SÜRPRİZ ROTA, ÜÇÜNCÜ DURAK : MARDİN

 

20180417_191911-01

SÜRPRİZ ROTA, ÜÇÜNCÜ DURAK : MARDİN

GİRİŞ :

Son Mardin’e gelişimin üzerinden altı ay geçmiş. Napim yani? Seviyorum bu şehri. Gelmeyeyim mi bir kez geldim diye? Görmeyeyim mi bir kez gördüm diye? Birden çok olabilir. Hayatta her şey mümkün olabilir. Bitlis’te uğradığım çifte(burada sıfat olarak “dubleyi” kullanacaktım fakat malum Ramazan, siz bir de öyle okuyun isterseniz) trafik kazasından sonra canımı Mardin’e nasıl atıyorsam artık, yol boyunca sevinç içindeyim, içim içime sığmıyor adeta Güneydoğu’nun incisine gidiyorum diye. Siirt’ten geçiyoruz ve de Baykan’dan. Mesire yerlerinde piknik yapan halkı izliyorum kısa bir süreliğine de olsa. Siirt her zamanki Siirt. Sıcak, toz toprak içinde her yer. Halk serinliğe doğru koşuyor adeta. Bir pazar günü çoluk çocuk yapılacak bir piknikten ala ne olabilir ki Siirt dolaylarında? Sıradaysa Batman var. Otogarına giriyoruz ilk önce iki dakika sürecek olan yolcu indirip bindirme molası için. Bitişiğinde bulunan Yeni Otogar alanındaki binlerin buluşma nedenini anlamak üzere gidiyorum ve soruyorum bu nedir diye. Kutlu Doğum Haftası imiş meğerse. Ortalık çarşaflı kadınlardan geçilmiyor. Pankartlar Arapça. Çimenlerin üzerinde namaz kılıyor erkekler toplu halde. Alansa hınca hınç dolu. Sunucu sahneden Tekbir getiriyor ve de getirttiriyor yığınlara. Müslümanlık güzel din olmakla beraber, kafalar altıncı yüzyıl kafası olunca bir anlamı kalmıyor tüm bu yaşananların ve de yaşatılanların. Bir kara çarşafın içinde, iki göz delik üzerinde, adam babam öyle istiyor diye ömür mü geçermiş? Gözün yiyorsa sen geçir be adam!

20180415_150529-01

20180416_163533-01

Tekbir sesleriyle Batman otogarından ayrılıyoruz. Blondie’nin Handmaid’s Tale uyarlaması Heart of Glass’ı dinliyorum defalarca başa ala ala. Margaret Atwood uyarlaması dizide yaşananlarda beni huzursuz eden, ürküten şeyi görüyorum bir kez daha tüm bu yollar boyunca. Yanımda oturan talebe kız Halil Cibran okuyor. “Ermiş” elindeki. Altını çize çize okuyor kitabı. Aslen Batmanlıymış ama öğrenci olarak Yeni Mardin’de yurtta kalıyormuş. Edebiyat okuduğunu hayal ediyorum ama fos çıkıyor. Hemşirelik ve ebelikmiş bölümü. Bir çanta dolusu kitap taşıyor yanında. Öte yandan genetik masterından ve anlamadığım daha pek çok şeyin masterının varlığından haberdar oluyorum sayesinde. Hasankeyf’ten geçiyoruz o ara. Mahvolmuş Hasankeyf. Mardin’e geldiğimizde, beni durak taksisine bindirip Eski Mardin’e uğurlarken, çantasında kitaplarıyla ağır ağır ve düşünceli bir vaziyette kaldığı yurda doğru yürüyor tek başına yol arkadaşım. Bense iki gece de burada geçiririm dediğim şehirde tam dört gün kalacağımın farkında olmadan varıyorum en nihayet kalacağım yere. Akşam olmuş bile. Çarşı kalabalık. Turistten geçilmiyor ortalık. Yerlisi, benim gibi dışarıdan geleni, turla geleni, tek başına takılanı, yabancısı hepimiz Mardin çarşısını arşınlıyoruz. Bir geleneğe dönüşen Yusuf Usta’da Mardin Kebabı yemek için lokantadan içeriye girdiğimde kalabalık olan yemek saatlerinde zar zor bir masa buluyorum kendime. Sanki diğer gelişimde daha lezzetliydi yediklerim. Belki de benim ağzımın tadı yoktur, kim bilir? Fiks fiyat yirmi üç lira veriyorum içecek dahil her şeye. Rido’daysa her şey dahil yirmi lira. Bedava değil mi, siz daha şehir kazığını yiyin kebap yiyeceğiz sağda solda diye. Doğu’da et de ucuz, süt de.

20180415_141709-01

20180417_182247-01

GÖBEK ATMAYI SEVEN BİR TOPLUMUZ, YER VE ZAMAN MÜHİM DEĞİL :

Ben galiba hayatımın hatasını yapıyorum. Büyükçe bir minibüsün içine bir sürü tanımadığım insanla beraber tıkılıyor, bunun için de üzerine cüzi bir miktar para veriyorum. Dönüşü olmayan bir yol’a girmiş bulunduğumuysa çok geç anlıyorum. Kendim kaşınıyorum. İnsanlar da bilmeden kaşıyorlar açık yaralarımı. Bakar mısın kadere? Geçen sefer tanıştığım ve güvendiğim Fehmi iki gün boyunca tur almış. Tanıdığım bildiğim insanla gezerim, biraz da dişimi sıkarım diyerek sabahın sekizlerinde düşüyoruz yollara. İki orta yaşlı çift, üç genç kız, iki genç bey, bir de ben varız. Ne güzel! Oynak Arapça parçalar tercihimiz ve rotamız tüm turistik yerler. Mor Hananya(Deyrul Zafaran) ve Mor Gabriel(Deyrulumur) Manastırları, Dara Antik Kenti, Hasankeyf, BeyazSu ve Midyat’ı görüp on iki saat sonra şehre dönmek maksadıyla bir bir dolaşıyoruz Mardin kazan bizlerse kepçe. Fehmi beni öne şoför koltuğunun yanına oturtuyor. O sayede kafam dinç kalıyor. Dönüş yolculuğunda Mümin Sarıkaya’dan “Ben Yoruldum Hayat”ı istek parçası olarak söylüyorum. Mümin susar susmaz da, kasap havasına devam ediyoruz kaldığımız yerden. Bodrum, Marmaris’te tekne turu satın alan yerli yabancı turist animasyon adı altında haydi eller en yükseğe diyerek merkeze yerleştirilip çevresinde halka oluşturularak tuhaf şeyler yaptırırlardı ya, işte onun kara versiyonu tüm bu yaşananlar. Alan dar olunca, herkes oturduğu yerden tempo tutuyor. Tanrım müzikler o kadar korkunç ki. Hoparlör de dibimde, gidiyorum gündüz gece. Yol boyunca yeterince antipatik göründüğümü düşünerek, şirin gözükmeye çalışan bir ifadeyle arkama dönüp el çırpıyorum. İğrencim. Haydi kızlar, iyi ki varsınız, ya ya göbekler, dar alanda kısa paslaşmalar. İçimden söz veriyorum kendime bir daha asla tur almayacağım diye. Oh oh yandan, aman aman!

20180417_173202-01

20180417_172124-02

SONGÜL, MEHMET TAHİR ÖKMEN, ATİYE’NİN YERİ, NOYANLAR ve ELİZ :

Yıllardır memleketimin şehirlerinden, köylerinden ve dış memleketlerden getirmiş ve biriktirmiş olduğum anılarımı yazıp yayınlıyorum sitemde. Fakat ben en çok kendi ülkemi ve insanlarımı yazmayı seviyorum, şairin dediği gibi Memleketimden İnsan Manzaraları’nı oluşturuyor bu anılar ve onlar benim önceliğim her zaman için. Hiçbir yerde görmediğim pek çok saçma sapan şeyle kendi ülkemde karşılaşsam da olsun diyor, devam ediyorum yoluma. Göz, göre göre katlanır hale geliyor bir zaman sonra. Daha iki üç gün oldu ben Van’ı göreli mesela. Kalbimin en hızlı attığı yer neresi diyecek olursan Mardin derim hiç düşünmeden. Üzerine şehir tanımam. Kars’ı, Ordu’yu, Sivas’ı, Tarsus’u, Şebinkarahisar’ı, pek çok şehri kaplayan Kapadokya Bölgesini, Kayseri’nin muhteşem köylerini, Eski Talas’ın her metrekaresini, Antep’i, Harran’ı, Nemrut’u asla unutmam. Ben öleyim, onlar yaşasın sonsuza dek. Çok sevdiğim için de bir kez daha buradayım, Şehri Mardin’de. Gecesi gerdanlık, gündüzü mezarlığa benzetilen şehrin tam kalbinde. Kıymetini bilmek, hakkını vermek gerek her şekilde. Dokusunu korumuş kadim kente, her gelişimde hayran oluyorum yeniden. Her sokağında muhakkak bir güzellik çıkar çünkü karşınıza, görmeden asla bilemezsiniz ne demek istediğimi, Mardin anlatılmaz, yaşanır çünkü.

SONGÜL, DARA : İsim vermeden anlatmak imkansız geliyor çünkü isimlerle oynamam anlamsızlaştırıyor pek çok şeyi. Yakıştıramıyorum bir başka ismi aynı karaktere. Soluyor sanki karakter ismi yer değiştirince. Songül mesela, kim, nasıl cüret edebilir onun ismini, ruhunu soldurmaya? Taş olsun, toprak olsun eğer onun içindeki isyanı bastıran çıkarsa? Yukarıda bahsettiğim gürültülü turdan ayrılıp antik olmayan Dara’yı gezmek için dolaşırken çıkıverdi Songül karşıma. Dara el sanatları merkezinde hem de. Önlerinde birer Singer çalışıyorlarmış kadınlar burada her fırsatta. Bana da marifetlerini gösterdiler. Sonra Songül aldı götürdü beni evine. Anası, bacısı, yengesi, çocuklar uslu uslu bir köşedeydiler. Kahvaltı ettim pek güzel. Songül’ü bir ilkokul öğretmeni olarak hayal ettim nedense hem de kendi köyünde. Onları yetiştiriyor, bir gelecek yaratmak gayretinde azimle, şevkle. Peki bunun için Songül’ün ne yapması lazım? Bırakmak zorunda olduğu liseyi içerden ya da dışardan bitirmesi lazım. OGS, HGS gibi pardon onlar köprü ve otoyol geçiş sistemleriydi; LGS, YKS gibi sınavları geçerek ama sıkı çalışarak üniversiteye hazırlanıp, sınıf öğretmenliği için yüksekçe de bir puan tutturması lazım. Kolay mı? Değil. İmkansız mı? O da değil ama daha kolay olabilirdi. Nasıl mı? Din elden gidiyor diye Köy Enstitülerini kapatanlar biraz daha sağduyulu davransaydı, bu ülkenin öğretmene imamdan çok ihtiyacı olduğu gerçeğini teslim etselerdi şu noktalara gelinmezdi mesela. Bu çocuklar hayatta bir şansları olduğunun umuduyla nefes alırlardı hiç olmazsa. En çok da kız çocukları. Güneydoğu’yu bir sorun olarak görenler için zihniyet sorununu çöz de gel demek öncelikle. İzmir Marşı’nı sağlığa zararlı görüp okutmayan zihniyetle, Türkan Saylan’a sayıp sövenlerinki aynı zihniyet. Aynı tas aynı hamam bu memleket. Yıllar geçse de üstünden, değişen pek fazla bir şey yok maalesef. Ekstra ekstra yollar, köprüler, barajlar haricinde.

20180416_110017-01

20180416_114457-02

MEHMET TAHİR ÖKMEN ve ATİYE’nin YERİ, SAVUR :  İki gün üst üste gittiğim yerlerden biri Midyat ötekiyse Savur. Savur’un bir küçücük çarşısında erkekler var sadece her zaman olduğu üzere. Çarşıda kadın kısmı pek dolaşmaz böyle küçük yerlerde sonra laf çıkar diye. Benim umrumda değil, çünkü ben buralı değilim. Çarşının ücra taraflarında gördüğüm tüm hemcinslerimse memur kesimi. Onlar da bir sürü adamın ortasından geçerken sopa yutmuş gibiler. Bir ben varım böyle fütursuzca dolaşan çünkü yarınsızım bu ilçede. Yerlisi bir kadın işin mi yok gelmişin oralardan buralara da harabelerin fotoğrafını çekiyorsun diyor. Sonra da dönüp köy fotoğrafçısı mısın sen diyor. Değilim diyorum. Aslında öyle bir alt dal var mı, varsa da inan ben de bilmiyorum, demiyorum. İki ineğini sırasıyla evinin altındaki ağıla sokan bir amcadan fotoğrafını çekmek için izin istiyorum. Ne yapacaksın ki benim fotoğrafımı diyor. İlla top model olman gerekmiyor, defile fotoğrafçısı değilim ki demiyorum. O tip bir alt daldan da habersizim. Onun yerine olsun ne güzel işte diyorum. Çeek diyor Amca. Çeekiyorum, çeektim.

20180417_155303-01

20180417_145953-01

20180417_150547-01

20180417_150947-01

20180417_143620-02

Yolda karşılaştığım zabıta memuruna Hacı Abdullah Bey Konağı’nı soruyorum neden kapalı diye. Teyze gelininde kalacakmış havalar iyice ısınana dek diyor ama yine de beni götürüyor bayırın ucundaki konağa. Bense daha önce geldiğimi, burada yiyip içtiğimi söylemiyorum bile. Birkaç fotoğraftan sonra gölgede serinlemekte olan kadınları görüyorum gel de çayımızı iç diyen. Memnuniyetle. Kimi buralı, kimi gelin gelmiş. Sakin sakin çay içiyorlar, öyle de kraker ve bisküvi atıştırıyorlar. Canımın çıktığı bir gün olduğundan olsa gerek bardak bardak çay içiyorum. Onlar dolduruyor, ben boşaltıyorum(mideme). Sizler burada yaşıyorsunuz, adamlarınız çarşıda diyorum. Yeni gelin, biz kabullendik bu hayatı diyor. Arıyorlarmış, adamlar çarşıdan ekmek, süt ne istiyorlarsa getiriyormuş. Haftada bir pazara da götürüyorlarmış. Daha ne? Rolleri bölüşen karı kocalar gül gibi yaşayıp gidiyorlarmış bu şekilde. Sözüm yok. Buraya gelen para yapıyor, ev yapıyor, araba alıyor kolaylıkla bu yüzden diye de ekliyorlar. Doğrudur, para harcayacak yer yok, dediğim gibi temel gıda maddelerin de ucuz olunca para ile ne yapacaksın ki? Kira ucuz, şato gibi bir ev 220 liraya satılmış daha yeni. Para ile satın alacakların kısıtlıyken, harcayacak yer arar da bulamazken iyisi mi biriktirmek bari ufak ufak. Ben de habire çayları götürüyorum bu arada. Gözüm çocukların eline verdikleri krakerlerde. Tutuyorlar hissetmişçesine, atlıyorum ben de. Acıkmış ama hissetmemişim oturuna dek. Geçen hafta, zamanında bu bölgede hizmet vermiş fakat benim aradan zaman geçince mesleğini, varsa da rütbesini unuttuğum yüksek bir memur gelmiş, hep beraber halı sahada futbol maçı yapmışlar. Buraları çok sevdiğimden ziyarete geldim, gene gelirim diye söz vermiş bir de giderken. Geçen hafta gelmiş olsaydın buralar çok şenlikli idi dediler. Kaçırmışım, ne yapayım! Gene gelirim diyorum ben de. Geliyorum da gerçekten. Hem de ertesi gün. Şu yan ev diyorum. Yeni taşındılar oraya diyorlar. Burada bir kız vardı diyorum dört beş yaşlarında. Suriyeliler vardı diyorlar. Suriyeli imiş benim kız. Hiç unutmadım onu ve bana poz verişini. Şimdi kim bilir nerelerdedir?

Bahsettiğim üzere Abdullah Bey Konağı kapalı olduğundan Mehmet Tahir Ökmen’in Konağı’na gidiyorum. Yabancı uyruklu yardımcısı açıyor aşağıdan çaldığım kapısını. Çok kibar bir bey kendisi, görmüş geçirmiş. Ve bu konağın yaşayan son temsilcisi. Konağı ise Kültür Merkezi yapılması için İl Özel İdaresi’ne hibe etmiş. Anne babasının olduğu fotoğrafı gösteriyor sonra duvardaki. Yalan dünya diyor, bir zamanlar vardılar, şimdi kimse kalmadı diyor. Mehmet Bey’i çok iyi anlıyorum. Çünkü ben de çocuksuzum. Terekeni bırakacak kimse olmadığında, geçmiş daha önemli oluyor gelecektense. Kahvemi içiyorum, çikolatamı yanıma alıyorum. Suyunu da yanında götür dediğinde, bardak suyun çantama dökülebileceğini söylüyorum. Bunun üzerine şişe suyu veriyorlar yanıma. Alıp çıkıyorum ben de.

Atiye’nin Yeri bakkal dükkanının ismi. Atiye evde olduğundan, bu bakkal dükkanını, Midyat-Savur minibüslerini, karşıdaki hafriyat dükkanını da işleten ve ne yazık ki pek çok insanla karşılaşmaktan onun da ismini unuttuğum bakkalla oturuyoruz minibüsüm kalkana dek. Bir soda açıp getiriyor. Kızının tayini Bandırma’ya çıkınca, bir de torunu olunca görmeye gitmiş ama zor kaçmış apartman katından, karşı komşun dibinde, ayağını basacak toprak yok, her yer betondu diyerek. Savur’da olmaktan, Savur’lu olmaktan son derece memnun. Burada ölürüm artık diyor. Ben nerede öleceğimi bilemiyorum mesela. Kimi insanın rutin geçen hayatı değişmez kolay kolay, değişmesi hususunda bir olay cereyan etmediği gibi, kendileri de değiştirmek için gayret etmezler. Doğup büyürler bir yerde; ölür giderler aynı yerde. Benim ne öleceğim yer belli bundan böyle, ne de huzur bulabileceğim yer. Gelecek muğlak her şekilde.

20180418_163427-01

NOYANLAR VE ELİZ, MİDYAT : Midyat’ta Süryani esnaf çokken ve hazır gelmişken, mutfaklarından da tadarım diye düşünüyorum. Fakat çoğu lokanta kapanmış olduğundan, en nihayet Antik Cafe’ye doğru gidiyorum karakolun karşısında yer alan. İçeride hiç durmadan telefonla konuşan bir adam ve karşısında yaşını yüzünü göremediğimden kestiremediğim bir kadın var. Onlar kahvaltı ediyorlar. Bense Eliz ismindeki hanıma Süryani mutfağına ait yiyecek neler olduğunu soruyorum. Şam böreği ve içli köfte diyor. İçli köfte her yerde var, ben yağda kızartılan Şam böreğini sipariş ediyorum. Bu arada Süryani esnaf ve genel olarak tüm Süryaniler son derece kibarlar. Erkekleri centilmen, kadınları da nazik. Müşteri olarak, her şeyden önce bir insan olarak size çok normal davranıyorlar(ben ne esnaflar gördüm demeyeceğim, ama gördüm). Neden çünkü az ve azınlıktalar ve hem aile  hem de cemaatleri içinde iyi ve doğru düzgün terbiye alıyorlar. Hiç şımarık Süryani görmedim mesela. Gören gördüm desin. Diyemez; çünkü görmez, göremez. Nitekim Eliz nazikçe diğer masaya doğru gidip çay alır mısınız dediğinde, yerinde oturan bay hanzo koy diyor ayı ayı. Eliz bozuluyor ama belli etmiyor, ben bile bozuluyorum ve umuyorum sana koyarlar diyorum içimden. Böyle bu ülke. O yüzden nazik esnaf gördüğünde bile şaşırıyor insan bu doğru olamaz diye.

20180418_122312-01

20180418_130722-02

Bundan sonra aradığım hiçbir şey yok. Sadece fotoğraf çekmek gayretindeyim. Ara sokaklardan birinde sarı saçlı bir kızla karşılaşıyorum. Gelin sizi bizim yerimize götüreyim diyor ve bende her zamanki gibi takılıyorum peşine. Anneleri bahçeyle uğraşıyor dışarda. İki kız kardeşin işletmeciliğini yaptığı bir çeşit halk evi burası. Noyanlar Kültür Evi olarak geçiyor adı. Hanımlara kumaş boyama, dikiş nakış kısaca el işi dersleri veriliyor imiş. İçeride de bu el emeklerini sergiliyorlar. Aysel ve Ayşe Noyan kardeşler burası için didinmiş durmuşlar yıllar boyunca. Çevre baskısı yaşamışlar ama vaziyeti idare ederek bugünlere de gelebilmişler. İki gün boyunca gidiyorum yanlarına birkaç saatliğine de olsa. Her gittiğimde Ayşe’yi yemek yerken buluyorum. Mahçup oluyor her geldiğimde onu yemek yerken bulduğum için. Son derece zayıf olduğundan dünyaları yiyebilir. Sorun yok yani. Kursiyerlerde gelmeye başlıyorlar bir iki. İzmir’den tayini çıkmış gelmiş Ağrı’lı öğretmenin yine Ağrı’lı olan eşi, okulu bıraktığı halde içinde ukte barındırmayan güzeller güzeli Mardin’li bir taze. Bu sefer olmadı ama bir dahaki sefere Midyat’ta kalacağım. Savur ve Midyat benim kıymetlim. Özellikle Midyat’ta pek çok bacı tanıdım ve Doğu’da etrafında kadınlar olduğunda kendini daha bir güvende hissediyorsun her zaman bir kadın olarak.

20180418_105051-01-01

20180418_115503-01

KAYMAKAM’ın SİNEKLERİ

20170928_132341-01
SİİRT, Baykan

 

KAYMAKAM’ın SİNEKLERİ :

-Vızzzz…Bızzzz….
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin bir ilinde, yerli turist dışında rağbet görmeyen bir ilçesine, daha çok merak için gelmiş bir çift açlıktan gözleri döne döne otururlar rastgele, sıra sıra dizilmiş restoranlardan bir tanesine. Menüyü boş yere ararlar, onun yerine garsonun ezberi vardır tam karşılarında:
-Izgaralardan adana, urfa, tavuk kanat, tavuk şiş ve de köfte, sıcaklardan ise kuru, pilav üstü kuru, patlıcan oturtma kaldı elimizde.
Garson açısından bir bekleyiştir başlar. Kız, erkeğe nazaran daha kararsız görünmektedir.
-Sıcak yemek mi yemeli, ızgara mı?
-Tencere yemeği bozabilir.
-Tavuk mu yesek, et mi?
-Tavuk zehirleyip öldürebilir. der erkek. Sonra da kıza doğru eğilir ve fısır fısır;
-Buralar ters yerler şimdi. Tavuğu nereden buldu, getirdi de kesti, sonra o tavuk kaç günlük, yerken anlamazsın baharata yatırdıklarından da, ya sonra?
-Ya sen ne ters adamsın ya! Tavukla akraba çıkartacaksın adamları.
-Öyleyim. Tersim.
-Gurur duyuyor gibisin.
-Aynen.
-Ne işimiz var o zaman burda?
-Nerde?
-Burda, bu restoranda? Şurdaki marketten iki kraker alır yerdik.
-Açım diyordun.
-Sen demiyor muydun?
-Ben de diyordum.
-Eee…
-Eee…
Diğer masalarda bekleyen sabırsız müşteriler vardır ama garson bu masada fısıltıyla konuşulanları daha heyecan verici bulmakta gibidir. Tekrar menüyü sıralar:
-Izgaralardan adana, urfa, tavuk kanat, tavuk şiş ve de köfte, sıcaklardan ise kuru, pilav üstü kuru, patlıcan oturtma kaldı elimizde. Sadece.
Kız üstüne basa basa;
-Ben tavuk istiyorum.
-Çorba var mı? der erkek.
-Şu sıcakta mı? der kız artık iyice bitkinleşmiş bir sesle.
Garsonsa temkinlidir.
-Kalmadı.
-İyi bari. der kız. Erkekse;
-Izgaranın yanında pilav veriyor musunuz?
-Tabağın içinde mi?
-İçinde.
-Yok vermiyoruz.
-O zaman pilav üstü kuru istiyorum. Kız;
-Bu sıcakta mı?
-Bu sıcakta.
Garson hala temkinlidir.
-Yazayım mı?
-Neyi?
-Kuru üstü pilav… Yani pilav üstü kuru?
-Hayır. Yazma.
-Peki.
Lokanta sahibi garsonun yanına gelir ve kulağına doğru;
-Ooğğlum bir sipariş kaç dakikada alınır? Öteki masalar bekliyor. İbrahim de izinli. Ben kasadayım, ne yapayım aşçıyı mı yollayayım? Yemekleri kim koysun, ızgarayı kim çevirsin? Bir an önce al siparişi gitsin yahu. Tamam anlamında başını sallar garson ama hala daha aynı masanın başında beklemektedir sakin sakin. Onu bu masanın başında tutan gizli bir güç vardır sanki. Kızla erkek arasındaki karşılıklı atışmalarsa devam etmektedir tam gaz.
-Ne yiyeceğime de sen mi karar vereceksin?
-Doymayacaksın sonra. Ağustos sıcağında bir öğle vakti kuru fasulye mi yenirmiş ayrıca?
-Neden olmasın?
-Peki ye o zaman.
-…
-Siparişler lütfen!
Garsona doğru döner genç adam.
-Bir tavuk, bir de kuru üstü pilav… Yani pilav üstü kuru.
-Hangisinden?
-Ne hangisinden?
-Tavuk hangisinden?
-Hangisi hangisi vardı ki?
-Tavuk şiş, tavuk kanat.
-Hepsi bu mu? İki çeşit mi yani?
-Bugün böyle?
-Dün nasıldı peki?
-Dün bir de… biraz düşünür ve ekler;
-Tavuk köfte vardı belki de.
-Tavuk köfte? Siirt usulü mü?
-Evet, Siirt usulü.
-Balkan yöresine özgü Siirt usulü köfte ha?
-Baykan. Balkan değil.
-Ben ne dedim?
-Balkan. Burası ise Baykan. Balkanlar başka. Burada Balkan yemeği bulunmaz.
-Balkanlar’dan gelen soğuk hava yüzünden mi?
-Buralara bu mevsimde öyle havalar uğramaz.
-Nasıl havalar uğrar peki?
-Bunun gibi. Dedikten sonra alnında birikmiş teri siler ve sabırla gülümseyerek erkekten tarafa döner.
Lokanta sahibiyse iş başa düşmüş vaziyette, bir gözü garsonun dikilmekte olduğu masanın üzerinde, diğer masaların siparişlerini almaktadır öfke içinde.
-Bravo doğrusu bir de bana dersin, adamcağız işinin gücünün peşinde, üstelik ter içinde. Düşman mı arıyorsun kendine?
-Konuşuyoruz biz. dedikten sonra garsona döner. Sanki bir problem yaşanmadığına dair onay bekliyor gibidir.
-Sorun yok. der garson.
-Bak sorun yokmuş. Biz tavuk kanat ve pilav üstü kurumuzu istiyoruz.
-Kanat mı? Ben şiş istiyorum.
-Kanat daha iyi.
-Hoppala. Döndük başa. Ben o gezen tavuğun yağlı, kıllı kanadının üzerindeki derilerini kemirmek istemiyorum.
-Haklısınız. der garson.
-Ne anlamda? der kız.
-Bir şey dışında. Gezen tavuk yetmiyor. O yüzden günlük paketli tavuk alıyoruz.
-O zaman o gezmeyen tavuğun beyaz etinden yapılmış şiş parçaları istiyorum ben.
-Bende kuru üstü pilav. Yok pilav üstü kuru.
-Vızzzz…Bızzzz….

—.—

Tezgahın başına gelen garsona laf atar lokanta sahibi:
-Sipariş verebilmiş nihayet prensle prenses?
-Pilav üstü kuru ve tavuk şiş.
-O kadar mı?
-Daha ne olsun?
-Bu kadar uzun sipariş verdiklerine göre, krallara layık bir sofra bekliyor da insan. Ondan yani.
Garson, aşçıya seslenir;
-Pilav üstü kuru çek usta, bir de şiş olsun, tavuk. Bir de tavuk tabağına da pilav koy, müesseseden.
Sonra da gülümser.
-Vızzzz…Bızzzz….

—.—

-Neden beni buraya getirdin Hakan?
-Güneydoğu’ya gelelim diye tutturan sendin Kevser.
-Tamam da bu hiç de popüler olmayan destinasyonda ne işimiz var ki?
-Merak ediyorum diyen sen değil miydin?
-Geleceğimizi tahmin etmemiştim ama.
-Allah Allah. 2000 küsur kilometre yol yaptırdın bana tek tüfek, şu ettiğin lafa bak şimdi? Geleceğimizi tahmin etmemiştim ne ki şimdi yani?
-Tek tüfek mi? Ben ne oluyorum burda? Fino köpeğin mi?
-Araba kullanmayı bilmiyorsun.
-Öğretmiyorsun.
-Geçti ama
-Ne geçti? Daha yirmi sekiz yaşındayım.
-On yıl gecikmişsin işte. Ben on altı yaşında öğrendim.
-Arabamız mı vardı bizim? Yetim büyüdük biz. Hem insanoğlu geç yaşta neler yapmayı öğrenmiyor ki? Alt tarafı gaz fren. Debriyaj da otomatik.
-Siirt’te araba kullanmayı mı öğrenesin geldi anlamadım yani. Durdun durdun da… Hem ben de yetimim.
-İnsanın içindeki hevesi öldür de daha da bir şey yapma sen. Sonradan yetim kalmakla, yetim büyümek başka şeyler.
-Yemekler geldi.
Gelen garsondur.
-Yemekler geldi de hani çatal bıçak?
-Bende de akıl bırakmadınız ki.
-Anlayamadım.
-Hemen geliyor dedim. Buyrun sizin pilav üstü kuru, sizin de tavuk şiş, kanat değil.
-Aaa… Hani ızgaranın yanında pilav yoktu? Ona koymuşsunuz ama.
-Aşk olsun, tabağımda gözün mü var senin?
-Evet.
-Müesseseden ikram. Pilav yani.
-Hep hanımlara torpil var zaten.
-İnanamıyorum sana. Pes yani, al pilavım senin olsun.
-Var tabii. Ben sordum koymuyoruz demişlerdi. Canım pilav çekmişti. Bak sen istemeden geldi.
-İstemiyorum ben pilav milav. Al ye diyorum sana benimkini bu kadar sorunsa.
-Beyefendiye az daha pilav. Müesseseden. dedikten sonra gülümseyerek içeri gider garson.
-Vızzzz…Bızzzz….
—.—

-Şiştim.
-Şişersin tabii. Nasıl kaşıkladın tabağındakileri farkında değilsin.
-Acıkmışım.
-O kadar pilav mı yenir? Adamın getirdiği pilavı da yedin. Bu kadar pirinç pilavı sevdiğini bilmezdim Çinliler gibi.
-Daha bilmediğin çok sır saklıyorum tatlım.
-Öyle mi? Tatlım!
Garson masaya gelir.
-Afiyet olsun. Çay söyleyeyim.
-Olur.
-Memleket neresiydi?
-İstanbul’dan geliyoruz.
-Yerlisi mi?
-Yook. Ben Balkanlar’dan. Malum. Bu hanım kızımız da karışık.
-Nasıl karışık? Ortaya mı?
Kız ters ters bakar.
-Anası bir taraf, babası başka taraf. Ama şu an Kürt damarı tutmuş durumda. İnadı da oradan geliyor.
-Kaç yıllık evlisiniz sorması ayıp?
-Nişanlıyız biz, altı yıldır. Öncesinde flört ettik dört sene. Ondan önce de aynı mahallede otururmuşuz ama ben onu bilmem. Bizim iş uzayınca uzaklaştık biraz. Yaşım büyük olduğu için benim başka ilgi alanlarım vardı o zamanlar. Onun ilgi alanı ise benmişim. Kısaca kendisi küçükten beri bana hayranmış mahallede. Babamın dükkan vardı o zamanlar bir alt sokakta. Uğrardık arkadaşlarla. Benim çıkışımı beklerdi karşı kaldırımda. Öyle hayran hayran bakardı bana. Gururlanırdım ama belli etmezdim. Öyle öyle bağladı bizi.
-Daha nikah yok ama. Bağlamış bağlamasına da.
-Nikahsızken böyleyiz. Aynı evde ne yapacağımızı bilemediğimizden evlenemiyoruz zaten. Ailelerimiz ağzımızdan çıkacak bir kelimeye bakıyor. İki taraf da beklemede. Ha desek nikah, düğün yapacaklar ama işte bizde sorun var.
-Allah tamamına erdirsin.
-Şüpheliyiz. Şu huysuzla bir ömür geçer mi yahu? Baksana ters ters bakıyor yine. Yazık değil mi bana?
-Karşı taraf ne der bilmem ki?
-Ne diyeceğim? Düştüm. Çok pişmanım. Her şeyime mani oldu. Tüm istikbalimi bitirdi. Başkası da olmuyor. Adım da çıktı bir kere, herkes evlenmiyor musunuz diyor. Ne yapacağımızı bilmez halde düştük böyle yollara. Bir de benim taraf Doğulu. Aşiret uzak olsa da dert olacak başımıza. Ben istedim butüraya gelmeyi. Medet umdum galiba burdan.
-Asıl ben aldım başıma belayı. Senin aşiret beni topuğumdan vurdurursa bakarsın artık topal kocana.
-İyi yapmışsınız. En fevkalade yolda tanırmış insan insanı. Tanıyorsunuz birbirinizi işte ne güzel.
-Biz birbirimizi kendimizi bildiğimizden beri tanıyoruz ki!
-Evet. Sorun da bu zaten. Aileler aileleri biliyor, biz aile büyüklerini, küçüklerini herkesin her şeyini biliyoruz. Akrabalarımızın bulunduğu bütün illere, hatta ülkelere bile gittik. Çok da iyi karşılandık. Onlar da sordu düğün zamanını. Dedik yakındır. Ama ne kadar yakın, yoksa giderek uzaklaşıyor muyuz o tarihten hiç bilmiyoruz.
-Bizde işler böyle uzun sürmez. Biz evleniriz hemen. Çocuk olur erken. Bu hayatı yaşarız gider.
-Sorgulamıyorsunuz yani de bizim dışımızda bir sorun yaşayan yok ki bizim ailelerde. Abim evli, benden küçük kardeşim de evli. Bir ben kaldım böyle.
-Nesini sorgulayacaksın ki zaten? Düzen böyle.
-O da doğru. Çocuk kaç taneydi.
-Şimdilik dört etti.
-Yolu kaça kadar ki?
-Bilmem ki. Olursa olur. Geleni göndermek olmaz şimdi.
-Biz zaten bu sorgulamalardan kaybediyoruz. Yaş kemale erdi bende düşüne düşüne.
-Nikahta keramet var derler.
-Hep öyle diyorlar da millet patır patır boşanıyor sonra.
-Milletten size ne?
-Öyle de. Korkuyor insan haliyle. Bak ben otuz yedi yaşına girdim. Öyle genç değilim artık. Nasıl baba olacağım bilemiyorum. Bu yaştan sonra dede olunur ancak.
-Sen yaşlıymışın. Kardeşimiz genç.
-Öyle tabii. Gittim yaşlı adama tutuldum, tutula tutula.
-O kadar da değil, abarttın sende. Yüz yaşında mıyım ben? Zamanında severken düşünmedin de.
-O, o zamandı. Şimdi başka. Benim de aklım başıma geliyor yavaş yavaş.
-Yaşlıyım diye beni istemiyorsun, öyle mi?
-Öyle demek istememiştir.
-Söylesin ne demek istediğini.
-Bilmiyorum.
-Artık dükkanın karşısında tünemek, iş çıkışı yollarımı gözlemek de bitti yani?
-Baban rahmetli oldu, dükkan mı kaldı ki?
-Rahmetli babam bizim düğünümüzü beklemekten fenalık geçirdi, adamın içine bir hoşluk geldi, bir gün felç geçirdi. Ama yine bekledi. O halde düğünümüze gelecekti. Ama ne oldu?
Garsona döner, garson da ona döner. Garson ne oldu dercesine merakla kaşlarını havaya kaldırır.
-Ne olacak? Gene olmadı. Biz karar veresiye babam gitti. Artık anlamı kalmayınca da evlenemedik gitti.
-Allah rahmet eylesin. Sizin işiniz zor değil ama; siz zorsunuz. Bir de ayrılığı deneyin.
-Onu da denedik. O formül de tutmadı. Yıllarca çıktık, gezdik, dolandık, neticede birbirimize alıştık. İnsan heyecan arıyor ama güven duymuyorsun başkalarına. Ayrıldık ayrıldık geri birleştik anlayacağın. Bekliyoruz şimdi.
-Neyi?
-Biz de tam olarak bilmiyoruz ne beklediğimizi aslında. Onunkiler beni vurmazsa, Allah da ömür verirse… Siz de iyi dinlediniz hani bizi, beni. Bu hikaye çok gereksiz uzadı sanki. Şiştim ben ya.
-Fasulyedendir.
-Bir erkeğin böyle gerçekçi bir kız arkadaşa sahip olması da bana nasip oldu bu dünyada. Bu da benim kaderim ne yapayım?
-Üzüm üzüme baka baka kararır Hakan.
-Öyledir. İnna a’taynakel kevser…
-Ne dedin Hakan?
-Hiiç Rabbim bana seni verdi Kevser.
-Vızzzz…Bızzzz….
—.—

İçeride lokanta sahibi ile aşçı sohbeti koyultup, masanın başında dikilmekte olan garsondan yana bakıp bakıp konuşmaktadırlar kendi aralarında.
-Bizimki sevdi ha bunları? Başlarından ayrılmak bilmiyor.
-Akraba neyin çıkmasınlar? Oğlan zor da, kız bizim tarafın insanına benziyor.
-Ondan mı dikiliyor bu böyle başlarında dersin?
-Alıp götürseler, gidecek gibi bakıyor.
-Bak sen!
-Vızzzz…Bızzzz….
—.—

-Vızzzz…Bızzzz….
Hesap ödemek üzere içeri giren çift beraber kasaya doğru gelirler.
-Ne kadar tuttu bizim hesap Usta?
-On beş lira.
-Bir de ne diyeceğim, bu sinekler ne böyle? Bi rahat vermediler yemek yerken.
-Onlar mı? Onlar Kaymakam’ın Sinekleri’dir.
-Kaymakam sinek mi besliyor? O nasıl iş öyle?
-Normalde belediyenin işidir ya ilaçlama. Gel gör ki biz belediye başkansızız. Bizim belediye kayyuma atanınca, işler kaymakama kaldı. İşte ondan bu sinekler Kaymakam’ın Sinekleri’dir.

 

 

 

 

 

 

 

 

UZUN İNCE BİR YOL : İKİNCİ BÖLÜM, SİİRT’e DOĞRU

20170928_132249-01

UZUN İNCE BİR YOL : İKİNCİ BÖLÜM, SİİRT’e DOĞRU

Çook uzun bir zamandır Siirt’e gitmeyi istiyordum. Sırf bu yüzden Mardin’dense Batman’a uçakla gidecek ve aradaki mesafeyi nispeten kısaltmış olup Siirt’i gördükten sonra da Batman’ı transit geçip, gerisin geri Mardin’e dönecektim. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve ben kendimi Mardin’de buluverdim. Şimdiyse burada bulunuşumun ikinci gününün sabahı ve bir kez gitsem, gayri ölsem de gam yemem dediğim Siirt’e gitmek üzere yola çıkıyorum sonsuz bir enerjiyle. Yazımı sonuna dek okuma gayreti gösteren okuyucularım hakkındaki genel kanımsa şöyle; aranızda pek çoğunuz bir gün Rönesans’ın başkenti olan Floransa’yı, Venedik’teki gondolları, New York’taki Özgürlük Heykeli’ni, yedi harikayı, olası sekizincisini, Unesco Dünya Mirası listesindeki yerlerden herhangi birini görmeyi istemiş ama Siirt’i görmeyi dileyeninize rastlamak çok ender görülen bir durumdan öte, bir vaka olacaktır kanaatimce. Bu bilinçle temkinli bir yazı yazmaya çalışacağım yaşadıklarıma ilişkin, sırf sizi ürkütmemek adına. Bu arada Siirt’i göremeden döndüm, zira Baykan’a gittim ve hayatımın en zorlu, en çileli yolculuklarından birine giriştiğimi bilsem gene de gider miydim hiç bilmiyorum. Neden gittiğimi de bilmiyorum aslında ama gitmiş bulundum bir vesileyle. Vesilem kendimdim bu da böyle biline.

Ne diyordum? Uzuun ve çileli bir yolculuktan sonra Baykan’a vardım ki indiğimde toprağı öpecektim nerdeyse. Sonrasındaysa avara kasnak dolaştım durdum ilçede, nihayet döndüm daha da geç olmadan bin şükürle güzeller güzeli Mardin’e. Hayır, hiç de abartmıyorum. Bu yazımı okuyup da peh…burjuva, hatta pis burjuva Türkiye’nin gerçekleri bunlar, insanlar oralara zorunlu ve zorlu(gerçekten zorluymuş) hizmet için gidip gelip durdu yıllarca da gıkları çıkmadı diyenlerinizi duyar gibiyim. Oturduğun yerden sıkmak kolaymış, gelmeden, görmeden, yaşamadan bilemezmişsin. Geldim, gördüm, ama döndüm hemen. Burası Türkiye ama değil sanki. Arabistan’a gelmiş gibiyim. Hatta hatta gidersem bile, yabancılık çekmeyeceğimi anladım bu bana bir çeşit ön alıştırma olan seyahatim sayesinde. Siirtspor hakkında fikrim değişti mesela. Siirtliler hakkında da. Siirtspor’un maçı var dendiğinde, şöyle bir dönüp bakacağım uzaklara doğru dolu dolu gözlerle. Siirtliyim ben diyene de. Şaka bir yana, bundan sonra anlatacaklarımda ne bir yalan ne de abartı var. Bütün karakterler gerçektir, konuşmalar da. Aksini ispat edebileniz olamayacağına göre, bunun için gayret gösterdiğiniz takdirde elime geçen ilk inşaat balyozuyla kıracağım kalplerinizi teker teker. Hani temkinli olacaktım, bu tehditkar hava da nereden çıktı diyenlerinize, buna ek olarak da neden diksin bu kadar diyen bir Avanos’luya cevaben diyeceğim ki son kez; dikim çünkü tek başınayım – dikim çünkü engelli bir annem var – dikim çünkü hayat böyle ve onunla başa çıkamıyorum ve dolayısıyla ben de böyleyim, değişmem de mümkün görünmüyor bundan böyle. Bir de Siirt yolunda başıma gelmeyen kalmadı ondan böyle.

Acısının şiddeti her geçen gün artan yaralı bacağıma rağmen, müthiş bir motivasyonla garaja geliyorum. …gelmesine de, sorduğum her acenta farklı farklı saatler ve ondan da farklı ulaşım planları sunuyor önüme. Sonunda çakır gözlü, uzun boylu, etine dolgun bir görevli Midyat biletimi kesiyor. Oradan Batman’a, oradan da Baykan ve dolayısıyla Siirt’e giden otobüsler varmış. Dışarı çıkıyorum ve beş dakika geçmeden sizin araba geldi diyor çakır gözlü, uzun boylu, etine dolgun genç. Tekli koltuğa oturtuluyorum ve beyaz minibüs kolaycacık doluyor benden sonra. Zayıf, esmer, sakallı bir adam, yanında ise yaşlıca bir adam arkada kalıyor. Minibüsteyse oturacak yer kalmıyor. Bunun üzerine ikiliden daha genç olan, çakır gözlü, uzun boylu, etine dolgun görevliyle önce atışmaya başlıyor, sonra da tehditler savurmaya. Sesler o kadar yükseliyor ki etraftan birer ikişer neler oluyor diye gelmeye başlıyorlar. Bana yalan söyledin, bizi bu arabaya bindireceksin diyor ve üst üste üç beş kere sen benim kim olduğumu biliyor musun diye soruyor. Toplu taşım araçlarını kullandığına göre o da bizim gibi halk olmasına rağmen, dahil olduğu halk’ın hangi aşiretinin mensubu olduğunu anlatmaya çalışıyor sanıyoruz buna ek olarak. Bunu da en ilkel haliyle yapıyor. Malum burada aşiretler konuşuyor. Öyle olunca da kavga iki kişi arasında başlayıp iyice dallanıp budaklanıyor. Kavga uzadıkça uzuyor, çünkü kimse onun kimlerden olduğunu bilmiyor. Kavgası da kuyruklu oluyor buraların. Fakat çakır gözlü, uzun boylu, etine dolgun oğlan da alttan almıyor. Kanımı kessen seni bindirmeyeceğim diyor üst üste. Kanımı kessen, kanımı kessen, kanımı kessen… Bu cümledeki tuhaflığı seziyorum ama kavga odaklı düşündüğümden oralı olmuyorum. Minibüs yolcularının elinde çekirdek eksik kalıyor tek. İzliyoruz keyfe keder. Burada keşfettiğim bir başka şey de, hiçbir erkek çalışanın seni, beni, onu alttan almadığı. Müşterisin, para veriyorsun yok. İşin fenası eğer pısarsan iyice tepene çıkıyorlar. Tek başınayım ve pısarsam yanarım. Bunu anladığım andan itibaren, önüme gelene posta koyuyorum ben de. Kavganın sonunda ne oldu derseniz, kanımı kessen (ısrarla damarımı demedi), seni o araca bindirmem diyen çakır gözlü, uzun boylu, etine dolgun genç, bir türlü nereden, kimlerden olduğunu öğrenemediğimiz öteki genci bindirmedi arabaya ama beraberindeki yaşlı adam derhal bir koltuğa oturtuldu. Minibüs hareket ettiğinde geride kalan iki genç hala daha birbirlerine yer gibi yer gibi bakıyorlardı uzaktaan uzaktaan.

2017-10-13 18.56.38

SİİRT YOLUNDA :

Ömerli’den geçip Midyat garajına uğruyoruz ilk önce. İki tavuğu torbalamışlar yolculuk öncesi. Hayvanlar altlarındaki kırmızı naylon poşetlere o kadar uyuz olmuş haldeler ki, dönüp dönüp ditmekte buluyorlar çareyi. Sinir içinde insanların arasında dolaşıyorlar. Bir çeşit yolculuk travması onlarınki. Kimse fikrini sormuyor acaba bu seyahati onaylıyor musun bu vaziyette, kıçında bir torbayla diye. Sonunda da dertop edilip bir başka otobüse bindiriliyorlar gariban gariban. Bizse minibüsten otobüse aktarılıyoruz. İşin tek sevindirici kısmı, yıllar sonra, uzaktan da olsa Hasankeyf’i görme şansı yakalayacak olmam. Yoksa iki buçuk saatlik yolu beş saatte almış oluyorum bu güzergah sayesinde. Ordan ona bin, burdan buna geç, tüm ilçelerden geç. Teneke kutulardan simyacılar gibi hunilerle ucuz yakıt doldurulmasını bekle. Ama Mardin coğrafyasına hakim ol böylelikle. Hasankeyf’in son halini görünce de kederlen dur oturduğun yerde. Diyecek sözüm kalmadı yetkililere an itibariyle. Baraj çalışmaları tam gaz devam etmekte. Bu güzellik yok olacak yakın bir tarihte.

20170928_101836-01
Ah yavrum yavrum…

Otobüsün içi yirmi yedi derece. Benim hizamdaki ikili koltukta oturan çift, bu sıcakta, yapış yapış, el ele, diz dize. Hani şu birbirine hiç durmadan aşkım denen ve insanı gerzekleştiren karmaşık ve manasız bir sevgililik süreci vardır ya, onu yaşıyorlar ve yaşatıyorlar hepimize. Otobüsün yarıdan fazlası dolu ve bunca insanın nefesi birbirine bulaşıyor, karışıyor, gidecek yeri olmadığından da öylece havada kalıyor. İnsanın dayanıklılığını azaltan, sabrını sınatan önemli faktörlerden biri olan sıcak hava, sıcak bir ortam, buram buram akan ter bacağımdaki sızıyı unutturuyor. Öte yandan mikroplar daha çok ürüyorlar böyle havada. Altımda paçaları daracık bir pantolon var. Nasıl sıkılıyorum anlatamam. Kendimi kaybediyorum. Asabiyetten besleniyorum hunharca. Muavin çocuğa sert çıkıyorum, o da bana. Diyorum ya kimse kimseyi alttan almıyor burada. Klima zaten yok, havalandırma da çalışmıyor. Bir bebek yol boyunca ağlıyor. En sonunda bayılarak uyuyor. Bense ne uyuyabiliyor, ne de bayılabiliyorum. Sadece oturduğum yerden kin güdüyorum otobüs firmasına, şoföre, muavine, tüm dünyaya. Sanki dünya dedi bana, git Siirt tarafına. Olsun ben kızıyorum. Buranın halkına reva görülen şey buymuş, görmüş oldum diyorum kendi kendime. Ben tek seferlik binmiş bulundum, bir kez de ölmez sağ kalırsam eğer, dönüşte bineceğim sadece. Bu insanlarsa burada yaşıyor, mecburen kullanıyorlar otobüsleri, minibüsleri. Yazık değil mi onlara, bu sıcakta? Öğle sıcağı camlardan, otobüsün havasızlığı içerden vuruyor hiç durmadan. Saunaya binmiş gidiyoruz sanki. Muavin çay, kahve servisi yapıyor kaynayan otobüsün içinde. Bakıyorum üfleye üfleye içenler var her şeye rağmen. Yolun kalan kısmının ücretini istiyorlar şimdi de benden. Beş lira keseceğim diyorum. Ara söyle diyorum firma sahibine ya da ben diyeyim ver bana numarasını diyorum muavine. Yok bende diyor. O zaman inince anlatırsın diyorum. Sağa sola bakıyorum. Kimseden tık yok. Herkes cefaya alışık. Çocuk da bayılarak uyudu, kurtuldu sonunda. Bir ben varım direnen. Pencereden dışarıya bakıyorum, şimdi diyorum şoförün kafası atsa, beni sokağa atsa, ne bir benzinlik var etrafta ne bir yerleşim yeri. Onu bırak hayat belirtisi yok. Toz toprak, bomboş bir yoldayım sağlı sollu. Bir tek yol var üzerinde gittiğimiz.

Mardin’den yola çıktığımız andan itibaren beş saat geçmiş. Baykan’a geliyoruz bu süre zarfında. Koşa koşa şoförün yanına gidiyorum. Her şeyi söylüyorum, herkes beş lirayı kesse, firma havalandırmayı yaptırır, klima taktırır diyorum(sanki pencere tipi klima bahsettiğim). Şoför baygın baygın dinliyor beni, yolcular da öyle. Onlar daha Ağrı’ya gidecekler bu halde. Ben pes ettim. Veysel Karani Hazretleri’nin türbesi var burada, onunsa çılgın gibi bir ziyaretçisi. Benim için de sürpriz oldu diyorum içimden. Bakalım nasıl karşılanacağım, Siirt Baykan’da bu haldeyken.

20170928_141040-01

BAYKAN :

Otobüsten inip, kendi kendime konuşarak karşıya geçtiğim ve sağ tarafı dükkanlar, sol tarafı lokantalarla çevrili caddesini geçip, hala daha kendi kendime konuşarak geldiğim Veysel Karani Hazretleri’nin türbesinin olduğu alana giriyorum şimdi. Yeni bir bina olduğundan mimari açıdan göze hitap eden hiçbir tarafı yok. Gelmişken içerisini ziyaret ediyorum. Haremlik bölüme giriyorum ki, çok hoş olmayan bir koku çalınıyor burnuma. Kadınlar plajda gibiler. Uzanmış çene çalıyorlar. Çorapsız olanların ayaklarına takılıyor gözlerim. Kimisinin ayakları kirli. Kokuların kaynağı belli. Onların o ayaklarla bastığı yerlerde seccade sermeden namaz kılanlar var. İçime baygınlık geliyor. Yarabbim ben nereye geldim böyle?

Kaçar mısın bir yerden, kaçıyorum koşa koşa. İnsanlar yüzünden. Hacı Bektaş’a giderdim ben derinleşmek için.  Sınandığımı iyice düşünmeye başladığım anlar bir süre sonra başlıyor. Yemek yemek için oturduğum restorandaki geveze garsonun hiç susmayan çenesine yakalandığım dakikalar oluyor bunlar. İnsan hiç mi susmaz? İki dakika lokmaları ağzıma atıyorum iki dakika sonra başımda bitiyor. Emine Erdoğan Siirt Tillo’lu. Kaç bin peygamber geçmiş oradan, haberim var mı? (Yeryüzüne hiç o kadar peygamber oldu mu?) Sancaklar da buralı, haberim var mı? Amma iyi bakmış Karani Hazretleri annesine, değil mi? Biraz diyorum yukarılardan aşağıya insek de, halk nerelerden çıkıp buralara geliyor öğrensek. Nusaybin diyor, Adana diyor, Arap gelir en çok buraya diyor. Kendisi Kürt’müş ama bir Siirtli olarak Bitlis’ten çektiğimiz diyor(sormadan). Türbe ve her tür bağış Bitlis Vakıflar Müdürlüğü’ne gidiyormuş. Ah bu Bitlis! Ama diyorum esnafa kazanç kapısı buralar diyorum. Yan masaya oturan hanımlarla konuşuyorum. Adana’dan gelmişler. Buralarda elle yemek yeme kültürü var sanırım, sırf o yüzden kebapların yanına pilav koymuyorolabilirler. Koymasınlar da. Tavukları elleye külleye yiyorlar. Ekmek yok, lavaş var. Lavaşı açıp, içine mıncık mıncık etleri, sonra da garnitürü yerleştiriyorlar. Ben çoktan bitlenmiştim bu usülde. Çünkü tuvalet, lavabo için camiye gönderiyorlar insanı ve o tuvalete girenler de az evvel bahsettiğim türbede sere serpe yatan kadınlar. Gözüm kadınların arkasındaki biri çocuk olmak üzere, bir dede ve bir babadan oluşan erkekler masasına takılıyor. İki porsiyon ızgara söylemişler ortaya. Dedesi torunu yesin diye bakıyor, torunuysa dede sen ye diye yırtınıyor. Dedesine duyduğu şefkati kelimelere sığdıramam. Salata da ye, doymadın dede, sen ye dede… Bir zaman sonra haremlik selamlık oturan iki masanın tek bir aileden geldiğini anlıyorum. Torun kadınların masasına gelip ağlıyor ben doymadım diye. Dede ye, dede ye dedi dedi aç kaldı tabii. Garson geliyor gene yanı başıma, ağzı kulaklarında. Çok önemli bir bilgi daha verecek şimdi kesin. Atomun sırlarını verecek gibi bir hali var ya da kendinden başka sadece MİT’in bildiği mühim bir devlet sırrını paylaşacak benimle az sonra. Fakat diyor ki “O iki masa var ya, aynı ailedendi onlar. Bu gelindi arkası dönük olan. Adettir onlarda gelin kayınbabaya sırtını döner de yer. Karşısına geçip de ağzını açıp kapamaz öyle terbiyesinden.” Birileri MİT’e, CIA’ya bu önemli bilgiyi iletsin derhal. Benim uğraşacak halim yok. Beş saatlik, kırk vasıta değiştirmeli, uzuun bir yol var önümde çekmem gereken. Aynı gelin bu ve benzer şartlar altında, bastırıla bastırıla artık nasıl geri kaldıysa, düşmanca bakıyordu az evvel hiç tanımadığı bana.

20170928_132341-01

Yaram ne halde bilmiyorum ama çok acıyor. Burada sağlık ocağı var mı diyorum, var diyorlar. Gidiyorum doktorun yanına. Enfeksiyon kapmışsın diyor. O zamana kadar bunu anlayabilecek durumda olmadığımdan çok acıyor diyorum Mersin’li aile hekimine. O da hiç buraların insanı değil sanki. Hemşire bir kız geliyor pansumanım için. Hepsi de tayinlerine düşmüş gibiler. Eczaneye giriyorum ilaç almak için, buralı mısınız diyorum? Evet diyor eczane sahibi. Klimaya sahip olan tek ve en lüks yerdeyim sanırım. Hiç çıkmak istemiyorum eczaneden. Hep içinde kalmak istiyorum eczanenin. Silverdin ve baticon alıp çıkıyorum yazık ki. Bu arada sabahtan beri tuttuğum çişim içimde yaşayıp gidiyoruz beraber. Sıcaktı ya, terle attım sanırım bir kısmını. Geri kalanıysa çıkar beni çıkar beni diyor artık ısrarla. Tuvaletin yerini soruyorum bineceğim minibüs şoförüne. Restoranı işaret ediyor bana. Bir garsonla daha konuşacak halim yok. Hepsini görmezden geliyorum ve dışarıda bulunan tuvalete doğru ilerliyorum. Daha yaklaşır yaklaşmaz kesif bir koku ve kapısına örtülerini sermiş kadınlar ve çocuklar karşılıyor beni. Aklım almıyor o kokuyu çeke çeke neden orada oturmayı seçtiklerini, Allah’ın yeri tükenmiş gibi! Bile bile giriyorum içeriye. Tuvaletler nasıl pis anlatamam. Sifonumsu bir şeyi çekmeye çalışıyorum umutsuzca. Güya alaturka tuvaletler arasından seçtiğim en temizinin içindeyim. Üstüme başıma tuvaletten sıçrayan sular bulaşıyor. Dizimdeki enfeksiyon geliyor aklıma. Öğürecek gibi oluyorum. Boşver diyorum, et altına bundan iyidir. Tam çıkarken lavabo takılıyor gözüme. Lavaboların tuvaletlerden daha pis olduğunu görüyorum. Abdestlerini alıyorlar, ayaklarını yıkıyorlar, ağızlarını temizliyorlar, bulaşıklarını yıkıyorlar aynı yerde. Delirmemek içten değil. Bir kadın, ayağında terlik yerdeki iki parmak olmuş suya basmamak için parmak uçlarının üzerinde geliyor bana doğru. Çok geç diyorum içimden. Bağışıklık sistemine bakar, nasılsa alışmıştır bünyeniz bunca pisliğin içinde her tür mikroba. Ben düşüneyim orama burama sıçrayan suları. Ben düşüneyim enfeksiyon kapmış zavallı bacağımı. Tuvaletin bulunduğu bölümün dışında yalak gibi bir şey görüyorum. Yalağın başında çömelmiş, az evvel yıkadığı bütün tavuğu olduğu gibi küçük tüpün üzerinde kaynayan tencereye atan kadını görüyorum. Benim burada gördüklerim arasında son kare bu oluyor. Dünyanın sonu gelmiş diyorum. Restoranın bahçe kısmından geçerken, televizyonda ünlü yazar suçunu itiraf etti diyor. Neler olmuş böyle diyorum ekran karşısına geçerek. Yanıma gelen garsona tuvaletler leş gibiydi diyorum. Engel olamıyoruz, burada yatıp kalkıyorlar, acıyoruz diyor. Acımayacaksınız bunca rezilliğe diyorum. Böyle şey olmaz. Pisliğe acınmaz.

Tekrar şoförün yanına gidiyorum. Yol uzun, tuvalet pisti, giremedim diyorum. Ne yapsak diyerek birbirlerine bakıyorlar. Bir tanesi, bir başka bir tanesini çağırıyor yanına. O da ilerideki oteli işaret ediyor, ben şimdi ararım git sen diyor. Gidiyorum. Otel bomboş. Tuvaletler de. Tuvaletimi bıraktığım yere ikinci defa gelmek adetimdir. Düşünceli düşünceli ayrılıyorum Baykan’dan.

20170928_132017-01

DÖNÜŞ :

Tam bir kriz. Hasankeyf’den geçmeyeceğimizi öğrenince, yüzler düşüyor, moraller bozuluyor bende. Tarife göre Batman’da inecek, oradan Diyarbakır’a geçecek, oradan ancak Mardin’e gidebilirsem yetişirmişim evime. Evimde beni bekleyen bir şey yok diyemiyorum onlara. Buralara kıyasla Mardin benim evim, o ayrı tabii. Midyat’ta dolaşmak da hayal oluyor bundan böyle. Ama Baykan’daki tek dileğim de gerçek oluyor. Bir an önce Mardin’e varmayı dilemiştim içimden. Ferah ferah, uçarcasına dönüyorum şimdi karanlıkta gerisin geriye. Gidip Yusuf Usta’da Mardin Kebabı yiyeceğim görgüsüzce. Dün de aynı yerde aynı kebaptan yemiştim, yine aynı şeyleri yiyeceğim gidebilirsem eğer. Hele bir varayım da evime…

 

 

 

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: