

20140625_190433

“The Palace of the Grand Master” yani “Üstadlar Sarayı”nı gezdikten sonra Rodos’a Rodos demez oluyorum. Burası Şövalyeler Adası ve ben zamanında parası neyse verelim alalım mantığıyla adayı ve beraberinde tapusunu alan Saint Jean Şövalyeleri Tarikatıyla beraber yüzyıl atlıyorum bir anda. Oda oda geziyorum sarayı. Sonra da sokaklarında turluyorum defalarca. Helenistik Dönem eserler barındıran ama şimdi Ortodoks olan ama 400 yıl Osmanlı’nın yönetiminde kalan, öncesinde ise katolik St. Jean Şövalyeleri tarafından yönetilen adada İsa gravürleri hariç dini bir motife rastlamak pek mümkün görünmüyor. O kadar çok karışıp, mübadeleye uğrayıp, onca bunca yönetilmişler ki kozmopolit bir ada haline gelmişler ve turizmin ve turistlerin beklentileri değişik bir ada ve esnaf türü yaratmış burada. Her şeyden ve herkesten biraz var burada. Ortaçağ Kalesi, Bizans kiliseleri, şövalye binaları, camiler, artık kullanılmayan Müslüman mezarlıkları, Yahudi Sinagogu ve meydanlar. Karmaşık tarihi dokusuyla hiç komplekssiz yaşayan, canlı ve kocaman bir ada burası. Old City’den New City’e geçtiğinizdeyse dönemin ruhuna ayak uydurmuş casinolar, denize nazır oteller, plajlar, türlü çeşitli mağazalar, butikler, sirtaki geceleri ve ouzo dolu geceleriyle önünüze seriliveriyor ve ne gece ne gündüz başınıza bir şey gelmeden rahatlıkla gezebileceğiniz yerler olarak belleğime kazınıyor Adalar en küçüğünden en büyüğüne.

20140625_152436

20140625_152559

20140625_160453

20140625_145630

20140625_150327

Merkezde Moschos Otel’de kalıyorum, hemen karşısında H&M var ve de daha da bir sürü mağaza ve nihayetinde her tarafa beş dakikalık yürüme mesafesi uzaklığındayım. Ev sahibemse beni sabahları “Günaydın” diyerek resepsiyonda karşılayan Trianda Harula oluyor. Bana odayı ve ayrıntıları ilkokul talebesiymişimcesine aktarıyor. Uslu uslu öğretmenimi dinliyorum ben de. Kalemle çizilmiş yay kaşları, özenle saat kaçta olursa olsun düzgün bir şekilde taranmış saçları, konuşurken büyük büyük açtığı bir ağzı var ve her kelimenin üzerine basıyor, her kelimenin hakkını veriyor. Günaydını bile benden daha düzgün telaffuz etmesi beni şaşırtmıyor. Kadın işini hakkını vererek, doğru düzgün yapıyor. Buna rağmen bana söylediği çoğu şeyi her sabah unutup yeni baştan başlıyorum hatırlamaya. O ise sabırla düzeltiyor beni her seferinde. Dedim ya ben onun uslu ama sözleri bir kulağından girip diğerinden çıkan öğrenciye dönüşmüşüm bile daha ilk günden. Bir Finli var ve asansörden şarkılarla iniyor. Resepsiyondaki tatlı bir kız “Love is in the Air”i söylüyor ona. Biz de eşlik ediyoruz. “Havada aşk kokusu var”ın menşesi bir türevi olmasın sakın?

image

ROMA

PROLOG: IMG_2547 Yalnız olarak çıktığınız yolculuklarda, kafanızın içinde bir yerde, çok da derin olmayan belki biraz sığ bir yerinde beraberinizde kimi götürürsünüz en çok? Geride bıraktığınız sorunlu aile bireylerini mi? İşyerinde üstesinden gelemediğiniz rakiplerinizi mi? Yoksa aynı binayı, aynı durağı kısa sürse bile bitmez gibi görünen dakikaları paylaştığınız, her günü aynı güne çevirip kepaze eden orta sınıf ahlaklı beyinlere sahip komşularınızı mı? Siz sanki onların içinden çıkmadınız mı? Eski eşiniz eskidir ama; sahildeki kumları kazırmış gibi elinde bir tırmık beyninizin içini eşeler durmaz mı hala? Kurtulmak mümkün müdür acaba? Kanımca başka bir tırmıklı gelene kadar mümkün görünmüyor. Hayat gökdelenin katları gibi. Yukarı doğru çıktıkça görüş açınız artmakla birlikte, her bir kat omuzlarınızda onlarca ton ağırlık taşıtıyor size. En tepede ise omuzlarınız düşüyor, kamburunuz çıkıyor. Zirvede yalnızsınız sonunda. Son bir kez bakıyorsunuz manzaraya yani geçmişe yani sizin olan geçmişe, tarihinize, her şeye. İnsanlar mı çok, binalar mı? Yemyeşil mi manzaranız, yoksa kapkaranlık mı? Yüzleri net mi insanların? Yüzler birbirine karışır derler. Demans belki bahane. Perdeler açılmaya başladı bile. Bundan sonrası serbest düşüş. Asansörsüz ve molasız. Katlarda durmak yok. Hızınız saatte çok kilometre. Gözünüzün önüne gelen her ne ise onun adı sizin pişmanlığınız. En sevdiğiniz insan bile sizin pişmanlığınız. Bir insan bunca sevilmemeliydi belki de. Etiniz yere değdiği anda bir başka hayat, bir başka dünya. Perdeler sonuna kadar açıldı artık. Ve siz ışığın içine düştünüz nihayet. Tüm acılara son. İnsanlarla didişmek bitti. Kendini kimseye beğendirmek zorunda değilsin. Eskiden bela olup yağarım dediklerine şimdi nur olur yağarım diyebilecek kıvamdasın ve inan böyle çook tatlısın. Lisan mühim değil. Hiçbir zaman değildi. Sen dert etmiştin. Ortak bir dil var artık. Işığın dili. Biraz ışık!(Goethe, yine mi sen?) Babil’i aşmak için buraya gelmek gerekmiş er ya da geç. Ama en güzeli nedir söyleyeyim: Ahh hayat ne boş, insanlar hep böyle idi ben dahil, şimdiyse çok pişmanım yaptığımdan dedikten en fazla beş gün, beş hafta, beş ay sonra aynı hatalara düşüp, insanları küçük görüp, gün içinde inanılmaz biçimde öfke nöbetlerine tutulduğun tüm o dakikalar, huysuzluktan adım adım kapris kraliçeliğine geçiş yaptığın bütün o anlar var ya, onlar burada yok. Burada vesvese yok. Unut vesveseyi. Pamuk tarlası ayağının altındaki. Duyduğun tek ses dünyadan gelen okyanusun serinletici sesi ve evet Ganj’da olağanüstü bir manzara var. Ateşe verilen tüm ölülere inat burada hayat var. Renkler Tanrı’nın işaretleri. Burada renkler olağanüstü. Mutlu musun şimdi? En tepeye çıktın. Tüm dünya önünde serili. İstediğine hükmün geçiyor. İstemediğin oyuncağın senin. Söyle mutlu musun şimdi? Mutluluk nedir ki? IMG_2706 Kalkış için aprona gelen Roma uçağı için anonsu duyar duymaz bizi uçağa götürecek servisin yaklaştığı kapıya geliyoruz. Bir telaş oluyor. Bir adam, beyaz saçlarını görüyorum, aradaki basamağı göremiyor ve düşüyor. Kafasını çarpmış. Ambülans ve sağlık ekibinin gelmesini bekliyoruz. Dakikalar sürüyor. Adam yerinden kalkamıyor. Biz gelen diğer servise biniyoruz. Adam kalıyor. Yanındaki karısı olmalı. Bu kötü şans demek. Tek düşen için değil. Geride kalanlar için de. Bugün ayın on üçü. On üç mayıs. Bir terslik var. Huysuzum ve huzursuzum. Yolculuk felaket geçiyor. Kalkış kötü, uçak keyifsiz, kısa süreli hava akımları var. İrtifa kaybederken bir anda kaybediyor. Sonra bir anda bulutları sağlıyor sanki. Kulaklarımsa basınçtan çılgına döndüler, hep şikayet halindeler. Karaya ayak basmayı en çok onlar ister gibiler. Vücudu bir bütün olarak düşünmek hata belki de. Her organ, her organın yaptığını yapmak istemiyor işte. Kulaklarım isyan ettiler işte. Keşke getirmeseydin bizi diyorlar. Nasıl bırakırdım ki sizi? Ben Van Gogh değilim ki. İniş daha da beter. Yolcular çılgınca alkışlıyor can tatlıymış dercesine. Kurtuluş alkışları bunlar. Genelde iyi inişler alkışlanır halbuki. Her neyse Fiumicino Havaalanı’nın bir özelliği yok. Sırt çantamı almış gönül rahatlığıyla giderken bir hanım o çanta eşimin diyor. Tanrım! Adamın sırt çantasını sırtlanmışım. Kocanın umurunda değil. Kadın fark ediyor. Ben aptal aptal çantaya bakıyorum. Kadın fark etmese dımdızlak ortada kalacağım otel odamda kocasının eşyalarıyla. Hadi adamı anladım, karısına güvenmiş ama ben de mi bir başkasına güvenmiş oluyorum bu durumda? Kendime hükmedemiyorum ve eşyalarıma, ya uşak kalacağım ya da bir serf tutmam gerek kendime(Goethe, lütfen git!). Hayatın insana kendini gerzek hissettirdiği anlardan biri yaşadığım. Geçer umarım. Geçsin bakalım. PİETA:

image

St. Peter Bazilikası’nın içinde ilk sağda ışıl ışıl, pırıl pırıl bekliyor sükunetle. 25 yaşındaki Michelangelo’nun dehasının bir eseri olarak Carrara’daki taş ocaklarından getirilen tek parça mermer bloktan yontularak yapılmış ve İsa insanüstü bir varlık olmaktan çok belirgin damarlarıyla, kanının bedende ne kadar az bir zaman önce aktığını vurgulamak amacıyla şiş şiş. Meryem’se iyice açılmış elleriyle kaderini kabul eder vaziyette. Teslimiyetin getirdiği bir kabulleniş bu sanki. Tam teslimiyet demişti kuzenim, bırakmak, her şeyi ve herkesi, açılan yollarda yürümek sadece… Çok acı çekmeden teslimiyetin gelmesi zor sanki ve belki de imkansız. Ama bir gün belki bir şey olur belki ve kolaydan olur her şey bir anda. Ben hiç birini göremiyorum. Ne yol var ne de patika. Ben galiba yolumu kaybettim. Kayboldum ormanın ortasında. Pieta bunları hissettirdi yığınların ortasında. Yığınlar çare değil acılara. “Bırak da ağlayayım zalim kaderim ve özgürlüğüm için iç çekeyim Hüzün kırsın zincirlerini ızdırabımın, merhamet aşkına/per pieta.”   St. PETER BAZİLİKASI: Saint Pietro bir diğer ismi. Vatikan dahilinde geniş bir alanı kaplıyor. Görkemli kubbesiyle karşınıza çıktığında ne hissedeceğinizi bilemiyorsunuz. Bir insana ne hissettirteceğini bilmeyen insanlar gibi. Konumu ve kapladığı alan itibariyle karşınıza her çıktığında tanışıklıktan hoşnut oluyorsunuz. Ama aynı zamanda o kadar mesafeli ki sizi yerinize mıhlatıyor. Gösterişi insanı korkutuyor. Üst katına yani kubbe kısmına çıkmaya fırsat bulamasak da saatler alıyor zemin katını gezmesi. İçeride ayin yapılıyor. Arkadaşım habire fotoğraf çekiyor. Herkes sürekli fotoğraf çekiyor, kameraya alıyor(benimkilerde olduğu gibi, bende hiç tanımadığım insanların karesinde yaşayacağım bundan sonra, aman ne hoş bir ölümsüz olma yolu!) Ama en güzeli Pieta. En güzeli benim Pieta’m, Michelangelo’nunki değil. İnsanın “Tanrım, şimdi kurtar!” diyesi geliyor baktıkça. ’72 yılında Laszlo Toth’un çekiçli saldırısına uğradıktan sonra kurşun geçirmez camlı bir bölümde sergileniyor ve bu eylem sonrası Macaristan vatandaşı Laszlo Toth herhangi bir adli ceza almamış, sadece akıl sağlığı durumuyla ilgili adli tıbba yollanmış ve akabinde akıl hastanesine “Deli mi acaba?” diye. Olası ihtimaller dahilinde. Saldırı esnasında “Ben küllerinden doğan İsa’yım.” ya da “Michelangelo”yum diyormuş. Sol kolu ve eli kırılmış saldırı esnasında heykelin, yüz kısmına aldığı darbeler sayısız ve burun kısmı zarar görmüş. Vatikan’ı sarsan olay sonrası tam on ay sürmüş restorasyon çalışmaları. Laszlo Toth nasıldır, nerededir bilemeyiz ama Meryem taptaze bir çiçek gibiydi son gördüğümde. IMG_1839 IMG_1936 IMG_1973 20140513_165250 20140513_165813 Üç yol, dört yol kısaca her yol bir meydana çıkıyor ve meydanların süsleri olarak Barok tarzda, mitolojik ögelerle süslenmiş çeşmelerden gözlerinizi alamıyorsunuz. “Fontana di Trevi”, bizde bilinen adıyla “Aşk Çeşmesi” insanın içini titretiyor. Neden mi? Herkes burada çünkü. Toprak rengi tenleriyle Roma’yı ve meydanlarını arşınlayan Bangladeşliler en çok burada, kah gül satarak, kah fotoğraf çekerek olmadı aynı model, aynı renk şallarını dön dolaş, bıktırta bıktırta satmak için burnunuza dayayarak kendi vatanları dışında varolabilmenin, ayakta durmanın gayreti içinde gün boyu arşınlıyorlar yollarda. Hırsızlıktan hiç korkmayın, adamlar ekmek parası peşinde ve sınırdışı edilmekten ölesiye korkuyorlar. Dünyanın neresine giderseniz gidin hiçbir yer vatan değil. Sizin değil. Kendinizi aidiyetsiz ve kıymetsiz hissediyorsunuz. Vatansızlık en kötüsü ve bu adamlar da günü kurtarıyorlar. Turistik amaçla gelen bizlerse bakıyoruz, sağa sola, ona buna. Çeşmeyi görenin yüzünde hep bir tebessüm; su sesi, insanların coşkusu, dünyanın türlü çeşitli ülkelerinden gelmiş bir sürü insan var; paylaşım çok az ama olsun, böylesi daha iyi, bir başınasın… Herkes aşk istiyor. Arkadaşım havuza kaç kez para attı ben sayamadım, herkes, hepimiz aşk; olmadı kırıntılarını istiyoruz, salt cinsellikten ibaret olmayan, evlilikle kurumsallaşmamış, insanı gamlı baykuşa çevirmeyen bir aşk ve seni senden daha çok sevecek bir adam için cebimizdeki tüm bozuklukları saçıyoruz çeşmeye. Daha çok sevmek mi isterdin, sevilmek mi söyle! Bence en güzeli sevmek, sevilmekten öte. Ben kendimce sevmeliyim önce. O sevmese de olur. O bilmese de olur. Gül Ulukan, Şenay Çınar, Hamdi Demir, Banuhan Güvenir, Hale Türkeş, Nurhayat Özdeniz paralarınız olmadı niyetleriniz aşk çeşmesinde yüzmekteler. Aranızda evli olanlar olabilir. Olsun. Çoğalan bir aşktan kimseye zarar geldiği görülmemiştir. Yeter ki olsun. Yeter ki olsun. Yeter ki olsun. IMG_2327 IMG_2584 IMG_2683 IMG_2617 IMG_2742 IMG_2304 20140513_192445 Piazza della Republica’da oturduğumuz meydan manzaralı kafeden ayrıldıktan sonra metroya doğru yürüdüğümüz bir akşam yüzlerinde simsiyah bereler, ellerinde çelikten bir kap sessiz sessiz dilenmekte olan dilenciler sokak lambalarının ışığında belli belirsiz çıkıyorlar karşımıza. Apartmanların basamaklarında usul usul oturuyorlar. Burada dilenmek gurur meselesi. Kimse kucağında çocuğu, acındırmıyor kendini. Tek kelime etmeden, Tanrının adını ağzına almadan, hiç duygu sömürüsü yapmadan dileniyorlar. Ankara’ya son gidişimde her yer dilenci kaynıyordu. Bahçelievler, Kızılay, Tunalı, Sıhhiye adım başı dilenci doluydu. Bir Mayıs’ta Cebeci’de eylemler bittikten sonra bir dilencinin hazırlanışını izledim gizlice. Sabah işe gittiğinizi hayal edin, masanızı düzeltip, bilgisayarınızı açıp ortamınızı hazırlamanız gerek değil mi? Sabit sokak dilencilerinin de böyle bir ön çalışmaları oluyor. Önce yere karton seriyor dilenci kadın. Sonra çocuğunu yanına yerleştirip, içi süt dolu biberonunu, para atılsın diye hazırladığı madeni kutusunu ayarlayıp, boğazını temizliyor bir güzel. Sonra yerinden kalkıp, önündeki fırına gidip parasız olarak aldığı ekmekten kopardığı bir parçayı çocuğun eline veriyor. Boğazını temizliyor gürültüyle tekrar tekrar, yüzünün mimikleri değişiyor sonra, kaşları düşüyor ve efsanevi repliğini mırıldanmaya başlıyor: “Allah ne muradını…” O da başkent, o da başkent, o da insan o da insan, o da dilenci o da… Öteki tasasız hallediyor işini, tek maskeyle iş bitti. Bizimkilere bir ön çalışma gerek. Bir çocuk, bir park, bir biberon gerek. Bir de içli bir ses. VATİKAN: Sabah namazını müteakip Vatikan’a gitmek üzere yola koyuluyoruz. Otobüsler parasız, sabahları ise kalabalık. Taksiler makul. Avrupa pahalı değil, bizim paramız değersiz. Bense hemen önümde oturan İtalyan’dan gözlerimi alamıyorum. O kadar tombik ki, tekli koltuktan sızmış bedeni, yayılmış çepeçevre. Öyle gamsız ki. İtalyanlar genel olarak gamsız. Kimse acelesi varmış gibi hareket etmiyor. Tek konuşurken aceleciler ve bu onlara belli bir efor harcatıyor. Turistler ve göçmenler olmasa ortada insan olmayacağı endişesini duyuyor insan ve tüm şehir turist istilasına uğramış, o müze senin bu kilise benim ellerinde türlü çeşit fotoğraf makineleri, navigasyon cihazları yahut ben gibi ilkel haritalarıyla dolaşan insan ordusu akın akın meydanlara yağıyor mancınıkla atılmışçasına ve tam olarak kimsenin nereden geldiğini, indiğini göremiyorsunuz. Anca geliyorlar dört bir koldan. Restoranlarda çalışanlar Tunuslu, Faslı, Cezayirli, Türk ya da Kürt, Arap ya da bir yerli. Zaten onlar olmasa hizmet sektörü içler acısı. Canla başla çalışan bir garson bulmak mümkün değil. Kahve hariç her şey geç geliyor. Gevşek gevşek, paralanmadan çalışıyorlar. Yirmi altı dolar gelen hesabı ödemek için elimi cüzdanıma atıp otuz dolar çıkardığımda garson İngilizce “Üzeri benim olsun.” diyor ve ekliyor “Prego!” Tombiğe dönersek tekrar, tabletten alamıyor gözlerini. İlk defa şişman bir İtalyan görüyorum. İncecik bacaklarının üzerinde gene nazik olan gövdelerini zahmetsizce taşıyan erkeklerine nazaran bu adam ondan dikkatimi çekiyor. Deniz anasına benziyor. Birden yol sorma gereği duyuyorum. “Gelmişsiniz, burada inmeniz gerek.”diyor. Sayesinde tombiğin, doğru yerde iniyoruz. IMG_2393   IMG_2398 Bir sürü turizm acentesi var Vatikan’ın karşısında ve elemanları yolunuzu kesip, Vatikan’a doğru kilometreleri bulan kuyruğa girmeden belli bir ücret karşılığında götürmek için teklifler sunuyorlar. Vaatleri binlerce kişinin önüne geçmemizi sağlamak ve sayelerinde saatler kazanıyoruz. Tüm gezi boyunca yalnızca bir kez Türklerle karşılaşıyoruz hepi topu. Rahip ve rahibelerse en çok St. Pierre Bazilikası’nı ziyaret ediyorlar, onların yolculuğu uhrevi olduğundan sanat kısmını turistlere bırakmışlar. Bence ikisi de olmalı. İslamiyetteki maneviyatın gücü, Kur’an’ın dili ve sadelikle, Batı’nın sanat ve kültüründen bir sentez oluşturmalı. İkisi de gerekli insan hayatında. Hem maneviyat, hem sanat. Biri içe yolculuk, öbürü dışa. Biri serzeniştir Tanrı’ya, öteki başkaldırıdır dünyaya. Nihayetinde ikisinde de boyun eğersin. İkisinin de karşısında saygıyla eğilirsin. Sanat yapmak için gücün ve güçlünün yani en çok kilisenin ve aristokratların desteğiyle beslenen insanların dönemlerinden, günümüze hep muhalif olarak aksi takdirde hiç hoş karşılanmayacağın bir döneme milyonlarca ışık yılı atlayarak geçmiş buluyorum kendimi. Artısı mı? Adamlar kendilerini adamışlar, çünkü buna fırsatları olmuş. Fakirin derdiyle uğraşmaktan deliye dönmektense, tavanlara astıkları iplerle Yaradılışı resmetmişler, Tanrı’yı yerde değil gökte aramışlar. Sırf bu yüzden günde milyonlarca insanın ziyaretçi akınına uğrayan Sistine Chapel’de insanlar boyunları tutulana kadar tavana baktılar. Uzağı iyi göremeyen gözlerinle ne gördünüz derseniz, çok değil, hiç değil, biraz gördüm. Ama hep yukarı baktım. Hep ileriye baktım. Vatikan’ı maddi anlamda sırtlayan şeyle aynı olsaydı, Efes’teki Meryem Ana’dan İzmir ya da Kültür Bakanlığı bir cumhuriyet kurardı. Bu kadar azla kalmazdı. IMG_2490 IMG_2445 Netice itibariyle devirler, dönemler, uluslar, akımlar, modalar geçiyor aradan. İnsanlar evrilmiyor artık. Bizler tür olarak evrimimizi tamamlamış bulunmaktayız. Biz olduk bitti. Bundan sonrası yeni bir başlangıç. Adem’in de bir sonu olmalı, tıpkı bir yaradılışının olduğu gibi. IMG_2720 IMG_2514     IMG_2516 image image image 20140514_132643 Ve neden Via Giulio, çünkü burası pek fazla turistik değil ve şehrin keşmekeşinde nadiren karşılaştığınız yerli halkı gördüğünüzde gerçek İtalya’ya geldiğinizi anlıyorsunuz ve sis perdesi aralanıyor ve rüyadan gerçekliğe geçiyorsunuz bir anda. Aynı zamanda Santa Caterina da Siena adında çok kimseler uğramadığından Tanrı’yla başbaşa kalmayı başarabileceğiniz bir  kilise de barındırıyor dahilinde. Neden Ponte Sisto, çünkü diğer köprülere nazaran ihtişamdan uzak ve gün batımında Tiber Nehri çok romantik görünüyor. Neden İtalyan erkekleri, çünkü maçolukları onları çok cazip kılabiliyor ve çoğu giyimlerinde, yaşamlarında tarz sahibi. Neden İtalya, çünkü çok tuhaf hislerle doluyorsunuz aynı anda romantizm, hüzün, acıma, korku, geçmiş, gelecek, çokluk, yokluk, hiçlik ve kaybolmuşluk. Sanki şehrin orta yerinde kaybolup gideceğim ve bir daha kimse beni bulamayacak gibi hissettim çoğu kez. Ve neden Roma, çünkü harikulade bir ışığı ve yemyeşil bir doğası var. —-.—- Uzaktan bir kastratonun sesini duyuyorum. Çok içli söylüyor, sanki bir derdi varmış gibi.

VIAGGIO IN ITALIA/ İTALYA’DA YOLCULUK

NAPOLİ:

Yolculuğu sen yaparsın, nereye olduğunu kader belirler.” Goethe

image

Roberto Rossellini’nin sekiz yıllık bir ilişkiyi tarafların gözünden, dilinden ve beklentilerinden hem içsel, hem dışsal bir yolculuk hikayesi olarak aktardığı “İtalya’da Yolculuk”un ilk sekansları gibi başlıyor benim Napoli’ye gidişim. Penceremden akan kilometreler, bulutlar, arabalar, manzaralar var. Tek fark benim bir köşesine büzüldüğüm otobüs koltuğum. Hususi arabanız ve toplu taşım araçlarıyla yaptığınız yolculukların farkı ilkinde kaptan ya da yakını sizken, ikincisinde  bazen hiç hoş olmayan teslimiyet duygunuzun peşinizi bırakmıyor olması ve bir yerleri hep sağdan sağdan ya da soldan soldan görüyor olmanız. Ölümün gözlerinin içine bakmak ön koltukta oturana mahsus ve siz kuzu kuzu taşınıyorsunuz bir yerlere adına kader dermişçesine. Şoförün sütüne, akşam çektiği uykunun kalitesine, hiç tanımadığınız bir kişinin keyfine ve bir yere kadar da görev bilincine kalmış olmanız da cabası. Neyse ki insan emeği ölçüsünde insan burada ve herkes bir değer. En  zoru da emekçi bulmak. Kömür madenlerine bunca kötü şartlar altında tıkacak adam bulamazsınız İtalya’da. Bunu en iyi toplanmamaktan dağ olmuş çöp yığınlarıyla karşılaştığınızda anlıyorsunuz. Devasa boyuttaki çöplerin kapakları kapanmıyor, üst geçitlere aylardır çöpçüler uğramamış sanki. Napoli’nin çöpleriyle başı dertte. Roma’nın da. Belki kalan İtalya’nın da.

image

Filmlerle gerçek hayatın farkı; iki saate yakın süredir aldığınız yolu filmde dakikalara sığdırıp içinde bir ya da daha çok hayatın özetinin geçiyor olmasında yatar. Ne çok şey yaşadı bu kahraman dediğimiz anda geçen bir ömürdür aslında. Kişinin hem geçmişine, hem geleceğine vakıf oluruz bir çırpıda. Bir sihir yoktur ortada; maharetli bir sihirbaz vardır sadece. Benim yolculuğumun sihirbazı da Rossellini, sanki eşlik ediyor  filminin kareleriyle bana Napoli’de. Ama benim filmim siyah beyaz değil ve senelerden de 1953 değil ve Allahtan kurtarmaya çalıştığım bir ilişkim yok. Yoksa bir sürü güzelliği göremezdim etrafımdaki. Filmdeki çiftimizden yapıcı taraf olan Catherine(Ingrid Bergman) ve çapkın eşi Alex(George Sanders) birbirleriyle başa çıkamayınca kendi başlarını kurtarmaya bakıyorlar. Kadın Napoli civarında gezilmedik müze ve ören yeri bırakmazken, Alex soluğu Capri adasında alıyor. Ve eline geçen her fırsatı değerlendirip, rastlaştığı tüm kadınlara kur yapıyor. “Eyes Wide Shut”taki Tom Cruise’u anımsatıyor bu halleri. Bir şekilde iki adamda eşlerinin güvenli güvensiz kollarına koşuyorlar türlü badirelerden sonra. Biri Noel arifesine denk gelirken, diğerinde yortu kurtarıyor çiftimizi. Bir ilişki çevredeki bir sürü insanla şekilleniyor bir yerde. Yine kalabalıkta kaybolmaktan ve kopmaktan kurtuluyorlar, yalnız kaldıklarında birbirlerinden kaçarken. Bir kez daha ama ne ilk ne de son kez evliliğin ne içerden ne dışardan çok kolay bir şey olmadığını düşündürtüyor insana. Çok zor bir hadise evlilik. Bazen kendine tahammül edemezken..

Filmin açılış sahnesinde akan asfalt görüntüsünün hemen akabinde karşı istikametten gelmekte olan tren farklı perspektiflerden hayata bakan sekiz yıllık evli çiftimizin seyahatleri boyunca yaşayacaklarının bir öngörüsü sadece. Colette’in “Duo”adlı kitabından yola çıkılmış, fakat tüm hakları satıldığından günü gününe senaryo yazmak zorunda kalmış Rossellini. Olaylı çekimler, beklenmedik gelişmeler, gerilimli bir set ve haksız eleştirilere maruz kalmış döneminin çok önünde giden bu modern film şaheseri.

Daha eleştirel bir bakış açısına sahip İngiliz çiftimizden adam, İtalyanları deli gibi araba kullanan, gürültücü ama aynı zamanda gürültü ve can sıkıntısını bu derece uyumlu bir şekilde görmediğini itiraf edecek kadar da dürüst bir şekilde tanımlıyor. Başbaşa kalmayı beceremeyen ve hayatları boyunca hiç birlikte ama yalnız seyahate çıkmamış olan çiftimiz kendilerini her fırsatta insanların arasına atıyorlar. Napoli’de bir başına çıktığı seyahatlerde Catherine’in önünü kesenler rahipler, rahibeler, cenaze, hamile ya da çocuklu kadınlar oluyor. Hepsini bir işaret olarak algılayan zamanında çocuk istememiş kadının düştüğü şaşkınlığı ya da yaşadığı ürperti, huzursuzluk ve korkuyu kelimelere sığdırmadan, görüntülerle ifade eden çok az film vardır kanımca. Akıllara ziyan, mature İtalyan rehberlerle müze ve ören yerlerini gezerken hissettiği korku kocasına ve ilişkisine duyduğu güvensizliğin yansımalarıdır. Olumsuz, güvensiz, perhizkar ve tekinsizdir yürüdüğü her noktada. Şu hiçbir zaman kimseciklerle paylaşılamayan yalnızlık hissinin de seyirciye en derinden aktarılabildiği nadir filmlerdendir ayrıca.

immagine_viaggio-in-italia_27218

“Dolce far niente!”

İtalyanların İtalyanları en kolay özetlediği tabir olsa gerek. Tembellik ne tatlı, tatil ne güzel diyebilirsiniz ama gezmek de maddi manevi her anlamda yorgunluk aslında. Sabahın köründe düştüğünüz yollarda oradan oraya savruluyorsunuz gün boyunca. Pompei ve Napoli aynı gün hiç kolay değil mesela. Ama özellikle Pompei için değer her şeye. İnsana edebi ve ebedi hayat duygusunu aşılıyor çünkü. Vezüv’den alev alev yağan cüruf ve lapillerin bir yorganmışçasına binlerce insanın üzerini örttüğü yollarda yürüyoruz yüzyıllar sonra, etrafımda dünyanın çeşitli ülkelerinden gelmiş bir sürü tanımadık yüzle beraber. En güzeli böylesi bir başına keşfetmek bir yeri. Zemini hissediyorum ayaklarımın altındaki. Yer benden sağlam hissine kapılıyorum. Garip, haliyle. Hayat bir garip, bazen. Tanrı bazen tutar, bazen yağdırırmış. Buraya da yağdırmış olduğu aşikar, zamanında.

Lupanare’sine yani genelevine giriyoruz. Duvarlarda menüler var. Bilgimiz görgümüz artıyor ister istemez(kimse istemez görünmüyor ve üçüncü dünya ülkesinde şekillenmiş olan kafamdaki sabit fikirse şu:adamlar bu konuda da bizden ileriymiş). Her yönden insan ruhunu şekillendiren bir gezi oldu bu kanımca. Yemyeşil ağaçlıklarla bezeli yollarında yürürken ciğerlerimiz oksijenle, menülerin çarpıcılığıyla zihinlerimizse yaratıcı imgelerle doldu. Yaradılışımızın mutlak gerçeği olan üreme içgüdüsü ve hazzın duvarlardaki tasvirlerine bakan insanlar sükunetlerini korudular. Öncesinde ve sonrasında hamamlarını, bahçelerini ve evlerini gezerken yüksek yüksek tonda çıkan sesler nedense yerini fısıltıya bırakır oldu ve tek rehber var harıl harıl anlatmakta taş duvarların tarihini. “Samimiyim ama bir de tarafsız olmayı başarabilsem.” diyen Goethe ise hep benimle.

IMG_2281

Napoli, Toledo caddesindeki Etnografya Müzesi’nde Pompei’den arta kalanlarla karşılaşacaksınız. Kimi cinsellik içeren(Secret Museum), kimi filmlere konu olmuş resimler ve heykeller burada sergileniyor. Kabil hisleri taşımakla beraber içinde bir Rumi yatan Caracalla’nın heykeli, yine Caracalla’nın Roma’daki hamamlarında bulunan Herkül Farnese, kölelerinin eti aracılığıyla balıkları besleyen hayvan dostu Tiberius, kundakçı Neron, hepsi buradalar. Roma dönemi eserlerinde karşımıza çıkan en belirgin özellikse tevazu içermeyen gösterişli işçilikler ve sergilenişlerindeki azamet. İçlerine sanki Tanrı parçacıkları serpilmiş her bir heykelin ve dönemin ruhunun yansıması olan devasa figürlerin size kendinizi küçük ve elinizden gelenin ne kadar az olduğunu hissettirtmesi boşuna değil. Sınırsız acı çekebilir, kahkalarınızın oktavına ayar veremeyebilir, korkunç üzüntülere gark olup, kederden içinizi çürütebilir, hayatı hem kendinize hem önünüze gelene kahredebilir olmadı zevk-ü sefa içinde hayatın tam da ne olduğunu idrak etmeye fırsat bulamadan ayrılabilirsiniz bu dünyadan. Hepsi bir yaşamda gizli kalacaktır. Sevdiklerinizden başka kimse sizi anmaz olacaktır ileride. Çok yazık olmayacak mıdır size? Çok yazık olmayacak mıdır bize? Her heykel, her büst, her resim, her portre bana bunu hatırlattı Napoli’de. Sibylla Mağarası ise bir başka sefere.

TRABZON

20140414_115544

Karadeniz’e yahut herhangi bir denize paralel, deniz manzaralı bir havaalanı barındıran Türkiye sınırları dahilindeki tek şehirde bulunmaktayım. Batum dönüşü şehre gelişim akşamı bulduğundan ılık bir banyo ve temiz çarşaflar dışında başka bir şey düşünemez haldeyim. Yarın sabah onda Sümela turuna katılacağım, ardından da minik şehir turu var. Sonrası dönüş yolu. Nereye, nasıl bir şehre geldiğimi anlamak için tur şirketinin olduğu yere kadar yürüyor ve bol bol ve bile bile insanlara yol soruyorum. Üst yoldan giderken aşağıdaki gecekonduların durumunu soruyorum. Onların yıkılmakta olduğunu, ev sahiplerine daire ya da para verildiğini, onların da bu durumdan hoşnut olduğunu, zaten böyle bir yerin yaşanamaz ve para etmez olduğunu söylüyorlar. Trabzon özellikle İstanbul’u çağrıştırıyor. O zaman anlıyorum ki, İstanbul’da en çok Karadenizliler iz bırakmış. Yüksek yüksek, sivri sivri binalar şehre hakim. Ünlü müteahhitler hep buradan çıkmış, İstanbul’a gitmişler. Dolayısıyla kusurlu ya da kusursuz İstanbul’a bir çehre kazandıranlar da hep buranın insanı olmuş. Tıpkı atalarının yaptığı Sümela gibi yüksek ve uzlaşması çok zor binalar hep onların eseri.

20140414_092328

Bu arada ilk defa çok uyuz bir yol arkadaşım oldu kısa süreli. Uzun süre kendini parçalarcasına kaşıdı durdu. Pire torbası taktım adını. Sokak simitçisi pire torbasını gördüğü anda kovalamak için ne hareketler yaptı anlatamam. Benim yol arkadaşım uyuz ve pireli olabilir ama, sen de çok komiktin be amca. Simide pire mi gelirmiş? Bakın benim Yol arkadaşıma. Korkulacak nesi varmış Allah aşkına?

image

Trabzon’da. Çarşının içinden kalkacak olan otobüsümüze biniyor ve yola koyuluyoruz. Yunan bir çift, iki Avrupalı çocuk, bir de Çinli ya da Japon dışında kalan yabancı turistler hep Arap. Arapların da biri Kuveytten, diğerleri hep Suudi asıllı. Hani meşhur fıkralar vardır, bir İngiliz, bir Fransız, bir Laz aynı uçağa binmiş diye başlayan; burada durumlar da aynen öyle. Araplar kimseyle konuşmuyor. Gerçi onlar kendi aralarında da konuşmuyorlar. Şoförümüz gençten bir çocuk ve konuşkan olmakla beraber bir gıdım yabancı dil bilmiyor. Yunan çiftten kız Türkçe biliyor. Diğerleri ne zaman geleceklerini, ne kadar vakitleri olduğunu kavrayana kadar akla karayı seçiyor. Yol boyunca Kuveyt asıllı olup, buraya gelmeden gayret edip İngilizce kursuna gitmiş Khaled’le konuşuyorum. “Kuveyt şimdi elli derecedir.” diyor. Yazın yetmişe kadar çıkıyormuş. “Arabalar çok büyük ve klimalı, aksi takdirde ulaşım durur, yaşam durur.” diye de ekliyor. Neredeyse tüm Türkiye’yi gezmiş. Ama ikinci defa geldiği hep kuzey bölgeleri olmuş, yani serin olanlar. Bu kadar gezebilmesinde bir kuveyt dinarının 7500 türk lirası olmasının da büyük payı olsa gerek.

image 20140414_114530 20140414_115111 20140414_120836 20140414_120347 20140414_120046

Sümela Manastırına tırmanışımız başlıyor. Nam-ı diğer “Panagia”. Giriş sekiz lira, tam. Bunu belirtme nedenimse yıllardır kapalı olan ve tadilatta olduğu söylenen bir bölüme çivi dahi çakılmıyor olması. Herkes birbirine diğer tarafı gösterip, neden diye soruyor. Türkiye’de böyledir diyorum, içimden. Bitmeyen restorasyon, kazı ve inşaat vaziyetleri vardır. Bu da bir yer hakkında tuhaf bir gizem yaratır. Giremedikçe görmek, göremedikçe merak eder durursun hadisenin tamamını. Her neyse insan hayranlık duymuyor değil; yüzlerce metre yukarıya nasıl çıkıp, nasıl inşaat için gerekli malzemeleri taşıdıklarını düşündükçe. Biz hakikaten cahiliye dönemine girmişiz. Bir şu bülbül yuvasına bakıyorum, bir de bir kat bir kat derken gitgide yükselen ve şehrin siluetini mahveden gecekondulara. Azimle çıkıyoruz merdivenlerden. En nihayet içerisindeyiz kilisenin. Freskler var ve görevli açıklamalar yapıyor. Bebek İsa, Havariler, Meryem Ana, Adem ile Havva’nın yasak elmayı yemeleri diye. Khaled derin derin nefes alıyor bir köşede ” Oksijın, oksijın.” diye. Aklım ortaokul yıllarındaki fen derslerine gidiyor sayesinde. Düşünüyorum daha önce Arap ülkelerinde bulundum ama hiç Araplarla gezdim mi diye. Hayır. Mola yerlerini çok seviyorlar. Sürekli ya yiyecekler, ya içecekler yahut atıştıracaklar. Tam keyif adamları yani. Sefa şeyleri bildiğin. Avrupalı turistler inişi yürüyerek yapmak istedilerse de, onlar oralı olmadı ve birbirleriyle hiç konuşmadılar. Tek gelen Çinli/Japon genç mola yerinde bir tabak sarma söyledi lahana ve yaprak karışık. Sonra da bir deney üzerinde çalışıyormuşçasına özenle yedi ekmek banarak. Bu tip turistik geziler bana Nuh’un gemisini çağrıştırır hep. Her çeşitten bir numune var. Tek eksik bir Amerikalıydı, başımızda. Sarp sınır kapısından, Hopa dönüşümüzde bir yandan yağmur yağarken ve bariyersiz uçurumun kenarından geçerken şoför ücreti toplama telaşından yolla çok da haşır neşir değildi. Sollama yaparken sonrasını görmüyorduk. Sadece gittik durduk. Sağ salim inmeyi başarabildik nihayetinde. Şimdiyse gene yüksek hızla gidiyoruz ve ani bir fren sesi ve Arapların tarafından Yükselen Salavatın hemen akabinde, Avrupa kısmından yükselen çığlık sesleri işin tuzu biberi oluyor. Yunan kız çığlık çığlığa bağırıyor. Benimse tek gördüğüm tüm yolu kaplayan ve geri geri çıkmakta olan tırla tokalaşmamıza kalan milimler. Facianın eşiğinden soğukkanlılıkla dönen tek kişi Çinli/Japon oluyor. Bir de pardon işareti yapan tır şoförü.

Karaya ayak basmış bulunmaktayız. Khaled şehir turuna katılmıyor. Yemeğe gitti. Ayrılırken gözünün önünden kuzu kapamalar geçer gibiydi. Bir yol arkadaşımdan daha oldum.  Suudi çiftler, bir nine torun, ben ve şoför varız sadece. İlk durağımız Ayasofya Camii oluyor. Bahçesine girdiğimizde iki yerli turistin, bir adamla beraber boyu elli santimi bulan yeşilliklerin üzerindeki kara kaplumbağasını sevdiklerini görüyorum. Ben de vuruyorum iki tak tak. Gülüşüyoruz. On beş dakikamız olduğundan pür telaş içeri giriyorum, caminin içine. Eski kiliseden bir şey kalmadığını görüyorum. Tavan basık ve avizeler sallanıyor. Dışarıda ayakkabılarımı giymeye çalışırken caminin hem imamı hem müezzini olan Hüseyin Bey geliyor. Boşuna ayakkabılarımı çıkardığımı, benim kavrayamadığım bir bölümden beni diğer turistlerle beraber geçirdiğinde anlıyorum. Beyaz bir branda var ve onun ötesinden dokunulmamış kilise kısmının fresklerini görebiliyorsunuz. Çok seri konuşuyor, çok bilgili ama her söylediğini yakalayamıyorum. Sanıyorum önemli kısımlarını kaçırıyorum. “Gel!”diyor. Gidiyorum peşinden kuzu kuzu. Caminin duvarlarındaki Cenevizliler döneminde kalma gemi ve kayık resimlerini gösteriyor. Çözülememiş yazılar varmış duvarlarda. Tapusunu gösteriyor bana caminin. Doğru ya her karış toprağın, her mülkün bir sahibi vardır ve buranın sahibi de T.C.

Hüseyin Bey’le Tanrı hakkında konuşuyoruz kısacık zaman diliminde. “Sevdiğinde, aşık olduğunda kalbini vermenin, açıp göstermenin imkanı var mı? Gözlerin yansıtır duyduğun aşkı, sevgiyi. Gözler yanıltmaz. Yalan konuşmaz onlar. İşte sana ispatı Tanrı’nın varlığının. Kalbin ve gözlerin.” derken sevecen bakıyor. Ben de artık delil aramaktan vazgeçtim. Dünya bir suç mahalli değil. Sürekli eşelemekren, nerededir, var mıdır, yok mudur diye sormaktan yoruldum. Ne Hacı Bektaş’taki Ünal Bey’e, ne Ayasofya Camii’ndeki Hüseyin Bey’e hiçbir şey sormadan, hep onlar gelip bana anlattılar. Hep onlar konuştular, ben dinledim. Aklı başında adam bulmak zor bu devirde. İki satır kelam edecek adam da. Ben Allah’ın şanslı kuluyum. Ben çağırmadım, fısıldadım sadece. Onlar sesimi duydular ve geldiler. Şükran.

20140414_151001 20140414_151752 20140414_151733 20140414_152407 20140414_152137

Defalarca sordum kendime. Her yola çıkışımda bir panik, bir sıkıntı olur içimde. Neden ben şimdi şuraya gidiyorum ya da neden geldim bu şehre, bu ülkeye diye. En sonunda kavrayabildim ancak nedenini. Buradayım çünkü burada olmam gerekiyormuş. Yiyecek ekmeğim, içecek suyum, beraber edecek bir çift sözüm varmış karşıma çıkan insanlarla. Hayatta sebepsiz hiçbir şey yok. Tesadüf diye de. Varım çünkü var olmam gerek. Her nefesimin ulaştığı bir yer var, ben bilmesem de. Atmosferde, belki de dünyanın uzak ucundan etkileyeceğim bir nefes var benim nefesime karışacak. Çok uzaklarda o nefes henüz. Daha var ona ulaşmama. Yapacaklarım bitmedi daha. Arayış olmadan yaratıcılık olmuyor. Tüm tehlikelerine rağmen geziyor olacağım. Bir gün ölürsem de tüm organlarım benden sonra doku ve organ bağış kartımın yönlendireceği yeni sahiplerine emanet. Bu şehir bana hangi duyguları mı çağrıştırdı? Ölümü, en çok. Her an gelebilirmiş gibi.

Atatürk’ün evine gidiyoruz ve tadilatta olduğunu görüyoruz. Şaşırmadım. Tüm Trabzon tadilattan geçiyor olabilir mi acaba? Çılgınlık olsa da bir şehri hepten yıkıp yapmak mümkün olabilir mi acaba? Müthiş bir sis var burada. Amanebar’ın “Diğerleri” filmini çağrıştırıyor sisli manzara. Hayalet bekler kıvama geliyoruz. Çıksa şaşırmayacağız. Bekliyorduk diyebilecek haldeyiz.

20140414_155423 20140414_155431 image

Son durağımız Boztepe ve kuşbakışı Trabzon manzarası oluyor. Aynı puslu manzara bizi karşılayan burada da. Arap turistler kaçıncı tostlarını, cipslerini yerken ben bayılacak haldeyim. Dialog kurup, erken gidelim demek için yanlarına yaklaşıyorum ürkerek. Konuşunca konuştular. Konya’da yüzüme bakmayan adam aklıma geldi. Eşleri kapalı olmasına rağmen yüzüme baktı erkekleri ve İngilizce anlaşabildik. Çok önemsiz gibi görünen ayrıntılar, çok değerlidir bazen ve size karşılıklı kendinizi iyi hissettirir. O hesap; moral bulduk, yorgunduk, erken ayrılabildik Boztepe’den.

20140414_182537

Çarşının ortasındaki Cemil Usta’da buluyorum kendimi. Kuymak söylüyorum. Trabzon ekmeği eşliğinde ve ayran ve salata, üzerine de finduklu baklava yedikten sonra bir daha acıkamaz oluyorum sabaha kadar. Saatse beş var yok ve az sonra otobüsüm kalkacak merkezden. Hava sisli ve uçaklar kalkmıyor, dolayısıyla ben de kalan tek bayan yanını alıyorum ve otobüste başka da yer yok. Hemen cam kenarına sızıyorum ben de. Ordu’ya kadar bu sızıntım devam ediyor. Bir anda gelmesin yol arkadaşım, otobüsü kaçırsın istiyorum. Ya ölmüşse diyorum. Nereden geliyor bu düşünceler onu da bilmiyorum. En nihayet otobüsü sağa çekiyor şoför ve yol arkadaşım biniyor otobüse başında bandanasıyla. “Ben kemoterapi hastasıyım.”diyor. Anlaşılmayacak gibi değil ve bana tüm hayat hikayesini anlattı yol boyunca. Çocuk yapmak için tüp bebek tedavisi olurken kanser olduğunu öğrenmiş. Ne ilginçtir ki yıllarca tedavi olurken doktor ona tek yumurtalığının olduğunu söylememiş ve anca aşılayıp paralarını almış durmuşlar. “Çok istedim, Tanrı beni cezalandırdı.”diyor kendi kendine. Kendini ne çok suçlamıştır kim bilir bu sözler kolayca dudaklarından döküldüğüne göre. Kaşlarını boyamış. “Kirpiklerim bile döküldü.” diyor. “Saçlar bir kadının en önemli yeri, senin saçların canımı yaktı.”diyor. Saçlarını sarı, tenini kumral hayal ediyorum bense. Değilmiş. “İlaçlar insanın rengini açıyor, ben esmerim. Simsiyahtı saçlarım, seninkiler gibi. Zaten kemoterapi salonunda herkes birbirine benziyor, ayırt etmek çok zor oluyor insanları uzun terapilerden sonra.” dedikten sonra fotoğraflarını gösteriyor telefonundaki. Simsiyah ve upuzun saçları varmış dökülmeden önce ve esmer tenli, zayıf ve hoş bir kadınmış. Saçlarının çıkmış olduğu fotoğrafları gösteriyor ama eskisi kadar hoş değiller, dalgalar gelmiş saçlarına. “Hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, aynı şekli almıyor.” diyor. Morali bozuluyor eski hallerine baktıkça. Annesini, kardeşlerini, kocasını, yeğenlerini, arkadaşlarını, kimi bulduysa herkesin fotoğrafını gösteriyor. Hızlı hızlı yapıyor tüm bunları. Yaşam onu kovalıyor gibi. Molalarda beraber iniyoruz ve tuvalete gidiyoruz. Sabahı sabah ediyoruz en nihayet ve iniyoruz beraber. Elini sıkıyorum, bol şans diliyorum. Birbirimizin telefonlarını almıyoruz. Bir daha karşılaşmayacağımızı biliyor gibiyiz. Arkasından bakıyorum 74 doğumlu yol arkadaşımın. Daha çok genç. Fotoğraflardaki hali geliyor gözümün önüne. O hoş kadından geriye kalanlara bakıyorum. Bir başka ten, bir başka form şimdiki. Koşarak çıkıyor otogardan. Ben hala bakıyorum arkasından uzun uzun; over kanseri, bağırsak ve karaciğerine yayılmış yol arkadaşımın. O kadar hayat dolu ve belli etmese de yalvarıyor ki yaşamak için. Yaşat lütfen, ertelet hiç olmazsa.

BATUMİ

20140413_113020

20140413_122050

Pazar pazar sabah daha sekiz bile olmadan kendimi yani canımı en önce Hopa sokaklarına yani dışarıya sonra Batum dolmuşlarının kalktığı yere atıyorum. Biliyorum bugün pazar, biliyorum haftasonu ama hiç mi kadın olmaz ortalıkta benden başka? Doğuma giden, yürüyüşe çıkan, ekmek almaya koşan! Neyse ki kıt Türkçeleriyle konuşan Gürcü kadınlar biniyorlar ara ara. Müşteri almak için girdiğimiz yerlerdeki ilanlarda kiril yazısıyla karşılaşıyorum. Sanki burası Gürciye ve bu hesaba göre karşı taraf da Türkistan gibi bir yer olmalı. Yağmur atıştırırken vardığım sınırdan rahatlıkla geçiyorum öte yakaya. Koşa koşa yapıyoruz her şeyi ve bu benim Türk kara sınır kapısından ilk ve son geçişim olabilir. Değişik geliyor. Günübirlik ve üç günü geçmeyen seyahatlerde alkol ve tütün getirmek yasak diyor. Sürem kısıtlı olduğundan seve seve uyuyorum mecburi kurala. Free shop’da vakit geçirmek işime gelmiyor. Döviz bürolarından birine giriyorum. Lira veriyor, lari alıyorum. Kağıt paraları bir şeye benzemiyor ama madeni paraları pırıl pırıl. Paralarını alır almaz Batumi dolmuşlarına biniyorum. Halk İngilizce bilmiyor. Gürcüce, Lazca ve Türkçe çat pat anlaşmaya çalışıyorum. Tam tahmin ettiğim gibi Türkçe ilanlarda, gece kulübü, otel, disko ve restoranların ilanları çıkıyor karşıma. Hopa ve Sarp arasındaki mesafenin iki katını gidiyoruz. Ücretse sadece bir lari. Pırıl pırıl bir birliği bırakıyorum az ama yetecek kadar Türkçe bilen şoförün avucunun içine. Karadeniz’in hemen öte yakasındayım ve sanki kendi topraklarımdaymışçasına rahat ve güvende hissediyorum kendimi. Hatta daha bile rahatım. Bir sürü kadını yollarda görünce mutlu oluyorum. Nerede olursanız olun caddelerinde kadınların rahat rahat yürüdüğü her ülkede, her şehirde kendinizi iyi hissedersiniz. Nerede eril ve erkek egemen bir dünya varsa biz kadınlar ancak suni tenefüsle yaşatılmaya çalışan sebzelere dönüşürüz kendi içimizde. O yüzden sevdim ben bu şehri. Benzer coğrafyalarda aşağı yukarı 12 saat önce tek başına yürümeyi başaramazken ve yüzümde onlarca gözün varlığını hissederken, burada bir başıma dil bilmesem bile son derece rahatım. Aynı insanlar, benzer fiziksel yapılar, yakın lisanlar. Herkes karışmış, saf bir kötülüğe rastlamak ender görülen bir durum. Hiçbir Yahudi bir Müslümandan, bir Katolik Protestandan, bir Şii bir Sünniden daha kötü değil, daha iyi de değil. Yalan yanlış politikalar, lüzumsuz politikacılar ve açgözlü, zalim adamlar var aramızda ve dünyanın sonuna dek et tükettiğimiz sürece asla iflah olamayacağız. Gandhi vurulmasaydı, et yememezlikten ölmeyecekti ve gençliğindeki tecavüz suçunu itiraf eden Tolstoy vejetaryen olmayı seçtiyse bunu tüm hücreleriyle de benimsemişti nihayetinde. Ve Darwin, ve Da Vinci ve Einstein ve diğerleri.

20140413_105342

20140413_110059

Bugün pazar ve günün erken saatlerindeki kalabalığın nedenini anlıyorum. Karşımda Virgin Mary Kathedrali var. Ayine denk geliyorum. Nasıl kalabalık anlatamam. Bahçelerine giriyorum. Kadınlı erkekli bir sürü insan, bir o kadar da dilenci var. Sultanahmet’i çağrıştırıyor bu görüntü bana. Yaşlı yaşlı, dişleri dökük kadınlar küçük buketler halindeki otları satıyorlar. Kimisi de mum satıyor. Bir lari veriyorum ben de bir dilenciye. Adam çok mutlu oluyor ve benimle Türkçe konuşuyor ve ben dumur oluyorum. O kalabalıkta daracık kilise kapısından bir grup itişerek içeri girmeye çalışırken, diğer grup çıkma telaşı içerisine giriyor. Bu kalabalığa çantamla girdiğim için telaşlanıyorum önce. Ezileceğim neredeyse. Ama dediğim gibi hırsız yok, hepsi dilenci. Nihayet kiliseden içeri girdiğimde rahat bir nefes alıyorum. Özellikle kadınlar ellerinde İncil, dudakları kımıl kımıl mırıldanıyorlar. Her yer yakarış, her yer uğul uğul. Dualar çok az metre arayla başımızın üzerindeler ve şimdilik bir bulutun içinde birikiyorlar ve zamanı geldiğinde üzerimize yağacaklarmış gibi hissediyorum iyice dolduktan sonra. İsa’nın, anne kucağındaki bebek İsa’nın ve Bakire Meryem’in resimlerine öpücük konduruyor kadınlar defalarca. Parmak bir dudakta, bir resimde. Bir kadın dudaklarının ucuyla öpüyor resmi. Ölecek sevgisinden. Mumlar yakılıyor. Arada hastalar var. Yüzleri kireç gibi, saçları sıfır numara. Onlar da var güçleriyle dua ediyor. Bir köşeye sinip dinlemeye koyuluyorum. Yüksek tavanlı kilisede hangi duaların yerine ulaşıp, hangilerinin ulaşmayacağını düşünüyorum. Tanrı’nın en meşgul günlerinden biri olsa gerek. Tanrım sağlık ver, geçimim kadar para, çocuklarıma gelecek, kocama bir iş, beni affet, koru beni bizi, aşık olduğum adam beni sevsin, oğlumun başına bir şey gelmesin, kötü alışkanlığımdan kurtulayım, işim tutsun, huzur ver, mutluluk ver, Yüce Meryem, Baba- Oğul- Kutsal Ruh, kolla beni bizi ülkemi, ne olur unutma beni, göster mucizeni. Benim duyduklarım bunlardı. Dualar evrensel. Değişen bir şey yok. Camiler, mescitler kilise ve katedrallere dönüşmüş sadece.

Arka bahçesinde büyük bir ateş yakılmış ve az evvelki otları ateşe atıyor insanlar. Alevler yükseliyor, ateşin alanı genişliyor giderek. Kiliseden çıkanların peşine takılıyorum. Bir sonraki durağımız ayin oluyor. Yine aynı mahşeri kalabalık ve bu sefer girmemle çıkmam bir oluyor. Burası iki katlı bir bina ve ayini açık olan pencerelerden birinin önünden dinliyorum. En azından havadar.

20140413_110240

20140413_111141

Sokaklarında dolaşıyorum. Piazza Meydanı’nda soğuk olduğundan dışarıda oturmuyorum. Türk mahallelerine giriyorum. Tencere yemeği yapmakta olan bir sürü restoran var. Aynı sokak bizim ürünlerimizi satan marketlerle dolu. Haçapuri yiyebileceğim bir restoranı tarif ediyor bir Türk. Bir gram İngilizce bilmeyen bir hanım işletiyor burayı ve benim gibi ayinden çıkıp gelen bir sürü insan var. Peynirli ve yumurtalı haçapurimin yanında köpüren bir soda söylüyorum, üzümlü. Peyniri çok lezzetli ve hamuru tuzlu, doyurucu bir pide yediğim. Yaklaşık yedi lari ödüyor ve çıkıyorum.

20140413_114456

20140413_131210

Teleferiğe biniyorum. Üç lari. Beş adam var önümde sırada. Beni de onların arasına katıyor görevli. Kabin altı kişilik. Üç tanesi sarı Rus. Yol boyunca kikirdeştiler ve Rusça şarkılar söylediler ve yol boyu tamek marka kayısı suyu içtiler. Böyle ortamlarda ister istemez bir yakınlık doğuyor kişiler arasında. Konuşma gereği duyuyorsunuz. Yanımdaki iki adamdan birine Türk müsünüz deyiveriyorum sırf bu yüzden. Adam “Hayır.” diyor. Üç Rus indikten sonra adam karşıma geçip”Neden öyle sordunuz?” diyor. “Ben Türk’üm. Benzettim sizi de, siz nerelisiniz?” deyince, İngilizcesi daha iyi olan “Ermeniyiz biz.” diyor. Dönüş yolu boyunca Erivan’dan, İstanbul’dan, Tiflis’ten ve Bakü’den konuşuyoruz. Biraz da Ermeni mutfağından. Ben inerken üzülüyorlar ama yapacak bir şey yok, biraz daha sahillerinde gezmem gerek ve bol bol da fotoğraf çekmeliyim.

20140413_130330

Bildiğim kadarıyla tek cami olarak kalan Orta Camii’nden çıkarken yakalıyorum bizim gençleri. Etrafıma bakıyorum; 03, 08, 42… loto sandınız değil mi? Hayır, caminin önündeki sokaktaki araba plakalarından hatırladıklarım bunlar. Camiden çıkan gençlerin yüzünde bir maneviyat arayışı ve ürküntü hissediyorum. Haçlı seferleri arasında kalmış, vatanından uzağa düşmüş, Hıristiyanlaşma ve kılıçtan geçirilme korkusu içerisindeki müslüman gençlerin buldukları ilk ve tek camiye sığınışları ve yüzlerindeki ifadeleri de ayrı ayrı hiç unutmayacağım. Tahminim pazar ayinine denk geldi bu gençler ve kalabalıktan korkup, gavurlar basmış memleketi, neler oluyor vatan elden mi gidiyor diyerek soluğu burada aldılar. Nereden mi biliyorum? Yol tarifi yaparken sürekli meydandaki büyük kiliseyi referans vermelerinden. Geçmişler yani o taraftan bol miktarda. Bir daha da pazarları bu tarafa gelmez bunlar, haftanın diğer günleri dururken.

Elektronik malzemeler satan büyük bir mağazaya giriyorum. İnanılacak gibi değil ama silme Türk müşteri var. En ama en son çıkan Iphone’un fiyatı 1300 lira burada. Trabzon’dan buraya bunun için geldim diyen bir kafa yapısının orta yerine düşüyorum. Yeni bir düzenlemeyle eskisi gibi sadece nüfus cüzdanıyla elektronik alınamayacağını öğreniyorum, öğreniyoruz beraber. “Nasıl olur?” diyor bir tanesi. Yüzündeki ifade bir nevi acının saf hali. Yiğidim, Trabzon’dan boşuna gelmişsin bu taraflara diyesim geliyor. Enteresanı tüm satışta çalışan kızların Türkçe bilmesi. Bülbül olmuş hepsi bizimkilerin elinde. Nüfus cüzdanıyla, pasaportsuz giriş yapanların hayal kırıklığı ise anlatılmaz, yaşanır sadece.

Bir larilik dönüş yolculuğum başlıyor. Nispeten daha eski bir dolmuşun ön koltuğunda Gürcü bir çocukla konuşa konuşa gidiyoruz. İlk defa İngilizcesi iyi bir Gürcü’ye rast geliyorum. Erken inmesi hayal kırıklığı yaratıyor. Gürcüce şarkılar açıyor şoför bize. En kısa ve en keyifli yolculuklarımdan biridir. Üçümüz içinde ferah bir nefes olduk o kısacık anda. Bazen çok önemsiz görünen çok güzel anlar oluyor insan hayatında ve bitiveriyor erkenden. Burada yazmışsam önemsemiş olmalıyım o kısacık anı.

Tekrar döviz gişesindeyim ve larilerimi veriyor, liralarıma kavuşuyorum. Bir lariyi saklıyorum kumbarama atmak için. Dönüş daha kalabalık. Akın akın Türkiye’ye gelmekte olan Gürcüler var. Bu sınır kapımızda olaylar aşağı yukarı böyle gelişiyor. Kah seks turizmi, kah ucuz elektronik için Gürcistan’a geçen Türkler ve aylık geliri 120 Türk lirasına denk geldiğinden, yaşamak için, geçinmek için ikinci bir iş yapmak üzere Türkiye’ye gelen Gürcüler var. Hiç fabrika yok ve yağmur çamur çok olduğundan tarımdan da ekmek yiyemeyen halk çareyi Türkiye’deki ucuz işçilikte görmekte. En buhranlı anlarında sığınırsın Tanrı’ya. Bir buhran var Gürcistan’da ve insanlar burada da “Ya medet!” diyorlar. Zor gurbet ellerde çalışmak.

20140413_132814

20140413_122116

20140413_113008

20140413_113253

20140413_123014

20140413_122506

20140413_113643

20140413_105047

HOPA

HOPA’YA DOĞRU:

20140413_152541

Saat sabahın beşi ve ben lobideyim. Altı otobüsüne binmek üzere hazır ve nazır servisimin gelmesini bekliyorum. İçi buram buram tüp kokan bir taksi geliyor. Ama geliyor nihayetinde ve nazik bir esintiyle henüz ağarmakta olan yeni günü karşılıyoruz güleç şoförümle beraber. Amasya’nın minik otogarına geldiğimizde Gaziantep orijinli otobüsün on dakikalık ihtiyaç molasında olduğunu öğreniyorum. Köşede semaver çayı yapılan ufak bir kafeterya var. Erkek gibi bir kadın karşılıyor beni. Deyim yerindeyse yaka paça oturtuyor. Önce bana bağırıyor sanıyorum ama bakıyorum ki amacı bana yer göstermekmiş. Çay ve simit söylüyorum. Semaver çayı başka güzel olmakla beraber adının Zehra olduğunu öğrendiğim kadının hal ve hareketlerinden başımı aldığım anlarda ancak yudumlayabiliyorum çayımı. Çok geçmeden kocası geliyor. Onun da adı Halil imiş ve şoförlerle konuşmalarına tanık oluyorum. Mevzu çapkınlık. “Başımda bir bela var zaten, ikincisinden Allah korusun.” derken ki yaka silkişi hiç sitemkar değil. Karısının erkek fatmalığını kabullenmiş sanki çoktan. Kaldı ki, işlerin yükünün büyük kısmını omuzlarından almış olabileceğinden minnettar bile olabilir, hayatı boyunca hiç sözünü etmeyecek olsa bile.

İki saat sonra Samsun otogarındayız ve daha dün beni buradan alıp da, Amasya otobüsüne bindiren çocukla göz göze geliyoruz. Bana tip tip bakıyor, “Bu sefer nereye?” der gibi. Üzerinden 24 saat geçmemiş olmasına rağmen bana günler geçmiş gibi geliyor ve yol aldıkça günlerin önüne geçiyorsunuz bir anlamda. Yelkovanmışçasına ruhunuz, sabitleniyor bir saatte ve kolay kolay terk etmiyor yerini. Ayaklarınızsa birer akrep, duramıyor hiç yerinde. Hep akrep peşinde yelkovanın. Bir gölge gibi izliyor onu. Ötekiyse nazlı. Ağırdan alıyor zamanı. İyice özümsüyor her anı. Bir büyük zirveleri var tam uyumlu, iki defa ancak. Görmelisiniz muhteşemliği. Tıpkı akreple yelkovanın zirvesi gibi, sizin de hayatta iki zirveniz var. Biri doğum, biri ölüm sanki. Aradakiler bir geçişten ibaret.

Önce Ordu’dan geçiyoruz, sonra Giresun’dan. Sanki birer kardeş şehir bunlar. Sahilleri birbirine benziyor. Bu seferlik sadece geçiyorum içlerinden, camın arkasından bakarak. Giresun Adası’nı iç geçirerek ıskalıyorum. Nihayet Trabzon’a ulaşıyorum. Otobüs Rize’ye devam edecek. Trabzon otogarında iner inmez sıkıntılanıyorum. Korkutuyor beni burası. Moralim bozuluyor. Bıraksalar ağlayacağım. Bıraksalar ilk otobüsle Sinop’a geri döneceğim. Burada kalmak istemiyorum. Bir görevli yaklaşıyor yanıma. “Burası çok büyük, çok sevimsiz.” diyorum. “Biz buradan Batum’a kadar gidiyoruz.” diyor. Eşyamı veriyorum derhal. Nerede ineceğimi soruyorlar. Rize mi, Artvin mi, Batum mu diye. Yol boyunca düşünüp karar vereceğimi söylüyorum.

Sonra ne mi oldu? Her istasyonda bana soran gözlerle baktılar. Burası mı, şurası mı derken ben kendimi Artvin, Hopa’da buldum. Saat beşe geliyordu otobüsten indiğimde. İçimdeki sese bıraktım kendimi. Artvin’de buluverdim kendimi. Rize’de ise başbakanın her 100 metrede bir, kilometreler boyunca, bir beyaz bir mavi fon üzerinde koyu renk takım elbisesiyle arz-ı endam ettiği direklere asılı tam boyutlu posterleri tarafından karşılandım. Gezi Parkı yahut hiçbir eylemci geçmemiş gibi geldi buradan. Bense çaresiz yoluma devam ettim.

20140412_140807

HOPA:

Prenskale turizme ait mini otobüsten indiğimde saatlerce yol gitmenin sersemliği vardı üzerimde. Kararsızca indiğim ilçenin meydanında  ilk dikkatimi çeken ortalıkta hemcinslerimin çok az miktarda olmalarıydı. Ben galiba bir erkek şehrine, dolayısıyla ilçesine gelmiş bulunmaktayım. İç sokaklardan, lokantaların arasından geçiyorum. Dükkanların içlerinde de erkekler var dizi dizi. Bana bakıyorlar garipseyerek kah dükkanlarının içinden, kah kapılarının önlerine attıkları sandalyelerden. Yokuşun sonundaki öğretmenevine gidiyorum. Burada otelde kalamayacağım düşüncesi yerleşiyor beynime. Doğu gibi burası ama denizlisinden. Tekrar çarşıya iniyorum. İnsanları tanımam gerek. Bulduklarıma saçma sapan yol tarifleri yaptırıyorum, döviz bürolarının yerlerini soruyorum, olmadı migros soruyorum.”Ha buraya nercen celdun daa?” “Arcvinimiz guzel oluyor daa.” gibi efsanevi cümlelerini “da” takısıyla bitiren gökgözlü adamlarla konuşuyorum. Çok sevimli ve melodik geliyor konuşmaları, konuşma sürelerini ne kadar uzatırsam kardır diyorum, ne konuştukları mühim değil, zaten çoğunu da anlamıyorum ama işte hoşuma gidiyor daa. Bana karşı son derece sabırlı davranıyorlar. Bir tanesi nereden geldiğimi soruyor. Tepkisini ölçmek için “Fethiye.” diyorum. Yerini soruyor, tarif ediyorum. “Çok kilometre, ha burada ne işun var da, öğretmen miysun?” diye soruyor. Buralı değilsen, yalnız ve bekarsan, demek ki bir öğretmensun daa!

Gürcistan’la aramızdaki Sarp sınır kapısına çok yakınız ve az ileride de Hopa limanı var. Hiç görmediğim kadar çok tır ve kamyonla karşı karşıyayım. Denizaşırı ya da kara yolundan geçirilmiş son model arabalar taşıyor kimisi, kimisinin içinde ne var ne yok belli değil. Bense karşıya geçiyorum, sahil tarafına. Hala şehrin mekanizmasına alışmış değilim, lisanına alışsam da. İnsanlara karşı kendimi yalnız ve çaresiz hissettirtiyor tüm bunlar. Kaçkarlar’ın üzeri sislerle kaplı. Harika bir manzarası var. Lunapark var sahilde. Az ileride de, bir sürü kafeterya. Dışarıya masalar atmışlar. Hava güzel ve kadınlı erkekli gruplar var. Bol bol çay, kahve ve çekirdek tüketiliyor. Sahilde yürürken gençlerin olduğu bir gruba denk geliyorum. Kazım Koyuncu’nun sesi denizin sesine karşıyor. Koyuncu’nun memleketinde olduğumu hatırlıyorum nihayetinde ve gençler var hemen yanı başımda, bir anda hüzün dağılıyor ve sahile vuran dalgalara bakıyorum. Bunlar umut dalgaları ve umudun sesi. Hüznüm dağılıyor. Rengin kafeyi seçiyorum. Güneşi batırıyorum batırmasına ama esinti de yavaştan üşütmeye başlıyor. İlerideki bir masada oturan gençlerin arasına uzun ve kızıl sakallı orta yaşlı bir adam geliyor. Hesabı istediklerinde “Çayları açık yaz ama.”diyor. Gülüşüyorlar. Laz fıkraları vardır hani, hepsinin bir doğruluk payı olduğuna kanaat getiriyorum. Değişik bir felsefeleri ve farklı bir mizah anlayışları var. Ben sevdim. Hüzün ve memnuniyetsizliğim başka nedenlerden ötürü, siz bana aldırmayın sakın.

20140412_180828

image

Yöresel tatlar konusundaki talihsizliğim burada da devam etmekte ve maalesef balık memleketinde yiyecek balık bulamıyorum. Bir balık mevsiminde bile gelememişim. Yazık bana. Akşam da hamsi bitmiş olduğundan mezgit tava yapıyorlar. Sular maşrapalarda geliyor. Neden olduğunu anlamadığım bir garson bana öğretmenevine kadar eşlik edip, ertesi güne döner ısmarlamayı teklif edip, akşam akşam ortaya çıkan Gürcü kadınlara üşenmeyip tek tek selam verdikten sonra bana dönerek “Anladum ben sizu, siz bunlardan değulsunuz.”diyor. Bense yanıt verme gereği ve fırsatı bulamıyorum. Çünkü bir süre sonra Hopa’nın “sarhoş adamlar barlar sokağından” geçmekte olduğumu, günlerden cumartesi olduğunu; naralar atarak kapılardan fırlayan adamların önce bana sonra da bana refakat eden garsona bir göz attıktan sonra kendi yollarına devam edişlerinden ancak idrak edebiliyorum. İyi ki yalnız değilmişim dedim. Saat yedi civarıydı ve adamlar dut gibiydi. Sonra mı? Sabaha kadar nara atan, olmadı silah atan, küfürleşen, kavga eden, arabasının lastiklerini iyice ezip tuhaf sesler çıkarmaya çalışan adamların seslerini dinleyerek geçirdim hayatımın bir gecesini bir garip memlekette.

20140412_175325

20140412_175105

İklimin çılgına çevirdiği, çoğu inatçı ve hoyrat, uzlaşması  kolay olmayan, kadın ve silahsever erkekleriyle dolu bir yer burası ve etrafta konuşacak bir hemcinsimi bulamadığımdan kadınlarını tanıma fırsatı bulamadım bile. Sokaklarda en çok Gürcü kadınlar dolaşıyorlar rahat rahat.

Kaçkar’ların buğusuyla ayrılacağım buradan. Hislerim biraz karışık. Fırtınayı çağrıştırdı sanki burası bana.

AMASYA

“Haydi… Sen şimdi su olduğunu düşün ve kendini, su gibi hisset. Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı. Su gibi yaşam kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu anımsa… Su gibi, küçük bir bardağın içine sığdır ki kendini, insanların damarlarına girebilmeyi öğren, Yaşam ver, vazgeçilmez ol…”                                   Mevlana   20140411_145439 AMASYA’YA HAZIRLIK: Saat sabahın körü ve ben fena halde erkenciyim. Yedi otobüsüne binmeden önce biletimi almak üzere firmanın önüne geliyorum ve girmemle çıkmam bir oluyor. Neden mi? Dokuza kadar Samsun’a arabaları yok. Ama dün vardı. Sabahsa yok. Çaresiz söylene söylene Sinop Birlik’e giriyorum. Onların otobüslerinin kalkış saatinin yedi buçuk olduğunu öğreniyorum. Servis yarım saat önce ve daha dükkanlar açılmaz, insanlar yola çıkmazdan önce ben bir acentenin içinde emeklilik için gününün dolmasını bekleyen yaklaşık 25 yıllık otogar ve şimdi şehir içi acente sorumlusu Ahmet Bey’le konuşuyorum. Konumuz başka iller ve Sinop. “Sinop dışında İzmir’de yaşamak isterdim en çok.” diyor. Alsancak’ı çok beğenmiş ve Karşıyaka’yı. “Konak’da güzel.” diyor. Oradan Konya’ya geçiyor. Orada çok iyi ağırlandığından bahsediyor. “Turistlerin en çok tercih ettiği yerlerden biri Amasra’dır.” diyor. Yirmi beş yıllık tecrübe konuşuyor. İçime de kurt düşmüyor değil. Ben şimdi Amasya’ya gidiyorum ama Amasra daha güzel ve ilham verici olabilir mi acaba diye düşündürtüyor. Her neyse biz konumuza dönelim, “Ankara derli toplu ama deniz yok ki.” diyor. Epey bir şehrin üzerinden koşar adım geçiyoruz. Bizi durduran tek gözlü bir adam oluyor. Balıkçıymış. Neden bir gözünün olmadığını soruyorum. “Hiç sormadım bunca yıl tanırım.” diyor. Kısaca iyi niyetinden, yüzüne vururum endişesiyle hiç sormamış. Herhalde hiç merak etmemiş de. Böyle bir Ahmet Bey’le konuştuktan sonra düşüyorum yola. O an içime bir kurt daha düşüyor. Bundan sonra seçtiğim hiçbir güzergah ve o güzergahlardaki insanlar Sinop insanına benzemeyebilir ve bende hayal kırıklığı yaratabilir. Bindiğim otobüsün muavini buranın yerlisi. Samsun’dan Trabzon’a geçsem yolum kısalacak ama yumuşak bir geçiş istiyorum, henüz Trabzon için hazır değilim. Kendisine soruyorum bende, hangi ili seçsem diye. Yakınmış uzakmış yollara alışık olduğundan önemsemiyor bile. Amasya güzel diyor. Trabzon’lularla geçim zor diyor. Canım söz dinlemek istiyor. Samsun’da iner inmez soluğu gençten bir çocuğun yol göstermesiyle, Amasya’ya giden minik bir dolmuşta alıyorum. Unuttuğum bir güzergahtan bir kadın biniyor. Hizamdaki ikili koltukta oturuyor konuşmaya koyuluyor. Evlenmiş, ayrılmış, iki de çocuk yapmış. Şimdiki aklı olsaymış önceden boşanırmış sorumsuz kocasından. “Ne çekmişim, boşuna çekmişim.” diyor. “Memleket kadın cinayetleriyle nam salacak nerdeyse, senin koca nasıl kabul etti boşanmayı?” diyorum. On üç buçuk yaşındaymış evlendiğinde, koca da yakındır herhalde, adam da sıkılmış olacak ki olaysız boşanmışlar. Oğlu on yedi yaşında ve annesiyle kaldığından babası çekiniyormuş. Aileler evlendirmiş, çocuklar evlenmiş. Kızım on sekiz yaşında, konu komşunun evde kaldı senin kız demesine aldırmıyormuş. “Ben evlendim de ne oldu ki?” diyor. Ben hiç bilmiyorum. Yol boyunca karşılaştığım kadınların kocaya varma yaşı taş çatlasın on altıyken, ne diyebilirim ki? Nasıl geçindiğine gelince yevmiye usulü, günlük 28 liraya tarlada çalışıyormuş. “Ellerini uzat!” diyorum. Çekinerek uzatıyor. “Nasırın yok.” diyorum ama o ellerle ne tutsa kopartır gibi geliyor. Güçlü elleri, dolgun parmakları ve dayanıklı kolları var. Ekleştirdiği paralarla evini yapıyormuş tekrar. “Duvarlarını örmüyorsun ya.” diyorum. “Kendi evimi kendim yapıyorum ki.” diyor. Mat oluyorum. Çatısına başlayacakmış yakında. Yapar. Anadolu kadını böyledir hakikaten, yapar. Ben de ahmakça sorularım ve bir karış açık ağzımla bakar dururum böyle. AMASYA: Sinop’tan sonra havanın ısındığını minik dolmuşun içerisindeki çıkartılan ceketlerden, vedalaşılan yeleklerden fark ediyorum. Bunaltıcı bir hava var ve bir elin içerisindeki kıpkırmızı elma karşılıyor sizi şehre gelir gelmez. Kendi evini kendi yapan kadınla yollarımız burada ayrılıyor. Gökyüzü bir başka mavi, dağlarca çepeçevre sarılmış Şehzadeler Şehri’nin. Bulutlarsa birer fon sanki. Yeşilırmak usul usul akarken Yalıboyu Evleri “eliböğründe”lerle desteklenerek dışa taşırılmış vaziyette şehre bir yandan tarihi bir boyut katarken, diğer yandan estetik bir hava veriyor. Şehrin genel havasına bakıldığında ise ne tam bir Karadeniz kentindeyim, ne de tipik bir Anadolu şehri burası. Dağlar rüzgarı kesiyor ve gündüz yaprak kımıldamıyor. Akşam oldu muydu da bir esinti başlıyor ama üşütmüyor. Yazları çok sıcak olmadığı söylense de pek emin olamıyorum. Kaş’a benziyor sanki. Esintiyi engelleyen dağlar var ve Akdeniz’in yerini Yeşilırmak almış burada. Şehrin turistik ve yerlisinin serbest dolaşım alanları var ve köprüler dolayısıyla Yeşilırmak bu ayrımı belirginleştiriyor. Turistik otellerin olduğu aynı zamanda Kralkaya Mezarlarını’da barındıran tarafta yerli yabancı turistler ve tezgahlarda hediyelik eşya satan çoğu kadın olan satıcılar var ve sizi hiç telaşlandırmıyorlar. Ama köprünün öte tarafında tam bir Anadolu erkeği profili var ki, gençleri güruh diyebileceğim gruplar halinde geziyor ve sözlü sataşmalara eğilimleri var bariz bir şekilde. Müze, manzara umurlarında değil, tuhaf eğlence anlayışları ve yaşlarının verdiği umarsızlıkla her şeyi ve herkesi birer eğlence objesi olarak görebildikleri gibi saatler biraz geçse muhatap aldığınız gruplarla tatsız bir dialog içine girebileceğiniz duygusuna kapılıyorsunuz. 20140411_143056 İlk durağım “Kralkaya Mezarlıkları” oluyor. Dizlerinizi titretiyor tırmanış. Bir de inişi var daha güç olan. Zamanında hapishane ve cezalandırma merkezi olarak da kullanılmış ve güzergahımın güzide durakları oluyor türlü çeşitli hapishaneler. Bir de inişi var derken, başımın döndüğü bir anda kırmızı bir tişört giymiş bir beyden yardım istiyorum ingilizce. İkimizden başka da kimse yok etrafta. Can havliyle soruyorum panikten(beraberinde türkçe meali): -“Do you speak English?” => İngilizce bilir misin? -“Yes.” => Evet. -“Where are you from?” => Memleket? -“Thailand.” => Tayland. -“Is there a good view from there? Because I’m in a bad mood and I can’t get there anymore and also I can’t return back, I can’t move on, either. A bit vertigo came. This sometimes happens to me. Ahaha.” => S.O.S. -“Are you a local people?” => Buranın yerlisi misin? -“Yes but not from here, from İstanbul.” => Aslen İstanbul’luyum. -“O.k.” => Tamam. -“O.k.?” => Tamam? -“Fine, it is. Come and repeat after me. Very easy. Very easy.” => Ala. Yürü ve tekrarla, çok kolay çok kolay. -“Very easy, very easy, ya!”=> Gözün çıksın! Bir elini bile vermedi kırmızı tişörtlü bir hayli kırıtan arkadaş. Beni beklemedi bile. Ama sonra ben kendisini meydandaki yaşlı ve lokal amcaların oturduğu yerdeki sandalyelerden birinden kırıtarak kalkarken gördüm. Amasya’da monotonluktan sıkıl sıkıl oturan ahali için efsane bir sohbet konusu olmak çok daha cazip gelmiş olsa gerek kendisine. Hiç ingilizce bilmeyen adamlarla ne konuştu, ne anlattı onlara, nasıl anlaştılar bir bilinmez olarak kaldı benim için. Bana bir serçe parmağını bile çok görmüşken ve tacını almaya giden bir güzellik kraliçesi edasıyla yürürken.. SABUNCUOĞLU ŞEREFEDDİN TIP VE CERRAHİ MÜZESİ: 20140411_151516   20140411_151627 Bana indirimli bilet kesen Mehmet Bey’in rehberliğinde gezdiğim müze çok daha fazla anlam kazandı benim için. Bir sürü bilgi sahibi oldum sayesinde. Es geçebileceğim her bir ayrıntı, titizlikle ve sabırla aktarıldı. Hem babası hem de dedesi hekimbaşlık yapmış ünlü hekim, hiç evlenmemiş ve Amasya doğumlu. Buradaki bimarhanede çalışmış on dört yıl boyunca ve bu da benim gezdiğim üçüncü darüşşifa olmakta. İlki Kayseri Merkez’deki Gevher Nesibe Darüşşifa’sı, ikincisi Sivas Divriği’deki Divriği Darüşşifası’ydı. Tek farkla burada müzikle yapılan terapinin baş mimarları cansız mankenlerle konserdeymişçesine karşınızdalar ve Sabuncuoğlu’nun dişçilik, ortopedi, üroloji, kadın doğum gibi alanlarda kullandığı yaklaşık 228 farklı alet bölüm bölüm sergilenmekteler camekanların içerisinde panzehir ve narkozun mucidine ithafen, saygıyla. Sanıyorum en sevimsizi kadın doğum bölümündeki aletler idi. Kerpetenler vardı sanki. Bu dünyaya çocuk getirmeye karar verirsem biri beni vursun yahut başıma külünk insin. 20140411_151058 Amasya aynı zamanda bir müzeler şehri. Özel Şehzadeler Müzesi, Ferhat ile Şirin Aşıklar Müzesi, Maket Amasya Müzesi, içerisinde 14. yy’a ait İlhanlı dönemine ait erkek, kadın ve çocuklara ait mumyalar ve Hititlerden günümüze kalan tek tanrı heykeli olduğu için literatüre de girmiş olan “Hitit Fırtına Tanrısı: Teşup” heykelciğini de barındıran Amasya Müzesi var şehrin sınırları içerisinde. Ayrıca çıkartılan küp ve çömlek mezarların içine ruh deliklerinin açıldığı gözlemlenmiş. Bu da öldükten sonra yeniden dirilme inancı olduğunu göstermektedir. Bir zamanlar insan olan bu mumya ve kemikler de bedenin kifayetsizliğini hatırlatıyor insana.  Derisi sapır sapır dökülmüş mumyanın gözler önüne serilmiş kaburga kemikleri Afrika’ da aslan sürüsü tarafından yenmiş, çoktan öğütülmüş bizondan geriye kalanları anımsatsa da, tek gözüyle ben de insandım bir zamanlar der gibi bakıyor ve dudaklarında korkunç bir şeyler donmuş sanki zamanında.   20140411_160505   20140411_160013   Ferhat ile Şirin bu topraklarda yaşamış. Amasya Sultanı’nın kızkardeşiyle(zengin kız), nakkaş Ferhat(fakir ama gururlu genç) aşk için bahane aramaksızın aşka düşüvermişler bu topraklarda. Şirin’in ablası olan Mehmene Banu ise gizliden daha çok sevmiş Ferhat’ı ve kendine istemiş. Engeller koymuş Ferhat’ın aşkıyla Ferhat arasına. Ve bir külünk girivermiş Ferhat’la aşkı arasına ama aynı külünk küllerinden bir efsane doğurmuş yöre halkının dilinden günümüze dek ulaşan. Ama bu da bir efsane sonuçta ve her efsane gibi yoruma açık olup, menşeisine bakıldığında bir İran halk öyküsü olan Hüsrev-ü Şirin’den konusunu almış bir halk oyunudur esasında. Çeşitli yorumlarla günümüze kadar gelmiş, ülkeden ülkeye, yorumcudan yorumcuya farklılıklar göstermiş, Nazım Hikmet tarafından da bir tiyatro oyunu olarak uyarlanmış ve Devlet Tiyatrolarınca sahnelenmiştir defalarca. Size saymış olduğum müzelerden sadece Ferhat ile Şirin şehrin biraz dışında. Onun dışında tarihi ve turistik her yer yürüyüş mesafesinde. Şehrin içinde sorarak bulduğum tek müze ise Amasya Müzesi oldu. Onu da şu bizim Taylant’lıdan feyz alarak, birbirine tıpatıp benzeyen ucu tostoparlak, gerisi patates burunlu, kasketli, muhakkak bıyıklı, siyah ceket pantolon içine beyaz gömlek altına siyah makosen ayakkabı giymiş lokal insanlara sordum. Çok da canayakın buldum kendilerini. Taylant’lı işini bilirmiş, bir yeri oranın yerlisine sormak gerekmiş ama lokal olmayanına el vermemesi affedilir gibi değildi. Sanıyorum bana biraz koymuş. Nihayetinde Strabon’un memleketindeyim. Bir filozof, tarihçi ve coğrafyacı. Dünyanın en önemli bilim adamlarından ve en eski hekimlerinden Sabuncuoğlu bu topraklarda doğmuş, kendini yetiştirmiş. Osmanlı döneminde çok fazla önemsenmiş burası, yükseliş döneminde tahta geçmiş bütün padişahlar burada Sancakbeyliği(Valilik) yapmışlar. Gündüz bıraksa gece göz göz olmuş Kralkaya Mezarlarıyla geçmişe göz kırpıyor her daim.  Benimse şimdiye kadar gördüğüm en sinematografik şehir olmuştur Amasya. 20140411_145449 20140411_143254   20140411_141531   20140411_142257 20140411_142306

ANADOLU VOL 6: ESKİŞEHİR

ESKİŞEHİR:

image

Başarılı belediyecilik faaliyetleri sayesinde Anadolu’nun orta yerinde bir vaha Eskişehir. Şehrin modern yüzünün mimarı bir Avrupa şehri kurmuş Porsuk Çayı’na nazır. Mazisi Eti’lere dayandığından pir ya da mir lakabı gibi kimi açılan müzelerin başında Eti ibaresi var. Eti Arkeoloji Müzesi, Eti Sualtı Dünyası gibi ve özellikle bahar aylarında Venedik’i aratmayan zevkli gondol turlarıyla, Odunpazarı’yla, Mumya Müzesiyle, park ve bahçelerinde gizli hazineleriyle bir parça ferahlık veriyor insanın ruhuna. Bu şehir ülkedeki tüm olumsuzluklara rağmen insana kendini iyi hissettirtiyor. Anadolu Üniversitesi’nin kampüsü dışarıda olmasına rağmen öğrenciler şehirle içiçeler ve stüdyo tipi daireler kapış kapış gidiyor. Aynı zamanda Gezi Park’ındaki ortak buluşma yerleri olan Espark’ın önünde toplanma, eyleme hazırlık ve eylemin başlangıç noktası olma düsturu halen daha devam etmekte. Espark’sa gene şehirle içiçe bir alışveriş merkezi ve muadili bir sürü sevimsiz alışveriş merkezinin yanında tatlı tatlı yükseliyor kendisine yüklenen bir sürü anlamla, çevresini kuşatan onca insanla.

Üniversiteli çocuklarla konuşuyorum. Bana ulaşımla ilgili hiçbir sorun yaşamadıklarını söylüyorlar. Şehir derli toplu ve düz ayak. Rahatlıkla evlerinden çıkıp, alışverişlerini yapıyor, sonra da biraraya geliyorlarmış hiçbir toplu taşıma aracı kullanmaya gerek duymadan. Şehrin orta yerindeki tramvay sizi otogara kadar götürüyor. Hem vazgeçilemez bir Anadolu kültürü, hem modern bir zihniyet içiçe geçmiş, birbirine saygılı bir şekilde yaşıyorlar. İçtikten sonra evine bundan daha kolay ulaşabileceğin bir şehir daha yok. Aynı zamanda içtikten sonra sorunsuz bir şekilde bunca kolay evine ulaşabileceğin bir başka şehir daha da yok. Siz bakmayın eli sopalı bir gece vakti türeyen hırtlara. Onlarda da insan sevgisinden eser yok.

Gençlerle konuşulacak en yüce şey aşk ve ben de ne istediklerini, ne aradıklarını soruyorum. Başörtülü kızlarla konuşuyorum. Bize bizim gibisi gerek, biz yalnız Allah’a hesap veririz diyorlar. Tamam. Ailesi sosyal demokrat olanlar var, militan kürtlerle anlaşmakta güçlük çekiyoruz, saçımız ve bedenimiz bizimdir, onunla ne yapacağımız sadece bizi ilgilendirir erkeklere hesap vermek zorunda değiliz diyorlar. Tamam. Kürt kökenlilere soruyorum, bizim taraftan olsun, biz bizden başka kimseye hesap vermek zorunda değiliz diyorlar. Tamam. Herkes bir tarafta. Tamam. Yoktu böyle şeyler eskiden. Eskiden aşk vardı, milliyet-din-dil ayırt etmeksizin. Şimdi önce rencide olmak istememek var ve kimsenin karşıt görüşte fanatikliğe tahammülü yok. Ben sadece dinliyorum herkesi. Herkesin dokunulmazlıkları var kendince. Aşk ve aşık yok artık. Üç kesimden tam bir Avrupalı zihniyetiyle cevap vermiş oldular bilmeden. Kafaların, fikirlerin anlaşması mühim olan. İyi sohbet ettiğin, çok da fazla karşı tarafın etlisine sütlüsüne bulaşmadığın takdirde yürütülecek bir oluşumun olasılığı idi bahsettikleri. İçgüdüler anlık ve gençler en çok cinselliği içgüdüsel bir dürtüden ibaret sanıyorlar. Karşı konulmaz olan aşka giden yoldaki en önemli itki içgüdü aslında. İçgüdülerinle aşık olursun ve aşkı cinsellikle beslersin kimi zaman ve asla yadsıyamaz, hafife alamazsın. Bu çocuklar aşka giden içgüdülerini öldürmüşler çoktan.

20130603_203222

HORTU:

Şimdilik ya da en nihayet demeliyim, Eskişehir ilinin Sivrihisar ilçesine bağlı bir köy ya da belde olup geçen sene gittiğimde belediye statüsüne erişip kasaba olarak anılmaya başlamış olup(hikaye o kadar karışık ki, gitmeden belediye başkanı ya da köy muhtarı ya da konumu her ne ise yetkili kişiyi arayıp kafam iyice karıştıktan sonra gidip görmeden tam olarak anlayamayacağıma karar vermiştim), aslında Konya Ereğlisi’ne bağlı iken adı Sazlıköy ve Bağbaşı olarak da anılmış ama nihayet Nasreddin Hoca Köyü ya da Kasabası olarak kayıtlara geçirilmiş ama herkes tarafından Hortu olarak söylenen bir yerdi. En acayibi ise buraya en kolay Ankara’dan ulaşabilmeniz. Şaka gibi. Tıpkı Hoca’nın kendisi gibi. Nasreddin Hoca’nın doğduğu ve yaşadığı ve en nihayet öldüğü köy burası. Nüktedan kişilikli rahmetli dünyanın orta yeri burası derken, gelin ve de görün der gibi meydan okuma halindeymiş sanki dünyaya, tatlı tatlı. Ve torunları şaşırtıcı derecedeki benzerlikleriyle köyde/beldede yaşamaktalardı son bıraktığımda. Haziran ayında da doğumunu kutluyorlar Nasreddin Hoca’nın. Menüde etli bulgur pilavı var(önümüzdeki haziran menüsünü bilemem şimdiden). Köyün diğer köylerden bir farkı var mı diye soracak olursanız, pek yok. Yolları asfaltsız, her tür hayvan evlerin bahçesinde tozutuyor, bir kapı aralandığında horozlar ve tavuklar kah gıdaklayarak kah öterek, arada sanki kanatlanacakmış gibi havalanıp tekrar pençelerinin üzerine konup kanatlarındaki tüyleri saçarak koştururken ve kendilerini takip eden civciv ordusu ortalığı birbirine katarken evin miskin ve mecalsiz köpeği başını kaldırmak yerine sadece kuyruğunu sallayarak tepki verip, sürpriz bir baskınla ancak ısıttığı yerinden kalkabiliyor. Otlamaktan dönen ve çıtırık bacaklarıyla beni görünce şaşırıp kaçan danalar ancak, mahçup hayvanı yerinden kaldırabiliyor. Hayat herkesin karşısına mahçup olacağı birilerini çıkartıyor ve şaşırtıyor, bakar mısınız? Tavuk ve civcivler mi, onlar oralı bile olmadı. Tek yaptıkları kendi aralarında tepişmek idi, kimselere bulaşmadan.

image

image

SİVRİHİSAR:

Atatürk, Ankara dışındaki ilk Bakanlar Kurulu’nu burada, Zaimağa Konağı’nda toplamış. Türkiye’nin dört bir tarafından gelen temsilcilerin temsili fotoğrafları, oturma düzenleriyle beraber yemek masasının etrafında bir bardak suları eşliğinde sunulmakta. Bir sonraki durak olan Surp Yerortutyun Ermeni Kilisesi’ne gidiyoruz. Ben gittiğimde tadilattaydı. Hemen arkasındaki ilçenin ismini aldığı dağlardan gözlerini alamıyor insan. Dağlara sırtını dayamış bir kilise var önümde ve Türkiye’nin ikinci büyük Ermeni-Ortodoks Kilisesi olması itibariyle de son derece geniş ve ferah. Yakın zamana dek unutulmuş, biraz da boşverilmiş ve depo olarak kullanılmış. Merkezdeki Selçuklular’dan kalma Ulu Cami’de tadilatta idi aynı dönemde ve bahçesinde gömü bulunduğundan bahsetmişlerdi. Sebepsiz zenginleşmenin nedeni topraktan çıkan gömü olabiliyor bazen. Hani derler ya bir gömü buldu eşelerken eşelerken sonra da şehre gitti haber etmeden belli olmasın diye, Anadolu’da böyle bir yer işte, toprak bereketli eşeledikçe veriyor bir şeyler; ya buğday ya define. Umutsuz olmamak lazım benim kaderci ülkemin oturduğu yerden hayatın kendisine gelmesini bekleyen kadersiz insanları. Hep eşelemek lazım yerin altını, kazımak lazım tencerenin dibi gibi olmuş ziftini.

image

image

image

image

image

Sen buna aşk mı diyorsun?

Yanımda sevdiğim,
Var
Diyorsun.
Evet, diyorsun.
Hayır, bilmiyorsun.
Bunu aşk sanıyorsun!
Her şey çok doğru bir şekilde ilerliyor.
Sen buna mutluluk diyorsun.
Bunu mutluluktan sayıyorsun.
Boğuluyorsun
Yüzmeye çalıştığını farz ediyorsun.
Gülümsüyorsun
Gözyaşlarını içine akıtıyorsun.
Anlamıyorsun.
Hayatın anlamsızlığına kılıflar dikiyorsun.
Böyle daha kolay geçer sanıyorsun.
O yapmaz senin yaptığını.
O bilir ama bilmez.
Görür ama görmez.
Bir deli bilir ancak
Ve de görür.
Hayatına katmaya çalıştığın
Onca anlamın
Onca anlamsız olduğunu..

Günleri saatlere
Sonra gece ve gündüze böldün.
Haftayı haftasonlarından ayıklayıp
Ismarlama aşklarla vakit geçiren
Görücü usulüyle eş bulup
Mantıkla yatağa giren
Mutsuz mutsuz çevresine bakan
Tuhaf insanlarla çevrili
Bir tuhaf insanlar topluluğuna dahil oldun.
Bir filmde tüm boşluklarımı doldur diyordu
Boşlukları doldurmaya insan yetmez bazen.

Ruhumda uyandırdıklarını bir bilsen
Tatlı bir boyun eğiş
Başkaldırı
Çok hissetme
Yok hissetme
Çoklu organ yetmezliği
Yaşama azmi
Savaş
Barış
Endülüs
Barok
Siyah
Beyaz
Okyanus
Çöl
Tüm zıtlıkları aynı anda yaşatmasaydın
Uykuda olurdum ben zaten.
Erken gelen yaza çıkar mıyız, lbilemem.
Bahar geçer de..

A-"Çok yaşlısın."
Z-"Çok toysun."
A-"Çok yavaşsın."
Z-"Çok acelecisin."
A-"Çok hastasın."
Z-"Sen de."
A-"Kaf dağında gibisin."
Z-"Sense ilkel."
A-"Küçük görüyorsun."
Z-"Büyütüyorsun."
A-"Acınası hallerin var."
Z-"Dalga geçilesi hallerin.."
A-"Seni seviyorum."
Z-"Biliyordum."
A-"Ukalasın."
Z-"Kötü huylarımı kendine tanrı edinmişsin bakıyorum."
A-"Her şeyi bildiğini zannediyorsun!"
Z-"Bana hayran olma nedenindir."


Dünya kocaman ve sen küçücüksün. Bir dağın zirvesine çıkıp aklınca ona ulaşmaya çalışıyorsun. Çabaların bununla da sınırlı kalmıyor. Onun canına
okumak için var gücünle çalışıyor, doğayı katlediyor, kaçan insanlığını kovalama peşine dahi düşmeden yeni hedefler belirleyip yeni yerleri talan ediyorsun. Yakıyor, yıkıyorsun. Sonra da jet hızıyla en başa dönüyor ve bu sefer bir çöp yığınının üstüne çıkıp dünyaya bakıyorsun. Gene küçücüksün ve buna karşılık yapacak bir şey bulamıyorsun. Her şekilde seni aşıyor. O da senden beklemezdi. Siz bir karıncayla, bir fili andırıyorsunuz en çok. Küçük gördüğünü seni, itiraf ediyor en nihayet. Bu kadar hırsın nereden geldiğini anlamakta güçlük çekiyor. Kendi koynundan, kendi topraklarından çıkan yılan mıymışsın sen? Öyle diyor, senden korkusuna fısıldıyor. Daha çok saçmalama diye. Şimdilerde sorup duruyor kendisine ettiğin bunca eziyetin sebebini. Cevabın güldürüyor herkesi. Canın sıkıldığı için yapmışsın. Herkesin bildiği yalanlar vardır diyorsun. İnsan kendi seçme şansına sahip değilmiş kendi ailesini, kendi karakterini, kendi kaderini. Bize sordular. Biz seçtik evet. Kısmen. Çünkü bir kısmımız mazoşisttik ve acı istedik. Herkes rahatı sevmez. Dolayısıyla seçimlerini ona göre yapar. Öyle de oldu. Sen bir "Don Kişot" olmayı seçtin. Ama hırslaazmi karıştırdın. Kavramları karıştırdın ve o kafa karışıklığıyla senden böyle bir şey çıkıverdi. Şimdi geldiğin noktada artık sıkılmış bulunmaktasın. Sıkıldın bu dünyadan, sıkıldın hayatından, sıkıldın herkesten. Ondan dizlerinin üzerine çöktün. Ondan boyun eğdin. En üst noktaya çıkmış olsan da hep küçük kalıyorsun. Sen en çok bundan sıkıldın. Şimdi artık bir tanrı yaratmanın tam zamanı ya da kendi kendini tanrı ilan etmenin. Sanırım en doğrusu ilki. İkincisiyle güldürürsün çünkü elaleme kendini. Ruhunu dinlendirmek, küçük bir mola vermek için sana bir tanrı gerek. Seni yaratan değil, seni yaşatan bir tanrı gerek. Yaratanın takip etmeyi bıraktığı düşünülürse, sana elinden tutacak yeni bir tanrı gerek. Balkonundaki saksı çiçeğinde gizli olsun, damarlarındaki kanın olsun, en sevdiğin hissin içinde saklı olsun ve sen onunla konuş. Bir baba gibi, bazen bir arkadaş, yoldaş ya da abi gibi. Sana yol açmasın, yol göstersin tek. Bir kar tanesi gibi nazlı nazlı süzülürken bulutların parçaları, sen şimşekte gör mucizesini. İçten içten konuşsun seninle ve desin ki; sen başkasın. Bunu tek o fısıldasın kulağına yeter. Alelade bir insan değil, o söylesin. Yeter. Sen bir ona inandıN, bir ona güvendiN. Yeter. Sen kendi tanrını yarattın. Bu da sana yeter.

ANADOLU VOL 5:NEVŞEHİR-KIRŞEHİR

NEVŞEHİR:

“Hayat doğru ve yanlışların çatışmasından ibaret.” Alıntıdır

“İki kişi olarak çıktığın tüm seyahatlerde karşındakini dinlersin. Bir başına gittiklerinde ise kendini  ve çevreni ama en çok kendini.” Alıntı değildir

Kapadokya Bölgesi: Pers dilinde “Güzel Atlar Ülkesi(Diyarı) olarak Aksaray, Niğde, Nevşehir, Kayseri, Kırşehir illerinin kapladığı alanın birleşimi olarak tanımlanır. Dünyada başka bir örneği bulunmayan yeraltı şehirleri, mükemmel bir tekniğin ürünüdür. Havalandırma sistemleri, hava dolaşımı tünelleriyle, emniyet ve güvenlik sistemleriyle, giriş ve çıkışlarda ilginç teknikleriyle, zemindeki kuyularıyla ve çöp toplama mekanizmalarıyla bugün bile ziyaretçileri şaşırtmaktadır. Bölgede binden fazla kilise olduğu ifade edilmektedir. Unesco’nun Dünya Kültür Mirası listesinde yer almaktadır. Kapadokya Bölgesi’nde ayrıca Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin seçkin örneklerine rastlanmaktadır. Ürgüp Şarap Evleri, Balon Gezileri, Safarileri, Çömlekçiliğiyle, Halı-Kilim Dokumacılığı, Oniks-Taş İşlemeciliğiyle ünlüdür.

Türlü çeşitli nedenlerden ötürü defalarca buraya geldim durdum. Uslu bir halkı var ve daha düne kadar işssizlik sorunları yok idi balon turizmi sayesinde bildiğim kadarıyla. Japon turistlere yapılan saldırı ve balon kazası tur iptallerine neden olsa da yavaş yavaş toparlayacaklarını düşünüyorlar. Nevşehir merkezdeki gençlere tecavüz olayının nasıl sonuçlandığını sorduğumda, cevap verirken çok hoşnut görünmüyorlar ve seslerini iyice kısarak ve çevrelerini kontrol ettikten sonra bana cevap veriyorlar ihtiyatla. Gerçek failin yakalandığını, yanlışlıkla yakalanan ilk failin serbest bırakıldığını söylüyorlar. Kendi memleketlileri olduğu için durumdan hiç mi hiç memnun değiller. Damgalanmak istemiyorlar. Onlar kısık sesle konuşurken, bende kısık sesle internette araştırma yapıyorum ve üzerinden epey zaman geçen olayın zihnimde canlandırdıklarını tazeliyorum. Birden gülmek geliyor içimden önümdeki yazıyı okuyunca. Diyor ki: yanlışlıkla yakalanan zanlı serbest bırakıldığında “koktum, bir an önce duş almak istiyorum”. Saf saf bunu söylemiş. Gazetecilere. Çok insani bir durum ve istek olmakla birlikte çektiği korku ve sıkıntıdan ayrıca da yaşadığı sorgulamadan hele ki hayatında ilk defa karşılaştığı düşünüldüğünde herhalde ne dediğini ne diyeceğini bilmez bir haldeydi ki gazetecilere ben koktum, yıkanmalıyım diyerek sanıyorum bedensel bir durumla beraber ruhsal bir arınmaya da ihtiyaç duyduğunun sinyallerini vermekteydi sanki bilir bilmez. Balon kazasında üç Brezilyalı ölmüş. Bundan önce yaşanmış bir balon kazasında ise çok ünlü bir İngiliz bilim adamı ölmüştü. Kazanın tanıklarından bir kişinin benim turist rehberime aktardıklarını aktarıyorum. Bay Beurle yeni kalça protezi ya da ona benzer bir ameliyat geçirmiş olup, olay esnasında koltuk değneği ya da baston kullanmaktaymış. Düşmeye başladıklarında kendisine dizlerinin üzerine çökmesini söylemişler, fakat kendini kollamayı başaramayan Bay Beurle’ün göğsüne baston ya da benzer preparatı girerek ölümüne sebebiyet vermiş. Burada önemli olanınsa Nasa çalışanı olduğundan olayda ihmalden çok komplo şüphesinin olabileceğinden derin soruşturma yapıldığının, yaralı bile olsa kalan turistlerin kurtulduğu, tek Nasa çalışanının ölmesinin ise akıllarda soru işareti bıraktığını söylemesiydi. Bay Beurle’ün facebook’undaki son mesajı ise şöyle imiş:”Kapadokya’nın süngertaşı topraklarında tur atıyorum”. Hayat ne tuhaf değil mi? Dünyanın uzak ucundan geldiğin bir memlekette bıçaklanarak öldürüldükten sonra bedenine bir parça saygı beklerken üstüne üstlük tecavüze uğruyorsun. Bir adamın ne bedenine, ne ruhuna saygısı olmayabiliyor. Bir kötüye iyi olmuyormuş demek ki. Allah hep iyilerle karşılaştırsın herkesi.

Her geldiğimde en çok karşılaştığım ve zaman geçirdiğim millet ya Koreli, ya Malezyalı yahut Çinliler oluyor. Çinlilerle Mo Yan hakkında konuşmaya çalışıyorum, bir tanesi ülkesinin çok büyük olduğunu bu yüzden pek fazla kendisini ve eserlerini bilmediğini söylüyor. Çinlilerin değişik yorumları vardır her zaman. Günlük tur satın aldığım bir gezide Malezyalı bir çift vardı, erkek olan aslen Çinli olduğunu ve küçükken babasının boyu uzun olsun diye fareyi pişirmeden ama sanırım ölüyken -yoksa içini kemirir durur- kuyruğundan tutarak yutmasını söylediğini, kendisinin de ilk ve son kez babasının ricasını yerine getirdiğini söylemişti. “Sonra” demişti ve eklemişti:”Sence işe yaramış mı?” Fotoğrafını ekleme nedenimdir. Siz bir bakın bakalım işe yaramış mı yaramamış mı? Yoksa fareyi çiğ çiğ yediğiyle mi kalmış, kuyruğunu hüpletmesi de cabası. Tanrım sen tüm Çinlilere bir parça damak tadı ver. Eşit olsun, yeter. Çok kalabalıklar çünkü. Ve hurafelerden uzak tut beyinlerini.

IMG_1087

IMG_1097

Göreme’de yabancı turist sayısı çok. Burası daha çok western filmlerindeki kasabaları anımsatıyor. Şirin cafeleri var ve kışın gittiyseniz eğer sıcak kırmızı şarapları içinizi ısıtabiliyor. Esnaf baskıcı değil. Zaten genel olarak Nevşehir insanında zalim ve baskıcı bir taraf yok. Uslu ve medeniler. Yolda bir kızla konuşuyorum. Ürgüp’te olduğumuzdan çevreden bir barı örnek veriyor. Kadınlar oralarını buralarını açıyor diyor. Nasıl yani diyorum. Abuk subuk hallere giriyorlar diyor. Garip garip giyiniyorlarmış. Ya erkekler ne yapıyorlar diyorum. Onlar sindikleri yerden çıkıyorlar, sanki hepsi birer ısrarcı Seymen Ağa oluyorlar diyor. Anladım diyorum. Zihnimde canlanıyor, gözünle görmediğine inanma derler ama.. Sahi öyle bir dizi vardı, maço erkeklerle bezeli bir diyarda geçer idi, tüm kadınlar ona hayran idi.. Asmalı bir şeydi adı, neydi neydi?

Balona binmek öyle kolay değil, Bir parça Nemrut macerasını anımsatıyor. Hava henüz aydınlanmadan yollara düşmeniz gerekiyor. Saatini kaçırırım diye uyandırma servisini ve resepsiyonu çılgına çevirip, sonunda sıfır uykuyla saati sabah etmiştim. Dört buçuk gibi uyanıp ya da hiç uyumadan sizi bekleyen servise binip, otelden otele sıcak balon meraklılarını toparlamak için uğradıktan sonra dünyanın dört bir yanından gelmiş insanlarıyla beraber henüz daha aydınlanmamış havada çay kahve ve aperatif ikramı eşliğinde bekleşip kendi balonunuza doğru seyir almaya başlıyorsunuz. Balonlar yan yatmış vaziyette sizi bekliyorlar. Her balonun bir ekibi var ve harıl harıl çalışıyorlar başında. Uzaktan başlıyoruz beklemeye, şişse ve kalksa diye. Alacakaranlık bitmek üzere hava aydınlanıyor biraz biraz ve balonlarımıza biniyoruz. Seksen günde devri alem yapacakmışız hissine kapılsak da kaptanımızın kadın olduğunu ve sabah sabah gergin olduğunu ve hiç durmadan konuştuğunu ve bir süre sonra hiç susmadığını anladığımızda bile serüvenin heyecanını duymaktayız. Son derece anaç ve ihtiyatlı pilotumuz. Her iki cümlesi bakın şu balon şunu yapıyor, o vadiye giriyor ama aslında çok tehlikeli, biz yapmamalıyız oluyor ve bizi hep aynı anaç dürtülerle koruyor. Sürekli oluşabilecek bir takım olumsuzluklar var ve biz tüm bunlar gerçekleşmesin diye sürüden ayrı önce can sonra canan kıvamında ilerliyoruz. Bana soru sorun diyor. Sabahın çok erken saatleri ve insanların zihni çalışmıyor ve benim bindiğim balonda çevreyi kısa boyundan ötürü görmek için zıp zıp zıplayan ve her seferinde dizlerime darbe, pantolonuma topuk izlerini bırakan çocuk bir yol arkadaşım var. Anne babası ise manzara fotoğraflarına birkaç yüz tanesini eklemekle meşguller. Kaptan pilotumuz ise inene kadar heyecanını yitiremeyecek gibi. İyidir derler meslek heyecanı için. “Bakın bakın şimdi bir şey vadisinin tam üzerindeyiz ama biz ne yapmıyoruz onlar kadar alçalmıyoruz. Çünkü tehlikeli. Bakın bakın bir başka balon ama ne yapmıyoruz, biz kendilerine o kadar yaklaşmıyoruz, çünkü balon birbirine değebilir, yırtılabilir, düşebiliriz, biz sadece uzaktan bakıyoruz.” En tuhafı neydi diyecek olursanız, bence, karşılaştığınız uzak balonlardaki insanlarla bakıştığınız o kısacık anlarda, farklı Nuh’un gemilerinde gibi hissetmeniz kendinizi. Sanki başka dilde konuşan bir balon ve onun mürettebatı var ve balonlar her yaklaştığında tüm itiş kakış ve konuşmalar kesiliyor ve herkes karşı balondaki insanları incelemeye koyuluyor. Uhrevi bir sessizlik ve her biri bir başka Nuh’un gemisinin mürettebat ve yolcuları gibi. Ben bu geminin zebrasıyım. İki rengim var. Avcılar beni kolay vurmasın istiyorum. Nasılsa vururlar ama zorlansınlar istiyorum.

IMG_0933

IMG_0983

IMG_0987IMG_0952

IMG_1079

IMG_0992

IMG_1011

IMG_1111

IMG_1103

İniyoruz ve sağ salim inmenin vermiş olduğu sevinç sanırım kutlanan patlatılan şampanyalar eşliğinde. Daha ağzıma bir lokma koyamamışken şampanyayı yudumlayacak halim yok. Uykumsa açılmış ve şimdi bir balona daha binebilirim keyfince ama çok geç.

İki gün boyunca harici olarak satın alabileceğiniz turlara eksizsiz katılırsanız eğer tüm doğal güzelliklerini yaşayabilirsiniz bu enteresan şehrin. Derinkuyu Yeraltı Şehri, Ihlara vadisi, Avanos, Çavuşin, Uçhisar, Hepsi güzel, hepsi görülmeye değer. Ben en çok Sekiz katlı Derinkuyu Yeraltı Şehri’ni beğendim.

KIRŞEHİR:

Nevşehir ve Kırşehir yıllar boyunca kız alır verir gibi birbirleriyle ilçe alışverişi yapıp durmuşlar. Bir bakmışsın bir ilçe bir yerinken, bir bakmışsın ötekinin oluvermiş. Kız tarafı oğlan tarafı derken de bu işten galip Nevşehir çıkmış. Avanos, Ürgüp, Gülşehir gibi Hacıbektaş da Kırşehir’in bir ilçesiyken Nevşehir’in oluvermişler. Kırşehir’e de kala kala Ahi Evran kalmış. Bu şehre geldiğinizde size Ahi Evran’la yol tarifi yapacak olurlarsa durun ve bir kez daha sorun. Çünkü burası alternatifin sıfır noktası. Çünkü burada her yer Ahi Evran. Ahi Evran sokağı, mahallesi, türbesi, camisi, kuyumcusu, bakkalı.. Kısaca her yol Ahi Evran’a çıkmakta ve dön dolaş bir şehirde gene vardığınız yer Ahi Evran olmakta. Onun dışında en turistik ilçelerini kaptırdığından olsa gerek zamanında gittiğinizde öğrencilerle bezeli, üniversitenin ekmeğini yiyen(Elbette ki Ahi Evran Üniversitesi olacaktı adı, ya ne? Burada ikinci bir şık yok isim hususunda), hakkaniyetli ve tavuksever ve kaşarlı tost satışında rekor kıran bir esnafı ve Neşet Ertaş’ı ve aslen Kırşehir’li olmasa da bir zamanlar topraklarında doğmuş, artık anılmaz olan Uğur Mumcu’su var.

HACIBEKTAŞ:

20140228_150431

20140228_150425

İlçeye isimini de veren Hacı Bektaş-ı Veli Horasan erenlerinden olup, Ahilik Teşkilatı ile Osmanlı’nın kuruluş devrinde Anadolu’da sosyal yapının gelişmesinde büyük katkılar sağlamış, Bektaşi tarikatının isim babası, aynı zamanda şair ve mutasavvıftır. Osmanlı Ordusunda yeniçeriler Bektaşîlik kurallarına göre yetiştirilirdi. Bu nedenle Yeniçerilere tarihte Hacı Bektâş-ı Velî çocukları da denirdi. Hacı Bektâş-ı Velî’nin sohbetlerini takip ederek onun tarikâtına bağlananlara ise “Bektaşî” adı verildi.

“Mü’miniz Kalû-Beli’den beri
Hakkın Birliğine eyledik ikrar
Bu yolda vermişiz seri
Nebimiz vardır Ahmed-i Muhtar
La Yezal mestaneleriz
Nur-ı ilahide pervaneleriz
Sayılmayız parmak ile tükenmeyiz kırmak ile
On iki imam Pir-i tarikat cümlesine dedik beli
Üçler, beşler, yediler
Nur-ı Nebi Kerem-i Ali, Pirimiz üstadımız Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli
Demine devranına Hü diyelim Hü”.  Bir yeniçeri duasıdır.

ataturk-un-yeniceri-kiyafetli-fotografi_194895[1]

Kısmi aralıklarla geldiğim ve her seferinde aradığım sükuneti ve kendimi bulduğum yerdeyim. Enteresan bulduğum bir şey var anlatmadan geçmem. Her gelişimde aynı sokaklarında yürüyor, aynı dükkanlarına giriyor, aynı yerlerinde bekliyor ve belki de aynı insanlarla konuşuyorum. Bilemiyorum. Bunlar parça parça yaşanan olaylar ve her ne hikmetse her girdiğim aynı yerde hep farklı insanlarla karşılaşıyorum, bazen de o insanlar aynı insanlar bile olsa ne ben onları ne onlar beni hiçbir şekilde hatırlamıyoruz. Kimseyle tanışıklık yaşama şansım olmadığından da özgür hissediyorum kendimi bir nevi. Ruhumun kayıp olduğunu düşündürtüyor burası bana. Sanki ben hiç olmamışım veya yokmuşum gibi tekrar tekrar doğarak geliyorum sanki ve her seferinde yeni insanlar ve yeni başlangıçlar seriliyor önüme. Tam dört defa geldim ve üstüste geldiğim günler oldu, türbenin içindeki insanlar bile değişikti, bir gördüğümü bir daha görmedim. İnsanlar beni, ben onları.. sanki kolaylıkla unutuvermişiz birbirimizi. Masal gibi. Hiç gerçekten yaşanmamış gibi. Yalanmış hepsi.

image

Has Hacıbektaşlılarla konuşuyorum. Yaşlı başlı, çoğu bıyıklı Anadolu erkeği hepsi. Bir sürü şikayetleri var. Yörelerininn hiç gelişememesinden şikayetçiler. Bozkırın ortasında biz unutulduk diyorlar. Sahi burası ilçeden çok beldeye benziyor. Hiç gelişmemiş, hiç yenilenmemiş. Devletin kendilerini hiç desteklemediğini, kendi yağlarında kavrulmak zorunda olduklarını anlatıyorlar. Belki böylesinin iyi olduğunu, bölgenin bakirliğini koruduğunu düşündürtmekle beraber, en önemlisi kimsenin önünde baş eğmemek olduğunu ama bir yandan da gençlerin burayı terk etmek istememekle, işsiz kalmak arasında bocaladıklarını belirtiyorlar. Bazı gençler şehir dışında kazandıkları bir takım sınavlarla kabul edildikleri işlere aileleri yüzünden gidemediklerini söylüyorlar. Burada kalmak ya da giderek gözü arkada kalmak arasında sıkışmış gençler. Konya’nın tam kalbinde tüm ihtişamıyla yatmakta olan Mevlana’nın tam tersi bozkırın orta yerinde usul usul korunan bir başka mutasavvıf var. Kendi bizzat kullandığı Kızılca Halveti/Çilehenesiyle, ruhun aydınlanmasının bir sembolü olarak kabul edilen Çerağ’ıyla, Mühr-ü Süleyman simgesiyle, Kırklar Meydanı ile Alevi/Bektaşiliğin tüm simgeleriyle sizleri beklemekte.

Ne arıyorum diyorum, neden gidiyorsun diyorsun, ne bekliyorsun bir ölüden diyorlar. “Hiç”. Ruhuma ferahlık, biraz. İçimde bir yerlerde var olan, derin düşüncenin kaynağına inmek belki, biraz. Belki ete kemiğe bürünüp yunus diye görünmendir tek isteğim. Az yol değil teptiğim her sefer. O kadar yoruluyorum ki ama o kadar iyi biliyorum ki artık yazını ayrı, kış ve baharını ayrı. Baharda bir başka olur buralar. Söz bir dahaki sefere beraber geliriz. Yunus ol görün sen bana, çıkarım ben seninle yola.

-“Ne ararsın?”
-“Kendimi.”
-“Bulabileceğine inanıyor musun?”
-“İnce bir çizgi var ve çok az kaldığını biliyorum. Aslında buldum.”
-“Neyi buldun?”
-“Hayatı.”
-“Aramakla bulunan bir şey miydi o?”
-“İnsanına göre değişir. Ama yol almak gerek ulaşmak için.”
-“Ne manada yol, kaç kilometre?”
-“Her anlamda. Yollar alacaksın, kapılardan geçeceksin, insanlara değeceksin, bazen teğet geçeceksin, bazen kalplerinin orta yerinde geçmeden duracaksın, hayvanlar seveceksin, her sevdiğini gömeceksin, geri topraktan doğması için onları toprağa vereceksin, birde bu yüzyılda organlarını bağışlayacaksın, birilerinin ışığı olacaksın, birilerininse atan yüreği.”
-“Sonra?”
-“İnsan olacaksın.”
-“Şimdi nesin peki?”
-“Hiç’im. Ben daha hiç doğmadım.”

ANADOLU VOL 4:SİVAS-ÜÇÜNCÜ VE SON BÖLÜM

MADIMAK:

”Bin cefalar etsen almam üstüme.. Kula gölge ise Allah’a ayan.. Bu şirin canıma nasıl kıymışlar.. Sensiz dünya malı neylerim dostum..”

20140304_092824

Bir saatlik yola koyulmazdan önce merkeze iniyorum eski Madımak Oteli’ni görmek için. İl Özel İdaresi’ne bağlı “Bilim ve Kültür Vakfı” ibaresi var kapısında. Sevimsiz bir bina olmuş. Önce içeri giriyorum. Ölenlerin pardon öldürülenlerin isimlerini yazdıkları anma bölümü oluşturulmuş, karşı tarafta çocuklara yönelik çalışmalar ve kütüphane var. Seçilmiş olarak gelen insanların içi insan dolu bir binayı kundaklamazdan önce “Allahuekber” nidalarıyla halkı kışkırtıp, galeyana getirmesinin püf noktalarını anlatan bir biyografi mesela(Hiç insan insanı yakar mı? Nerede görülmüş, duyulmuş şey?). Tarih tekerrürden ibaret olduğundan, günümüzde de benzer örneklerine rastlanmaktadır: evde güç bela tutulan yüzde elli gibi-yalnız yüzde elli sağduyulu davranıp evde durmayı başardı ama onların da yerini polisler aldı-. İçerideki memurun gözlerinde de benzer pırıltılar var bana karşı. Hanfendi diye seslenirken, çakmak çakmak olmuş gözlerinden hiç pozitif enerji alamıyorum. Ama olsun ben de onu sabırla sınıyorum. “Neden üst kat kapalı, neden gezdirmiyorsunuz, neden daha daha üst katlar açık değil, kolonlarda sorun varmış, yukarıda duman kokusu varmış hala, ölülerin üzerine inşa edilen sevimsiz il özel idare binasından ancak çıka çıka bir kat mı çıktı, neden ahşap yapmadınız, böylelikle kolay alev almaz mı?” gibi.  Adamı sinir etmeyi başarıp, dışarıdan fotoğraflarını çekmek için köşeye gidiyorum ama o da ne? Tam çaprazındaki lokantadan Kayseri mantıları yiye yiye semirmiş, yüze iki yüz tepsi çapındaki kalçalarıyla üzerime üzerime gelen bir kadın var. O bedene ve o kiloya göre inanılmaz derecede de çevik. Pardesüsü el verdiğince bacaklarını açıp bana doğru koşar adım geliyor. Böyle zamanlarda hiç beklenmeyen bir ataklık da benim üzerime gelir ve converse’lerime kuvvet aksi istikamet yürüyorum hızla. Bir süre daha beni takip ediyor. Gözdağı verdi aklınca zarif bedeniyle. Asla unutmayacağım bir hışımla dükkandan fırlayıp, kalçalarıyla rüzgarı eze eze bana doğru yürüyüşünü. Sivas merkeze dair böyle de bir anım vardır.

20140305_091227

ŞARKIŞLA:

20140305_133318

Divriği kadar uzak değil, Ulaş kadar da yakın değil. Bir saatlik bir yolu var. Çok değişik bir mozaiğe sahip. Aşık Veysel’in köyü, Sivrialan burada. Bugün iki alternatiften birini seçmeliydim. Ya Yıldızeli’ne gidip Banaz’a yani Pir Sultan Abdal’ın asıldığı köye geçecektim yahut Şarkışla’ya gelecektim. Kendimi burada buluverdim. İlçe şimdiye kadar gezmiş olduğum ilçeler arasında en büyük ve en gelişmiş olanı. Düz ayak her yer. Divriği’nin in çık bitmez yokuşları burada yok. Dükkanlar, mağazalar gırla. Şehre inmeden burada rahat rahat yaşayabilir, her ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz.   İnsanların birbirlerinin hayatına girmeleri tesadüf değil. Tesadüf diye bir şey yok hayatta. Şarkışla’yı seçmemi sürekli telefonlaştığım ve burada bana her şekilde yol gösteren yol arkadaşlarımdan biri tavsiye etmişti. Kıza güvenmiş olmalıyım. Bundan sonra burada tesadüfen girdiğim bir kamu kuruluşunun içinde yaşayacaklarımı da ben tasarlamadım hiç bir şekilde.

Küresel ısınma ile ilgili bir programdı sanırım Sibirya’daki bir kadın sevinçle ısının eksi elliden eksi kırka yükseldiğini söylüyordu. Sivas’daki durumlarda pek farklı değil. Kışın ortasında bahar havasını yaşamaya devam ediyoruz. Zamanında sabah sabah sokak kapılarını açtıklarında karşılarına çıkan gece boyunca yağa yağa kapı boyunca oluşmuş kar yığınından kürekle kendilerine yol açan Sivas’lılar, komşularıyla dahi sosyal bağlarını yitirmekte dolayısıyla özellikle ellili ve altmışlı yıllarda insanlar münzevi bir hayat yaşamaktan toprağında etkisiyle birer şaire, ozana dönüşmüşlerdir. Tüm safiyetleriyle, dünya hakkındaki en önemli bilgiyi edinmede hiçbir telaş sergilemeden, kendi kendine soran, çıkışın kendi içlerinde bir yerlerde olduğunu pratikte kavrayan insanlar kendi iç dünyalarına kapanmaya başlamışlardır.  Bir nevi çilehane ortamı yaratan kara teslim ruhlarıyla, dünyanın en zor hallerinin içinden sessizce düşünerek ve en dolaysız yollardan geçmişler, en öz kelimeler kullanarak dörtlüklerle yalan dünyaya selam gönderip, İlahi Adalet’in tekerrürüne ve düzenin bozukluğuna gene sessiz bir isyankarlıkla kelimeleriyle karşı durup, alınyazılarına teslim olarak ama yaradana da göndermelerde bulunarak sonsuzluğun içinde varoluşlarının nedenine bir anlam katabilmişlerdir. O yüzden buranın her köyü size yeni ufuklar açmaya haizdir. İçinde yetiştikleri ortam, köylünün özellikle toprakla imtihanı ve bu sabır isteyen, iman gücü isteyen zorlu ve asi ve hava durumuna göre inatlaşan direnen, küsen, gücenen, boynunu büken, susuz kaldı mıydı dillenmediğinden ürün veremeden kuruyan dilsiz toprağın kendi iç sesini zamanla işitmeyi öğrenen köylüde baş gösteren filozof çağrışımlar size, şehir hayatı içerisinde hırslarına teslim olmuş insanlardan çok daha fazla hayata ve varoluşa dair bilgi verecektir. Bazısı çok içli konuşur, hiç onlara denk geldiniz mi bilmem ama ben onlardan Sivas’ta çok gördüm. Dünyanın düzenini içli içli anlatan bir adamın içtenliği ve sadeliği çok yaralayıcı olabiliyor.

ORTAKÖY:

Dört buçuk, beş gibi varlığınız yüzünden bir eve kendinizi misafir olarak ağırlattığınızı düşünün. İşi yüzsüzlüğe vuruyorum ben de. Habire bir eve sürpriz bir şekilde davet ediliyorum. Ne yapabilirim başka? Bu sefer yanımda bir adet çikolata var ama, yaş ortalaması bir hayli yüksek ve aile bireylerinin şekeri var ve evde hiç çocuk yok. Üstelik o çikolatayı da ben almamıştım. Bir yanlışa bir doğru gerekir bazen. Ben buradaki yanlışım ve de sürpriz yumurta. Kısmete hizmet gerekti ya, kadere de hizmet gerekmiş, çok geç anladım. Kaderin ayağına gitmek gerekmiş.

Hiçbir arabayla karşılaşmadan varıyoruz köye. Yol yaklaşık yirmi dakika sürüyor ve geçmekte olduğumuz dağların ve ovaların manzarası olağanüstü. Büyülenmiş gibi bakıyorum, içimden fotoğraf çekmek gelmiyor. Sadece gidiyorum. sadece götürülüyorum. Denize bakmak insanın yorgunluğunu alır derler. Tam tersi dağların uyuşturan bir tarafı var. Sessiz ama güçlüdür onlar. Sıradağlar birliğin adı, tek başına süzülenler ise ayrı bir güç, ve ihtişamın timsali. Sanki tüm dünyaya meydan okur gibiler bir başlarına. Bir meydan okuma var bu vakur hallerin ardında gizli olan. Tamam. Kabul. Ben de rotamı dağlardan yana çizerim bundan sonra. Siz olursunuz benim rehberim. Siz koyarsınız sınırları. Siz verirsiniz talimatları. Elim kulağımda bekliyorum gelecek olan fısıltılarınızı. Ona göre çizeceğim artık rotalarımı.(İç sesim Himalayalar dedi-rabbim Cleveland da demişti birilerine-biraz çok bilmiş değil mi benim iç sesim? Ona kalsam ara ara kendini peygamber ilan et filan da diyor, benim iç sesim az biraz kaçık olmasın sakın?)

Sivas’lı bir gelin vardı Fas’ta tanıştığım. Kız bisküvileri zorla yiyeyim diye ağzıma ağzıma uzatıyordu. Salaklaşıp ne verirse yemiştim yol boyunca. Burada da adetten sanırım, insanlar zorla yemek yedirmeye çalışıyorlar size. Bir sabah kendisine bir karı(zarar olmayan) olmayan poşet içindeki simidi “Al!” diye ağzıma doğru uzatan bir adama bakakalmıştım, nerelisin dediğimde Sivas’lıyım demişti. Yemeyeni dövüyor olabilirler korkusuyla tok bile olsam açı oynamayı ben burada öğrendim. Misafir olarak götürüldüğüm evde de iki erkek var, biz de iki hanımız. Hanımlardan biri seksen yaşlarında olunca, hizmet akdi gereği benim devreye girmem gerekirken hiç oralı olmuyorum. Bunlar iki erkek bir güzel sofrayı kurdukları gibi, masayı toplayıp, çay servisi de yapıyorlar. Bir tanesini kendi kendine konuşurken yakalıyorum: “Biz iş yapıyoruz!” diyor. Şaşkınlıkla. Adamlar böylesine alışık değil, kimse alışık değil, ben de kendime alışmakta kimi zaman güçlük çekiyorum ama Ankara’da da davet edildiğim her masada baş köşede oturup kalkmak bilmeden insanları lafa tutuyorum. Bir süre sonra masalar toplanıyor, çaylar-kahveler geliyor, ben bıraktıkları yerde kalıyorum, inanamıyorlar. Kötü niyetli değilim, bu konularda bezginim sadece. Bir de iki tabak taşıyınca iş bitmiyor ki. Bir dahaki sefere ufak tefek yardımlarda bulunuyor görünüp, vaziyeti idare etmeye çalışayım bari göz boyamak adına.

Şirin birer parkı olan köyler bunlar. ”Murat Gündüz 2 Temmuz Canlar Anıt Parkı”na adını veren Murat Gündüz  buralıymış ve o da yanarak  ve boğularak hayatını kaybetmiş. Amaç kin gütmek değil, unutmamakmış (unutmamak kelimesinin altında o kadar çok anlam gizli ki).

Arabasıyla meyve sebze satan satıcılar dolaşıyor etrafta. Hırsızlık diye bir şey yok. İnsanlar çok çetin geçen kışlarda evlerinin ikinci katından giriş yapıyorlarmış, kar kapılarını örttüğünden. Dolayısıyla hem üst kata, hem alt kata kuruluyor sobalar. Kömür sobasının verdiği ısı bir başka oluyor. Herkesin yüzü ala dönüyor. Evin odalarının kapılarını açtığınızda her yere eşit miktarda dağılıyor ısı ve yetiyor da. Buranın insanı konformist. Tipik bir köy evinde değilim. Bir soba, iki sedir, yer sofrası filan yok. Masada yedik yemeklerimizi, yerde oturmadık. Her yer halıyla kaplıydı ve en önemlisi temizdi.  Uzaktan gördüğüm ama hiç içine girmediğim mutfakta da her şey vardı. Buradan iki köy ötesi Aşık Veysel’in köyü imiş. Bu sefer uğrayamıyorum. Sivas öyle kolaylıkla gezip bitirebileceğiniz bir il değil. Her yerden bir cevher çıkıyor, insanlar başlı başına bir cevher. Altın madeni fakir için neyse, Sivas benim için o şu saatten sonra. “Kıymetlim”.

SEMAH:

Davete icabet etmek gerek. Ben de öyle yapıyorum. Evvel erken geliyorum Cemevi’ne. Bir hayli uzun sürüyor imiş. İki saat devam ediyor. Öncesinde baklava, meyve yahut yiyecek başka şeyler dağıtıyorlar. Çocuklar sevine sevine yiyorlar bir köşede. Başörtüm olmadığından bir tane takdim ediyorlar. Koca bir salonun ortasındayım. Hemen sol tarafa geçiyorum. Hemen bir görevli geliyor. “İlk defa mı?” diyor. “Evet.” diyorum. O zaman bayanlar diğer taraf diyor. Gelip gelip de adamların ortasına oturmam bana mahsus bir şey. Hemen karşı yakaya geçiyorum. Dualar türkçe, ibadet türkçe. Herkes konuştuğu ve anladığı ve kendine ders çıkarabildiği bir dilde kendini daha kolay teslim edebilir. Belki. Belki de değil. Belki hiç bilmediğin ve anlamadığın sözlerde teslim olursun, belki orada bulursun Tanrı’yı, Tanrı’nı! Belki. Kim bilir?

“Ali çoktur, şah-ı merdan bulunmaz.” Saz eşliğinde türküler söyleniyor. Aynı ortamda birbirine küs olan var mı diye soruluyor. Dargınların dargın dargın bulunmaması gerekiyormuş ve ihtiyar meclisi devreye giriyormuş bu noktada. dargın olan olmadığından konuşmalara geçiliyor. Yaklaşan Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle ihtiyar meclisindeki mevzu da kadınlarımız oluyor. Kızların okutulmasının öneminden dem vuruluyor. Kadına şiddet gündeme getiriliyor. Sonra ilden ile ve hatta köyden köye farklılıklar gösteren tören başlıyor. Dönüyorlar dönüyorlar, teatral bir havada Kerbela’da yaşananlar aktarılıyor. Gençler yapıyor semah’ı. Tokat’ın bir köyünde yaşı büyükçe kadınlar dönüyordu. Neye göre seçildiğini sorduğumda, “Günahsızlar.” demişlerdi. “Peki ama nereden bilecekler, günahsız insan mı var?” diye sorduğumda da “Bilinir böyle şeyler köylerde, semah için meydana çıkacak olan kadının kendine güvenmesi gerekir, yani eline beline diline hakim olmuş olan o posta(bu kelimeyi kullanmıştı), tarikata girebilir.” demişti. Hiç unutmadım.

Defalarca oturuyoruz, kalkıyoruz, dualar ediliyor. Namazın uzun saatlere yayılmış hali gibi. Dizlerini kıramayan yaşlı, hasta ve kilolu teyzeler arkada oturuyorlar, bizim gibi bağdaş kurup yere oturma zorunluluğu da yok. Her gelen üç defa yere kapanıp, ellerini öpüyor. Allah için, Hz. Muhammed için, Hz. Ali için. Hz. Ali’nin resimdeki kadar yakışıklı bir Arap olup olmadığını soruyorum. “Evet”. diyorlar gururla. “Evet”. diyorum ben de.

20140306_203845

20140306_203809

Allahım, gönlümde olanı, hakkımda hayırlı eyle.. Hakkımda hayırlı olana da gönlümü razı eyle.”  Hz. Ali, İmam Ali

İstersin istersin olmaz, sonra hayırlısı olmuş belki de, iyi ki olmamış dersin, sonra bir durup düşünüp neden olmadıydı ki acaba dersin, dersin de dersin. Çevrenden ders çıkarmaya çalışırsın. Hele ki kendinden yaşça büyüklere sorduysan nedenini sana koro halinde söyleyiverirler: “Hayır’lısı ol’sun/ol’muş!” Tatmin olmadın değil mi? Haydi az biraz daha eşele güzide bahtını, diren ona, üzerine git, sağından geç, olmadı solundan, her şeyinle çık karşısına. Gene mi olmadı? Hım. O nokta kritiktir işte; ya isyan ederrsin ve talihine küsersin yahut kabullenir geçersin. İlki bir diklenme ve açıkça meydan okuma halidir. İkincisi ise teslimiyet. Ben artık yavaş yavaş ikincisinden tarafa geçiyorum. Ama azar azar uyumlayabiliyorum kendimi. Onunum yavaş yavaş, kabullendim azar azar, teslim oldum biraz biraz. Tek kalbinle olmaz. Tek organ yetmez teslimiyet için. Ruhunun bütün ağırlığıyla teslim ol bakalım. Nasıl da değişecek dünyan? Ne kadardı, 21 gram mı? Kilolarca ağırlığın ezilmekte tam da şu anda 21 gram’ın altında. Tam kurtuluş, tam teslimiyet ondan ayrıldıktan sonra.

Ben semah esnasında bunları düşündüm.

En çok zaman geçirdiğim şehir oldu Sivas ve yetmedi günler ve saatler. Tekrar geleceğim. Sivas bu durumdan hoşnut mu hiç bilemem. Bunu okuduktan sonra sıkıyönetim ilan ederler mi onu da bilemem. Bilmek de istemem.  Zaten şehre giriş çıkışlarda plakanız kaydediliyor. Bense hiç işgal yaşamamış bir şehri işgal ettim günlerce, sorguya çektim halkını, ne inançları kaldı didiklenmedik, ne ibadetleri. Sabırlıydı ve özgüvenli. Soğukkanlılığını hiç yitirmedi ben bahar havasında gelmiş olsam da. Hiçbir tarafa savurmadı beni ve ikiletmedi de sonu gelmez isteklerim karşısında beni. Ben isterim dedim, o verdi. Tevazu sahibi, misafirperver Sivas halkına teşekkür ederim. Bu sefer olmadı, Yıldızeli’ne gidemedim, Pir Sultan’ın köyü Banaz’a ve Aşık Veysel’in köyüne bir başka sefere.. Bak geleceğim diyorum gene ve çok ısrarcıyım bu konuda, bilmiş ol.

ANADOLU VOL 3: SİVAS-İKİNCİ BÖLÜM

ULAŞ:

Görmek istediğim çok ilçe ve fakat az günüm var. Bense Mihrali Bey Konağının olduğu Ulaş ilçesini şehirdeki ikinci günümün programına alıyorum. Divriği kadar uzak değil Ulaş. Yaklaşık yarım saatte merkezden ulaşılıyor. Tüm kamu kurum ve kuruluşlarını ziyaret ediyorum bu şirin, küçük ve az gelişmiş ilçenin. Burası Divriği kadar turistik değil, bense burada geçirdiğim kısa zaman zarfında ilçenin tek turisti bile olabilirim, hele ki bu kadar mevsimsiz gelmişken. Amacım Mihrali Bey hakkında bilgi ve belge toplamak. Ziyaret ettiğim devlet kurumlarından birinde uzun konçlu çoraplarını giymekte olan memuru gafil avlıyorum. Sanıyorum abdest alacaktı. O ise uyumakta olduğunu söylüyor. Yaşlı ve mahmur görünüyor gözüme. Yapmakta olduklarından hangisinin doğru olduğunu çıkartamıyorum ama kendisini feci halde telaşa düşürüyorum. Zira fazla zamanım yok ve kaynak gerek diye diretiyorum. Adamcağız olanca iyi niyetiyle beni arşive sokuyor ama sonuç nafile. Aklımdan çıkartamıyorum çorapları pardon telaşları.

ACIYURT KÖYÜ:

20140305_165936

Belediyeden almış olduğum kaynak kitapla biniyorum taksiye. Yaklaşık yirmi beş kilometrelik yol boyunca sağdan soldan konuşuyoruz şoför beyle. Önümüzdeki yaklaşmakta olan yerel seçimlerden, imkansızlıklardan, uygunsuz şartlardan, gelişmişlikten, gelişmemişlikten, ödeneksizlikten.. Çocukları şimdi küçük olmakla birlikte ileride ne yapacağını düşünüyor kara kara. İlçeden şehre geçmek öyle kolay değil diyor. Şoförümle ortak yanım ikimizin de pesimist olması. Aynı anda aynı şeyleri aynı olumsuz pencereden bakarak görüyoruz. Az sonra köye vardığımızda ise ikimizin birden yüzü düşüyor. Sabah yağan yağmur hiç asfalt yüzü görmemiş yolların canına okumuş. Altımızda serili çamurdan yün bir çarşaf var sanki ve şoför bana dışarı çıkmamamı salık veriyor. Zira ayağımdaki converse’lerle çamurun içinde yutulabilirim ve bu tek bir Allah’ın kulunu görmediğimiz köyde, kimse yardımıma gelemeyebilir. Amacımız muhtarın evini sormak ve nihayetinde bulmak. En nihayet bir kafanın kendisi kadar kısmının ancak görülebildiği bir pencereden sesimizi duyan hayırsever ve kulağı güçlü bir kadın muhtarın evini tarif ediyor. Ama muhtarın şehre gittiğini öğreniyoruz. Her şey o kadar dramatik ve bizler moralman o kadar çöküyoruz ki.. Evet aynı anda çöküyoruz. Şu andan itibaren ikimizin ortak tutkusu oldu Mihrali Bey Konağına ulaşmak. Saplantılı tutkuma ortak ediyorum kendisini de. O da kaptırıyor kendini, mutlaka birilerini bulmalıyız diyor. Bir nevi ülküdaşız artık. Hani ben neyse de, yol arkadaşımın bu uğurda bunca ihtirasının nereden geldiğini sonradan anlıyorum. O hiç gelmemiş buraya. Bilmediği için de suçluluk duygusuyla karışık bir merak içinde. O yol bilse götürecek ama nereden çıkılacağını bilmiyor ve telefonlar burada çekmiyor ve benim şarjım azalıyor. Bir anda köyün gençlerinden bir delikanlı çıkıyor karşımıza. Gene ne kadar seviniyoruz anlatamam. Delikanlı istemese de zorla ön koltuğa çağırıyoruz onu. Bizi bekçinin evine götürmek üzere biniyor çaresizce. Arkada oturan ben merak içinde soruyorum hayatından memnun olup olmadığını. Bana şaşırtıcı bir doğallıkla cevap veriyor: “Mutluymuş”. İki pesimist bu optimist cevap karşısında tatmin olmasak da, sesimizi çıkarmıyoruz. Yolda içinde iki erkek kafasının olduğu bir arabayla karşılaşınca; “Bu bekçi.” diyor oğlan. Kendilerini takip etmemiz gerektiğini, bu şekilde Mihrali Bey Konak’ına çıkabileceğimizi söylüyor ve koşa koşa ayrılıyor yanımızdan.

20140304_114102

20140304_121709

image

image

20140304_121331

Takip başlıyor. Gene baş konumuz iptidai şartlar. Ama benim aklımda başka bir şey daha var: “Hiçlik”. Bu duyguyu hissettiğim anlardan birindeyim bozkırın orta yerinde. Yollar bozuk ve virajlı, aşağısı ise uçurumdan ibaret. Ama manzara gene de nefes kesici ve karşınıza çıkan ne bir araç, ne bir insan, ne bir hayvan var. Bir başınayız burada. Şoförün sözleri ninni sanki, manzara ise avutucu. Kafamdaki her ne idiyseler tüm o kötü düşünceleri silmeye yetiyorlar. Ne idi onlar hatırlayamaz oldum. Sus geliyor insanın diline, bir ağırlık var omuzlarımda kendimi kabuğuma çekilmeye şartlandıran. Aynı anda yolların üzerindeki mıcırlar yüzünden kayıyor araba. Aşağısı yokluk, çünkü uçurum. Ölsek kötü olabilir ama tatlı tatlı ölebilirim çünkü hissizleştim. Hep gitmek gitmek istemiştim. Al sana tam gidiş diyorum içimden. Şoföre üzülüyorum, iki çocuğu vardı, hep benim yüzümden, al işte aniden o kötü düşünceler doluşuyor kafama. Şu ettiğime bak diyorum kendi kendime, tutturdum mızmız veletler gibi, bir atlının uğruna karda kışta düştüm yollara, bir de insanların hayatlarını tehlikeye atmış oldum bilir bilmez. Birden “İşte geldik!” diyor benim kadim yol arkadaşım. Görüyorum ben de. Bayram havası esiyor arabanın içinde. Biz böyleyiz işte. Bir anda en kötü düşüncelerden en mutlu anlara sarılıyoruz birbirimizden destek alarak. Bir saniye önce kurduğum mehkemem ve yargılama sürecim geçti bile. Artık onu da hatırlamıyorum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Arabadan inip bekçi Güven ve akrabasının ellerini sıkıyorum. Fotoğraflar çekip, sorular soruyorum onlara. Bozkırın orta yerinde sapsarı bir vahanın orta yerindeyim sanki. Tek ses kendi iç sesin olabilir burada kolaylıkla. Etrafta terkedilmiş binalar var. Burada ölenler burada gömülmüş. Güven onun üçüncü kuşak akrabası. Beraber mezarlığa doğru ilerliyoruz. Mihrali Bey Yemen’de savaşta öldüğünden, ilk eşi Bahar, ondan olma oğlu Rüştü Bey, ismi pek fazla bilinmeyen ikinci eşi, çocukların mezarları ve mezar olduğu anlaşılamayan mezarlar da var etraflarında. Hepi topu on beş-yirmi tane ha var ha yok mezar sayısı. Şoförümüz dua ediyor. Bense bakıyorum aval aval. Mezarlar önümde, birkaç iyi adam çevremde, ıssızlık her yerde..

image

image

image

Her tür ziyaretimiz bittiğinde Güven’in akrabasının evine yemeğe davet ediliyoruz. O kadar tuvaletim var ki ve çıktığımız yüksek rakımdaki esinti ve soğuktan ellerim o kadar uyuşmuş ki, minnettarlıkla kabul ediyorum bu alicenap daveti. Dikkatle yürüyorum çamura fazla gömülmeden. Ben daha ayakkabılarımı çıkaramadan iki tane sarı velet fırlıyorlar kapıdan. Ayakları çıplak, iki yaşlarındalar. Bizi görünce seviniyorlar ama gel gör ki yanımda ne çukulata var, ne şeker, ne de sakız. Şu an canım o kadar sıkkın ki anlatamam. Çocukları sevindiremiyorum. Başım eğik içeri salona geçiyoruz ısınmak için. Kapının hemen yanında bir nine var. Bana gülümsüyor. Bir takım sözler çıkıyor ağzından mırıltıyla. Dilsiz olduğunu söylüyorlar. Elini öpeyim diyorum, iki kolu birden kesilmiş kangrenden. Tanrım çok da sevimli oturduğu yerde ama ben kendisiyle ne yapacağımı bilemez haldeyim. Kaan ve Efe ile uzaktan kesişiyoruz. Bana cilveli gülücükler atıyorlar. Doktor yüzü görmeden doğup büyümüşler kendi çaplarında. Uslular da. Sadece eve gelen yabancılarla ne yapacaklarını bilemez bir hal onlarınkisi derken babalarının ağzından plazma televizyonlarının hikayesini dinliyorum. Bu ikincisiymiş, diğerini oyuncağı fırlatıp, kırmışlar. Yaramazlıklarının boyutu hakkında ufak çapta bir fikir sahibi olmama yetiyor anlatılanlar. İkisinin de ayakları çıplak. Yumuk, küçük ayakları var. Ama o ayakların çıplak olmasının da bir hikayesi var. Tuvaletten uzattıkları hortumla mutfağın halılarını ve kendi ayaklarını yıkamışlar. Anaları da çoraplarını çıkarmış. Zaten üzerine biz gitmişiz. Zaten kadıncağız mutfakta harıl harıl bize hazırlık yapmaya koyulmuş durumda. Suçluluk duygumu yanıma alarak mutfağa gidiyorum bir parça yardım için; ama bu sefer de tarihin tozlu yapraklarına gömdüğümü sandığım çişim ben onu unutsam da kendisini acı acı hatırlatıyor ve temiz tuvaletlerine giriyorum. Zaten çocuklar orayı da yıkamışlardır kanımca ve bu onlar hakkında ikinci defa fikir sahibi olmamı sağlıyor. Çıktığımda mıtfağın efendisinin seri hareketleriyle karşılaşıyorum, mavi gözleri var, akça pakça da. Bana kendimi Ege’de hissettiriyor. Seri manevralarının arasında kendime yapacak iş bulamıyorum. Zaten musluktan akmakta olan buz gibi su yeterince direncimi kırıyor, tekrar dilsiz ninemin yanına çöküyorum. Doksan yaşında imiş. Aynı esnada bir de dede giriyor içeri. Ev sahibinin babası. Öteki kızkardeşiymiş. Yemek yemeyeceğini söylüyor. Beni merak ediyor. Güven Mihrali’den bahsediyor, bense ufak ufak notlar alıyorum. Derken yer sofrası seriliyor, ev sahibim asırlık tepsisini getiriyor ortaya. Size yarım saatte hazırlanan menüyü yazayım kısaca: tereyağında kavurma, sucuklu yumurta, tepedeki erik ağaçlarındaki eriklerden yapılma reçel, kuru soğan, ev turşusu-ev peyniri-ev ekmeği ve tüm karışımın ayrı ayrı midemizden yumuşak yumuşak geçmesini sağlayacak sıcacık bir bardak çay. Gülhan yani evin hanımı sofraya hiç yanaşmıyor. Derdi gücü benim. Acaba sevecek miyim, acaba beğenecek miyim diye. Kocasına dönüyorum, hem beceriksiz hem çirkin bir hanım almışsın diyorum. Herkes gülüyor. İkizlerden biri tam gün sınırsızca yaptığı yaramazlıklar sonucunda sobanın başında uyukluyuveriyor. Adı Kaan ya da Efe olan ise masanın etrafında her bir turu döndükten sonra gelip de babasının arkasında mola verip, “Et, et!” diye haykırıyor. Babasının çatalından yediği bir parça eti çiğnerken de teşekkür için her defasında babasının sırtına bir tane indiriyor. İndirmek dediğim öyle pat pat değil. Güm diye geçiriyor güçlü kuvvetli adamın sırtına. Koca adamı sarsmayı başarıyor yani. Ninenin neler yiyebileceğini soruyorum, bana her şeyi yiyebildiğini çünkü dişleri olmasa da diş etleriyle en sert eti bile parçalayabildiğini söylüyorlar. Dirseklerinden kesilmiş kolları da çatal şeklinde olduğundan kolaylıkla kaseyi, kaşığı kavrayabiliyormuş. İçim rahatlarken, manzarayı gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Katır kutur, katır kutur. Aynı anda lavaş ekmeğinden bir parçayı kibarca koparıp, içine bir parça et koyuyorum, kalori hesabı yaptığımdan şekersiz içtiğim çaysa evin dedesini zıvanadan çıkartıyor. Gürlüyor solumdan “şaşırmış bu!” diye. Ona göre lavaşı ortadan hart diye ikiye bölüp, içine ne bulursam koymalı ve tıpkı oğlunun yaptığı gibi bir bardak çayın yarısınca şeker ekleyip bir güzel karıştırdıktan sonra hüp diye içmeliymişim. Korkudan yediğim ekmeğin gramajını arttırıyorum kendimce, turşuları da bir hamlede yutuyorum. Biraz tatmin oluyor. Ama bana o kadar şekerli bir çayı kimse içiremez. Çay çaylıktan çıkıyor. Sanki şekere katık oluyor.

image

Yavaş yavaş yola koyulmamız gerekiyor. İzin isteyerek şoförümüzle beraber yola çıkıyoruz. Gene beklediklerini söylüyorlar. Haberli gitseymişik Gülhan kimbilir daha neler yaparmış. Giderayak hiç madımak yiyip yemediğimi soruyorlar. Yok diyorum ben zaten gittiğim hiçbir yerde o yörenin özel bir şeyini yiyememeyi başararak ayrılırım. Gurme programları ve yazarları ayrı, benden gurme olmaz, ne yemek ne erkek zevkim iyidir.

Şoförümle baş başa kaldığımda ikimiz de tek bir şeyde hemfikiriz. Bu insanlar mutlu. Hele benden kat be kat daha mutlular. İptidai dediğimiz şartlar mutluluğa engel değil. Oturmayı bilmediğimden ayaklarım karıncalanmadan o sofradan ayrılamadıysam, bundan ötürü kimse kabahatli değil. Bez pabuçlarla karda kışta yollara düştüysem bundan kimse mesul değil. İnsanlar vaziyeti idare edebilecek pabuçlar giymişler ve çok yiyip, çok çalışıp, bol oksijen soluyup, zayıf kalarak mutlu mesut yaşıyorlar. Babalarının ise tek bir derdi vardı çocuklar büyüdüğünde ne olacak? Köyde nüfus yaşlı.  Varolan tek ilkokulda birleştirilmiş sınıfta eğitim veriliyormuş ve kışın yollar kapanıyormuş. Okuyacak evlat peşinde önce ilçe sonra şehre göçmüş dolu insan var. Bana kalırsa mı? Okuyacak olanı kimsenin durduramayacağını bilir herkes. Ama yatay bir geçiş olmalı bir parça mutluluk için. Yolları çamurlu bir köyden, çamursuz olan bir köye geçilmeli en fazla. Analar evde ekmeklerini odun ateşinde kendileri yapmalılar. Sırf bir gün ekmek almaya giden çocuğunun, 269 gün komada kaldıktan sonra on dört kiloya düşmüş cansız cesedini morgdan almak zorunda olmamak için. İnsanlar somut adalet görmek istiyorlar artık. Birileri ellerini kollarını sallayarak yüzsüzlük maskesi ardına saklanıp, bir özrü çok görmemeli bunca hırsızlık varken. Bunca yoksuNluk varken tevazu var, bunca hırsızlık varkense insafsızlık ve küstahlık. Şehirlerde vaziyet böyle böyle iken, köyde yaşamalı insan. Basit şeyler yemeli, basit şeylerle mutlu olmalı. Apansız karşısına çıkan bir misafir ve onun bitmez soruları karşısında sabırlı ve güleç kalmayı başarmalı. Ben Sivas’ın güzel ilçelerinden birinin kendimce en tatlı köyünde bulundum. Bir nesil burada yaşlandıktan sonra, yerine gelen yeni nesille birlikte yeni Efe’ler ve Kaan’lar doğmalı burada diye hayal ettim. Bana kalırsa bu insanlar burayı hiç bırakmamalı. İleride bir gün birisi bu mutluluğun kaynağı nedir ve orada ne var diye apansız kapılarını çalabilir. Belki o ben olabilirim tekrar. Bir gün gene aniden gelebilirim bu tatlı köye, tatlı insanlarını görmeye.

DEDİLER:

Dünyaya gözümü açtığım anda
Ağladım çırpındım “day day” dediler
Sütümü devirdim ertesi günde
Ne cici çocukmuş “ay ay” dediler

Kırmak dökmek bende ilk yaşın hazzı
Oyuncak tavşansa ben oldum tazı
Yapardım duvarı çizerek tazı
Her arzum önünde “hay hay” dediler

Üç yaşında çiçek çiçek kopardım
Kediye taş atar kuyruk yapardım
Dört yaşında daldan dala sapardım
“Ne güçlü çocukmuş vay vay” dediler

Altıda yedide hatta beşinde
Boruda derede herkes peşinde
Erik bahçesinde gizil işinde
Torbayı boşalttım “say say” dediler

On-on bir der iken camları kırdım
Kuşları sapanla yerlere serdim
Tarlalar çiğnedim gelincik derdim
Her bostan yer iken “hey hey” dediler

Alavere yirmi-otuz yaşımdı
Dalavere kırka geldim düşümdü
Para “açıl susam” diyen kuşumdu
İnsanlar peşimde “pay pay” dediler

Tarlalar kapattım imara soktum
Betondan evleri üstüste döktüm
Çürük yapı çökse ben orda yoktum
Yine de el üstü “bey bey” dediler

Denizler dibine fabrika kurdum
Siyah dumanlarla göğü doyurdum
Asitler ürettim toprak yoğurdum
“Holdingler kurasın” boy boy dediler

Hormonlu sebzeler katkılı etler
Demiyordu kimse “Nedir bu dertler”
Direnen cevizde kırılır sertler
Adaylar kapımda “oy oy” dediler

Altmış-yetmiş derken sekseni buldum
Eleği eledim duvara aldım
Oğlanı torunu işine saldım
Görenler gururla “soy soy” dediler.

Bir Ertuğrul Şakar Yaşnamesidir. Yrd. Doç. Dr. Doğan Kaya‘nın “Yaşnameler”inden alıntıdır. 

ANADOLU VOL 2: SİVAS-İLK BÖLÜM

20140305_092551 Sivas otogarından şehrin merkezine geliyorum. Yaklaşık on dakikalık bir yolculuktu akşamın karanlığında yapılan. Elimde çantam merkeze adımımı atar atmaz tek bir cümle dökülüyor ağzımdan. “Ben bu şehri sevdim.” Kafasında Madımak’taki katliamdan başka bir şey olmayan bir insan için biraz peşin hükümlü bir cümle olmakla beraber, gene de eğer bir şehri kör karanlıkta ve nedensiz bir şekilde de sevebilmişseniz, kanımca bunu gözardı etmemeniz gerekir. Ve böyle durumlarda genellikle aynı şehir size hep en güzel taraflarını gösterir misafirliğiniz boyunca. Bu ise benim Anadolu’ya ilk gelişim değil ve her şeye rağmen Anadolu toprağı, Anadolu insanı bir başkadır bilirim kimi “sırf” önyargılara rağmen. Nebilerin, velilerin, aşıkların bu topraklardan çıkmış olması ise bir tesadüften ibaret olmamalı. Bir sürü yol arkadaşım oldu Sivas’ı ve çevre ilçe ve köylerini gezerken. Türkiye’nin ikinci büyük yüzölçümüne sahip şehrini gezmek çok kolay olmadı haliyle; ama bozkırın ortasında birbirine kilometrelerce uzak her bir ilçesine giderken ya da köyüne ulaşmaya çalışırken çok bol vaktim oldu düşünecek. Hiç işgal yaşamamış bir şehri zihnimde defalarca kuşattım ister istemez. İnsanların kendilerini ait hissedebilecekleri yerlere ihtiyaçları var ve bazı yerler sizi tutarken sımsıkı tıpkı bir mengene gibi, bazısı duyarsız kalır size ve tüm değerlerinize. Burada öyle olmayacak biliyorum ve hissediyorum. İlk yol arkadaşım Tunceli, Pülümür’lüydü. Munzur Dağları muzır bir isim gibi gelmiştir hep kulağıma. Ama bu kız muzır değil. Geldiği coğrafyadan kaynaklı çok tok bir sesi ve katiyetle üzerine bastığı yüklemi emir/istek kipiyle biten cümleleri var. Ve yönlendirdiği doğru yerler var. Güzel bir genç kadın ve ben de taliplerinin çıkıp çıkmadığını soruyorum. Var diyor ama eğitimli değillermiş. Ön şartı sosyal demokrat olmasıymış. “Fikri neyse zikri oymuş”dan yola çıkarsak eğer, “ortak fikirlerin evliliğinin” ön şartı olduğunu çıkarıyorum. Rencide olmak istemiyor ve bunun farkında olması hoş bir şey. Hayata aynı pencereden bakmak gerekiyor, kaldı ki evlilik usanç verici bir şey iken, bir de fikir çatışmalarıyla baş etmek başlı başına güç bir hadiseymiş gibi geliyor. Yaşını hiç sormadığım ama erken yaşta hakikatleri kavramış ve dolayısıyla olgunlaşmış yol arkadaşımı bırakıp bu sefer bir üniversite öğrencisiyle yoluma devam ediyorum. Tatlı fırlama kendileri. Yirmili yaşların kendine özgü enerjisiyle dopdolu bir genç kız var yanımda ve onunla geçireceğim dakikalar daha da kısıtlı. Şu bir şeyler istediğin ama ne istediğini bilmediğin yaşlardan bahsediyorum. Sürekli güldüğün ama neye ve ne için güldüğünü bilmediğin yaşlar. Çok şey yapmak isteyip ama henüz erken olduğunu bilmediğin yaşlar. O yaşlara açarsın gözlerini ve sonra kapatırsın göz kapaklarını. Bir bakmışsın geçmiş tüm o kıymetli zamanlar, sen ise değerini içindeki iç sıkıntısı ve bir sürü beklenti yüzünden kavrayamamışsındır. Bana fısıldadığı ismi ikinci romanımın bir karakteridir. Çok özgündü ve aniden çıkıverdi ağzından. Bu kadar olmaz demeyin üçüncü yol arkadaşım Cumhuriyet Üniversitesi’nde Hoca. İzmir’de okumuş. Memleketine gelmiş. Onun da yaşını hiç sormadım ama en hüzünlü yol arkadaşımdı ve tevazu sahibi ve kontrollü olan. Seçilmiş cümlelerindeki yüklem, duygularının önünü kapatıyordu sanki. Halbuki şairane bir taraf sezmiştim onda tüm Sivaslılarda olduğu gibi. Beni en doğru pastaneye götürdü ve bıraktı. Sonra ben de hep o en doğru pastaneye gittim. “Hakan Pastanesi”nde harika pastalar yedim.

DİVRİĞİ:

20140303_114707

Sabah trenine binmek için evvel erken yola çıkıyorum. Amacım akşamında tam anlayamadığım ve sürekli olarak yol arkadaşlarımla kafam meşgul olduğundan gündüz gözüyle çevremi tanımak adına sallana sallana hızlı trene doğru yol almak. Anadolu kültürüne çok yabancı olmayan ben bir şeyin farkına varıyor ve ayılıveriyorum sabah sabah. Özellikle karşıdan karşıya geçmeniz gereken bir sürü yol var ise eğer, bunu bu şehirde asla sallana sallana yapamayacaksınız. İlk ders: Burası sakin bir Ege kasabası değil. İkinci ders: Son derece atak olmalısınız ve eğer bir trafik ışığı olmayan yerden karşı kıyıya geçme gayreti içerisinde iseniz eğer muhakkak trafiğin akmakta olduğu yöne dikkatli dikkatli ve bin kez daha dikkatli bakıp ve hatta gözünüzü ayırmadan ve mümkünse kafanız doksan derecelik bir açıyla o yöne kilitlenmiş bir halde koşar hatta uçar adım yürümelisiniz. Ders üç: Tüm bunları neden dedim diye sorar buldum sizleri, haklısınız meraka düşmekte, zira ben de nihayetinde beni gören arabaların ve şoför mahallindeki sahiplerinin neden beni gördükten sonra hızlanıp üzerime üzerime daha bir telaşla ve gazı körükleyerek ve coşarak geldiklerini idrak edebildim sonunda. Anadolu’da birleşik üçler olarak anılan ve önem sırasına göre dizilmiş olan “at-avrat-silah” üçlemesinden ilki olan at kısmı; göçebe hayattan yerleşik düzene geçmiş erkek denen olgunun önce üzerinde şimdilerde ise içerisinde şekil aldığı, daha da önemlisi güç aldığı bir gösteri aracına dönüşmüşken ve eskinin cirit şimdinin ralli şampiyonu beyler Orta Asya’dan Anadolu’ya getirmiş oldukları bu savaş oyununda Aheste yerine Rahvan, Dörtnal hatta Hücum Dörtnal tarzı bir sürüş sergilerken, pek yüz vermedikleri dizginin yerini fren alırken, mızrak ise bir gaz pedalına dönüşmüştür kanımca; dolayısıyla oyun esnasında isabet alıp ölen kişiye denen Şehit mertebesine son derece sıradan bir şekilde erişmek istemiyorsanız ve arkanızdan “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan oldu.” denmesini de eklemelerini istemiyorsanız eğer, tüm dikkatinizi trafiğe vermeniz gerekmektedir karşıdan karşıya geçerken. Ve ben de öyle yapıyorum, sağımı solumu yine kavrayamadan soluğu garda alıyorum. İki adet kompartımandan oluşan ve karayoluna nazaran daha hızlı olabileceğini tahmin ettiğimden dokuz dakika kala trene biniyorum. Gidiş dönüş biletlerinin üzerinde de yazdığı gibi tam iki saat yirmi yedi dakikada gidiyor ve dakikası dakikasına iki saat yirmibir dakikada da dönüyorum. Bazen aheste, bazen dörtnal ilerliyoruz. Dağları aşarak ve ezerek geçiyoruz. Tam kalbinden geçiyoruz bir coğrafyanın. Sakin akan dereler, türlü türlü sıradağlar var. Kilometrelerce gittikten sonra sürüsünü güden bir çoban görüyorum uzaklarda. Kimin daha çok yabancılık ve yalnızlık çektiğini düşünüyorum. Kendimi bir parçası olmadığım-ne doğma, ne büyüme, ne ana ne babadan-topraklara yakın hissediyorum. Hiç korkmuyorum insanlarından, karından, kışından, köylerinden, erkeklerinden. Bana güven veriyor her adımım. Hiçbir şehirde hissetmediğim farklı bir şey bu. Bir Antakya’da iyi hissetmiştim kendimi, şimdi de Sivas’ta. Orası çok sıcaktı, burası çok soğuk. Antakya’da çok terlememiştim, burada ise çiçekler tomurcuklanmış, hain bir kış yok insanın içine içine işleyen, olsa bile ben kabullendim şimdiden, geldiği gibi gider elbet, alt tarafı bir mevsimdir geçer elbet. Taksi dahil hiçbir vasıta bulup çıkamayacağınız yükseklere tırmanıyorsunuz Divriği’ye vardığınızda. Hiçbir ev, köy, cami, lokanta düz ayak değil burada. Çok acıktığımı anlayıp, bir bankaya giriyorum. Bana “Konak Lokantası”nı tarif ediyorlar. Sivas köftesi söylüyorum ayranla. Porsiyonlar fazla ve çeşitli, üstelik kasada ne kadar ucuz olduğunu görüyorum. Büyük şehirlerde her tür kazığı atmaya alışık bünyeler burada merhamete gelirler usulca kanımca. Vakit öğle arası olduğundan bir bir arabalar teşrif etmeye başlıyorlar. Önce jandarma geliyor, sonra memurlar. Kadınlı erkekli yerleşiyorlar masalara. Bense kapıya en yakın masayı seçiyorum. Tam ayranımı yudumlarken bir grup daha teşrif ediyor içeri. İlk giren mavi saçlı bir kız oluyor. Ardından gençten bir çocuk ve en nihayet orta yaş üstü mavi gözlü bir bey içeri giriyor. Birbirimize şaşkınlıkla bakıyoruz. Ortamın verdiği tuhaf ilkellik ve herkesin ahbaplığının yanında bizimkisi çok çok uzaktan gelme bir tanışıklık gibi oluyor. Halbuki daha önce hiç karşılaşmadık ve sadece içimizden soruyoruz sen kimdin acaba diye. 20140303_122807 20140303_123007 20140303_124134 20140303_123446 20140303_123233 20140303_123801 20140303_130655 20140303_131239

20140303_130045

Hesabı ödeyip, tekrar rampa yukarı tırmanmaya başlıyorum. Sonunda Unesco’nun koruma altına aldığı “Divriği Ulu Cami” ile karşı karşıyayım. Güvenlik elemanları var kapısında, içerisinde ise fotoğraf sergisi. Ne yazık ki mayıs-haziran ayına denk gelemeyişimden ötürü ikindi üzeri oluşan erkek silüetini kaçırıyorum. Akustik olağanüstü, mimarinin yanında. Aya Yorgi’yi çağrıştırıyor içerisi. Üst katlara her biri on-on beş santimi bulan basamaklarından inip çıkmaktan anam ağlıyor. Gençler daha temkinli. Önden gidene soruyorlar, değer mi diye. Kendilerini helak etmeden gerisin geri dönüyorlar. Bense Konaklar Sokağı’nı gezip, Apdullah Paşa Konağı’na doğru yol alıyorum. Alt kattaki kafeteryayı işleten hanımlardan konağın anahtarını alıp, başlıyorum gezmeye. Tavan işlemeleri çok güzel. Konağın muhteşem bir dağ manzarası var. Hanımlardan biriyle konuşuyorum, İstanbul’dan gelmişler. Burası memleketleri ama çocuklar istememişler önce. Dağın manzarası ürkütmüş onları. “Üzerimize üzerimize geliyor gibi.” demişler. Gerçekten de öyle, dağın bize bakan yüzeyi ha desen ayaklanacak, üzerimize yürüyecekmiş gibi geliyor. Ya dağ dile gelirse ve konuşursa? Ama umarım hiç konuşmaz. Umarım hep susar. Sanki bilerek susturulmuş gibi bakıyor bu dağlar insana. Gençlere gelince alışmışlardır sanırım. İnsan her şeye, herkese alışıyor çünkü. Bu Tanrının bize bahşettiği meziyetlerden olsa gerek. Zamanla unutmak ve zamanla kabullenmek. Tam teslimiyetse en sonunda geliyor. Yoksa bırak suskun dağları, bir sürü dangalağa dayanmak çok zor olurdu eminim.

ANADOLU VOL 1: KONYA

“Düşünce Karanlığına Işık Tutanlara Ne Mutlu.” Hacı Bektaş Veli

20140227_140217

İncinsen bile incitmemen gerektiğini
Tökezlesen de durmaman gerektiğini
Durulsan da coşkun görünmen gerektiğini
Çocuk kalbinle dünyayla baş edemez olduğunda görecek
Ve en nihayet sonu gelmez uykundan uyandırıldığında anlayacaksın.
Seni dürtenin bir his olduğunu
Hissin senin özünden geldiğini
Ve damarlarında dolaştığını bileceksin.
Bir sürü güzellik var ve hepsi sensin.
İnanılmazsın ve inanılmazız
Zamana sahip olabilirsek de
Ölümsüzüz.
Zamansız doğmamış olmak şartmış
Mutluluk için.
Ve bir parça da haysiyet.
Ama hangi çağda olursa olsun
Az bir vakit var
Ne yaparsan yap
Tekrar doğmak gerek
Toprağa karışmazdan önce
Çamura bulanmazdan önce
Tek bir toka dahi götüremeden
Çırılçıplak döneceğini hayal bile edemezken
Kanı toprağa akıtıp
Geri topraktan doğmak gerek
Huzursuz ruhlar bunların planlarını yaparlar
Ölüm bir an sanki
Yüz tane yılsa bir gün gibi
Geldi ve geçti.
Bir hayatı anlatmak için bazen tek bir cümle kafi:
“Hamdım piştim oldum”
Olmak zamanı, ölmek zamanıdır bazen.

O kadar yorgunken, onca saplantılı düşünce etkisiz kalıyor. Günler geçiyor, hisler törpüleniyor. Tek Anadolu var insanın gönül yorgunluğunu alan. Yaratılışımızın mutlak gerçeği bu topraklarda anlam kazanıyor. Düşüncelerin rengi sarı burada; buğday gibi, ayva gibi, kah güneş gibi, bazen safra gibi, tenin gibi, tenim gibi.

Tüm bunları yazan sen değilsin, bunalmış bilinçaltın. Bütün suçlu o. Sen parmaklarını kımıldatıyorsun tek ve ojeli parmaklarına bakıyorsun içli içli. Tek yaptığın bu son günlerde. İçleniyorsun herkese ve her şeye. Seçim yasakları başlayana dek sıkıyönetim ilan edilmesi isteğin bile fazla içli. Gürültü patırtının ortasında içlenilmiyor. İçlenmek için yer arıyordun kendine. Sonunda buluyorsun: beyninde sıkıyönetim ilan ederek. Yasaklar sabahlara dek sürecekmiş. Tuh! Tam da aşk hayatın umut vaat ederken.. Olacak iş mi şimdi bu?

KONYA:

Bir adamın adı, bir adamın gücü, bir adamın sözleri, aynı adamın aşkı ve o aşktan olma eseri tüm dünyayı buraya çekmeye yetiyor. Zamanlı zamansız, mevsimli mevsimsiz, soğuk ya da sıcak, yağmur çamur hiç fark etmiyor sanki dünyanın farklı yerlerinden gelmekte olan insanlarını buraya ziyaret amaçlı uğratmada. Kalabalık tur otobüslerinden inen ağırlıklı olarak Japon, Kanadalı, Amerikalı, Fransız turistler rehberlerinin önderliğinde avluda toplanıyorlar. Bense üçüncü ziyaretimde hala daha galoşlarımı ayaklarıma geçirememenin sıkıntısı içerisindeyim. Ben haklı mücadelemi verirken, aynı anda hiç hoş olmayan bir kareye girmek durumunda kalıyorum. Kocasına tam da kapının önünde “Nasıl çıktım?” diye daha adamcağız henüz deklanşöre basamadan soran kadınla beraber, arkam dönük popomla selam verirken buluveriyorum kendimi. Kadın karnını içine çekip, omuzlarını düzeltirken, ben de popoma çeki düzen veriyorum telaş içerisinde. İyi çıksın istiyorum haliyle, bir başkasının anından rol çalıyorum(Tanrım tepsi gibi çıkmasın lütfen, bilirsin hep basit isteklerim olmuştur ve sen onları bir bir gerçekleştirirken ben çok geç kavrayabildim yahut kördüm, en çok da nankör). Her neyse ziyaretçi kadın ve en çok popom tatmin olmuş durumda, ikisi de kendince barış işareti yapıp evrene gönderiyorlar ve ikisinin de artık birer facebook profil fotoğrafı var.(Sabır ver Tanrım, daha çok sabır-sabır-sabır, ancak katlanabiliyorum çoğu şeye, insanlığın durumlarına, tüm yapmacıklıklara, geçmiş hatalarıma ve Arşimet en başta sana..)

Her defasında ilk durağım Mevlana, ikincisi Şems-i Tebrizi olmuştu. Bu sefer rotam farklı ve ben önce İkincisini ziyaret ediyorum. Toz olmak isteyen bir adamın türbesi ancak bu kadar kıyıda köşede saklı kalmış olabilir. Malum kuyunun üzerine yapılmış türbe. Son ziyaretimde daha bir büyük göründü gözüme. Neden mi? Çünkü Mevlana’nın devasa boyutlardaki kabrini ilk gören gözlere tüm diğer mezarlar küçük görünüyor ister istemez. İhtişamı ister miydi evliyalar orası tartışılır. Ama esnafın Mevlana’dan çok ekmek yediği belli. Gün geçtikçe daha çok kapanan kadınlarıyla, kapandıkça gizemden çok usanç yaratan, çarşafının altında özgürlüğünü ilan etmeye ve yollarda sizi Kur’an kursu ya da cuma toplantılarına çağıran gencecik kızlarıyla gökten nur yağmasını beklerken, üzerinize yapışan dilenci çocuklarının tuhaf, hoyrat ve yetiştirilişlerinden kaynaklanan arsızlıklarına karşı ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Dilenmek gururu ayaklar altına almaktır evet ama buna çocukların alet edilmesi ve siyaset kalleşlikken, dinin siyasete bulaştırılması ve ölürken asla beraberinde götüremeyeceğin çaput parçalarını erkeklerin ve cemaatin önder kadınlarının, hemcinslerine başka bir seçenek sunmadan başlarından geçirmelerindeki fesadın kaynağı neredendir? Kur’an şart koşmaz, Kur’an yol açar, yol gösterir, Kur’an Sana gelen yolları örtülerle kapatmaz. İyi insan böyle olunmaz. Meram’daki lüks ve yüksek binalarına rağmen, şehrin kendisi ve ortalıkta gündüz gözüyle görünen insanları cahiliye dönemini yaşıyor gibiler. İyi ki Mevlana buraya konmuş, yoksa göçmen kuşlar tek kanat çırpışlarında bir başka şehirde bulurlarmış kendilerini.

Mevlevi Lokantası’nda karnımı doyuracağım. Eskişehir’de sadece haftanın bir günü pişirilen bamya çorbası burada her gün var ve leziz yapıyorlar. Tatlılarından hoşmerimi seçiyorum. Un helvası görünümünde geliyor. O da güzel. Üzerine de bal dökmüşler, daha tatlı olsun diye. Olsun gene güzel. Tam karşımdaki hacı amca benimle göz göze gelmenin günah olduğunu düşünüyor ve neredense biliyor. Asla benden yana bakmıyor. Lokantanın garsonu koca salonda bize eşlik eden. Ben de istemiyorum kendisine bakmayı ama o bakmadıkça sinir geliyor ve adamdan gözlerimi ayıramaz oluyorum. Her lokmamda başımı kaldırıp adama bakıyorum. Hiç tanımadığım bu adam bana kendimi değersiz hissettiriyor, karşısındayım ve bana hiç bakmıyor. Varken yokum. Hiçmişim gibi. Yokmuşum gibi. İnsan değilmişim gibi.

Şehrin içerisindeki mezarlığı ziyaret ediyorum. O kadar şehirle iç içe ki trafiğin, insanların gürültüsünden bir serçenin ötüşünü bile duymanız mümkün değil. Huzuru burada da bulamıyorum. Kapının önünde ve ilerisinde defalarca çocuklar yolumu kesiyorlar. Tuhaf hareketler yapıyorlar, günlerce susuz kalmışlar da ben de bir litrelik pet şişeymişimcesine saldırıyorlar üzerime doğru. Ver ver ver diye tepiniyor bir tanesi. Hiç bir çocuğa sinir olduğunuz oldu mu? Benim oldu. Konya’da oldu. Ona bunu yaptıranı bulursam, ellerimle boğacağım. Kur’an dilencilerle sınandığımızı, kalp kırmamamız gerektiğini söyler. Bense kendimi kaybedip, günaha bulaştım bile defalarca. Çantamı çalmalarından ürküyorum, bas bas bağırıyorum şehrin orta yerinde. Bu sefer çocuklar benden ürküyorlar sırasıyla. Tanrım bu şehir neden böyle? Burada insanlar neden böyle? Yerlisini bulmanın güç olduğundan bahsediyorlar ama yerli-yabancı meselesi değil buradaki mevzu. Mevzu neden bu insanların her şekilde bu kadar yozlaştığı! Neden neden neden? Her konuda çok aşırılar. Dilenirken ter ter tepiniyorlar, din konusunda baskıcılar, yemekleri aşırı yağlı ya da şekerli, günaha karışır mıyımın hesabını yapmaktan moral bozucu bir yaşam tarzı ve korkutucu bir dış görünüşe bürünmüşler, at izi it izine karışmış sanki, Kur’an içselleştirilmeden karaya boyanmış, birileri kadınların eteklerini ellerinden almış. Hormonların damarlarında attığı yaştaki çarşaflı kızlarla konuşuyorum. Fıkır fıkırlar. Yerlerinde sabit duramadan bana anlatıyorlar broşürdeki toplantının mahiyetini. Aynı yaşlarda olduğumu hayal ediyorum ve üzerimde fark yaratan, beni özel kılacak hiçbir güzelliği hiç kimsenin görme şansı yok. Bu korkunç bir şey. Hep kızlarla gezmek zorundayım. Muhtemelen hiç anatomi bilmeden de hiç tanımadığım bir adamın koynunda ömür çürütmeliyim. Kendimi feda etmeliyim. Ne için, kim için? Allah yolunda. Allah’ın bizden küçük düşürücü, istismar edici istekleri olduğunu sanmıyorum. Bu sadece birilerinin işine geliyor. Matem kıyafetlerine bürünmüş küçük kızlar, çok yazık oluyor gençliğinize, güzelliğinize, sizi siz yapan olağanüstü bileşimlerinize. Bunca şehir gezdim. En büyük düş kırıklığım sen oldun Konya. Ne yapmışlar sana böyle?

“Taş yeşermez geçmiş olsa da nevbahar,
Toprak ol da bak nasıl güller açar.
Taş gibi idin, çok gönül kırdın yeter,
Toprak ol, üstünde hoş güller biter.” Hz. Mevlana

Kırdığım kalplerden özür dilerim.

“Dışardan adam görünürler, içerden melun Şeytan!” Hz. Mevlana.

Bir sürü eşek var iken sağda solda ahkam kesen..

MAJİK MAKALE: MOROccO

                                                                               FAS

                                                         “Kendini kaybet ki bulasın.”  

20131121_111918

Bir gün gelecek, hayatındaki sevdiklerini bir bir kaybedeceksin küçük. Önce annen ve baban. Sonra senden büyük kardeşlerin ya da küçük olanlar göçecekler. Belki onlarla ayrı şehirlere düşeceksin. Tesellin olacak nefes alıp verdiklerini bilmek. Ne kadar yalnız ve kötü hissetsen de ağzını açıp tek kelime etmeyeceksin. Eğer bir yuva kuramadıysan, gerçekten vermenin ne demek olduğunu çok sonra anlayacaksın. Bir çocuğun sevgisini hiç bilmeyeceksin. Hiç doğmamış çocuğun da senin sevgini hiç bilmeyecek. Kadehlerde aradığın boşlukları sabahları dolduramayacaksın. Gün gelecek boğarcasına seni bir kişinin en çok sevmesini isteyeceksin. O sana yeter gelecek. Bir kişinin nefesinde huzur ve güveni bulacaksın. En sevdiğin saatler bunlar olacak. Sonra o da gidecek gün gelecek ve kendini en güvende hissettiğin anının, en güvensiz anın olduğunu göreceksin. Sense koşarak Tanrı’ya sığınacaksın. Sonra daha çok zaman ayıracaksın ibadete. Sevgiyi yerde değil, gökte bulacaksın belki. Olsun o da güzel. Bırak senin de Tanrın olsun tek. Seni tek o sevsin yeter. Ya o da giderse, ya o da terk ederse ne yaparsın o zaman? Hiç kimsenin peşinde koşmadığın kadar onun peşinde koşmuş olduğunu göreceksin. Sen karanlıkların ortasında boğulmuşken, bir ışığın tam önünde olduğunu söyleyecekler. Kurtuluşun o ışıktayken sen göremeyeceksin. Belki tek sen hariç herkes görüyor olacak. Sen hala karanlıktasın ve kurtuluşun tam önünde. Neden ki bu panik? Hayat körlüğü bu. Boşversene hayat duruyor aslında, bir yere gittiği yok, sadece herkes bir şeyler yaptığını sanıyor. Bunun gayretiyle koşuşturuyorlar. Herkesin durduğu bir zaman, koştuğu bir zaman vardır halbuki. Sen daha hala o ışığı görmedin, değil mi? Ondan bu hırçınlığın. Ondan bu sitemin. Ayarsız gururun, dengesiz hallerin. Başını kendinden kaldırıp bakabildiğinde, çoğunluğun aynı durumda olduğunu göreceksin. Her yüz sana haykırıyor aslında. Çünkü hepsi aynı yüz. O yüzler yüzsüz aslında. Olağanüstüyse hiçbir şey yok hayatta. Sensin mucize bu hayatta. Bak bunca yıl sonra buldurttun bana kendini. Bense çoktan gömmüştüm seni. Sevdiklerimi almana kızmıştım. Belki kendime kızmıştım, adını anmamıştım. Ama sen beni gözden çıkarmamışsın. Adını anıyorum çünkü korkuyorum. Adını anıyorum çünkü beni örtecek, koruyup kollayacak bir şeye ihtiyacım var ve ben bir insanım sonuçta.

Hayat huzursuzluklarla geçiyor, hayat sevgiyi harcayarak geçiyor. Ama hayat geçiyor. Kendini kaybetmek için geldiğin Afrika’da ne bulacaksın bakalım? Sakın merhamet yorgunu yapmasın seni bu kızıl topraklar?

                                                       “Uzun zamandır aşığım sana”

Il y a longtemps que je t’aime(ilyalontomköjötem).. Seni o kadar çok sevdim ki.. Yakın tarihli bir filmin adını aldığı eski tarihli bir şarkının sözleri ve melodisiyle yollardayım. Sana o kadar çok kızgınım ki.. Ben yazsaydım böyle yazarmışım sanki ve araya da eklermişim. “Sana daha hala öyle kızgınım ki..”

“İngiliz Hasta”nın başı, çöle gölgesi düşen planörün “Szerelem” (macarca aşk demek ve Macarca, Yunanca’dan sonra kulağa en kibar gelen dil olsa gerek) adlı şarkı eşliğinde süzüldüğü sahneyle başlıyordu yanlış anımsamıyorsam. Gece kum fırtınaları, gündüz aşırı sıcağın yaşandığı Sahra Çölü’nü de içinde barındıran kızıl kumlu Fas’taysa yağmur yağdırmayı başarıyoruz, hem de sağnak. Senede yedi gün yağan yağmurun üç günü bizi takip ediyor. Tarımla geçinen, susuz kalmış Fas’lılar için olağanüstü sevindirici olan bu durum, benimki gibi kayıp ve huzursuz bir ruha sahip bünyeyi iyiden iyiye hüzünlendiriyor. Neşeli Afrika değil burası. Bir duygudan bir duyguya, bir halden ötekine sürükleniyorum. Tek bildiğim ne bildiğimi bilmediğim. Filmdeki Catherine’e gelirsek, hiç kızgın değildi bir adama, sitemsizdi ölmek üzere olduğu mağarada. Kont Laszlo Almassy ise daha o kadar özlemedim dedikten sonra ayrı kaldıkları saatler boyunca içini kemiren boşluk, yalnızlık ve kıskançlık duygularıyla baş edemeyip, öfkesini patlatıyordu yemek masasında içtiği içkilerden sonra tıpkı aşık bir kadının taşkınlığı gibi. Benim olanları istiyorum diyordu. Yasak aşk ortaya dökülüyordu. Ondaatje’nin romanından uyarlanan filmdeki kont rolündeki Fiennes geleceğin Bogart’ı olarak lanse edilmiş fakat bu uzun vadede aktörün karakter rollerine geçişiyle son bulmuştu. Bir adam var burada da Kont’a benzeyen. Ama kitaptakine.

MARAKEŞ: Sabah iniyoruz Kazablanka’ya. Saat 3:36’yı gösteriyor. Fas saatiyle. Bizim saatimizden iki saat gerideyiz. Air Arabia ile uçtuk yaklaşık beş saat boyunca. Sharm el Sheik ve Kazablanka yolcuları arasındaki fark gençlerin ve eğlenmek isteyenlerin daha çok ilk şıkkı tercih ediyor olması. Uçakta önden ikinci sırada oturdum. Kavga gürültü binen adamları ve kadınları inceledim rahat rahat. Fas’lı kadınların abartılı kıyafetleri ve makyajlarının yanında erkekleri neşeli, konuşkan ve dost canlısı. Hani göz teması kurmaya gör. Merak ediyorlar ama neyi merak ettiklerini tam olarak onlar da bilmiyor gibiler, dost edinmen an meselesi. Beş saati hiç uyumadan ve sürekli konuşarak geçiren insanlarla çepeçevre sarılıyım. Afrika’da var olma fikriyle hiç uykusuz duraksız, fazla sızlanmadan ilk inen oluyorum uçaktan sırt çantamla. Bagajım olmadığından kapının önüne çıkıyorum ve başlıyorum beklemeye. Dakikalar geçiyor ve çıkanlar gidiyor. Tek başıma bekliyorum. Bir adam yaklaşıyor yanıma ve Türkçe olarak yanlış kapıda beklediğimi söylüyor. Tanja’da yaşıyormuş. Bir yerin genel müdürüymüş. Yalnızlığım merhamet uyandırdığından, benim adıma bir sürü şey yapıp, bir sürü telefon açıyor ama misafirleri gelince vedalaşıp ayrılıyor yanımdan. Beklemeye koyuluyorum gene kırmızı paltomla. Elinde telefonuyla bir adam bana doğru yaklaşıyor, iki saniye bana bakıyor sorar gibi, sen o musun der gibi. Ve evet o benim ve daha kaç kişi olduğunu soruyorum benimle beraber. Dört kişi, artı benmişiz. Merhabalaşıp, biniyoruz minik dolmuşumuza. Herkes uyuyor içeride, çünkü Kazablanka-Marakeş arası çok kilometre ve herkes şoförün sütüne havale. Ama Hassan iyi kalpli ve dikkatli bir Berberi(nüfusun çoğunluğu ya Arap, ya Berberi). Otele varmadan kahvaltı ediyoruz. Her yer zeytin. Sıvı yağ kullanıyorlar. Otele varmadan bir sürü yer görüyoruz, çünkü girişler 2’de. Mezar taşı olmayan mezarlıklarını geziyoruz. İngiliz Hasta”nın sahnelerinin çekildiği saraydayız. Medina’sında yürüyoruz. Adım başı bir motorsiklet, bisiklet ya da el arabası terörü yaşıyoruz ama olsun sonradan da hatırlayacağım gördüğüm en gizemli medinanın burada olduğuna kanaat getiriyorum. Rengarenk yerel kıyafetleri içerisindeki adamlar, kadınlar, dilenciler, sokak satıcıları, sucular, baharatçılar, fırınlar, muz satıcıları, ekmekçiler.. Büyük balkonlu evlerden geçiyoruz Yahudi mahallelerindeki. Araplar dışa dönük yaşamadıklarından, küçük balkonlu, pasio tarzı  evlerde oturuyorlar. Bir daha yürüme şansı bulamadığım bu dar sokaklarda geçirdiğim saatlerde hissettiklerimi asla unutmam. Bazen sizi siz yapan ruhunuz sizden önde yürür, bir hayaleti takip eder bedeniniz. Tek burnunu alırsın yanına. Kokuları takip edersin körler gibi.-Tek gerçek kokundur ten kokunun ve tek gerçek kokularıdır onların, ten kokuları. Kulaklarını bedeninde bırakırsın işitmemek için. Gözlerini de bırakırsın. Üçüncü gözünle takip edersin geçtiğin yolları, dokunduğun insanları. Beden bir gölge gibi takip eder kaybetmek için kaybettiği ruhunu. Bir anlam katmak gerek bu bedene. Bir anlam katmak gerek tüm yaşanmışlıklara.

image

20131121_105105

20131121_101558

20131121_110847

20131121_115949

20131121_09380620131121_093927

Nihayet meydandayız. Burada bulunma nedenimdi bu meydan. Panayır gibi bir pazar yeri hayal edin. Etrafı kafelerle ve restoranlarla çevrili. Yılanla fotoğraf için kıran kırana pazarlıklar var. Bense dişlerin peşine düşüyorum. Dişlerin sahibi natürel dişçi çıkıyor. Fiyat soruyorum çünkü merak ediyorum. Adam söylemiyor. Sonra, sonra olan oluyor. Adam yerinden fırladığı gibi üzerime geliyor, “Ne kadar paran var, kaç para verirsin?” diyor İngilizce; belli ki ne verirsem bir çift diş alabileceğim alt ve üst damak olarak. Ama adamın aniden kalkışı o kadar ürkütücü ki, tüm grup korkuyla dağılıyor. Sonra benim gerçekten almak istediğimi düşündüklerini söylüyorlar. Oysa ki ben sadece merak etmiştim. Hermitage’da üzerimize yürüyen odaların bekçileri kadınlar mı yoksa bu az kaçık Araplar mı daha korkunç diye içimden geçiriyorum ister istemez. Orada kurallara çağrı vardı. Buradaysa sürekli paranızı isteyen adamlarla çevrilisiniz. Sizden talepleri hiç bitmiyor. Sürekli pazarlık yapmalısınız(Kapalıçarşı esnafını saygıyla anarım). Ortalık sirk gibi. En nihayet zorla elime kına yakıyorlar. O kadar çaresizim ki, elimi kaptırırken. Burada mücadelelerden yenik ayrılıyorsunuz hep. Önümde bir saat boyunca güneşe tutmak zorunda kaldığım pırıl pırıl bir elim var üzeri simlerle bezeli. Büyücüler var burada, sebzeciler, maymun ve yılan oynatıcılar ve kumarhaneye büyücüyle gidecek kadar aklı evvel insanlar(40 yıl düşünsem de asla aklıma getiremeyeceğim şeylerin ilk maddesi olmaya aday, Tanrım bana bir boş vaktinde bir parça cin fikir ver, ama öncelikle beni sev, çünkü ara ara küssem bile doğduğumdan beri tek sen dediğimsin, tek herşeyimi bilensin ve herkes mucize ararken ben hep seni arıyorum, burada olma nedenimsin, tek sen bana ders verensin).

20131121_150441

Bir duş alıp tek başına dolaşma isteği kabarıyor içimde. Alelacele yerleştiğim odamdan çıkıyorum. Kırmızı paltom üzerimde, adımlarımla yürüdüğüm yerleri titreterek çıkıyorum odamdan. Nereden geldiği belli olmayan bir özgüven ve coşkuyla ilerliyorum asansöre doğru. Rujumu da sürüyorum ki Fas halkına karşı mahcup olmayayım, keza onları da hayal kırıklığına uğratmayayım. Fatih Sultan Mehmet beni görse bu azim bende olsa, bırak İstanbul’u, dünya benim olurduyu dedirtecek kadar büyük bir fetih coşkusu bahsettiğim ve asla mübalağa etmiyorum. Tek ayrıntı var o anki hissiyatımdan aklımda kalan, bir başıma kalmak istediğimden resepsiyonda karşılaştığım insanlarla göz kontağımı kısaca kurup, dilimin ucuyla iyi akşamlar dedikten sonra, emin bir vaziyette otelden sola doğru dönüp kocaman adımlarla yürümeye başlamak. Saatler beşe geldiğinden kepenkleri kapatan esnafla karşılaşıyorum. Cehennem Meydanı’na gitmek istiyorum tekrar ve atılan bir iki öpücük beni hiç rahatsız etmiyor. O kadar Cehennem Meydanı ile doluyum ki, anlatamam. En nihayet en lüks sayılabilecek alışveriş mağazaları ve restoranlarının olduğu yere geliyorum ve az fransızcamla anlaşmaya çalışıyorum insanlarla. Genç yaşlı hepsi fransızca biliyor ama ingilizce bilen yok. Defalarca yanıma yaklaşıp, lonely lonely diyen genç beyleri bertaraf ediyorum. Tekrar yürüyüşe geçiyorum. Taarruza devam, fetih için herşey tamam. Birden karşıma nereden çıktığını anlamadığım bir kadın fransızca bir şeyler söyleyerek düşüveriyor sanki koca meydanda. Zayıf, kumral bir kadın bu. Elli yaşlarında gibi, kırışıklıklarından çıkartmaya çalışıyorum. Bana “Aide moi!” diyor. O panikle “Aime moi!” anlıyorum. Sonra “S’il vous plait!” diyor. Kadın bunu söylerken sevecen, yalvarıyor. Ürküyorum kadından. Ona da şimdi hatırlayamadığım bir şeyler geveleyip, kaçıyorum. Elli metre yürüdükten sonra ancak kadının bana ilan-ı aşk etmediğini, bana yardım et dediğini anlayabiliyorum. İçim parçalanıyor. Yalvarmıştı, çok çok garip bir yüzü vardı. Eğer sıyrılamazsanız, kolaylıkla yozlaşabileceğiniz yerler buralar. Beni aptala çevirdi bile.

Biraz daha yürüyorum ve trafik lambası olmayan caddelerdeki insan seline katılıp, karşıdan karşıya geçmeye çalışıyorum. Nispeten ıssız bir yola saptığımda on yaşlarında bir çocukla burun buruna geliyorum. Bana avucunu uzatıyor ve sonra açıyor. Haplar var elinde. Nasıl yutulacağını gösteriyor. Sanki prospektüs kendisi. Ondan da kaçıyorum. Kendimi gizlemek için kuytulardan yürüyorum(kırmızı palto giyip gizlenmek istemek). Bir adam gözlerini kaydırarak üzerime doğru yürüyor. Hemen ışığa çıkıyorum. Arkamdan yüksek sesle bağırıp çağırarak gelen bir grubun sesiyle irkiliyorum, bir daha karşıya geçiyorum. Karşı yaka beni kurtarsın diye medet umuyorum. Taksiler ürkütücü geliyor. Erkeklerse korkunç. Tekrar Fransız kadın geliyor aklıma. Ona çok korkmuştum demek istiyorum şimdi. Ne işimiz var burada ayrı ayrı bunca ilkelliğin içinde demek istiyorum.

Dönmeye karar veriyorum. Bir süre sonra saymaktan vazgeçiyorum tacizkar lafları ve atılan öpücükleri. Beyrut’ta karşılaştığımda güldüğüm öpücükler, burada çok sevimsizler. Şık bir restoranın önünden geçerken bu sefer gerçekten ürkütücü bir adam takılıyor peşime. Restoranın içine girip yardım istiyorum. Adamı işaret ediyorum, adam gitmiyor, polis çağırın diyorum, aptal aptal suratıma bakıyorlar. En nihayet adam gidiyor ve ben dışarı çıkıyorum. Ama bu sefer de aklım bulandığından iyice yolumu şaşırıyorum. Daha korkunç ve ölümcül bir hata yapıyorum. Otelimin adını unutuyorum. Zihnim sıfırlandı sanki. Belgelerim otelde ve isim zihnimden siliniyor. Halbuki çok kolaydı. Cep telefonuma indirdiğim belge aklıma geliyor bir anda yoksa elçiliğe gideceğim(Tanrı’ya blöf çekiyorum, umarım görmez). Etrafta hiç kadın yok, erkekler var. Uzaklaşmış olduğumu anlıyorum iyice otelden. Belgeyi buluyorum. Bir butikten rica ediyorum. Adam İtalyan çıkıyor(şansıma hep güvenmeye çalıştım ama hep yalnız bırakıldım). Tezgahtarın yardımıyla nihayet adresi buluyorum ve otelin lobisinde bir süre gergin vaziyette oturuyorum. Aynaya bakıyorum, bir havalarla sürdüğüm rujum çoktan uçmuş. Dokunsalar ağlayacağım aslında. Ama ağlamak için gözden yaş mı akmalı? Hem ağlamak için biraz sevgi görmek gerekmez mi?

Bir daha rehberimiz olmadan tuvalete gitmemek için and içiyorum(içimden). Ah aptal, ah koca kafalı, burası Afrika, unutma! Fransızca konuşuluyor diye kendini Concorde Meydanı’na mı geldin sandın?

                    “Her ülkenin o ülkeyi çağrıştıran bir şarkısı olmalı.”  

Ve işte seninki geliyor bana her dinlediğimde seni anımsatacak.. Stromae’den “Formidable”.. Bu Fas’ın ve daha çok Marakeş’in şarkısı olmalı.

http://m.youtube.com/watch?v=S_xH7noaqTA

Esaquira’e gitmek üzere yola çıkmış bulunuyoruz. Gidiş dönüş toplam 6 saat sürüyor. Burada ne yaparsan yap, 4 saat uyursun deniyor. Ben onu da uyuyamıyorum gece. Huzursuzluk. Sabaha doğru sızıyorum. Keçilerle bezeli ağaçlarda mola veriyoruz. O kadar garip ki herşey. Bir sürü keçi bir argan ağacının dalları üzerinde hiç kımıldamaksızın duruyorlar. Ayaklarından zamklı gibi hayvanlar. Uyuşmuş gibi bakıyorlar. Ağacın yapraklarını koparıp çiğnerken, uslu uslu size doğru bakıyorlar. O kadar garip ki. Yolun kenarı olmasına rağmen, fazla araç geçmediğinden yol da ıssız olduğundan, uhrevi bir sessizlik içerisinde öğle yemeklerini yiyiyorlar. Onlara da biz garip geliyoruz sanırım. Hayvanlar en doğal ihtiyaçlarını karşılarken aptal aptal bakıyoruz ve fotoğraflıyoruz bu ölümsüz anı( gene deli deli tepeli insan soyu geldi, bakıp bakıp gittiler demiyorlarsa.. çünkü ben keçi olsam derdim).

20131122_105349

Sırada kadınlar kooperatifi var. Saf hali bildiğin haşhaşla kahve arası bir şeymiş arganın, görmüş oluyoruz. Yerli kadınlar oturdukları yerde yapıyorlar. Balla karıştırıp ikram için koymuşlar ortaya. Her şey argan içeriyor burada. Yiyecekler, şampuanlar, kremler, ayak kremleri.. Referanssa Arap kadınlarının parlak cildi(doğal beslenmelerine ek olarak).

image

image

20131122_154341

En nihayet Essaquira’ya geliyoruz. Deniz çekilmiş bizim geldiğimiz saatte. Yerel bir rehberimiz var burada. Aziz. Bize yol gösteriyor, isteyene tuvalet buluyor, arzu edene cami. Konuşuyor ve konuştuğunu bir şekilde herkes anlıyor. Aziz vücut dilini çok iyi kullanıyor. “Kingdom of Heaven/Cennetin Krallığı”nın çekildiği yerlerdeyiz. İspanyol yapımı topatarlar var kalenin surlarını çevreleyen. Aşağıda ise kıyı şeridi uzanıyor. Bizse bir Medina daha görmek üzere aşağıya iniyoruz. Bir şehirden, ötekine geçişi belirliyor çeşmeler. Buradaki daha Avrupai. Turist sayısı artıyor. Alman ve Japon turist kafileleri ağırlıkta. Yunan ve İtalyanlar da var. Aziz ise her yerde. Restoranlar daha temiz. Yağlı ellerle tutulmaktan ötürü kayganlaşmamış tuzluklar ölçütümüz. Bir hamamın önünden geçiyoruz. Aklıma ” Kutsal Gece” ve hamamda geçenler geliyor. Gülümsüyorum ama kitaba. Burada da hamam bekçisi irice bir kadın var ve asla fotoğraf çekilmesini istemiyor, boyun eğiyoruz bizde. Kitaptaki Zehra’nın safça soruşunu duyar gibi oluyorum yollarda “Bu muydu aşk?” diyen ve Zehra benimle yürüyor bundan sonra ve boyun eğiyoruz beraber “Görünmez Efendinin Yasasına”. Çünkü biliyoruz ki yalnız ölmek ve kimse tarafından sevilmemek dayanılmaz bir acı. Tüm bu ilahi ve insani halleri bir kenara bırakıp soruyorum kendi kendime”Sonsuzluk nerede başlıyor?”diye.

20131122_154142

image

Dönüş yolunda tekrar keçileri görme hayalimiz var. O keçiler vahaymışlar. Fotoğrafları da olmasa hiç yokmuştular.

Üçüncü gün Rabat’ı görüp, Kazablanka’da konaklayacağız. Coğrafya dağınık olduğundan bir yerden bir yere gitmek çok kolay değil. Fes buradan 8 saat uzaklıkta. Babel filminin geçtiği Quarzazatine ve köyleri ise gidiş dönüş dörder saatten toplam 8 saat uzaklıkta. Filmden hatırladıklarımla yetiniyorum bende. Afganistan gibi dağlık bir bölge, bencil Amerikalı turistler, yumuk gözlü-çıplak ayaklı-nargileci(!) nene, Habil’le Kabil ve dünyanın en içten öpücüğü en sıkışık anda verilebilecek. Muhteşem iki=iyi yönetmen+iyi senarist.

Gitmeden “Yves Saint Laurent’in Bahçesi”ne gidiyoruz. “Majorelle”. Hiç görmediğim değişik kaktüsler, beyaz begonviller ve ağaçlarla bezeli Uzakdoğu’da bir cennet sanki. İçerisinde bir butik, resim sergisi ve kitapçısı var. Fas’a, Marakeş’e, modaya, sinemaya dair hiçbir yerde olmayan orjinal dillerinde de kitaplar.

Rabat şimdiki başkentleri. Ankara’ya geldim sanki. Uzaktan girilemez ve gezilemez saraylarını görüyoruz. Traşlı Benjamin’lerin arasından geçiyoruz saray yolu boyunca. Dilek havuzunun olduğu yere götürülüyoruz. Her yerde bir para atmasam olmaz. Onlarca leylek görüyoruz havada. Uçanı ayrı, kafasını yuvasının üzerinde 180 derece ters döndüreni ayrı ve tak-tak-tak-tak.. Hepsi birmişçesine tak-tak-tak-tak.. Bizi havada gördün, bu sene artık durmaz uçarsın der gibiler. Havalara giriyorum ama derhal ayaklarım yere bastırılıyor. Bu senenin bitmesine bir ay varmış. Olsun bende leyleklerin göç yolunu takip ederim yeni yılda. Öyle düşerim yollara.

20131123_144137

20131123_144955

20131123_151532

Şoförümüz kapıları açmaktan, bizeyse inip binmekten gına geliyor ama daha da geç olmadan Kazablanka’ya gitmek üzere yola çıkmalıyız. Karanlıkta varıyoruz şehre ve yağmur hiç dinmiyor. Kaldığımız vasat otelden çıkıp, yağmurun altında kedi gibi ıslanarak yürüyoruz. Rehberimiz yok, dolayısıyla bize çevreyi sevdirecek kimse de yok. Ama etraf başlı başına sevimsiz. Hiç kadın şoför yok. Yollarda hiç kadın da yok. Saat geç değil. Kafama dank ediyor. Nereye gidersem gideyim kadınlar benim medeniyet ve o şehirde yaşanabilirlik ölçütüm. Ne giymişler, etek boyları nasıl(milletvekilliğine adaylığımı koymalıyım, dönüşte), saçlarını özgürce savurabiliyorlar mı?

Sonuç olarak biz gene Mc Donald’s yiyoruz.

20131123_083741

20131123_085811

20131123_084141

20131123_084256

20131123_090624

20131123_084310

20131123_083323

İlk defa Kazablanka’da uyuyorum. Ama burger menü beni alabildiğine susatıyor. Saat üç buçuk ve daha sabaha çok var. Çaresiz paltomu geçiriyorum, çıplak ayaklarıma geçirdiğim parmak arası terliklerim, leopar pijamamla resepsiyona iniyorum. Uzun uğraşlar sonucu bir fanta alıyorum adamlardan. Dünyanın en şekerli fantası bu olmalı. Derken bir ölümcül hata daha yapıyorum. Oda numaramı unutuyorum. Kartın üzerindeki numaraya bakıyorum. Silinmiş olduğunu görüyorum. Imperial Otel’de üçüncü kattaydım. Şansımı deniyorum. Üçüncü kattaki köşe odaya gidiyorum. Kartı içeri sokuyorum. İçeriden homurtular geliyor. Terliklerimin içindeki tabanlarımı yağlıyorum. Bir alt kata iniyorum(yarattın, neden takip etmezsin ve nedir benden çektiğin?). Doğru adresteyim. Uyumaya çalışıyorum kendime kızmadığım anlarda.

20131124_121823

image

Gruptan bir hanım, oğluna sormuş camı açtığında ne gördüğüne dair. Dolapdere yanıtını aldığını söyledi. Biz galiba sanayi mahallesinde kaldık. Ama mutsuzluk geçici. Değil mi ama? Hep mutsuz yaşanır mı? Bir simit alırsın, bir piyango, umuttur bunlar yaşamak için. Bir lokma tazecik simit, yanında çay, cebinde ya çıkarsa diye aldığın piyangon. Küçük şeylerle de hayat güzel. Camiye namaz kılmak için girmiş yüzlerce insan var ve ben onlardan uzaklaşıp, Pasifik kıyılarını andıran dalgaların sahile vurduğu Atlas Okyanusu’na doğru yürüyorum rüzgarda saçlarım savrulurken. Bir dakika ya da kaç dakika sürmüş olursa olsun kendimi özgür hissediyorum ve bunlar normalde hiç kıymet vermediğim değerli anlar, biliyorum. Bir tel koparıyorum saçımdan, Atlas’a doğru parmağımın ucundaki saç telini bırakıyorum. Rüzgar alıp götürüyor. Belki bir daha hiç gelemem buralara. Bir tel saçım kalsın geriye. Benden bir şey kalsın geride. Nereye gidersem gideyim aynı şehirdeyim aslında. Biraz daha öfkeli olmalarının dışında ya da daha tuzlu veya buzlu ne farkları var okyanusların birbirinden? Ne değiştirebilir bir başka kara parçası? Nerede görülmüş şey, bir başka ülkeye, bir başka denize gittiğinde ceset gibi olan kalbinin dirileceği? Ama bazen olur. Cesetler de uyanır Cehennem Meydanı’nda hemde. Birisi gelir kapınıza vaatlerle. Ama bilirsiniz ki kötü bir fikirdir. Kapılar kapanır bir bir, her kapanan kapı vazgeçilendir ve Tanrı her tür kuvveti verendir. Ölçüsüzce sevenlerin başı hep beladadır. Kalpten sevmek yeter halbuki. Tek nefeste seversin, tek bakışla gizlersin. Bazen eteklerindeki tüm sevgini saça saça gezersin. Karşılıksız olsun, sen gene sev, hiç vazgeçme; sevgi hayat kurtarır çünkü. Ben yaptım oldu. Ben yaptım kurtuldum. Karşılıksız sevdim, kaçtım ve kasım’da Fas’a geldim. Bir açık kapı buldum ve atladım eşikten kendimce. Freddie Mercury’nin nispeten az bilinen ama çok sevilen bir şarkısını dinlemeliyim mümkün olan en kısa zamanda. “These are the days of our lives”. Çok içten söylerdi aşk şarkılarını. Hep severim, her zaman anarım. Sonuna gelinmiş bir hayatın manifestosudur.. “When I look and I find I still love you..” Kavuştuğumuzda bana tek bu şarkıyı söyle Freddie, şimdi biliyorum müziğin kimler için yapıldığını ve ölümsüzlüğün ne demek olduğunu. Tanrı’nın seçilmiş çocuğu olmanın kutsaliyeti var sesinin tınısında. Gökyüzü nikahı kıyarız belki ben gidince.

http://m.youtube.com/watch?v=QVtYIxYg1jg

Döndüğümde kuzenime okuttum yazımı. Okudu okudu ve bana söylediklerini size aktarıyorum: “İnsan tatile gider eğlenir, adamlardan kaçmışın, şaşırmışın kadından kaçmışın, b.klu yollarda yürümeye çalışmışın, yağmur çamurda Tarlabaşı’na çıkmışın, işin mi yok Avrupa dururken? On belki yirmi sene önceydi Avusturya’dan gelen arkadaş elektrikler kesilince sevinçten çığlık atmıştı, biz çamurlu yollara, düzensiz trafiğe küfrederken yüzünde tebessüm, keyfini çıkarmıştı paçasına bulaşan çamurun. Seninki o hesap olmuş, ben ilk uçakla evdeydim. Döndüğünde toprağını öptürtecek memlekette işin neydi?” Biliyorum ki benim bir sonraki gezim yine bir tarafın doğusu olacak. Uzak doğu, yakın doğu, orta doğu.. Seksenlerde ve öncesinde ülkemize gelen Avrupalı turistler ellerinde makina nerede bir sefalet görseler atlarlar ve fotoğraflarken, bizler ülkemiz yalan yanlış tanıtılıyor diye öfkeden deliye dönerdik fotoğraflar sağda solda karşımıza çıktıkça. Eurovision(örovizyon) tanıtım filmlerimiz bile olay olurdu. Fas’taysa bulduğum her tür ilkelliği fotoğraflamaya çalıştım. Fotoğraf çektirmekten hoşlanmayan halkı gizlice fotoğrafladım. Dilencilere birkaç kuruş para verip, ellerini uzatırkenki hallerini çektim adice. Şaşkınlıkları bana zevk verdi. Cellabeleri ve ağızlarını kapadıkları peçelerinden arta kalan uzuvlarını inceledim sonra uzun uzun fotoğraflardan; gözler, burun ve ellerdi haliyle bana kalanlar. Daha Tanja ve Fes’i göremedim. Paul Bowles, Jean Genet, William Burroughs Tanja’da yaşamış ve üretmişler. “Naked Lunch, Sheltering Sky” bu topraklardan esin. “Babel” filmindeki mutsuz ve bir trajedi atlatmaya çalışan bir başka evli çiftin esin kaynağı, kurtuluş bileti idi belki “Esirgeyen Gökyüzü/Çölde Çay”, bizde bile bir şarkının sözlerine konu olabilmişken. Birlikte ama yalnız..  Genet ve Beckett Tanja’da Meşhur Hafa Kahvesi’nde oturmuş yeşil nane çaylarını yudumluyorlardır. Bense Tanja’nın hayaletlerini göremeden ayrılıyorum bu topraklardan.

20131124_135648

               TRAKYA

“Herkesin beni konuşmasına ciğerlerim el vermeyebilir.”

image

Ben giderken mevsimlerden yaz, aylardan ağustos. İstanbul’dan Edirne’ye giden otobüsün içerisinde, okumak istemeyen bluğ çağındaki oğluyla başı dertte bir kadının yakınmalarını dinlemekle o kadar meşguldüm ki, bir an başımı çevirdiğimde gördüğüm ayçiçekler aklımı başımdan almaya yetti. Ayçiçek tarlaları git git bitmedi kilometreler boyunca. Başları gökyüzüne dönük, binlerce.. Renkleri, suskunlukları, titreyişleri, zarif duruşları, bir ince sapla hayata tutunuşları umut verdi. Tekrar yan koltukta oturan kadına çevirdim başımı. Adımı öğrenince Trakyalı sandı beni. “Dayım koymuş” dedim. Meriç Sümen’i çok beğenirmiş. “Dayının adı neydi?” dedi. “Ayçiçek” dedim. Ben kaynağıma geldim.

Sonra bana ikinci kocasının fotoğrafını gösterdi. Çok güzel bir adam bulmuş(kendisi buldum dedi üzerine basa basa). Emlakçıda tanışmışlar. Aşık olup, evlenmişler. İkisininde ilk evliliklerinden tek çocukları var ve kadın itiraf ediyor. “Bu sefer çok başka sevdim, tutuldum.”diyor. “Ne güzel.” diyorum. İlk kocası da iyi insanmış ama bu başka deyişinden, gözlerinde adamı her anışındaki pırıltıdan belli oluyor aşkının korunmuşluğu. Mutluluğunu kıskandım bir an. Mutlu mu bilmesemde. Aşkını kıskandım diyelim, aşık olma şeklini. Ama bunu size söylediğimi unutun. Hiç kıskanmadım, hiç tanımadım belki ben onu. Hiç açmadı bana sırrını, bende ona benimkini. Sustuk biz. Yol boyunca hiç konuşmadık. Sizler öyle bilin.

image

Garajdayım ve yol arkadaşımla ve yolcularla kuru, sıcak, bunaltıcı bir iklimde servisin gelmesini bekliyoruz. Bir sürü şey daha anlatıyor bana aşık kadın; şehri, insanlarını, iklimini. Onu bırakıp gitmek gelmiyor içimden. Burada İstanbul gibi yapış yapış olmazsın diyor. Evet ama haşlanıyorum ben şu an. Hiç böyle bir hava beklemezken, birde bana buraların kışını anlatıyor. Evde kalorifer yoksa, sobalı bir evde, sobanın yanmadığı bir odasında uyuyup uyandığında ayakların buz kesermiş yün çorapların içinde. “Sivas gibi mi?” diyorum. “Hiç gitmedim.” diyor. Enteresan bir şekilde çizgilerle bölgelere ayrılmış ülkemin havaları da enteresan, soğuğun nereden çıkacağını kestiremiyor insan(Balkanlar ve Rusya bu konuda çok cüretkar olabiliyor bize karşı), bunca sıcağın akşam akşam nereden geldiğinin bilinemezliği gibi.

image

Selimiye Cami, Mimar Sinan’ın ustalık işi eseri. İkinci Selim’in talimatıyla yaptırılmış. Büyük bir avlusu var, aynı zamanda müezzinliğini yapan imamı içerideydi. Turistik olduğu için ziyaretçilere açık her zaman. Sinan, Koca Sinan işinde pek maharetliymiş. Nereye giderseniz gidin bir şekilde Selimiye’ye çıkıyorsunuz şehirde ve dört minaresiyle size daima yol gösteriyor. Bir caminin etrafında kurulmuş şehir izlenimi veriyor insana. Esnaf, turistler, sokaklar hep Selimiye’ye ayarlı. Beş veya on dakikalık mesafedeki karşılıklı müzelerinden birini seçiyorum. Arkeoloji Müzesi’ymiş. Çok fazla eser yok. Yalnız Atatürk’e ait Yunanca bir harita var. Görevliye soruyorum “Atatürk Yunanca’da biliyor muymuş?” diye. O da bilmiyor, “Hediye galiba” diyor. Çok padişahlar geçmiş buradan. Ama Edirne akla en çok Atatürk’ün pırıl pırıl gözlerini getiriyor benim aklıma(sevdiğim en ve tek mavi gözlere sahip insan). İçimdeki Atatürk sevgisini atmam mümkün değil, çok işlemiş. Devri geçmiş lider diyenlere inat, Nutuk’ta Ortadoğu’da yaşanacak kargaşadan bahsediyor 100 yıl sonraki. Nutuk hakkında ufak çapta bile olsa bilgiye sahip olmak gerekiyor Atatürkçü’yüm ben diyebilmek için.

—-.—-

Ertesi sabah bol bol cami, köprü, nehir, bağ, bahçe, mesire yeri olan şehirde yarım günlük tur atıp, ayrılıyorum sessizce. Saniyelik aralıklarla ezanlar okunmaya başlıyor şehrin dört bir yanındaki camilerden ve sayısız köprü geçmişim hissine kapılıyorum Karaağaç’a giderken. Meriç Nehri’nin karşısındaki belediyenin tesislerinde kahvaltı ediyorum. Garson masama gelip, yalnız mısınız dedikten sonraki beşinci dakikada arıların istilasına uğruyoruz tostum ve ben. Arıların da bir ruhu var mıdır acaba? İğneli, bal yapan, kanatlı kuşumsu böcekler. Ekmeğimi paylaştım ben onlarla, daha ne yapayım? Gene bir telefon trafiği yaşanıyor tam da Kırklareli’ne gitmek için yola çıkmışken. Ne işin var orada, Venedik’in suyu mu çıktı(bekar kız arkadaşım), Kırkpınar ne zamandı(gay arkadaşım), havalar nasıl, esinti var mı(babam).

image

Edirne’den Kırklareli’ne geçiyorum. Kadınlar gecenin bir vakti sokaklarda gezebilirlermiş bir başlarına. Trakya’nın medeniyetini seveyim. Güvende hissetmek güzel oluyor. Nispeten daha küçük bir çarşısı var Edirne’yle karşılaştırınca. Trakya’nın Paris’i de Edirne olsa gerek. Eski ama bana daha sevimli görünen çarşısında dolaşıyorum. Güzel, temiz esnaf lokantaları var. Kasaplar Sokağı’nda Kırklareli köftesi yiyorum. Bir dolmuşla Kavaklı’ya gidiyorum. Buranın da Belediye Başkanı kadın ama tek çivi çakılmıyor. Görünüşe bakılırsa ihtiyaç da yok. Sınırlı sayıdaki insana yönelik yaşamda fazla gürültü patırtı çıkarmadan çalışıyor anlaşılan belediye. İnler cinler top atıyor derler ya; ya gerçekten atıyor iseler.. Evlerin arasından tek başına geçiyorum. Sağıma soluma bakıyorum. Bir Allah’ın kulu yok. Zaman durmuş gibi, evlerden çıt çıkmıyor. Ortalıkta çocuk, genç, yetişkin kimse yok. Kahvelerde boş. Otobüs şoförü ve durakta bekleşen üç beş kişi var. Bana ne işin var ki buralarda der gibi bakıyorlar. . Bilmiyorlar ki benim bu soruyu kendime her gittiğim yerde binlerce defa sorduğumu. Ayşe diyorum, Ayşe Hanım’ın evini aradığımı söylüyorum. Verdiğim tarifle nihayet buluyorum evini. Zayıf bir kadın, koyu renk olan saçlarına beyazlar düşmüş. Gözlerinizi gözlerinden alamıyorsunuz. Kaşık kadar yüzünde gözlerini belirginleştiren yaygın, kalın ve kıvırcık kaşları var. “Ne işin var burada? Hem benim adım Yaşa, Ayşe değil.” diyor.” “Olsun babaannemin adı Ayşe, severim bu ismi diyorum”(sıcakta mantıksızlaştığımı kabul ediyorum, kadınla abuk sabuk konuşuyorum). Beni içeri alıyor genede. Yere oturuyor. Ara ara beni süzüyor, Sanki bir şeyler arıyor. Ağzını açıp tüm o tuhaf cümleleri, değişik vurgularla olanca çıplaklığıyla söylemese alelade bir kadın aslında. Hatip gibi konuşuyor, birde diktatörlüğü var, kuralları burada ben koyarım, benim dediğim olur der gibi. Ve o anlatırken ben ikincil duyuyorum sözlerini sanki, bir başkasına daha söylüyor ve bana aksediyor boş bir duvara vurup geri dönen kelimeleri efsunlu kadının. Evin içinde ikimiziz ama sanki çok kişiyiz. Aklım karışıyor, zihnim bulanıyor.”Ben fal için..” Bıçak gibi kesiyor sözümü. “Ben falcı değilim, şifacıyım.” “Otur!” diyor. Kusu kusu çöküyorum önüne. Ocağını yakmak için hamle yapıyor. Çakmak arıyor. “Birde dağınık olmasan, aklını toplayabilsen neler yapacaksın, değil mi?”(bir keresinde ceketimi büyük bir mağazanın giyim reyonunda, nüfus cüzdanı ve benzeri tüm kartlarımı en az iki defa, pasaportumu defalarca kaldığım otellerde, annemi ise arabada unutmuşluğum var) diyor. Fiziksel hastalıklarımı ve kaynağını gösteriyor. Tüm oklar beynime çıkıyor, fiziksel olarak turp gibiymişim. Kurşun döktürüyorum. Standart olarak o bunu yapıyor. Ekmek parçaları atıyor bir tasın içindeki suya. Bana yaşayacaklarımı söylüyor bir bir. “Burası kalabalık değil mi?” diyorum. “Yok benim oğlum öldü, gelinle torun da yok.” diyor. Kazada öldüğünden ve oğlunun tabutunun kapağını açıp, onu kucakladığı gibi masaya yatırışından bahsediyor. Çocuğum olup olmadığını soruyor. “Ne güzel işte derdin yok, bak ben benimkini gömdüm, derdi bitmiş mi oldu şimdi, en büyük yaramı gömdüm, gözümü gömdüm, oğul’umu gömdüm ben.” derken duvardaki fotoğrafına bakıyor oğlunun. Bir kaç kez daha yapıyor bunu farkında olmadan. Oğul duvarda fotoğrafının çekildiği yaşta. Oğul bizimle. Hemen yanımızda. Gömdüm diyor oğlumu. Ama Oğul burada. Gayba inanan ve gaybtan ürken bir insan olarak Tanrım kafalarımızı karıştırma, huzur ver ruhlarımıza, bizi dünyevi işlerle meşgul et sıkça ki uğraşamayalım öteki tarafla diye mırıldanıyorum. Yaşa seçilmiş, yoksa bilemezdi çok şeyi, mutlu mu, nasıl olsun, nasıl olabilir? Seçilmişe mutluluk yokken, sıradan insan ne yapsın? “Ruhların Evi” ve “Yüzüklerin Efendisi” geliyor aklıma. Son zamanlarda izlediğim “Hereafter”var konuyla ilgili, bir referans olarak geldi aklıma. Tüm o orklar, elfler, kıllı ayaklı, koca kulaklı hobbit’ler(bakar mısınız Tolkien’e sen git bilim adamı ol, sonra da köyünün üç harflilerini, dört harflilerini yedir yuttur okuyucularına. Acaba bir çeşit Gandalf’la karşı karşıya olabilir miyim bende şimdi, şu an?). Yok değil. Mihaly Hoppal’in “Avrasya’da Şamanlar” kitabındaki şifacılar gibi Yaşa Kadın. İşaretleri okuma yetisi bahşedilmiş ona ya da o bir şekilde öğrenmiş kapıları zorlayarak. Benim günlük hayatta üzerinde durmadığım bir sürü ayrıntıyı görüyor. Çünkü üçüncü gözü açık. Besmelesini çekiyor, Elhamdülillah müslümanım diyor. Sonradan hepimiz olduk tamam da, peki ya öncesi..

Netice itibariyle hepimiz biraz batılız, Freud bile(17 rakamının hayatındaki uğursuzluğuna inanırdı). Bizi, hepimizi ilgilendiren cinsel hayatımızla ilgili bir sürü fikri vardı ve o devirlerde henüz daha etkin bir doğum kontrolü olmadığından, karısından uzak durmaktaydı(diline vurmuş derler o hesap, dertliymiş adam, ne yapsın?). Ve Dostoyevski yıllar yıllar öncesinden bilmiş ve açıklayıvermişti gaybı: “Hayaletlerle, hortlaklar başka dünyaların parçalarıdır, başlangıcıdır. Sağlıklı bir adamın hortlakları görmesine sebep yoktur. Çünkü sağlıklı bir adam her şeyden çok yeryüzünün çocuğudur. Yaradılış kanunları gereğince, yalnız bir dünya yaşamı sürmek zorundadır. Ama sağlıklı bir adam biraz hastalanıverince, organizmadaki normal yeryüzü düzeni bozuluverir, hemen başka bir hal alır. Adamın hastalığı arttıkça öteki dünya ile olan ilişkisi artar. Böylece insan öldüğü zaman öteki dünyaya göçer. Bu öteki dünyaya inanmaktır.” ==> Suç ve Ceza

İğneada’ya giden bir dolmuştayım. Değişik kadınlar, anlattıkları tuhaf şeyler zaten karışmış aklımı iyice karıştırıyor. Biri geveze, öteki kekeme iki kadınla oturma ihtimalim vardı öncesinde. Gevezeyi kaldıramayabilirim. Öteki zaten uğurlamaya gelmiş. Şans eseri yanıma bir Kürt kadın oturuyor. Nasıl uslu anlatamam. Sormazsan sormuyor, konuşmazsan susuyor ve düşünüyor. Ne düşünüyorsun dediğimde bana çok sayıdaki(tam rakam aklımda değil ama çok işte, altı artı filandı) çocuklarından birinin hastalığını düşündüğünü söylüyor. İçten bir kadın. “İyi ki sen geldin yanıma.” diyorum. “Neden?” diyor, sonra benim cevabımı beklemeden “O çok konuşuyor, hep öyle o.” diyor, gülüşüyoruz. Nereden geldiğini anlamadığım yiyecekler ikram ediliyor bize, bana “Al al!” diyor, ben yanımdakileri tutuyorum, anlayacağınız yiye içe gidiyoruz. Önce Demirköy’den geçiyoruz. Uslu kadın burada iniyor. Kızı karşılıyor onu. Bir tek ev onlarınki bayırdaki. Ve civardaki. Nerelerden nerelere gelip, ne şartlarda nereye ev yaptıklarına bakıyorum. Aklım almıyor. Ama indiğinde kızını gördüğünde yüzüne yayılan tebessümü.. Unutmam. Anneliğin en özel tarafı, çok sevebiliyorsun çocuğunu, çok çok, anlatılmaz derecede çok. Canım kızım, canım oğlum diyorsun ona, göğsüne sıkı sıkı bastırır gibi. Öperim kızı öperim, öperim oğlu öperim…

Longoz ormanlarının arasından geçiyoruz, yeşeriyoruz gelirken. Istrancalar çıkıyor karşımıza. Başın öne eğilmesin “Kürk Mantolu Madonna”.

İğneada’yı bir Bodrum, bir Marmaris olarak hayal etmeyin. Ama fiyatlar uygun. Ondan olsa gerek tatilin de verdiği rehavet üzerine eklenince bir sürü insanın kendini yemeye içmeye verdiğini görüyorum. Çekirdekler çitleniyor, kafelerde çaylar, biralar gırla gidiyor. Akşamları canlı müzik oluyor, herkes plastik sandalyesinde önce şöyle bir kaykılıp, çok fazla nazlanmadan kendini dans pistinde oyun havaları eşliğinde göbek atarken buluyor. Yıllar olmuştu salonlarda yapılan düğünlere katılmayalı. Figürlerde bir ilerleme yok, aynı el kol hareketleri.

image

Öğle üzeri denize girmek üzere şemsiye, şezlong örtüsü, litrelik kola, ekmek araları ne varsa kapıp akın akın civar muhitlerden gelmiş neşeli ailelerin peşisıra sürükleniyorum bende maviye doğru. Kolay barınamayacağımı düşünerek hemen denize girip kaçmayı planlarken önümden geçmekte olan ambülansın acı siren sesiyle irkiliyorum. Ne olduğunu anlamıyorum. Toplanan kalabalık yavaş yavaş dağılırken, bugün tam 4 gencin boğulduğunu öğreniyorum. Ölmüşler. İnanamıyorum ama ne gelir ki elden?

Salına salına ilerliyorum dalgalı denize doğru. Nazlanıyor bedenim; ayaklarım, bacaklarım derken kalçama kadar batıyorum ve hop beklenen son: zarif bir şekilde dalıyorum suyun altına. Atıyorum kulaçları, dalıyorum çıkıyorum derken bir ses duyuyorum önce üzerime alınmadığım. Öfkeli ve çaresiz bir ses bu: “Geç sağa, topluluktan ayrılma, uğraşamam ben.” diyor. Bana. Cankurtaran. Yerinden fırlamış düşmanca bakıyor. Uğraşamamışın zaten sen, onlarda ölerek uğraşmışlar. Çocuk gibi azarlıyor beni. Az evvel yer açıp da yüzemediğim dubalarla çevrilmiş, güneşin altında kızışmış bedenlerin fin hamamına çevirdiği ıkış tıkış bölümde çimlenen yüzler suyun yüzeyinde kalma gayretine ek olarak beni izliyorlar. Buradaki ilk ve son deniz faciam da kapanmış oluyor böylelikle.

image

Denize, güneşe, ayara doymuş bedenim, fazla d vitamini depoladığından ertesi gün tekrar yola çıkıyorum. Garip bir güzergah çiziyorum kendime. Kırklareli’nden Tekirdağ’a geçiyorum. İyi ki gelmişim diyorum görür görmez. Trakya’nın asıl Paris’i burası galiba. Hem denizi de var. Tekirdağ köftecilerinin önünde orta üst kesimin aileleriyle beraber gelip yemek yedikleri bir sürü restoran var. Sahilde çay bahçeleri, ötesinde de keyifli balık restoranları. Şimdilik alkol satışları da var. Dayan Tekirdağ.. Adına kuvvet..

VOL 6: ANTAKYA

                                                                          ANTAKYA

                                       “Ya kuş olur uçarsın, ya tavuk olur kaçarsın.”

image

Bir arkadaşım Antakya’ya gitmişti yıllar önce. Beğenmedim, fazla övmüşler demişti. Onu dinlemeyen bir başka arkadaşım da gitmişti. Geldiğinde diğerine hak vermiş, kız kardeşine ve eşine çok abartmışlar, marka olmak böyle bir şey demiş ve fakat kızkardeşi ve kocası da meraktan gitmiş ve şehri çok beğenmediklerini itiraf etmişlerdi. Her şeye rağmen kendi gözlerimle görmek üzere bende buradayım. Kimin ne söylediği değil mühim olan, benim ne hissedeceğim, ne düşüneceğim önemli. Genel kanımı yazımın sonuna saklıyorum. Ama dolmuştan indiğim semt garajında gördüğüm manzara telefona sarılmama neden oldu. Ciddi ciddi sordum kendime, ben neden geldim diye. Şehir karanlık, deniz yok, bir Asi Nehri var akmakta olan, ona da çamur yağmış sanki. Tek mozaik müzesi var, görebileceğim. O kadar hayıflanıyorum ki geldiğime. Bir şehir muhatap alınıp, darılıp gücenilir mi? Özne bensem, evet. Küsüyorum şehre. Öfkemden deli tavuklar gibi semt garajının etrafında dönüp duruyorum. Sonunda çantamın ağırlığına dayanamayıp, emaneten garaja bırakıyorum. Çalınırsa çalınsın diyorum içimden de. O kadar bıraktım ki her şeyi, o kadar umutsuzluk çöktü ki yüreğime.. Son şehrim olacaktı ve ben büyülenmeliydim. Dönüş biletimi almam gerekiyor ama önce yakın olduğu için Saint Pierre Kilisesi’ne gideyim diyorum. Karşıya geçiyorum. Sıra sıra dükkanlar var ve ben araba tamiri yapan birine rastgele giriyorum. Uzun boylu, esmer bir adam çıkıyor. Yolu soruyorum. Sıcakta zor olur, yokuş çok, mesafe uzak, ben bırakırım sizi diyor. Yanında da oğlu var. Onu ön koltuğa oturtuyor. Siyah bir tulum giydirmişler çocuğa. Gıkı çıkmıyor yol boyu, gözleri hep dışarıda. Bense arkadayım ve yukarı çıkar çıkmaz kilisenin tadilatta olduğunu öğreniyoruz. Eğer arabayla getirilmiş olmasaydım, çığlık çığlığa bağıracak olan ben, hayatıma kısa bir süreliğine dahil olan baba oğulla beraber tıpış tıpış dönüyorum geldiğim noktaya. Kısacık zaman diliminde bana inancından ötürü bir sürü şey söylemek istesede, engellendiğinden bahsediyor. Devlet bize sahip çıkmıyor, hiçbir zaman da çıkmadı zaten diyor. Bu bir işaret mi bilmiyorum ama bunca öfkelendiğim şehrin insanları çok dertli sanki ve bundan sonra yaşayacaklarım için karşıma çıkmış oldukları düşüncesi geçiyor kalbimden bir an. Teşekkür edip, Saint Pierre’i de kalbime gömüp, bir kez daha karşıya geçiyorum, çarşıyı bulduğumda kurtulurum diyorum. Sayısız kereler geçmişim, sonra bir daha geçmişim karşıdan karşıya, oradan oraya, iki ileri bir geri. İlk otobüs kaçtaysa binip gideceğim. Her şey bitecek o zaman; ama eğer ben gerçekten istersem. Siz hiç “gerçekten” terk etmek istediğiniz bir şehrin yollarında hırsla yürüdünüz mü? Hiç ne aradığınızı bilmeden dolaşıp durdunuz mu? Kendimden şüpheye düşüyorum. Acaba ben aslında hiç istemediğim bir şeyi mi arayıp duruyorum? Şehirse şehir, köyse köy, yolsa yol, kiliseyse kilise, camiyse yüzlerce, o zaman ne? Ne?

image

image

image

Bir durağın önündeyim. Artık hayal olmuş bir kaç cümle konuşuyorum esnafla. Aralarından genç bir çocuk çıkıyor, ben seni götürürüm diyor. Gene yürüyorum. Bilet almam için beni Metro Turizm’e götürüyor. O kadar zor alıyorum ki biletimi. Çocuk beni dışarıda bekliyor. Sedat ismi, 28 yaşında. Vaktim var bugün benim, çalışmıyorum diyor. Nereye gitmek istediğimi soruyor. Antakya Mozaik Müzesi diyorum ve taşınmadan önce yerinde gezebiliyorum. Sedat beni dışarıda bekliyor. Beğenip beğenmediğimi soruyor. Gene yürümeye başlıyoruz. Şimdiki rotamız bir başka kilise. Aziz Pierre ve Paul Kilisesi. O da kapalı. “Neden bu kadar çok kilise gezmek istiyorsun?” diyor. “Bilmiyorum.” diyorum. Aynı yollardan ve çarşının içinden geçiyoruz tekrar. Asi’nin önündeyiz. Nehri yüzerek geçtiğinden bahsediyor. “Su yuttun mu, çamurlu çok da.” diyorum. O kadar gayret etmiş ki yutmamak için. O da bilmiyor nehrin neden böyle olduğunu. Saat dörde geliyor. Acıkıyorum. Kahvaltıyı hatırlamıyorum bile. Herkes yöreye özgü yemekler yer gittiği yerde. Gaziantep’te aç kaldığımı hatırlıyorum. Antakya Han Restoran’a giriyoruz bu sefer.Kendisinin misafirim olduğunu söylüyorum. Katiyen yemiyor. Su bile içmiyor. O kadar gururlu ki. Bense o kadar açım ki. “Bizi sevmezler mum filan diyorlar.” diyor. “Öyle bir şey yok.” diyorum. Rahatlıyor. Ben yiyorum, o izliyor.

Konu kiliseden camiye, oradan fala geliyor. Fal baktırmak istersen benim yengem çok güzel bakar diyor. Ama köyüne gitmemiz gerek. Bir dolmuşla(seyahatim esnasında bindiğim dolmuşlarla yaptığım kilometreleri birbirine eklesem Trabzon’a varmıştım). gideriz diyor. Armutlu’yu soruyorum. Beni önce Armutlu’ya götürüyor. Uzun bir cadde, çift taraflı yüksek apartmanlar var. Abdullah Cömert’in öldürüldüğü yere gidiyoruz. Duvar yazıları var. Tek bir poz çekebiliyorum. “Rahatsız oluyor halk.” diyor. O gece ve diğer gece yaşananları anlatıyor. Gözleri doluyor anlatırken. Kıstırıldıkları yeri gösteriyor. Armutlu halkı direnişler esnasında sabaha kadar uyumamış. Polisin attığı biber gazından etkilenen gençleri evlerinde saklamışlar. Aynı halk Suriye’den kaçıp gelen mültecilere de evlerini açmış(Şehir, ben senin insanlığını sevdim galiba).

Tekrar çarşıya geliyoruz. Emanetten almak zorunda olduğum bir sırt çantam var ve çarşıdaki kalabalığın bir hayli arttığını görüyorum. Kızlar mini etek giymişler. Nasıl mutlu oluyorum anlatamam. Bak diyorum(çocuk deli demiştir), ne güzel kızlar mini giymiş, bu iyiye işaret diyorum. Bizde giyerler, ne isterlerse, ne ile rahat ederlerse onu giyerler ki diyor(en sevdiğim şehir modeli: herkes her istediğini yer, içer, giyer ve kimse karışmaz). Çantamı alıyoruz ve dolmuşa binmek üzere yola çıkıyoruz. Yengesinin evine gelmeden bana yolda “Seni kız arkadaşım olarak tanıştıracağım.”diyor. “Benim için sorun olmaz.” diyorum. Kuzeni karşılıyor bizi. Yengesi çıkıyor az sonra. Müthiş güzel ve güler yüzlü bir kadın düşünün. Simsiyah saçları var, şıkır şıkır takılar takmış. Kendimde hayal edemeyeceğim ışıltılar bu kadına anlam katmış. Bana hoş geldin dedikten sonra yarı Türkçe, yarı Arapça konuşuyor. Şukulti kadına şukult erkeğe söyleniyormuş(ne haber gibi bir şey demekti). Kız arkadaş olarak tanıştırıldığımdan, bana alıcı gözle bakmaya başlıyorlar(Aradan geçen zaman zarfında beni unutmuşlar mıdır acaba ya da ara ara akıllarına geliyor muyumdur, beni soruyorlar mıdır Sedat’a? Belki bir gün bu yazdıklarımı okurlar ve beni anarlar. Onlar beni unutmuş bile olsa, ben hepsini ayrı ayrı anarım hala ve insan anılmak ister, ölse bile, o zaman sevdiklerimiz hiç gitmez, kalır bizimle). Kahvemi içiyorum, üzerine de falıma baktırıyorum. İyi mi? Bir komşuları beni soruyor. Selamlaşıyoruz. Gülüyor bana. Daha geç olmadan bir başka eve gidiyoruz. Bir başka yengesi geliyor ve onun çocukları. Onunla da sohbet ediyorum. Birileri geliyor beni görüp hoş geldine. Son durak ağbisinin evi. Burada yemek yiyecekmişiz. Tokum ama ayıp olmasın diye yiyorum. Abisi iki gündür evde çocuklara bakıyormuş. Beş çocuk. Boy boy. Hepsi bir şey yapıyor, ilgi istiyor. İki büyük oğlan kendini kurtarmış ama diğerleri hep bir beklenti içinde. “Karıların işi ne zor!” diye kendi kendine söylenirken yakalıyorum onu. “Bir gün daha evde oturursam deliririm.” diyor. Öyle dediğine bakmayın iyi bir baba aslında. Karısı da hamarat. Bir anda bir sürü şey getiriveriyor masamıza(hemen sahiplendim masayı bile). Uzun zamandır hiç tanık olmadığım şeyler. Beş çocuk, dörtte biz; dokuz kişi masayı çepeçevre sarıyoruz. Çocuklar kımıl kımıl, kimse ne yediğini anlamıyor ama güzel şeyler yedik, hatırladığım kendi sakinliğim oldu. Herkes o kadar hızlı hareket ederken ben sadece geçişlerini görebiliyorum. Çorbadan, meyve tabağına uzanan bir aksiyon içerisindeyiz. Utanmazca bir kahve daha içiyorum. Bazen şuursuzca yapar, şuursuzca istersin ya.. Ne verirlerse yiyorum ve içiyorum. Bahçeden toplanmış narları bölüyorlar. Çocuklarsa bir parça ilgi istiyorlar. Hepsi bu. Hava bir anda karardığından ve çok fazla dış faktör olduğundan tam  anlayamasamda köy çok güzel. Bahçeler, yeşillik.. Akşam otobüsüm olmasa yerim hazır. Öyle diyorlar. “Daha Samandağ’a bile gitmemişsin, yazık!” diyorlar. “Gene gelirim.” diyorum. Bir arkadaşı beni yani bizi terminale bırakıyor. Tuvalete girmem gerek ve çıkışta parasını verdiğini görüyorum. Mahçup oluyorum. Sabah varmış oluyorum Ankara’ya. Bomboş evde tek başınayım. Çocukların sesi var kulağımda. Son akşam yemeğim..

Genel kanım: Bir başka arkadaşıma görmüş oldukları arasında en sevdiği şehri sormuştum.Bana “Köln” demişti. “Başka şehir mi bulamadın?” demek o zaman aklıma gelmemişti. Garipsemiştim(Roma, Paris beklerken). Ama her seferinde Köln’ü başka türlü anlatırdı. Bu sabah neden diye sorduğumda bana, orada gittiği bir kilisede bir rahiple karşılaştığını ve onunla içtenlikle saatlerce sohbet ettiğini söyledi. Kilisenin içerisinde konuşmuşlar. Her şeyden; aileden, ibadetten, hatta müzikten bile. Bende Antakya’yı sevdim. Kendi yağında kavrulan, vergisini ödeyen, saklı gizli ibadetini yapan, mahremiyetinde bile bir erdem olan, evini, kapısını, sofrasını bir yabancıya açan, aynı zamanda direnen, aynı zamanda ölen ama Stalin’in tavuğu olmayı reddeden; bunun karşılığında tek istedikleri bir parça saygıyı da göremeyen Nusayrileri sevdim. Tek ayakları bağlı olsada, kanat çırpıp uçmaya çalışan halkına, gençlerine saygı duyarım. Her zaman.

                                                              İSKENDERUN

          “Yaşanmışlıklarıdır insanın hikayesi. Ve ölü ya da diri, insan ya da değil, anılmak isterler .”

image

Gece bir perde çeker; sonra gelir ve çöker sıkıştırılmış hayatların üzerine. Bunca sıkıştırılmış şehrin insanlarına duyduğum meraktan, gün yüzüyle görmek istiyorum İslenderun’u. Dolayısıyla bir gece kalmam ve gün ışır ışımaz önce şehir sanıp, sonra Hatay’ın en büyük ilçesi olduğunu öğrenmem neticesinde onu anlamaya çalışmakla geçiyor buradaki yarım günüm. Bir şehri anlamak ve insanlarını tanımak ve her zerresiyle sindirmek çok başka şeyler. Bense sadece bir parça da olsa anlamaya çalışıyorum. Küçük bir tesadüfün devamını getirdiği tanışmalar yetmiyor tek. Kendi gözlerinizle gördüğünüzde bir fikriniz oluyor ama sevgide, sevgisizlikte insandan geliyor. Dolayısıyla bu şehri bana sevdirecek bir insan gerek. Bulabilir miyim henüz hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim Antep’ten buraya doğru gelirken garip bir yolculuk daha yaptığım ve bana “Kilis et kokar.” diyen yan koltuktaki kız. Birbirimizi hiç sevmedik. O da zaten boş bir koltuk bulur bulmaz, kalktı ve gitti. Ona hayatından memnun musun diye sorduğumda(çünkü küçük bir köyde yaşıyordu ve Gaziantep’e üniversite okumak için gidip geliyordu, sanıyorum onun mutsuz olduğunu düşündüm, önyargılı davranmışım, benden daha çok mutlu olma ihtimali vardı, bir ihtimal olsa da), “Evet, çünkü ailem iyi.” dedi. Kendi kendime aileme dair böyle bir çıkarım yapmadığımı düşündürttü. Nankörmüşüm. Ya da kör. Küçük şeylerle avunmayı unutalı yıllar olmuş. Huzursuzluk buradan çıkıyor ve dağılıyor insanın bedenine. Kalbin huzursuz oluyor, ciğerlerin de, damarların düzensiz kan pompalıyor yaşamsal organına. Benim böyle oluyor en azından. Ah hayat, bir akşam vakti hiç bilmediğim, hiç tanımadığım köylerden geçirtiyorsun beni. Evet, sen yapıyorsun, beni meşgul ediyorsun kendinle, oysa ki ben senin kaynağını bulmak için körü körüne düşüyorum yollara, her taşın altında seni arıyorum, bir parça mutluluk vermen için dileniyorum. Tanrı bana beni vermiş ve ben bununla yetinmek zorundayım; yani kendimle. Merhameti de, huzuru da önce kendim için istemeliyim. Tanrım bana kendimi çok hırpalatma. Sevgisizliği al at kalbimden.

image

image

image

Sabah olur olmaz neyle karşı karşıya olduğumu anlamak için kaldığım yerin balkonuna çıkıyorum. Deniz. Denizle karşı karşıyayım. Ne güzel şehir böyle, ne güzel şey böyle diyorum kendi kendime. Ufak bir kahvaltının ardından bomboş caddesinde yürümeye başlıyorum. Çok az araba geçiyor. Çok az insan yürüyor canım sahilinde. Halbuki balkondan bakarken ne olağanüstü bir manzara ve onu süsleyen gemicikler vardı. Bir kafeye oturuyorum. Bilmediğim bir nedenden ötürü yaşı küçük bir kıza gözlerim kayıyor diğer masalar da dolu olmasına rağmen. Parmaklarımı daldırdığım, içerisinde küçük çikolata parçalarının olduğu minik kaba dikkatimi vermişken bir ses dağıtıyor dikkatimi: -“Selam, oturabilir miyim?” -“Tabi.” derken başımı kaldırıp baktığımda gözümün takıldığı kızı görüyorum. -“Adım Se..” -“Memnun oldum.” diyor ve ekliyorum: -“Kaç yaşındasın?” -“17” diyor ama daha küçük sanki. -“Okullar açıldı, kaçıncı sınıfa gidiyorsun?” -“İlkokul beş.” Garson çayını getiriyor. Gençler sıcak çay sevmez; pek parası yok herhalde diyorum. -“Ben çayı şekersiz severim.” dedikten sonra göz göre göre bir poşet şekeri çayına boşaltıveriyor. -“Çikolata sever misin?” -“Evet ama çok sevmem.” dedikten sonra da çikolataların içinde bulunduğu kabı önüne çekip nefes almadan yemeye başlıyor. Aç galiba! -“Arkadaşın yok mu?” diyorum. -“Uzun hikaye. Beni şutladı.” -“Neden?” -“Ben kaşındım. Hatalıyım. Ama şimdi çok yalnızım. Arkadaşım olur musun?” -“Ben senin arkadaşın olmak için çok yaşlıyım.” diyorum haliyle ve soruyorum: -“Ne olmak istersin?” -“Eveeet kuaför olmak isterdim mesela. Hadise’ye bayılıyorum. Çok güzel, çok güzel saçları var, benim gibi.” derken havalara giriyor, saçlarını attırıyor ve bu arada Hadise sarı saçlı, bu kızın saçları kahverengi, Hadise’nin saçları uzun, bu kızınkiler kulak hizasında. -“Sana bir şarkı söyleyeyim Hadise’den.”diyor ve şu an inanın hiç hatırlamadığım sözlere sahip, hiç bilmediğim bir şarkıyı hiç güzel olmayan bir ses ve makamda okumaya başlıyor. Ben bakakalıyorum. Sanıyorum kişilik bozukluğu var. Dövmesini açıyor. Sırada o var çünkü. Kalemle uydur kaydır bir şeyler çizmiş. Ona dövme diyor. Annesi hemşireymiş. Bugün evde temizlik varmış(iş günü bugün), halıları yıkıyormuş , bu da “Bende evden kaçtım.”diyor. Tüm çikolatalarımı yedi. Çayını bitirdi. “Gitmem gerek.” diyorum. Üzülüyor ben kalkarken. Garsona soruyorum kızı. Arada gelip, çay içer gidermiş, onlar da bilmiyor ama başkalarının masasına gitmezmiş. Çekim gücü böyle bir şey işte ve ben her yaştan bunları çekebiliyorsam..

Sırt çantam ve ben tarif üzerine on dakikalık teke tek bir seyahat yapıyoruz. Antakya’ya kalkan dolmuşların kalktığı yere geliyorum. Bir kıza soruyorum bana “Praymmolden geçen.” diye açıklıyor. “Ne mol?” diyorum. “Praymmol” diyor üstüne basa basa. Hiç anlamıyorum. Kız öfkeleniyor ve beni küçümsüyor. “Nasıl bilmezsin alışveriş merkezimizi?” diyor. İçimden bilmek zorunda mıyım diyorum. En büyük ve tek büyük olma ihtimali yüksek alışveriş merkezleri onlar için çok çok önemli. Şehir çok güzel. Herşeyden önce deniz var. Karşıda Toroslar. Harika bir bulvarı var ama insanlar burada ne isteyip, ne ile mutlu olacaklarını bilmiyorlar. Canları sıkılıyor. Şehir serbest halbuki. Bir arkadaşım vardı. Buralıydı. Okul çıkışı içlerinde mayoları olurmuş, denize girer öyle giderlermiş evlerine. Şimdiyse praymmolları var övündükleri.

GÜNEYDOĞU ANADOLU VOL 4: GAZİANTEP

                                                                GAZİANTEP

                                                “Sic transit gloria mundi!”

20130917_112344

Yan koltukta oturan ip gibi incecik kadın yaklaşık dört saat sürecek seyahatimdeki yol arkadaşım. Evliymiş, bir kızı var ve ameliyat hemşiresiymiş. Dört yıl Diyarbakır’da görev yapmışlar. İşini severek yaptığını söyledi. Ameliyatta teslimiyet var. Şimdi şoföre teslim olduğumuz gibi. Tek farkla, bilincimiz açık şu an ve ben onu heyecanlandıran ameliyatların hangileri olduğunu sorabiliyorum: Sezeryan ameliyatlarıymış. Bebek çıktıktan sonra rahim derhal eski boyutuna geliyormuş. Bunu görmenin mucize olduğunu söylüyor. Rahim kapanırmış tıpkı bir çiçek gibi. Doğumun kendisi başlı başlına bir mucize zaten. Bahşedilenlere nankörlük ettiğimizi düşündürttü bu bana. Bas bas bağırıyoruz dünyaya gelirken, belki hayata olan şikayetimiz ondandır. Kim uykusundan uyandırılmayı ister? Kim sıcacık yatağından buz gibi odaya kalkmayı ister? Başaşağı tutulup, tepildiğinizi hayal edin; bi rahat vermediklerini, yamru yumru bacaklarınızdaki yabancı ellerden hesap edin. İçerisine yerleştirildiğiniz sera gibi kaba konduğunuzu bir düşünün. Daha bitmedi. En nihayet ev sahibinizle koyun koyunasınız ve top gibi başı olan içi beyaz sıvıyla dolu iki büyük tepenin(kiminin nasibi dağ) ağzınıza dayatıldığını hayal edin. Tamam zirvedesiniz ama bu sizde hazımsızlık yapacak haliyle. Ve son olarak suratınız kıpkırmızı şişerek alttan üstten tüm o içtiklerinizi bıraktığınızı hayal edin. İki paralık zevkinizde ağzınızdan burnunuzdan (tek ordan olsa yeri) geldi, değil mi? Tam huzuru bulmuşken gıdıklanmak da nesi? Ev sahibiniz sizi önce kendi evinden attı, sonra ellere verdi, sonra bir oda verdi, sonra ufak ufak rahatsızlık verdi. En korkuncuna geliyoruz şimdi. Tüm bunlar için kendilerine müteşekkir olmanız gerekiyor. Nietzsche haklıydı. “Hiç doğmamış olmak, en büyük ihsaniyet.” derken. Kafamdaki bu güzel fikirleri söylemiyorum. Başka ameliyat türlerinden konuşuyoruz. Kalp ameliyatlarına girmek istiyormuş bundan sonra. Diyarbakır’ı sevip sevmediğini soruyorum. Bana şunları söylüyor bir solukta: “Doğu’da bulundum, Anadolu’da bulundum. Ama asla kendimizi buradaki kadar yalnız ve yaban hissetmedik, ben ve ailem. Bizi sevmiyorlardı, biliyorduk ama bizde keyfi gelmedik, gönderildik. Tayinimiz çıktığı için çok mutluyuz. Kolu, bacağı kopmuş askerlerin ameliyatına girdim ve asla affetmiyorum, hakkım varsa helal olmasın.” Bence hepsi, herkes haklı. Herkes yaşadıkları ve kendilerine yaşatılanlar ölçüsünde haklı. Ama neysen osun ve ne kadar oynarsan oyna, ne kadar kendini farklı göstermeye çalışırsan çalış ırkına-sınıfına-zümrene ihanet, kendine ihanet demek. Çoğu oyuncu, bir çoğu pandomim ustası milletvekillerince temsil ediliyorsun. İçmem dersin, viski içerken yakalanıverirsin bir otelin lobisinde belki bir gün, hayat bu, belli mi olur? Ne bekleyebilirsin ki böyle bir ülkenin geleceğinden? En fenasıymış kendi ülkenle ilgili umutsuzluğa düşmen. Bu aklı başında “hemşiranım”da beklemiyor zaten. Beklemeyi bırakmış. Bizde bıraktık. Bizimde eğer var ise bir parça aklımız, helal olmasın hakkımız. Helikopterler ve sınırda bekleşen askerler var. Bir şeyler olmuş olmalı ama bir şekilde kopuğuz herşeyden.

image

Garaja iner inmez dilencilerce karşılanıyoruz. Garaj şehirden çok uzakta. Dolmuşa binip, merkeze gelirken geçtiğimiz sokaklar bana Tarlabaşı’nı anımsatıyor. Her yer öğretmen burada da. Tayinleri çıkmış, Türkiye’nin dört bir yanından gelmişler. Umutlu ve mutlular. Doğunun Paris’i burası diyor bir tanesi. Diyarbakır değil miydi yahu Paris diyorum(önceden Iğdır için de duymuştum, Doğu’nun Paris’i diye). Heryer Paris, herkes ya Parizyen ya Parigot buralarda. Şaka bir yana gün bitiyor, hava kararıyor. Zeynep isminde bir kızla tanışıyorum. Nasıl güzel bir kız! Ben onu da öğretmen sanıyorum. Yüksek lisans için başvurmuş. Olursa burada kalacak. Daha önce Doğu’daki tüm üniversitelere başvurmuş, neresi olursa diyor. Öğretmenlik için yaptığı tercihleri bana da sıraladı. Kimsenin gitmeyeceği, istemeyeceği her yeri yazmış, en ücra, terörün olduğu yerler. Kız bir hayat kurmak için çırpınıyor. Her yere gidecek bu uğurda. O beni cesur buluyor, ben onu. Ben buralarda ne şimdi, ne önce kalamazdım diyorum. O ben senin gibi tek başına gezemem diyor. Ben ona hayat nasıl geçer Şemdinli’de diye soruyorum; o bana nasıl çektin onca yolu bir başına diyor. Otobüsle seyahat ona zül geliyor ama durağan bir coğrafyada aylarca kalabilecek. Otobüsler yol alır halbuki. Mevsimlerin değiştiğine tanıklık edersin. Coğrafya değişir. Dağların arasından, ırmakların kıyısından ama çokça otobanlardan gidersin. Gün geceye döner, yol arkadaşların değişir, bir daha karşılaşma ihtimalini düşünmediğinden rahat rahat açarsın kalbini, o seni unutur sen onu. Uyursun uyanırsın bir bakarsın sabah olmuş. Tıpkı şimdi olduğu gibi.

Önce “Zeugma” diyorum. İpek Yolu önünden geçiyor müzenin. Muhteşem. Bir medeniyet çıkartılmış, önümüze getirilmiş. Göz kamaştırıyor her yer. Çingene Kız’a gelesiye kadar iyice içime sindirmeye çalışıyorum her bir mozaiği. Barkovizyon gösterisinde Zeugma’nın tarihinden bahsediliyor ama ingilizce. Ben Japonlarla izliyorum(Koreli olmalarını dilesemde, bir daha hiçbir Koreli beni dilemeyecek bundan eminim, kara listedeyim). Nihayet siyah perdeli, siyah döşemeli taşlı bölüme giriyorum. İçeride karanlıkta bekleşen güvenlik elemanı var, bolca da Japon turist. “Çingene Kız”ı her yerden, sağdan soldan, tam karşısından, az gerisinden, az ucundan, yukarıdan, aşağıdan çek çek bitiremiyorlar. Bir şeye bunca ilgi oldu mu beni usandırır. Bir an alın götürün diyesim geliyor. Mona Lisa gibi. Ne kadın ne erkek. Ama kız demişler. Tarih ondan tarih. Herkes atıyor ve tarihe değil, tarihçinin kim olduğuna bakmak gerekiyor; yoksa herkes kendi tarihini yazıyor. Bu “kızın” hikayesi de biraz karışık olsa gerek. Yoksa tatlı tatlı bakıyor, her yerden size bakıyor. Güvenlikçi karanlıktan sıkılmış, en çok Japonlar çekiyor diyor. Dakikalardır buradalar, gitmek bilmiyorlar diyor(ilgi alanım Koreliler demiyorum). Fırsat bıraktıklarında birkaç poz da ben çekebildim. Leonardo ” bile” bu teknikle yapmış resimlerini. Varın görün sanatın sıfır noktasındaki akıl almaz başarıyı. İşte dünyanın ihtişamı böyle geçer(sic transit gloria mundi).

image

20130917_111740

image

Dünyanın üçüncü büyük hayvanat bahçesindeyim. Maymunlarla başlıyorum. Çok ciddiler. Havada esinti var ve hayvanlar büzüştükleri kafeslerinden ve ıssızlardan çıkmak istemiyorlar. Yalnız bir rakun vardı. Halini halime benzettim. Kuğular başlarını gömmüşler, bembeyaz tüyleri rüzgarda dikilince içim ürperiyor. Alemlerin 3’e ayrıldığı aklıma geliyor. Bir kolu hayvanlar alemi. Onlarında değişik birer ruh halleri var ve ben hepsini insanlardan daha “mantıklı” buluyorum. Nitekim aslanların olduğu kafesin başına geldiğimde her ne kadar sınıflandırmak istemesemde iki adet “kro” ellerindeki boş pet şişesini kaşla göz arasında çitlerin üzerinden atıveriyor. Halbuki yasak ama kro yasak dinlemez( bu türün Aids ve benzeri bulaşıcı hastalıkların üstün ırk olan Türk halkına işlemediği yolunda bir takım bilimsel hipotezlere başvurmuşluğu da vardı geçmişte). Çitlere tırmanıp, ıslıklar çalıyorlar. Hayvan ne tepki verdi biliyor musunuz? Oturduğu yerde hiç istifini bozmadan iki patisinin arasına almış olduğu şeyi yemeğe devam etti. Uzağı geç algılayan gözlerim bir süre sonra bana aslanın yediği şeyin yemek değil pet şişe olduğunu ve hayvanın manyaklarla uğraşmaktan edebini bozmadan nasıl azar azar delirdiğini gösterdi. Yüzlerce pet şişesi, suyu içen aklı evvel vatandaşlarca bir ritüelmişçesine hayvanın önüne fırlatılıp atılmış. Bu zavallıcıksa kafesin gerisinde olmasa yakaladığı yerde hepsinin poposunun bir lobunu keyifle ısırıp kopartacakken, sinirinden tırım tırım şişeleri parçalamakta. Çıkışta sormayı unutuyorum aslanlar şişe atılmasını talep mi ediyorlar ya da dişleri için faydalı bir oyun mu bu? Ama unuttum işte. Ayıların kafesinin önünde de hop hişt ayı diye bağırıyorlardı. Ayılar o kadar bıkkındı ki, oralı bile olmadılar. Hayvanlar aleminden zoraki pandomimci çıkmıyormuş görmüş olduk.

20130917_131839

Gaziantep çarşısını gezdim son saatlerimde. Çeşit çeşit baharatlar ve yemişler hem ucuz hem kaynağından. Oyuncak müzesine dışarıdan şöyle bir baktıktan sonra, Savaş Müzesini ve Mevlevihaneyi geziyorum. “Tahmis Kahvesi”nde oturacak kadar vaktim kalmadı. İskenderun’a gitmek üzere yola çıkıyorum.

GÜNEYDOĞU ANADOLU VOL 3: DİYARBEKİR

                                                                         DİYARBAKIR

                                “Üşürsen soğukları, hastaysan mikropları bana ilet.”

image

Demiş bir adamın memleketine gitmek için yola düşüyorum bu sefer. “Seni bütün şafaklarda, evrenlerin o ıssız ihanet saatinde öperim ve sen geçersin içinden, bitmek bilmezsin.” Gibran’da böyle yazar, aşkı kutsar, sanki kalmış gibi. Olsun biz kırıntılara da razıyız.

Diyarbakır’da yalnız gezmeyeceğim ve benim tek yapmam gereken erken kalkmak idiyse bile başaramıyorum ve tüm programımı yeni baştan yazıyorum. Pazar ayinlerini kaçırmış olmam da cabası. Otelden ayrılıyorum; dolmuşu durdurup, garaja gitmem gerekiyor. Önde oturuyorum ve sırt çantamı çıkartmaya üşendiğimden yüzüm yolculara dönük gidiyorum. Sarı bir kürt kaptanımız var ve üç yaşlarındaki oğlunu ise ben tutuyorum düşmesin diye. Çocuğun gıkı çıkmıyor. Babası o kadar çılgın ki, oğlu sakin(şimdilik). Yokuş yukarı ya da aşağı hiç fark etmiyor, hız ibresi hep aynı. Ayvalar var cam kenarına konmuş iki tane. Yuvarlanıp duruyorlar. Bizse delirmiş gibi zıplaya zıplaya gidiyoruz kayrak taşlarının üzerinde dengesiz dolmuşun içerisinde. Bir iki kazayı bertaraf ediyor kendince kaptan ve her seferinde karşı taraf haksız ve kusurlu(bana dönüp öyle dedi), biz sadece cengaverce hızımız sabit dönüyoruz, giriyoruz, çıkıyoruz. Yolcular can havliyle bağırıyorlar inecekleri duraklara gelmeden önce. Çünkü durmayabilir bizimki. Ön sıraya oturmuş ileri yaşta bir çift var. Kadın tayyör giyinmiş ve belli ki sabah ayininden geliyorlar. Adamınsa kolunda Haç dövmesi var. Koltuklarının önündeki demire tutunmuşlar can hıraş, yoksa savrulacaklar. Adam aynı zamanda bastonunu idare etmeye çalışıyor. Üzülüyorum hallerine. Adrenalin için fiziksel durumları ve yaşları müsait değil. Ama dolmuştaki hiç kimse pazar sabahı sporu için müsait değil. Hoop popomuz koltuktan yükseliyor, küüt popomuz geri konuyor. Kimse de bir şey demiyor. Paralize oluyorum. Benimde sesim çıkmıyor. Bana Diyarbakırlılar, Mardinlilere benzemez, kabadır onlar diyenlere referans olarak şoförü götürmeliyim sanırım(sizinki az biraz kaçık çıktı, koltuklarımız ısınsın istemiyor diye). Garajda iner inmez Diyarbakır dolmuşuna biniyorum ve son yeri kapıyorum. Şoför yanı. Yanımda evrak çantalı gençten bir oğlan var. Telefonlarım susmuyor. “Pazar pazar Mardin-Diyarbakır dolmuşunda mısın(evet); neden oradasın(bilsem); ne aradın ne buldun(bir iz-bir işaret arıyorum, işaretleri layıkıyla okumayı hala daha başaramadığımdan ne bulduğumu da bilmiyorum); erkekleri nasıl(bekar kız arkadaşımın, her gittiğim yer için yönelttiği ufuk açıcı sorusu, yanıt vermeyi düşünmüyorum); tek başına sıkılmadın mı(ben değil Koreliler sıkıldı, teklik extra rahatlık ve özgürlük veriyor, tek olmasam yazamam, ağlıyorum geçiyor); karşılaştırabilir misin batıyla doğuyu(en manyak soruydu); erkekleri nasıl, egzotik mi(gay arkadaşım); yollar nasıl, PKK var mı(babam).

Yeni kaptanımız(insanoğlu adaptasyonel, hemen alışıyor) Kürtçe konuşuyor ağırlıklı olarak,  paraları baştan topladı ve Diyarbakır’a kadar inen olmadığını öğrendikten sonra ne çok hızlı ne çok yavaş yola koyuldu. Bol bol da beni dinledi. Bir ara bana döndü ve “Gezmek güzel.” dedi. Tüm konuşmalarımı dinlediğini o an anladım. Ses etmedim. Gezmek güzel ya. Bir dolmuş daha değiştirdim. Merkeze vardım. Geniş geniş yolları var. Ve alışveriş merkezleri. Ve Suriyeliler her yerde dileniyorlar. Memlekete dilenci de gerek(az ya). İlk defa burada bir mihmandarım olacak. Gezdirileceğim yani. Buluşmamız, sonra bir kahve içmemiz, sonra kalkmamız, sonra yürümemiz derken; hemen hemen bütün müzelerin, kiliselerin kapanmalarına göz göre göre tanıklık ediyoruz. Mal bulmuş mağripli misali, insan bulmuş insanın sohbet ihtirası bir ayrılık selamı çaktırıyor Ahmed Arif ve Cahit Sıtkı Müzesi’ne. Bizde Keçi Burcu’na çıkıyoruz. İki yükseklik korkusu olan insanın gelmesi gereken son yerdeyiz. Düzlüğe iniyoruz. Gene çok insan var etrafta. Çok fazla erkek var. Yürüyorlar biz gibi. Urfa’da gibi. Uygun adım marş Sülüklü Han’a gidiyoruz şarabın yanında makarna ve peynirli börekleri var. Burası onların sinemacılarının buluşma noktası. İmiş. Sinemalarında ideoloji, sanatın önüne geçiyor. İmiş. Benim içinse “Sürü” ve ” İki Dil Bir Bavul”. Asla unutmam. Dışarı çıkar çıkmaz kaldırımları basan ciğerci terörüyle karşılanıyoruz. Dumanlar göklere yükseliyor. Tüm içtenliğimle Yezidiler’i tanımayı çok isterdim derken is, et, ter kokusuna bulanıveriyoruz. Toma’larla insanları sulayacaklarına, sokakta yakılan ocakların üstüne sıksın polis suyu. Hava temizlenir. Göz gözü görmüyor ve havada esinti olmadığından dumanlar dağılmıyor. Belediye başkanlarının dediği kadar var: “Yıllarca bomba konur diye çöp varili yoktu sokaklarda, şimdi her yer çöp bidonu, atmayın çöplerinizi yedinci kattan, yeter yahu(Diyarbakır’ın karpuzuyla meşhur olduğu ve yazın bol bol tüketildiği düşünülürse, yedinci kattan atılan çöpün kasksız bir kafaya değdiği andaki delici etkisini varın siz düşünün)”! demiş Osman Baydemir. Adam haklı yahu.
Netice itibariyle şimdiye kadar gezmiş olduğum her şehir bir derya, bir kaynaktı benim için. Urfa’nın geçmişi ve mistik havası, Mardin’in saklı geçmişi ve şiirselliği vardı. Ama hiçbiri Diyarbakır kadar Güneydoğu demek değildi. Güneydoğu demek Diyarbakır demek(ciğer sevmesemde), bunu ancak geldiğinizde ve geri dönüp salim kafayla düşündüğünüzde idrak edebiliyorsunuz. Tarihi, turistik anlamda çok fazla ve aklınızı başınızdan alacak bir yeri yok bu şehrin; ama burada başka şeyler var. Herşeyden önce kontrolsüz bir nüfus var. Merkezde dönüp duruyorum hissine kapıldım tüm bu insanlarla. Daireler çiziyormuşuz gibi geldi ve bu bir süre sonra aklınızı karıştırıp, zihninizi bulandırabiliyor. Benim Diyarbakır’da aklım karıştı. Ne düşüneceğimi bilemedim. Merkezde dolanmanın bir şehri tanımaya yetmediğini bilen bir insan olsamda kısa zamanda burayı anlamak için, kalbinin attığı yerden geçmek yeter dedirtti. Ben yarın buradan Antep’e geçeceğim. Çünkü gene huzursuzum. Geceyi kovalayıp, sabaha ulaşsam keşke.

Ve ne dövünmek ne de düşünmek hayatı değiştirmiyor(Ahmed Arif). Bazen akışına bırakmak gerek. Çok masum olmayan coğrafyalarının tabiatlarını şekillendirdiği mücadeleci Diyarbakır insanına barış gerek, huzur gerek(ben gibi). Bazende koca bir aptallık  gerek herkesi kurtarmak için.

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑