KRISHA

images-20

KRISHA :

“Senin de daha önce ön cama çarpmış yaralı bir kuş olduğunu biliyorum. Ama arabalar hızlandıkça, kuşların kanatları da zayıflıyor.” Doyle

“Bende bir sorun var. İçmenin ötesinde. Daha ötesinde. Aptalım.” Krisha

“Beni sadece kardeşin olduğum için mi seviyorsun? Krisha

Film Krisha’nın depresif yüzüyle başladığı gibi de bitiyor. Seksen bir dakikalık ekonomik süresiyle hiç sıkmadan hem de, filme ismini veren Krisha’nın derdini anlatıyor bize seksen sekiz doğumlu yönetmen Trey Edward Shults. Kendisinin aynı zamanda rol de aldığı filmdeki oyuncuların çoğu akrabaları ve arkadaşlarından oluşmuş. Bu da filmin maliyetini epey düşürmüş olsa gerek. Öte yandan annesini oynayan Krisha Fairchild aslında altmış beş yaşındaki öz teyzesi imiş. Annesi ise onu büyüten teyzesi rolünde. Tüm amatör oyunculuklar son derece makul performanslar sergiliyorlar. Filmin ortalarında Şükran Yemeği’ne gelen büyükanne de Trey’in gerçek hayattaki büyükannesi imiş. Trey, Terrence Mallick’in üç filminde kamera arkasında görev almış. Birden çok kısa filmi ve en nihayet aynı adlı kısa filminden uyarlamış olduğu Krisha’sı var bol ödüllü. Bu sene içersinde vizyona girmesi beklenen başrolünde Joel Edgerton’ın oynadığı, zaten hepi topu altı kişiden oluşan minnacık kadrosuyla korku, gizem türündeki filmi “It comes at night”ı merakla bekliyorum doğrusu, türün meraklısı olmasam da.

Sinir sistemini bozan bir açılış ve fon müziğiyle başlayan film, sanki bir zamanlar bir arabaymış ama oyuncak arabaymış izlenimi veren küçük kamyonetini park eden ve telaşlı olduğu arabanın kapısına sıkışmış siyah etek ucundan anlaşılan altmış yaşlarında, beyaz saçlı, kilolu, uslu da bir köpek sahibi Krisha’nın valizini çekiştire çekiştire aradığı dokuz köpekli adresi bulmak için verdiği mücadeleyi takip eden kamerayla sürüyor. En nihayet doğru adresi bulduğunda ter içinde sarılmak zorunda kalıyor aile bireylerine. Uzun zamandır görüşmedikleri aradan geçen zaman zarfında, çocukların genç, bir zamanlar genç olanlarınsa evlenip çoluk çocuk sahibi olmalarından anlaşılıyor. Hep beraber yiyecekleri Şükran Günü Yemeği için kızkardeşinin evinde toplanmışlar. Özellikle ebeveynler kendi çaplarında sıkıntılılar ama Krisha hepsinden daha sıkıntılı ve onu özyıkımına götüren taşlar teker teker döşeniyor inceden. Krisha bir bağımlı. Anahtarını kolye olarak boynunda muhafaza ettiği içinde çok çeşitli ilaçların olduğu bir kutusu var. Pandora’nın Kutusu açılmaya görsün, yok yok içersinde. İlerleyen dakikalarda bir şişe şarabı açmak için ne yollara başvurduğunu görünce, ikinci bağımlılığın da adı konmuş oluyor. Olaylar ve o olayları tetikleyen insanlar üzerine gelmeye başladıkça ve bu gelişlerin dozu da arttıkça zıvanadan çıkması da çok zamanını almıyor. Bu süreçte Şükran Günü hindisini pişirmeyi üstleniyor. Fakat hindi çok kişilik, dolayısıyla da çok ağır olduğundan tek başına kaldırması mümkün olmuyor. Önce tüyleri yolunmuş hayvanın içini boşaltıyor bir güzel. Alex iğrenerek bakıyor hayvanın içersinden çıkanlara. Ciğerleri, kursağı, yuttukları… Sonra da karıştırdığı bir sürü malzemeyi tıkıyor hayvanın boşalan içine. Bu beyhude uğraşı izliyoruz bizler de, Alex gibi, oturduğumuz yerde. Evin içiyse tam bir curcuna. Gençler ve yüksek enerjileri gürültü olarak dönüyor. Tavana top atıyorlar, hiç yoktan güreşiyorlar. Köpekler dokuz tane ve evin hem içinin, hem dışının tozunu attırıyorlar. Bir küçük bebek var, biri geveze öteki endişeli iki de enişte, ortancaları olduğu üç kızkardeş ve nihayet bir de tekerlekli iskemlede bir nine. Durum böyle böyle.

images-15

İzleyiciye Krisha’nın neden ve ne kadar süreyle ortadan yok olduğuna dair sağlam bir bilgi verilmiyor. Aile bireyleri de çoğu şeyden habersiz görünüyor. Mesela Krisha’nın her açtığında bir merhem sürerek kapattığı kesik işaret parmağının neden kesik olduğu bilinmiyor, kimse de neden diye sormuyor. Oldukça uslu bir köpeği var ve ona da ilaç mı veriyor, hayvan neden öyle onu da öğrenemiyoruz ama bir kez onu adam yerine koyup bağırıp boğazını sıktığında, hayvanın da hafif kaçık sahibinden ürktüğü için bu halde olduğunu söyleyebiliriz. Bir bebeği uyutur gibi üzerini örtüyor hayvanın. Köpekse uzaklara dalıp gidiyor yattığı yerden. Çok acayip çok. Trisha’nın oğlu Trey’i kızkardeşine bırakıp ne zaman gittiği de bilinmiyor, tam olarak neden terk ettiği de. Eniştesi neredeydin, neler yaptın bunca zaman diye sorduğunda da, maneviyatımı güçlendirmeye, iyi insan olmaya, içimdeki huzurlu insanı bulmaya gitmiştim filan diyor. Adam da haklı olarak onun altmış yaşında olduğunu hatırlatıyor. Yirmi yaşında, sırt çantalı, kendini bulmak için Avrupa’ya giden, Alpler’i dolaşan bir üniversite öğrencisinin ruh hali bunlar diyor. Fakat gene de Krisha’nın ağzından nereye gittiğini, hatta gidip gitmediğini bile öğrenemiyoruz. Belki de durdu ve bekledi. Haşere suratlı pis çöp torbaları dediği dokuz köpeğe, Krisha’nın kızkardeşine, çocuklara ve daha da bir sürü şeye katlanan eniştesi, onun kalp kırıp, terk edip gittiğini, sonra da insanların hayatına kaldığı yerden girmeye çalıştığını söylüyor. Bu arada da hindi fırında pişmekle meşgul kendi kendine. Tıpkı Krisha’nın gittikçe ısınan beyni gibi. Tüm bu olayların üzerine tuz biber eken ve artık tahammül gücü iyice tükenen kadının tekerlekli iskemledeki kırış buruş annesi eve getirildiğinde, ortanca kızının yüzüne onun doğduğu yerden ve yaşadığı şeyler yüzünden utanç duyan bir kadın olduğunu söylediğinde, Krisha’nın ne kadar da kaybolmuş olduğunu ve kendini küçük gördüğünü anlıyoruz. Ailesi de ona sempati beslemiyor, öyle görünüyorlar sadece. İlk sırada oğlu var, onu hala daha affetmemiş olan. Annesinin telefonlarına bakmamış,  dönmemiş de.

Filmin final bölümü yaklaşık yarım saat sürüyor ve bu süre zarfında Krisha, Nina Simone’un “Just in Time”ının eşliğinde önce ufaktan sonra bir anda deliriyor. Binbir zahmet doldurduğu hindiyle beraber zemini öptüğü ve buna sebep olan boş şarap şişesinin kanıt olarak aile büyüklerine sunulmasıyla aradaki açık, uçuruma dönüşüyor ve hem doktor hem de karate bilen diğer eniştesinin enerjisinden yüksek bir enerjiyle oğlunun ve tüm aile bireylerinin önünde, kızkardeşiyle saç saça baş başa girip, masadaki tabağı bardağı fırlatıp attıktan sonra güçlükle zaptediliyor. Kırmızıları giyen Krisha öfkeli bir boğaya dönüşüyor sonunda.

Krisha-ne çok dedin be Krisha Krisha-, öfke sorunu olan, içince abartan, abarttıkça coşan, coştukça da çığrından çıkan, uyumsuzluktan kaynaklı hallerini sergiledikçe, ondan uzaklaşmak yerine ailedeki hepsi birbirinden gıcık huylara sahip olsalar da bunu baskılayan hepsi sosyal bir varlık olan akrabalarına deli oluyorsunuz içten içe. Huzursuz ruhlu bir kadın o ve ne yaparsa yapsın değişmeyecek çünkü tabiatı böyle. Bir defasında kızkardeşine ben iyiydim, aile arasına girince böyle oldum deyince, onu bozan birincil nedenin ne olduğu anlaşılıyor böylelikle. Haydi bakalım konuşa konuşa ilerleyelim bundan böyle:

-Filmi beğendin mi?
-Evet, çünkü özgündü. Evet, çünkü bir ilk film için çok başarılıydı, Whiplash gibi bir kısa film uyarlamasıydı ve Cannes’da Altın Kamera için yarışma hakkını kazanmıştı. Evet, çünkü parlak kamera hareketleri vardı. Eve…(sözümü kesti, kesin ne söyleyeceğimi unutturacak ve bu konuşma çok başka yerlere gidecek. Salak.)
-Parlaktan kastın?
-Işıltılı ve parlak saçlar.
-Anlamadım!
-Anlama zaten.
-Sordum kabahat.
-Sormasan da kabahat.
-Ne yapayım peki?
-Sözümü kesme.
-Tamam. Devam et!
-Emir verme bana. Nereden devam edeceğimi de unuttum zaten.
-Parlak diyordun.
-Evet. Krisha’nın mutfakta deli tavuklar gibi döndüğü sahne mesela, biz de onunla döndük durduk. Bizim de kafamız karıştı, sabrımız taştı, fırında pişmekte olan içi tıka basa dolu hindiyle eşzamanlı olarak öfkemiz kabardı. Hindi çıtır çıtır, Krisha kıtır kıtır…
-Aileye neden gıcık oldun sen şimdi?
-Şundan ötürü: Trey hadi haklı diyelim, çocuk meçhul bir süre boyunca terk edildi. Diyelim enişte de haklıydı sözlerinde. Bir anne aydınlanma yolculuğuna altmış yaşında mı çıkarmış, ya da elii. Ya da her neyse… Tamam bu sorumluluklardan kaçmak demek ama ya yapamıyorsan, ya çok mutsuzsan… İş gibi düşün kısaca, ya sana hiç uygun olmayan bir işte ömrünü tüketiyorsan ve bu seni korkunç derecede kapana kıstırılmış ve kötü hissettiriyorsa? Bir fırsatın varken kaçıp kurtulmaz mısın bu halden?
-Çocuğunu bırakarak mı? Üstelik hala bağımlı ve o parmak neydi öyle? Çok içtiği bir gün kendini mi kesti ki?
-Bravo doğrusu, tebrik ederim seni. Çok harika senaryo yazıyorsun kafadan. Bunları ben bile düşünemezdim.
-Aklımı severim.
-Enişte de böyleydi. Onun da kendinde sevdiği pek çok özellik vardı. Krisha’yı küçük görmek ve yargılamak bunlar arasındaydı.
-…

images-11
Soldaki öz annem, sağdaki öz Krisha teyzem, ortadaki gözlüklü de ben Trey Edward Shults

WHAT HAPPENED, MISS SIMONE?

images-191

WHAT HAPPENED, MISS SIMONE?

Milyonların idolü, hatta sevenisin. Ama gerçekten ne oldu, Bayan Simone?” Maya Angelou

“Annemin yıllarla arası bozuk değil, yılların annemle arası bozuk.” Lisa Simone Kelly

Akademi Ödüllerine En İyi Belgesel dalında aday olmayı başarmış beş filmden biri olan ama ödülü Amy’ye kaptıran; beni izlerken ve izledikten sonra o da güzeldi, bu da güzel ama diye diye pek çok dünyevi düşüncelerle baş başa bırakan, yine de dokümanter olarak Amy’i daha başarılı bulduğumdan oturduğum yerde ancak çok geç kaldığımı düşünerek hayıflanmama sebep olan bir film var karşımda. Nasıl oldu da bu film ön plana çıkmamış, gerçekten anlayabilmiş değilim. Nina Simone’un hayatındaki kimi bilmediğim ayrıntılarını günyüzüne çıkardığı; bir kadının, siyah bir kadının, hem de ırkçılığın yoğun yaşandığı dönemlerde, Amerika’da, şarkıcı kimliğinin yanında, yaşanan olaylara duyarsız kalamayıp, sivri dilli demeçler verip öyle de şarkı sözlerine imza atması sonucu piyasa tarafından cezalandırılması, tüm kayıtlarının boykot edilerek, konserlerinin iptaline dek uzanan sivil haklar hareketine dahil olmuş bir müzisyenin hayatı var gözler önüne serilen aynı zamanda. Aretha Franklin, Gladys Knight gibi siyahi vokaller önemli televizyon programlarına çıkarken, tıpkı şu an benim yaptığım gibi içi sızlayarak izlemiş onları oturduğu yerden. Halbuki aynı zamanda çok başarılı bir piyanist kendisi Amerika’nın görmezden geldiği. Belgeselin daha ilk dakikalarında kendisiyle yapılan bir röportajda özgürlüğün kendisi için ne anlam ifade ettiğini soruyor muhabir. Özgürlük korkmamak demektir diyor, hayatının yarısını korkmadan geçirememiş Simone. Neden mi korkmuş bu kadın hayatı boyunca? Renginden ötürü ırkçı saldırılara maruz kalmaktan, nerden ve ne zaman geleceği belirsiz yağmur gibi yağan tokatlardan dolayısıyla kocasının uyguladığı şiddetten, bir gün gelip de şöhretini belki de sesini kaybetmekten, maddi çıkmazlardan, başarısızlıktan, delirmekten, yalnız ölmekten, hatalarından kısaca bir sürü şeyden. Ülkede şiddetin dozu her geçen gün artmış, ırkçı saldırılar rayından çıkmışken ve Martin Luther King önderliğinde hakları için birçok siyah yollara dökülmüşken hem de ölürken, o da meslektaşları gibi sessiz mi kalmalıydı sorusu geliyor akıllara. Yaşar Kemal Paris’te karşılaştığı ve neşesi ve mutsuz görünen Nazım Hikmet’e benzer bir soruyla gidiyor ve aldığı cevap insanı çok şaşırtmıyor aslında. “O şartlarda mecburdum.” diyor Nazım. Nina’nın da cevabı benzer oluyor. Bir şeyler var onu da mecbur kılan, bir şeyler var ona başka bir seçenek bırakmayan.

images-171

Kızı Lisa’nın nazarında annesinin en büyük handikapı yedi yirmi dört Nina Simone olmasıyken, sahnedeyken göz alıcı olan, sevilen ve aynı zamanda da devrimci olan Simone böylelikle kendisine bir gaye bulmuş oluyordu. Sesiyle, insanlara, kendi düşüncelerini dile getirebileceği bir yer. İnsan daha da ne ister? Halbuki gösteri bittiğinde, herkes evine gidiyordu. O ise yalnız başına kaldığında da, hiç bitmeyen mesaisinde şeytanlarıyla savaşıyordu öfke ve hiddetle. Kendisiyle barışık olamadığından, her şey hayatını karartıyordu sanki azar azar. Bu ise en çok hayatının konforuyken, canavarına dönüşen annesinin hayatına tanıklık etmek zorunda kalan kızını incitiyordu.

images-201

Gerçek adı Eunice Kathleen Waymon olan Simone ilk siyah klasik müzik piyanisti olmak için daha üç dört yaşlarındayken başlamıştı piyano çalmaya. Tryon, Kuzey Carolina’da bir papazın altıncı çocuğu olarak gelmişti dünyaya. Topluluk önüne çıkıp piyano çaldığı ilk yerde kilise oluyordu bu vesileyle. Çok disiplin gerektiren klasik müzik için fon sağlamaya çalışıyor ve bol bol resitaller veriyordu. Günde yedi sekiz saat pratik yapmak zorunda kalmaksa onun hem siyah hem de beyaz akranlarından izole bir çocukluk ve ergenlik geçirmesine neden oluyordu. Fonlar bittiğinde Philadelphia daki Curtis Müzik Okulu’na başvuruyor ve Bach ve Rahmaninov’u çalabiliyor olmasına rağmen siyahi olmasından ötürü geri çevrildiğini ancak altı ay sonra öğrenebiliyordu. Aynı müzik akademisi ölümünden sadece iki gün önce on dokuz yaşındayken reddettiği sanatçıya yetmiş yaşında onur ödülünü layık görüyordu. Çok acı gerçekten.

Ailesi de beraberinde Philadelphia’ya taşındığında, çalışmak zorunda olduğunu anlıyor Simone ve Atlantic City’de köhne bir barda gecesi doksan dolardan anlaşıyordu. Fakat daha ikinci gece patronu şarkı söylemezse eğer sahne alamayacağını belirtip onu zora sokarken, bilmeden bir şarkıcının doğuşuna vesile oluyordu. Ailesinden bu durumu saklamak isteyen Simone’sa, Nina Simone’a dönüşüyordu bir gecede. Nina küçücük demekken, Simone’un ilham kaynağı aktrist Simone Signoret oluyordu. Onun meslektaşları arasından sıyrılmasını sağlayan müziğe kattığı farklı yorumuydu. Nina müziği başkalaştırıyor, kendi deneyimine göre biçimini değiştiriyordu. Duygusal mesajını seyirciye aktarabiliyordu ve kabul etmek gerekirse bu doğuştan gelen bir yetenekti. Baritonun derinliğine sahip bir kadın sesi vardı onda. O derinlik ve belirsizlikse Nina’nın ruhundaki sezgilerini taşıyordu. Klasik müzikten aşina olunan teknik ve disiplinle müziğini besliyor, caz dünyasının kaygısız doğaçlamalarıyla füg ve kontrpuanı tanıştırıyordu.

İstediği şeyi elde etmekte ısrarcı kocasıyla tanışıyordu Nina aynı zamanlarda. Andy New York’ta çalışan bir ahlak polisi ve devriyeye çıktığında dediği bir hey’le insanları titreten bir adamken, Nina’yı kendisine aşık etmeyi  başarıyordu. O da bir süre sonra polisliği bırakıp, Nina’nın menajerliğini üstleniyor, evliliklerinin iyi ve ilk zamanlarında birlikte inşa edip, beraber büyüyorlardı. Andy vizyon sahibi, akıllı bir iş adamıydı ve yaptığı doğru hamlelerle karısının Carnegie Hall’de ilk siyahi kadın klasik müzik piyanisti olarak sahne almasını sağlayabilmişti. Bu sayede başarılı ve saygın bir döneme giren Nina için çöküşse bundan sonra başlıyordu yavaş yavaş. Zirveyi erken görmüştü ve üzerine ne koyacağı belirsizdi.Öfke patlamaları, sorgulamalar, eşyaları parçalamalar zaman içinde artmakla beraber, Andy’de ona şiddet uygulamaya başlamıştı kızlarının gözü önünde.

images-160

images-221

images-223

Yakın zamanda patlak veren ’63 Birmingham olayları onu geri dönülmez bir yola sokuyordu. Bir pazar günü ayin esnasında kilisede yaşanan ve dört küçük siyahi kızın ölümüyle sonuçlanan bombalama olayı sivil haklar hareketini harekete geçirdi. Simone’da bu yaşananlara karşı tepkisini, Mississippi Goddam adlı bestesini yaparak ortaya koydu. Sözleri vurucu, acımasız ve devrimsel nitelikler taşıyordu. Birikmiş öfkesini kusuyordu adeta bu şarkıyla. Her şey umutsuz ve bir hayatta kalma mücadelesiyken, dahil olmak dışında elimden bir şey gelmiyor diyordu kısaca verdiği röportajlarda. Çok önemli bir soru sormaktaydı bu devrimci kadın birçok meslektaşına emsal teşkil edebilecek olan; “Hem sanatçı olup hem de zamanı nasıl yansıtamazsın?” diyordu. Devrimden, mücadeleden yana tavrını koymuş oluyordu böylelikle. Kariyerini beslemezsen devam etmez demişti kocası bir tarihte ona. Nina’ysa soğukkanlılıkla ilerliyordu ve artık konserlerinde sadece bu tip bestelere yer veriyordu. Ateşle oynuyordu. İnsanların gözünü açmak istiyordu. Sivil haklar hareketine dahil olmakla birlikte, harekette entelektüel bir geçmişi yoktu. Onunki müzikal bir maziden ibaret olmakla beraber verdiği mesajlar itibariyle gerçek bir devrimci olduğunu ortaya koyuyordu sadece. Her şeyi açıkça uluorta söyleyiveriyor, devrimin bir nevi efendi azizi ilan edilmekle beraber kolaylıkla agresifleşedebiliyordu da. Toplumsal düzenden usandığını, Amerikan halkının kanserden başka bir şey olmadığını, kanserin tedavi edilmezden önce ortaya çıkarılması gerektiğini, kendi yolu olsaydı katil olacağını, silahlanıp güneye gideceğini, tüm Amerikan halkını uyaran bir tonda söylüyor ve nihayetinde tüm beyazları küçümsüyordu. Sistemle uzlaşamadığından da iş kapılarını teker teker kapatmış oluyordu. Kızı Lisa ise suçu kendi gibi davranmak olan annesinin cezalandırıldığını düşünüyordu. Elinde mikrofon dilediği gibi konuşan bu kadının her devrim sonrası yaşandığı ve söylendiği üzere devrimin ilk önce kendi evlatlarının başını yediği sözünü doğruluyordu adeta. Amerika yavaş yavaş ona dar gelmeye başlıyor ve her şeyden önce iş alamadığından parasız kalıyordu.

Sesi titreyerek ve gözyaşları içerisinde söylediği toplumsal meselelere duyarlı olmayan sanatçıların daha mutlu olduğu tespiti ise bir yere kadar doğru sadece. İnsan düşünen bir varlık ve kendini ilerletmeye, geliştirmeye meyilli ve bunun için önüne çıkan her fırsat bir lütuf aslında ve bu fırsatları değerlendirip değerlendirmemek de onun mizacına bağlı. Bir adım yol almadan yaşamak var durduğun yerde, her ne pahasına olursa olsun gökyüzüne uzanmak da. Psikolojik altyapısı ve erken gelen başarısıydı belki onu zamanla bipolar ve manik depresif yapan ama bunlar da şöhretin cilveleriydi ve herkes yaşadığı sürece bedel ödüyor bir şekilde. Bir dahi, bir devrimci, bir kuralsız ve gözalıcı bir kadın olarak Gladys Knight ya da Aretha Franklin olarak mutlu olamayacağının farkına varamamış sadece. İçerisinde trajik anlar barındırmayan hiçbir hayat belgesellere konu olmuyor ya da kolay kolay hatırlanmıyor. Mutlu olamadım derken kim mutlu olmuş ki şu dünyada demek geçiyor insanın içinden. En azından benim içimden. Bir Eunice Kathleen Waymon var kimselerin duyduğunda umursamayacağı. Birde Nina Simone var Sinnerman’ın, Wild is the Wind’in, I Put a Spell On You’nun, My Baby Just Cares For Me’nin derinlikli, özgün sesi. Kırık aksanıyla Ne me quitte pas’yı söyler kırık aksanıyla. Don’t Let Me Be Misunderstood tüm dünyaya mesajı olarak kalıyor hatıralarda, sanki kendi yazmışçasına. Aynı sözler en çok onun dudaklarından döküldüğünde anlam kazanıyorlar bir anda. Benim için en çok Wild is the Wind’dir Ninasimooon kendi özel sebeplerim işin, pardon, duygularımın içine girince.

“Evim yok
Ayakkabılarım yok
Param yok
Sınıfım yok
Eteklerim yok
Kazaklarım yok
Parfümüm yok
Sevgim yok
İnancım yok
Kültürüm yok
Annem yok
Babam yok
Abim yok
Çocuklarım yok
Halalarım yok
Amcalarım yok
Sevgim yok
Aklım yok
Ülkem yok
Eğitimim yok
Arkadaşlarım yok
Hiçbir şeyim yok
Şarabım yok
Param yok
İnancım yok
Tanrım yok
Sevgim yok

Peki neyim var?
Saçım var, kafam var
Beynim var, kulaklarım var
Gözlerim var, burnum var, ağzım var
Cinsiyetim var
Omuzlarım var, ellerim var
Parmaklarım var, bacaklarım var
Ayaklarım var, ayak parmaklarım var
Karaciğerim var
Kanım var
Hayatım var
Baş ağrım ve diş ağrım var
Ve kötü zamanlarım; tıpkı, senin gibi

Özgürlüğüm var…” Ain’t Got No, I Got Life

images-229

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑