
KAYMAKAM’ın SİNEKLERİ :
-Vızzzz…Bızzzz….
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin bir ilinde, yerli turist dışında rağbet görmeyen bir ilçesine, daha çok merak için gelmiş bir çift açlıktan gözleri döne döne otururlar rastgele, sıra sıra dizilmiş restoranlardan bir tanesine. Menüyü boş yere ararlar, onun yerine garsonun ezberi vardır tam karşılarında:
-Izgaralardan adana, urfa, tavuk kanat, tavuk şiş ve de köfte, sıcaklardan ise kuru, pilav üstü kuru, patlıcan oturtma kaldı elimizde.
Garson açısından bir bekleyiştir başlar. Kız, erkeğe nazaran daha kararsız görünmektedir.
-Sıcak yemek mi yemeli, ızgara mı?
-Tencere yemeği bozabilir.
-Tavuk mu yesek, et mi?
-Tavuk zehirleyip öldürebilir. der erkek. Sonra da kıza doğru eğilir ve fısır fısır;
-Buralar ters yerler şimdi. Tavuğu nereden buldu, getirdi de kesti, sonra o tavuk kaç günlük, yerken anlamazsın baharata yatırdıklarından da, ya sonra?
-Ya sen ne ters adamsın ya! Tavukla akraba çıkartacaksın adamları.
-Öyleyim. Tersim.
-Gurur duyuyor gibisin.
-Aynen.
-Ne işimiz var o zaman burda?
-Nerde?
-Burda, bu restoranda? Şurdaki marketten iki kraker alır yerdik.
-Açım diyordun.
-Sen demiyor muydun?
-Ben de diyordum.
-Eee…
-Eee…
Diğer masalarda bekleyen sabırsız müşteriler vardır ama garson bu masada fısıltıyla konuşulanları daha heyecan verici bulmakta gibidir. Tekrar menüyü sıralar:
-Izgaralardan adana, urfa, tavuk kanat, tavuk şiş ve de köfte, sıcaklardan ise kuru, pilav üstü kuru, patlıcan oturtma kaldı elimizde. Sadece.
Kız üstüne basa basa;
-Ben tavuk istiyorum.
-Çorba var mı? der erkek.
-Şu sıcakta mı? der kız artık iyice bitkinleşmiş bir sesle.
Garsonsa temkinlidir.
-Kalmadı.
-İyi bari. der kız. Erkekse;
-Izgaranın yanında pilav veriyor musunuz?
-Tabağın içinde mi?
-İçinde.
-Yok vermiyoruz.
-O zaman pilav üstü kuru istiyorum. Kız;
-Bu sıcakta mı?
-Bu sıcakta.
Garson hala temkinlidir.
-Yazayım mı?
-Neyi?
-Kuru üstü pilav… Yani pilav üstü kuru?
-Hayır. Yazma.
-Peki.
Lokanta sahibi garsonun yanına gelir ve kulağına doğru;
-Ooğğlum bir sipariş kaç dakikada alınır? Öteki masalar bekliyor. İbrahim de izinli. Ben kasadayım, ne yapayım aşçıyı mı yollayayım? Yemekleri kim koysun, ızgarayı kim çevirsin? Bir an önce al siparişi gitsin yahu. Tamam anlamında başını sallar garson ama hala daha aynı masanın başında beklemektedir sakin sakin. Onu bu masanın başında tutan gizli bir güç vardır sanki. Kızla erkek arasındaki karşılıklı atışmalarsa devam etmektedir tam gaz.
-Ne yiyeceğime de sen mi karar vereceksin?
-Doymayacaksın sonra. Ağustos sıcağında bir öğle vakti kuru fasulye mi yenirmiş ayrıca?
-Neden olmasın?
-Peki ye o zaman.
-…
-Siparişler lütfen!
Garsona doğru döner genç adam.
-Bir tavuk, bir de kuru üstü pilav… Yani pilav üstü kuru.
-Hangisinden?
-Ne hangisinden?
-Tavuk hangisinden?
-Hangisi hangisi vardı ki?
-Tavuk şiş, tavuk kanat.
-Hepsi bu mu? İki çeşit mi yani?
-Bugün böyle?
-Dün nasıldı peki?
-Dün bir de… biraz düşünür ve ekler;
-Tavuk köfte vardı belki de.
-Tavuk köfte? Siirt usulü mü?
-Evet, Siirt usulü.
-Balkan yöresine özgü Siirt usulü köfte ha?
-Baykan. Balkan değil.
-Ben ne dedim?
-Balkan. Burası ise Baykan. Balkanlar başka. Burada Balkan yemeği bulunmaz.
-Balkanlar’dan gelen soğuk hava yüzünden mi?
-Buralara bu mevsimde öyle havalar uğramaz.
-Nasıl havalar uğrar peki?
-Bunun gibi. Dedikten sonra alnında birikmiş teri siler ve sabırla gülümseyerek erkekten tarafa döner.
Lokanta sahibiyse iş başa düşmüş vaziyette, bir gözü garsonun dikilmekte olduğu masanın üzerinde, diğer masaların siparişlerini almaktadır öfke içinde.
-Bravo doğrusu bir de bana dersin, adamcağız işinin gücünün peşinde, üstelik ter içinde. Düşman mı arıyorsun kendine?
-Konuşuyoruz biz. dedikten sonra garsona döner. Sanki bir problem yaşanmadığına dair onay bekliyor gibidir.
-Sorun yok. der garson.
-Bak sorun yokmuş. Biz tavuk kanat ve pilav üstü kurumuzu istiyoruz.
-Kanat mı? Ben şiş istiyorum.
-Kanat daha iyi.
-Hoppala. Döndük başa. Ben o gezen tavuğun yağlı, kıllı kanadının üzerindeki derilerini kemirmek istemiyorum.
-Haklısınız. der garson.
-Ne anlamda? der kız.
-Bir şey dışında. Gezen tavuk yetmiyor. O yüzden günlük paketli tavuk alıyoruz.
-O zaman o gezmeyen tavuğun beyaz etinden yapılmış şiş parçaları istiyorum ben.
-Bende kuru üstü pilav. Yok pilav üstü kuru.
-Vızzzz…Bızzzz….
—.—
Tezgahın başına gelen garsona laf atar lokanta sahibi:
-Sipariş verebilmiş nihayet prensle prenses?
-Pilav üstü kuru ve tavuk şiş.
-O kadar mı?
-Daha ne olsun?
-Bu kadar uzun sipariş verdiklerine göre, krallara layık bir sofra bekliyor da insan. Ondan yani.
Garson, aşçıya seslenir;
-Pilav üstü kuru çek usta, bir de şiş olsun, tavuk. Bir de tavuk tabağına da pilav koy, müesseseden.
Sonra da gülümser.
-Vızzzz…Bızzzz….
—.—
-Neden beni buraya getirdin Hakan?
-Güneydoğu’ya gelelim diye tutturan sendin Kevser.
-Tamam da bu hiç de popüler olmayan destinasyonda ne işimiz var ki?
-Merak ediyorum diyen sen değil miydin?
-Geleceğimizi tahmin etmemiştim ama.
-Allah Allah. 2000 küsur kilometre yol yaptırdın bana tek tüfek, şu ettiğin lafa bak şimdi? Geleceğimizi tahmin etmemiştim ne ki şimdi yani?
-Tek tüfek mi? Ben ne oluyorum burda? Fino köpeğin mi?
-Araba kullanmayı bilmiyorsun.
-Öğretmiyorsun.
-Geçti ama
-Ne geçti? Daha yirmi sekiz yaşındayım.
-On yıl gecikmişsin işte. Ben on altı yaşında öğrendim.
-Arabamız mı vardı bizim? Yetim büyüdük biz. Hem insanoğlu geç yaşta neler yapmayı öğrenmiyor ki? Alt tarafı gaz fren. Debriyaj da otomatik.
-Siirt’te araba kullanmayı mı öğrenesin geldi anlamadım yani. Durdun durdun da… Hem ben de yetimim.
-İnsanın içindeki hevesi öldür de daha da bir şey yapma sen. Sonradan yetim kalmakla, yetim büyümek başka şeyler.
-Yemekler geldi.
Gelen garsondur.
-Yemekler geldi de hani çatal bıçak?
-Bende de akıl bırakmadınız ki.
-Anlayamadım.
-Hemen geliyor dedim. Buyrun sizin pilav üstü kuru, sizin de tavuk şiş, kanat değil.
-Aaa… Hani ızgaranın yanında pilav yoktu? Ona koymuşsunuz ama.
-Aşk olsun, tabağımda gözün mü var senin?
-Evet.
-Müesseseden ikram. Pilav yani.
-Hep hanımlara torpil var zaten.
-İnanamıyorum sana. Pes yani, al pilavım senin olsun.
-Var tabii. Ben sordum koymuyoruz demişlerdi. Canım pilav çekmişti. Bak sen istemeden geldi.
-İstemiyorum ben pilav milav. Al ye diyorum sana benimkini bu kadar sorunsa.
-Beyefendiye az daha pilav. Müesseseden. dedikten sonra gülümseyerek içeri gider garson.
-Vızzzz…Bızzzz….
—.—
-Şiştim.
-Şişersin tabii. Nasıl kaşıkladın tabağındakileri farkında değilsin.
-Acıkmışım.
-O kadar pilav mı yenir? Adamın getirdiği pilavı da yedin. Bu kadar pirinç pilavı sevdiğini bilmezdim Çinliler gibi.
-Daha bilmediğin çok sır saklıyorum tatlım.
-Öyle mi? Tatlım!
Garson masaya gelir.
-Afiyet olsun. Çay söyleyeyim.
-Olur.
-Memleket neresiydi?
-İstanbul’dan geliyoruz.
-Yerlisi mi?
-Yook. Ben Balkanlar’dan. Malum. Bu hanım kızımız da karışık.
-Nasıl karışık? Ortaya mı?
Kız ters ters bakar.
-Anası bir taraf, babası başka taraf. Ama şu an Kürt damarı tutmuş durumda. İnadı da oradan geliyor.
-Kaç yıllık evlisiniz sorması ayıp?
-Nişanlıyız biz, altı yıldır. Öncesinde flört ettik dört sene. Ondan önce de aynı mahallede otururmuşuz ama ben onu bilmem. Bizim iş uzayınca uzaklaştık biraz. Yaşım büyük olduğu için benim başka ilgi alanlarım vardı o zamanlar. Onun ilgi alanı ise benmişim. Kısaca kendisi küçükten beri bana hayranmış mahallede. Babamın dükkan vardı o zamanlar bir alt sokakta. Uğrardık arkadaşlarla. Benim çıkışımı beklerdi karşı kaldırımda. Öyle hayran hayran bakardı bana. Gururlanırdım ama belli etmezdim. Öyle öyle bağladı bizi.
-Daha nikah yok ama. Bağlamış bağlamasına da.
-Nikahsızken böyleyiz. Aynı evde ne yapacağımızı bilemediğimizden evlenemiyoruz zaten. Ailelerimiz ağzımızdan çıkacak bir kelimeye bakıyor. İki taraf da beklemede. Ha desek nikah, düğün yapacaklar ama işte bizde sorun var.
-Allah tamamına erdirsin.
-Şüpheliyiz. Şu huysuzla bir ömür geçer mi yahu? Baksana ters ters bakıyor yine. Yazık değil mi bana?
-Karşı taraf ne der bilmem ki?
-Ne diyeceğim? Düştüm. Çok pişmanım. Her şeyime mani oldu. Tüm istikbalimi bitirdi. Başkası da olmuyor. Adım da çıktı bir kere, herkes evlenmiyor musunuz diyor. Ne yapacağımızı bilmez halde düştük böyle yollara. Bir de benim taraf Doğulu. Aşiret uzak olsa da dert olacak başımıza. Ben istedim butüraya gelmeyi. Medet umdum galiba burdan.
-Asıl ben aldım başıma belayı. Senin aşiret beni topuğumdan vurdurursa bakarsın artık topal kocana.
-İyi yapmışsınız. En fevkalade yolda tanırmış insan insanı. Tanıyorsunuz birbirinizi işte ne güzel.
-Biz birbirimizi kendimizi bildiğimizden beri tanıyoruz ki!
-Evet. Sorun da bu zaten. Aileler aileleri biliyor, biz aile büyüklerini, küçüklerini herkesin her şeyini biliyoruz. Akrabalarımızın bulunduğu bütün illere, hatta ülkelere bile gittik. Çok da iyi karşılandık. Onlar da sordu düğün zamanını. Dedik yakındır. Ama ne kadar yakın, yoksa giderek uzaklaşıyor muyuz o tarihten hiç bilmiyoruz.
-Bizde işler böyle uzun sürmez. Biz evleniriz hemen. Çocuk olur erken. Bu hayatı yaşarız gider.
-Sorgulamıyorsunuz yani de bizim dışımızda bir sorun yaşayan yok ki bizim ailelerde. Abim evli, benden küçük kardeşim de evli. Bir ben kaldım böyle.
-Nesini sorgulayacaksın ki zaten? Düzen böyle.
-O da doğru. Çocuk kaç taneydi.
-Şimdilik dört etti.
-Yolu kaça kadar ki?
-Bilmem ki. Olursa olur. Geleni göndermek olmaz şimdi.
-Biz zaten bu sorgulamalardan kaybediyoruz. Yaş kemale erdi bende düşüne düşüne.
-Nikahta keramet var derler.
-Hep öyle diyorlar da millet patır patır boşanıyor sonra.
-Milletten size ne?
-Öyle de. Korkuyor insan haliyle. Bak ben otuz yedi yaşına girdim. Öyle genç değilim artık. Nasıl baba olacağım bilemiyorum. Bu yaştan sonra dede olunur ancak.
-Sen yaşlıymışın. Kardeşimiz genç.
-Öyle tabii. Gittim yaşlı adama tutuldum, tutula tutula.
-O kadar da değil, abarttın sende. Yüz yaşında mıyım ben? Zamanında severken düşünmedin de.
-O, o zamandı. Şimdi başka. Benim de aklım başıma geliyor yavaş yavaş.
-Yaşlıyım diye beni istemiyorsun, öyle mi?
-Öyle demek istememiştir.
-Söylesin ne demek istediğini.
-Bilmiyorum.
-Artık dükkanın karşısında tünemek, iş çıkışı yollarımı gözlemek de bitti yani?
-Baban rahmetli oldu, dükkan mı kaldı ki?
-Rahmetli babam bizim düğünümüzü beklemekten fenalık geçirdi, adamın içine bir hoşluk geldi, bir gün felç geçirdi. Ama yine bekledi. O halde düğünümüze gelecekti. Ama ne oldu?
Garsona döner, garson da ona döner. Garson ne oldu dercesine merakla kaşlarını havaya kaldırır.
-Ne olacak? Gene olmadı. Biz karar veresiye babam gitti. Artık anlamı kalmayınca da evlenemedik gitti.
-Allah rahmet eylesin. Sizin işiniz zor değil ama; siz zorsunuz. Bir de ayrılığı deneyin.
-Onu da denedik. O formül de tutmadı. Yıllarca çıktık, gezdik, dolandık, neticede birbirimize alıştık. İnsan heyecan arıyor ama güven duymuyorsun başkalarına. Ayrıldık ayrıldık geri birleştik anlayacağın. Bekliyoruz şimdi.
-Neyi?
-Biz de tam olarak bilmiyoruz ne beklediğimizi aslında. Onunkiler beni vurmazsa, Allah da ömür verirse… Siz de iyi dinlediniz hani bizi, beni. Bu hikaye çok gereksiz uzadı sanki. Şiştim ben ya.
-Fasulyedendir.
-Bir erkeğin böyle gerçekçi bir kız arkadaşa sahip olması da bana nasip oldu bu dünyada. Bu da benim kaderim ne yapayım?
-Üzüm üzüme baka baka kararır Hakan.
-Öyledir. İnna a’taynakel kevser…
-Ne dedin Hakan?
-Hiiç Rabbim bana seni verdi Kevser.
-Vızzzz…Bızzzz….
—.—
İçeride lokanta sahibi ile aşçı sohbeti koyultup, masanın başında dikilmekte olan garsondan yana bakıp bakıp konuşmaktadırlar kendi aralarında.
-Bizimki sevdi ha bunları? Başlarından ayrılmak bilmiyor.
-Akraba neyin çıkmasınlar? Oğlan zor da, kız bizim tarafın insanına benziyor.
-Ondan mı dikiliyor bu böyle başlarında dersin?
-Alıp götürseler, gidecek gibi bakıyor.
-Bak sen!
-Vızzzz…Bızzzz….
—.—
-Vızzzz…Bızzzz….
Hesap ödemek üzere içeri giren çift beraber kasaya doğru gelirler.
-Ne kadar tuttu bizim hesap Usta?
-On beş lira.
-Bir de ne diyeceğim, bu sinekler ne böyle? Bi rahat vermediler yemek yerken.
-Onlar mı? Onlar Kaymakam’ın Sinekleri’dir.
-Kaymakam sinek mi besliyor? O nasıl iş öyle?
-Normalde belediyenin işidir ya ilaçlama. Gel gör ki biz belediye başkansızız. Bizim belediye kayyuma atanınca, işler kaymakama kaldı. İşte ondan bu sinekler Kaymakam’ın Sinekleri’dir.