UZUN İNCE BİR YOL : ONUNCU VE SON BÖLÜM, KAYSERİ – TAVLUSUN
Ne gün ama! Ne geçmek bildi, ne de gitmek! Şikayetçi değilim ama bilsem daha erken düşerdim yollara ki akşam kalkacak olan otobüsüme sayılı saatler kaldığından bunca endişeyi de taşımazdım beraberimde gittiğim her yere. Bir Aşağı bir de Yukarı olmak üzere Germir’de dolandım durdum sabahtan akşama. Germir kadınları her şekilde bakımımı üstlenip, tıka basa doyurdular beni. Sağ olsunlar. Telefonumun şarjı bitti dedim, bulup buluşturdular, kahve üstüne kahve, peynir ekmek-hayatta en sevdiğim şeydir peynir ekmek-hele bir de davetsiz gidince olanı çıkarıverdiler. Ben zaten bulduğunu yiyenlerdenim. Yemek programlarında çıldırmış gibi yiyorlar ya hani. Karşındaki çıldırmış gibi yaparsa, sen de çıldırmış gibi yersin de… Aklıma yıllar yıllar önce Sivas’ın bir ilçesi olan Ulaş’ın Acıyurt köyünde yaşadıklarım geliyor. Ani bir baskınla Mir Ali Bey Konağını görmek için geldiğim köyde, yer sofrasında ağırlanmıştım bir güzel. Tekrar gitsem yıllar sonra, evin ikizleri olan iki sarı velet büyümüş kocaman olmuşlardır şimdiye. Doğan büyüyor, ne yaparsın? Herkes yerinde güzel bir de. Herkes yerinde kalsın sözünü düşündüm durdum bu insanları gördükçe. Zerre kadar gördüğün iyiliğin gayretini güdücen demişti Yukarı Germirli Elif. O sözünü unutmadım Elif.
Sözde Ağırnas’a gidecektim ama nasıl olduğunu hala daha tam kavrayamadığım bir sebepten ötürü kendimi bindiğim taksinin içinde Tavlusun’a giderken buluyorum. Hiç durmadan gülen ve bana sormadığım halde acıklı yaşam öyküsünü anlatan şoförü dinlemek durumunda kalıyorum. Hafriyat işi yapmışlar İzmir, Bornova’da. İki ortak alacaklarını takip etmemişler, zevküsefaya düşmüşler ve bir trilyonu batırmışlar. Sanıyorum Kordon’da, barda, pavyonda yediler-Kordon deyince birkaç saniye sesi çıkmayı erdi çünkü-. Adanalı pamuk tüccarları gibi karşılandıkları sazlı sözlü mekanlarda ne raconlar kestiler kim bilir zamanında. Tatlı tatlı batırdığımız için tam anlamadık, o yüzden çok koymadı diyor sonra da. Tatlı tatlı yemenin… Şu kilise diyor, şu yerler diyor hep define arayıcılar geliyor buraya diyor. Geçen de jandarmayla geldik ama çektiğim fotoğrafları teek teek sildirdiler bana diyor. Sonra da gülüyor. Zaten hep bir gülme hali var üzerinde. Saflıktan mı, sonradan mı böyle oldu yoksa paraları batırınca dünyayı mı boşladı anlaşılamıyor öyle hemen dışarıdan. Çeek çeek diyor, sağı solu gösterip, hep tarih imiş buralar diyor. Öyle diyor, böyle diyor; sonra da bir selfie çekiyor mutlu mesut. Şu an burada bulunmaktan benden daha mutlu olmuş gibi görünüyor. Çok garip çook.

Bizden başka bu bölgeyi gezmek için gelmiş bir otobüs dolusu insan daha var. Onlar Ankara’dan gelmişler. Surp Toros Ermeni Kilisesi’ni geziyoruz beraber. Virane içerisi. Duvarlarına sprey boyayla yazılar yazılmış, devlet burayı çoktan gözden çıkarmış. Eşek bağlasan durmaz ya da hayvan bağlı olduğundan durur, sonra da kahrından ölür şurda. Tekrar arabaya bindiğimizde beni köyün girişinde bırakıver diyorum. Issız buralar, ne yapacaksın diyor. Ben birilerini bulurum nasıl olsa, sen rahat ol diyorum.
TAVLUSUN :
Taksi şoförü haklı mı ne? Bu köy iyice ıssız. Kimsecikler yok. O yola sapıyorum, bu sokağa giriyorum tek bir Allah’ın kulu yok. Çocuk bile yok. En nihayet bir eşek görüyorum. Onunla konuşacağım nerdeyse bu köy ne böyle diye. Eşek beni hiç umursamıyor öte yandan. Derken bir evin önüne çıkmış oturmuş anne kız oldukları her hallerinden belli iki insan görünce, beni bekleyin biraz fotoğraf çekip geleceğim yanınıza diyorum. Gitme olasılıklarını düşünerek, bir yere gitmezsiniz değil mi diye de soruyorum can havliyle. Nereye gidelim gibisinden omuz silkiyorlar. Ortalıkta bir alternatif göremiyorum zaten. Tekrar eşek sıpasına dönüyorum fakat her zamanki gibi bana hiç yüz vermiyor. Rotamı insanlara çeviriyorum kendisinden yüz bulamayınca. Dilek ve annesi Aysun’un yanına oturuyorum. O kadar alışmışım ki bu oturmalara, hiç garipsemiyorum. Bir şeyler yiyip içer misin diyorlar, çay varsa çay içerim diyorum. Dilek çay demleyip getiriyor hemen. Germir’den verdikleri ekmeği çıkartıyorum. Peynir getirelim diyorlar. Dilek gofret getiriyor bana. Erkek kardeşi çıkıyor içeriden, çantama attığım ama unutmadığım, Harran’da Güneş’in bahçesinden dalından koparıp verdiği iki acı biberi uzatıyorum ona. Daha faydalı bir şeyin aracılığını yapmış olmayı isterdim aslında. Sokaklarda bir Allah’ın kulu yok, sizin ne işiniz vardı dışarıda diyorum. Ev soğuktu, güneşi görmek için çıkmıştık dışarı diyorlar. O esnada iki adam geliyor. Dileklerin oturduğu ev satılıyormuş, bir bakmak niyetindeki alıcıları içeri almıyorlar nazikçe. Beyimi ararsınız diyor Aysun yine nazikçe. Beyi ise direksiyon sallıyormuş şu saatlerde. Yirmi beş bin liraymış evin satış fiyatı. Büyükşehirde bıçak parası bundan çok. Demiyorum. Gerek yok. Buraya bu para çok bile. Dilek güzel bir kız. Boylu poslu, yürürken görsen dönüp bir daha bakarsın endamına. Burada sıkılmıyor musun diyorum. Akşam olup, karanlık çöktü mü etraf çok ürkütücü olur gibi geliyor. Markette çalışıyormuş, çıkmış. Şimdi tekrar başvurmuş sağa sola iş güç için. Ablam evlendi, şehirde yaşıyor diyor. O yırtmış yani. Demiyorum. Atıl vaziyette, şu genç yaşta burada yapılacak hiçbir şey yok ki. Seni ne bir gören çıkar, ne de değerlendiren. Köyün ulaşımı da kısıtlı. İki üç saatte bir kalkacak otobüsü bekle ki gelsin. Vay yandığımın dünyası, hiç adil değilmişsin be! Germir’de kadınlar bir dayanışma içindeydi, belki ondan, çok çaresiz görünmediler gözüme. Ama burası gençler için bir çeşit sürgün yeri. Hadi burada doğmuş olduğunu düşünelim, o zaman doğuştan sürgünsün. Bekle ki kısmetin çıksın seni kurtarsın, ara ki bir iş bulasın sağda solda. İlk defa bir köy yerinde içim sıkılıyor. Dilek sanırım bana tüm bu hisleri yaşatan. Annesi dert değil. O nerde olsa yaşar, ama şurada insanın gençliği çürür gider göz açıp kapayana.
Otururken otururken bir kadın ve çocuğunu görüyorum uzaktan gelmekte olan. Vayy insan diyorum. Hani bakayım diyor Aysun, Dilek hemen başını o insan’dan yana çeviriyor. Komşu imiş. Bilmem vaziyeti anlatabildim mi? Sonra bir hareketlenme de tam karşımızdaki boş arazide gerçekleşiyor. Eşek acı acı anırmaya başlıyor. Yaşlıca bir kadın önümüzdeki boş arazideki çalı çırpıyı topluyor. Ona doğru sesleniyor ver bana ver bana dercesine. Hemen bakışlarımız o yöne kayıyor. “Kız Fatma Teyze” diyor Dilek, “Nasıl oldu Ahmet Amca?”. “Yatıyor”diyor kadın, o da merakla beni soruyor. Merak etmeyecek de ne yapacak şu insansızlıkta. Şurada beni tek merak etmeyen şu eşek idi. Onun da derdi gücü sahibinin topladığı çerde çöpte idi. Yeryüzünde her canlı önce aş peşinde, tıpkı şu eşek gibi.
Bu arada akşam kalkacak olan bir otobüsüm var ve Dilek’ten şarja koyduğu telefonumu geri getirmesini istiyorum. Ben seni götürürüm diyor. Önünde yürüyorum, beni arkadan süzüyor biliyorum. Yaşına göre fiziğin iyi imiş, çok yürümüşsün belli, ayakkabılar ayağını yara etmiş, saçlarını doğal kullanıyorsun demek, gür saçların varmış ama fönsüzsün. Çeşmeye giden sokağa sapmadan önce kalabalık bir insan grubu görüyoruz. Aralarında evin satılma durumunu soran iki adam da var. Bir de hastaneden çıkmış ya da elinin üzerindeki kapanmış musluk yerine istinaden ben öyle düşünüyorum. Bir fotoğrafını çeksem diyorum. Dilek rica edince, beni hiç kırmıyor Hasan Amca. Tatlı tatlı da pozlar veriyor bana. Ben en sevecen halini paylaşmayı uygun gördüm sizlerle çeşmenin önünde. Bir nedenden ötürü her Hasan’a sempatim vardır. Sabahattin Ali’nin Ayran adlı kısa öyküsündeki Hasan’a, bir de Avanoslusuna… Bizim yaşayan en değerli ve en saygın yazarımızın da ismi Hasan’dır. Kalabalığa karışmaz, şan şöhrete takılmaz, sanki aklı hep romanlarındadır.
Tavlusun’a tepeden bakıyoruz otların bürüdüğü genişçe bir alanı geçtikten sonra. Burada da doku bozulmak üzere. Aradaki betonarmeler tüm zevksizlikleriyle sırıtıyor yazık ki. Zamanım tükenmek üzere. Ne niyetle çıkmıştım yola, neler neler buldum, kimlerle tanıştım, nerelere gittim nerelere gidecekken. Hiç gerçekleşmeyecek bir tarihi yazdım buraya gelmeden önce, şimdiyse oturmuş kendi kişisel tarihimden son bir yaprağı daha paylaşıyorum sizlerle. Mardin’de başlayan yolculuğumun son durağı idi Kayseri. Yakın bir tarihte tekrar gelmek üzere ayrılıyorum şimdi. Bu arada dizin iyileşmiş diyenlerinize cevaben hayır diyeceğim. Seyahate çıkmadan önce, artık neyin üzerine düştüysem enfeksiyon kapan dizim Kayseri’de de sızım sızım sızladı bu arada. Eve gelişimin ertesinde tee Gaziantep’ten buralara kadar bir pet şişe içerisinde taşıdığım dört sülükten ikisiyle yaptığım tedavi sonucunda ancak aynı gün iyileşme görüldü. Gel de eski usül şifacı tariflerine inanma. Kanıt olsun diye de dizim üzerinde kullandığım ve etimden sütümden beslenen ve bu sayede iyice tombikleşen, bu yüzden de cılız kardeşlerinden ayırdığım kan kardeşlerimin fotoğrafını sizlerle paylaşıyorum. Depremde ilk kurtaracaklarımdan, benim şifacılarım, doktorlarım, kanım, canım, bundan böyle de “kan kardeşlerimdir” onlar. Bana bu son seyahatimin tek yadigarıdır onlar.