ANLAR VE İNSANLAR : BİRİNCİ BÖLÜM, SİVAS – MERKEZ

20160311_054233 (1)

ANLAR VE İNSANLAR : BİRİNCİ BÖLÜM, SİVAS – MERKEZ

Sivas’a gitmek üzere Sekiz Mart Dünya Kadınlar Günü’nün akşamında çıkıyorum yola. Bu ilk gidişim olmayacak üstelik, sağ salim varabildiğim takdirde. Mir Ali Bey Konağı’nın peşinde Ulaş’ın Acıyurt Köyü’ne, “Veyselin Şarkışlasına” ve Divriği’ye gitmiştim o ilk seferki gelişimde. Bir yolculuğun daha beni nerelere sürükleyeceğinden habersiz düşüyorum gene gece gece yollara. Yol aldıkça zihnim açılıyor. Otobüs yolların asfaltını ezerken, ben de kendi geçmişimle hesaplaşıyorum durmadan. Otobüs bin defa da aynı yollardan geçse, geçiyor işte binbirinci kez. Ben de soruyorum kendi kendime binbirinci kez neden diye. Zihnim, akmakta olan kilometrelerce yola paralel olarak akıyor hiç durmadan. Bedenim oturmaktan uyuşup, tembelleştikçe zihnim açılıyor ister istemez. Karanlıkta üşüşen düşünceler karanlık ve karmaşıklar. -Ve ben size edebiyat parçalıyorum böyle istemeyerek. Belki de isteyerek. Nasıl beğendiniz mi cümlelerimi?-Bazen uzunca bir cümleyi bırak, bir kelime bile bulamıyorum cevap olarak verecek. Şu dünyada en kolay şeymiş soru sormak ve ne zor şeymiş o sorulara cevap bulmak. Cevabım yok benim geçen yıllara. Hatıralar berrak değil artık eskisi kadar. Ne söylesem ben bu yıllara, bir bilsem. Şimdi şurada olmazdım herhalde, bilseydim eğer.

Ülkedeki belirsizlik, savaş ortamı ve yaşanan tüm olumsuzluklar etkilemiş insanları. Herkes güvensiz. Yollar boş. Otobüsler boş. Seyahate çıkmış olanlar hep erkek. Vahşi Batı’ya doğru yol aldığımı hissettiriyor bu bana. Gerçi ben konum itibariyle Doğu’ya doğru ilerliyorum ama her şeyde olduğu gibi kendimizi Amerika’yla kıyaslıyorum. Hiçbir planım yok bu sefer. Ne yapacağım, nereye gideceğim, kimlerle görüşsem, kimleri bulsam! Bir seferde o “kimler” bulsunlar beni diyorum. Kaderimde kimleri bulmak, nereleri görmek var ise onları görüp bulacağım kuşkusuz. Otobüsümüz birkaç müşteri daha toplayabilmek umuduyla girilmedik otogar bırakmıyor. Sayısız molalar veriyoruz. Hep ilerliyoruz ama. Şoförler koltuk değiştiriyor. Süresi dolan en arkaya uzanmaya gidiyor. Sonra da her mola yerinde kendilerine tahsis edilmiş masalarına oturup, çatal bıçak seslerine teslim ediyorlar kendilerini. İlk molada yemek, sonra da kahvaltıya dönüyorlar. Bense iki sene önce gelmiş olduğum Sivas’a ulaşmaya çalışırken, verilen molalarda, bir sürü adamın arasından sıyrılarak geçiyorum tuvalete ulaşmak için. Uyku sersemi indiğim yerlerden birinde başımı kaldırıp da bakmadan önce bir sürü esmer delikanlı görüyorum irkilerek. Benden başka dişi sinek yok ortalıkta gece gece. Yozgat, Coşkun Dinlenme Tesisleri imiş burası. Sekiz Mart bitmiş anlaşılan ve biz gene Dünya Erkekler Gününü kutluyoruz Anadolu’nun ortasında bir sürü de adamın arasında.

9 03 2016 - 1 (3)

Sivas’a ilk inişimdeki heyecan yok üzerimde. Ne çok sevmiştim bu şehri ve insanlarını o ilk seferde. Hep kadınlar karşılamıştı beni. Üniversite öğrencisi bir kız vardı, Cumhuriyet Üniversitesinden bir hoca ve Dersimli, devlet memuru yol arkadaşım vardı. O kızlar yoklar şimdi. Yerlerine bağlı başlı, şaşkın kızlar yerleşmişler. Bu moda galiba. Bir çeşit. Modaysa da eğer geçer ve en nihayet bir gün gelir sona erer. Ama şu kara çarşafların ne gibi bir modası var anlaşılacak gibi değil ve bir hayli de çoklar. Sivas çok değişmiş çok. Ama ileriye yönelik bir değişim değil bu. İki sene içerisinde yirmi üç yıl geriye gitmiş sanki. Durum o kadar vahim yani.

20160309_132455

20160309_134919

9 03 2016 - 1 (2)

20160309_135332

Sivas Merkez’in çarşısına çıkıyorum dolaşmak için. Biraz fotoğraf almak istiyorum. İlk durağım “İl Müftülüğü Buruciye Medresesi İlim ve Kültür Merkezi” oluyor. Bu uzun ismin ağırlığından kurtulabilmek için içerideki görevlinin yolunu kesip gerekli ilimleri almak üzere başında bitiyorum. İslami şartlara uygun olarak dizayn edilen mekan, bünyesinde bir de kütüphane barındırıyor bomboş raflarına kitap bekleyen. Kültürel, dini ve hayri hizmetlere tahsis edilmiş bir enteresan yer olmuş eskiden İl Özel İdaresi’ne tahsisli kültürel faaliyet ve el sanatları merkezi iken. Buruciye Medresesi de kurtarılmış bölge olmuş ve bundan sonra taşımak zorunda bırakıldığı ağır kaderi ve tüm ruhsuzluğuyla yoluna devam edecek. Mekanlara kader biçmek insanların doğasında var. Sormadan iş yapıyorlar bildikleri gibi, canlarının istedikleri gibi. Neticesinde turistik ve içerisinde çok anlamlar saklı tarihi bir yer kalpsiz, kederli, donuk, anlamsız ve soğuk bir mekana dönüştürülüyor. Yobazlıkta boş yere derinlik arıyorum. Kabahat bende. Bir iki fotoğraf alıyorum isteksizce. Sonra da çıkıyorum sessizce.

20160309_142346

Hem kadınlara hem de erkeklere hizmet veren ve yanyana müşterilerini ağırlayan tarihi Kurşunlu Hamamı’na gidiyorum. Önce kadınlar tarafına gidiyorum. Nedense hamama girer girmez bir kıkırdamadır alıyor beni. Gel içeriyi gez diyorlar hemen. Kapanış ya da açılış saatlerinde fotoğraf almak istediğimi söylüyorum. Mümkün değil diyorlar. Makineyi bozarmışım. En az on, on beş gün içerisinin açık kalması ve çalıştırılmaması gerekiyormuş. Buhardan fotoğraf makineni bozarsın diyorlar. Derken kapı açılıyor ve ben gördüğüm manzara karşısında ağzım bir karış açık bakakalıyorum. Açılan kapıyla beraber buharlar dolduruyor bizim olduğumuz yeri. Kapının öte tarafında ise bir sürü kadın var. Kalabalık öyle böyle değil. Kimi kese yaptırıyor uzanmış göbek taşına sere serpe. Kimi bikinili, kimi tangalı, kimisi topuklu ayakkabıyla gelmiş üzerinde ince tül bir üstlük. Defile var sanki. Aptallaşıyorum manzara karşısında. Kadınlar en doğal halleriyleler halbuki. Bir tanesi açılan kapının rüzgarından etkilenip dönüyor ve bana bakıyor. Umurunda olmuyorum. En nihayet hamamı işleten kadın dışarıdan gelen duramaz içeride, on dakikada kaçar gider, buranın kadını da alışmıştır girdi miydi çıkmaz içeriden, bayılır buharına diyor. Şaşkınlığımın nedeni içeride yıkanan yağlı ballı kadınlar beklerken, manzaranın hiç de öyle olmaması oluyor. Şaşkınlığım geçince buranın fotoğrafını bu şekilde alamam yoksa ekmeğinizle oynarım, burayı kapatırlar demekle yetiniyorum. Hanımlarla karşılıklı kıkırdaşıyoruz. Kadınların hemcinslerine göstermek için giyindim tezi yanında soyunduğu tezini de ben atıyorum ortaya. Akademik olmaya çalışsam da başaramıyorum bir türlü.

Dışarıya çıkıyorum, derin bir nefes alıyorum. Bir de erkekler tarafını ziyaret ediyorum. Az önce gördüğüm manzaradan ötürü korkunç çekiniyorum. Kapının eşiğinde suçlu çocuklar gibi tek ayağımın üzerinde bekliyorum. Erkekler beni içeriye buyur ediyorlar. Birkaç hazırlıksız adam görmek korkusuyla şüpheli hareketler içerisine giriyorum. Onlar da benzer şeyler söylüyorlar. Sabah beş gibi gelsem boş olurmuş ama buhardan görüntü alamazmışım, makineme de elveda dermişim. Sol tarafta oturmuş, peştamallerine sıkı sıkı sarılmış tavla atıp çay içen iki adam olduğunu ve bir tanesinin beceriksizce peştamalini göğüs hizasına doğru çekiştirdiğini görür görmez teşekkür ederek mekanı terk ediyorum. Ayrıca da bu hareketi çok feminen bulduğumu belirtmek istiyorum. Bir erkeğin sağlı sollu memelerini beyax peştamaliyle örtmeye çalışması komik geliyor. Kadınlar çıplaklık konusunda daha cömert davranmışlardı halbuki.

Dokuz mart ve ben sıcaktan patlamak üzereyim anorağımın içinde. Genç delikanlılar kısa kollularla geziyorlar. Birileri laf atar korkusuyla paltoma daha sıkı sarılıyorum. Açlıktan ölmek üzereyim. Pideciye giriyorum. Küçük bir dükkan. Yanımdaki masada bir aile var. Karı koca ve kızları. Suşehri’nden geliyorlarmış. Onların yediğinden söylüyorum. Isırır ısırmaz içinden ılık ve sıvı haldeki yağı akan pideyi büyük bir hızla yiyorum afiyetle. Yedikçe keyfim yerine geliyor, doydukça ısınıyorum, yanımda da bir aile olduğundan anorağımı çıkartıyorum. Kısa kollu blüzümle kalıyorum ortada. O aile olmasa orada öyle oturamayacağımı hissediyorum. Kadın merakla soruyor hemen, nerelisin diye. İzmir diyorum, İzmirli olmadığım halde. Belli dercesine bakıyorlar. Silme adamların olduğu masalardaki beylerin benimle göz temasına girmemek için çırpınışlarına şahit olmanızı isterdim sevgili okuyucu. Bu hal, bu İzmirlilik, bu çıplak kollarım bana keyif vermeye başlıyor. Yüzü bana dönük olanlar başları önlerinde harıl harıl pideleriyle haşır neşirler. Aile namusumu kurtarıyor, varın siz düşünün. Kimi masalara kalabalık oturanlar iki buçuk litrelik kolalarını da yanlarında getirmişler. Öyle bir yerde yemek yiyorum. O kadar da ucuz ki. Bu işten çok memnun kalıyorum.

Bugünü bitirmeden yarının planlarını yapmak üzere en iyi bildiğim ve en sevdiğim şeyi yapıyorum. Şehrin dolmuş ve otobüs firmalarına girip nereye gideceğimi kestirmeye çalışıyorum. Suşehri, Zara ve Sivas’ın yakın yerlerine minibüs kaldıran bir firmanın ofisine girip oturuyorum. Nazik bir bey var bana yardımcı olmaya çalışan. Azimli ve sebatkar bana karşı. Tam bir saat boyunca benim yerime benim nereye gideceğimi planlıyor. Buraya gitsem bu var, şuraya gitsem şu var. Orada tarih var, burada tarih yok, Kangal’da balıklar var, Divriği’de balık yok ama Ulu Cami var diyor. Kendisi Suşehirliymiş ama ne yazık ki sezon açılmadan gelmişim. Her yer ıssız olduğundan benim yerime evhamlanıyor. Seçenekleri sil baştan değerlendiriyoruz. Ben bir kez daha Divriği’ye gitmeye karar veriyorum. Fakat orayı ikinci güne sakladığımdan yarının seçeneğini oluşturmaya çalışıyoruz. Çok çaresiziz. Derken bir kız giriyor içeriye. Suşehirliymiş o da. Aramızdaki diyaloğu daha kolay anlaşılması açısından yazacağım sizlere. Bir program yani benim programım nasıl belirleniyor anlatayım sizlere:

Ben : Siz gençler ne yapıyorsunuz burada?
Kız : Burada mı?
Ben : Burada.
Kız : Sıkılıyoruz.
Ben : Ya orada?
Kız : Suşehri’nde mi?
Ben : Evet. Orada.
Kız : Sıkılıyoruz.
Ben : Benim sıkılmayacağım bir yer neresi olabilir?
Kız : Şebinkarahisar.
Ben : Yaa!
Kız : Biz çarşıya Şebin’e gideriz. Burası sıkıcı. Suşehri sıkıcı. Zara sıkıcı.
Görevli Bey : Yok Suşehrimiz güzeldir. Sadece mevsimsiz gelmiş bulundunuz. Sivasımız da öyle.
Ben : Gençler sıkılıyormuş ama.
Görevli Bey : Gençliktendir.

Diyalog sonlanır sonlanmaz google’ın bilgiç kollarına bırakıyorum kendimi. Erdal Eren, Aziz Nesin, Ara Güler Şebinkarahisarlıymış. Erdal’ın çıkışı kısa sürmüş yazık ki. Gel de önemseme şimdi, gel de merak etme şimdi Şebin’i. Rotam çizilmiş oluyor böylelikle yarın için. “Kız” sayesinde. Ben yarın Şebinkarahisar’a gideceğim. Sabah beş buçuk gibi yazıhanede olmam gerekiyormuş. Önce Suşehri yapacağım, oradan da Şebinkarahisar’a geçeceğim. Direk otobüs on buçukta ve iki ya da iki buçuk saat sürecek bir seyahat olduğundan ya beşlerde kalkıp yollara düşmem gerekecek yahut gittiğime değmeyecek. Gittiğime değmeli diyorum içimden. Sabah kalkıp gideceğim Şebinkarahisar’a. Beni bekleyen ne imiş göreceğim bakalım oralarda.

20160311_054246

ANADOLU VOL 3: SİVAS-İKİNCİ BÖLÜM

ULAŞ:

Görmek istediğim çok ilçe ve fakat az günüm var. Bense Mihrali Bey Konağının olduğu Ulaş ilçesini şehirdeki ikinci günümün programına alıyorum. Divriği kadar uzak değil Ulaş. Yaklaşık yarım saatte merkezden ulaşılıyor. Tüm kamu kurum ve kuruluşlarını ziyaret ediyorum bu şirin, küçük ve az gelişmiş ilçenin. Burası Divriği kadar turistik değil, bense burada geçirdiğim kısa zaman zarfında ilçenin tek turisti bile olabilirim, hele ki bu kadar mevsimsiz gelmişken. Amacım Mihrali Bey hakkında bilgi ve belge toplamak. Ziyaret ettiğim devlet kurumlarından birinde uzun konçlu çoraplarını giymekte olan memuru gafil avlıyorum. Sanıyorum abdest alacaktı. O ise uyumakta olduğunu söylüyor. Yaşlı ve mahmur görünüyor gözüme. Yapmakta olduklarından hangisinin doğru olduğunu çıkartamıyorum ama kendisini feci halde telaşa düşürüyorum. Zira fazla zamanım yok ve kaynak gerek diye diretiyorum. Adamcağız olanca iyi niyetiyle beni arşive sokuyor ama sonuç nafile. Aklımdan çıkartamıyorum çorapları pardon telaşları.

ACIYURT KÖYÜ:

20140305_165936

Belediyeden almış olduğum kaynak kitapla biniyorum taksiye. Yaklaşık yirmi beş kilometrelik yol boyunca sağdan soldan konuşuyoruz şoför beyle. Önümüzdeki yaklaşmakta olan yerel seçimlerden, imkansızlıklardan, uygunsuz şartlardan, gelişmişlikten, gelişmemişlikten, ödeneksizlikten.. Çocukları şimdi küçük olmakla birlikte ileride ne yapacağını düşünüyor kara kara. İlçeden şehre geçmek öyle kolay değil diyor. Şoförümle ortak yanım ikimizin de pesimist olması. Aynı anda aynı şeyleri aynı olumsuz pencereden bakarak görüyoruz. Az sonra köye vardığımızda ise ikimizin birden yüzü düşüyor. Sabah yağan yağmur hiç asfalt yüzü görmemiş yolların canına okumuş. Altımızda serili çamurdan yün bir çarşaf var sanki ve şoför bana dışarı çıkmamamı salık veriyor. Zira ayağımdaki converse’lerle çamurun içinde yutulabilirim ve bu tek bir Allah’ın kulunu görmediğimiz köyde, kimse yardımıma gelemeyebilir. Amacımız muhtarın evini sormak ve nihayetinde bulmak. En nihayet bir kafanın kendisi kadar kısmının ancak görülebildiği bir pencereden sesimizi duyan hayırsever ve kulağı güçlü bir kadın muhtarın evini tarif ediyor. Ama muhtarın şehre gittiğini öğreniyoruz. Her şey o kadar dramatik ve bizler moralman o kadar çöküyoruz ki.. Evet aynı anda çöküyoruz. Şu andan itibaren ikimizin ortak tutkusu oldu Mihrali Bey Konağına ulaşmak. Saplantılı tutkuma ortak ediyorum kendisini de. O da kaptırıyor kendini, mutlaka birilerini bulmalıyız diyor. Bir nevi ülküdaşız artık. Hani ben neyse de, yol arkadaşımın bu uğurda bunca ihtirasının nereden geldiğini sonradan anlıyorum. O hiç gelmemiş buraya. Bilmediği için de suçluluk duygusuyla karışık bir merak içinde. O yol bilse götürecek ama nereden çıkılacağını bilmiyor ve telefonlar burada çekmiyor ve benim şarjım azalıyor. Bir anda köyün gençlerinden bir delikanlı çıkıyor karşımıza. Gene ne kadar seviniyoruz anlatamam. Delikanlı istemese de zorla ön koltuğa çağırıyoruz onu. Bizi bekçinin evine götürmek üzere biniyor çaresizce. Arkada oturan ben merak içinde soruyorum hayatından memnun olup olmadığını. Bana şaşırtıcı bir doğallıkla cevap veriyor: “Mutluymuş”. İki pesimist bu optimist cevap karşısında tatmin olmasak da, sesimizi çıkarmıyoruz. Yolda içinde iki erkek kafasının olduğu bir arabayla karşılaşınca; “Bu bekçi.” diyor oğlan. Kendilerini takip etmemiz gerektiğini, bu şekilde Mihrali Bey Konak’ına çıkabileceğimizi söylüyor ve koşa koşa ayrılıyor yanımızdan.

20140304_114102

20140304_121709

image

image

20140304_121331

Takip başlıyor. Gene baş konumuz iptidai şartlar. Ama benim aklımda başka bir şey daha var: “Hiçlik”. Bu duyguyu hissettiğim anlardan birindeyim bozkırın orta yerinde. Yollar bozuk ve virajlı, aşağısı ise uçurumdan ibaret. Ama manzara gene de nefes kesici ve karşınıza çıkan ne bir araç, ne bir insan, ne bir hayvan var. Bir başınayız burada. Şoförün sözleri ninni sanki, manzara ise avutucu. Kafamdaki her ne idiyseler tüm o kötü düşünceleri silmeye yetiyorlar. Ne idi onlar hatırlayamaz oldum. Sus geliyor insanın diline, bir ağırlık var omuzlarımda kendimi kabuğuma çekilmeye şartlandıran. Aynı anda yolların üzerindeki mıcırlar yüzünden kayıyor araba. Aşağısı yokluk, çünkü uçurum. Ölsek kötü olabilir ama tatlı tatlı ölebilirim çünkü hissizleştim. Hep gitmek gitmek istemiştim. Al sana tam gidiş diyorum içimden. Şoföre üzülüyorum, iki çocuğu vardı, hep benim yüzümden, al işte aniden o kötü düşünceler doluşuyor kafama. Şu ettiğime bak diyorum kendi kendime, tutturdum mızmız veletler gibi, bir atlının uğruna karda kışta düştüm yollara, bir de insanların hayatlarını tehlikeye atmış oldum bilir bilmez. Birden “İşte geldik!” diyor benim kadim yol arkadaşım. Görüyorum ben de. Bayram havası esiyor arabanın içinde. Biz böyleyiz işte. Bir anda en kötü düşüncelerden en mutlu anlara sarılıyoruz birbirimizden destek alarak. Bir saniye önce kurduğum mehkemem ve yargılama sürecim geçti bile. Artık onu da hatırlamıyorum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Arabadan inip bekçi Güven ve akrabasının ellerini sıkıyorum. Fotoğraflar çekip, sorular soruyorum onlara. Bozkırın orta yerinde sapsarı bir vahanın orta yerindeyim sanki. Tek ses kendi iç sesin olabilir burada kolaylıkla. Etrafta terkedilmiş binalar var. Burada ölenler burada gömülmüş. Güven onun üçüncü kuşak akrabası. Beraber mezarlığa doğru ilerliyoruz. Mihrali Bey Yemen’de savaşta öldüğünden, ilk eşi Bahar, ondan olma oğlu Rüştü Bey, ismi pek fazla bilinmeyen ikinci eşi, çocukların mezarları ve mezar olduğu anlaşılamayan mezarlar da var etraflarında. Hepi topu on beş-yirmi tane ha var ha yok mezar sayısı. Şoförümüz dua ediyor. Bense bakıyorum aval aval. Mezarlar önümde, birkaç iyi adam çevremde, ıssızlık her yerde..

image

image

image

Her tür ziyaretimiz bittiğinde Güven’in akrabasının evine yemeğe davet ediliyoruz. O kadar tuvaletim var ki ve çıktığımız yüksek rakımdaki esinti ve soğuktan ellerim o kadar uyuşmuş ki, minnettarlıkla kabul ediyorum bu alicenap daveti. Dikkatle yürüyorum çamura fazla gömülmeden. Ben daha ayakkabılarımı çıkaramadan iki tane sarı velet fırlıyorlar kapıdan. Ayakları çıplak, iki yaşlarındalar. Bizi görünce seviniyorlar ama gel gör ki yanımda ne çukulata var, ne şeker, ne de sakız. Şu an canım o kadar sıkkın ki anlatamam. Çocukları sevindiremiyorum. Başım eğik içeri salona geçiyoruz ısınmak için. Kapının hemen yanında bir nine var. Bana gülümsüyor. Bir takım sözler çıkıyor ağzından mırıltıyla. Dilsiz olduğunu söylüyorlar. Elini öpeyim diyorum, iki kolu birden kesilmiş kangrenden. Tanrım çok da sevimli oturduğu yerde ama ben kendisiyle ne yapacağımı bilemez haldeyim. Kaan ve Efe ile uzaktan kesişiyoruz. Bana cilveli gülücükler atıyorlar. Doktor yüzü görmeden doğup büyümüşler kendi çaplarında. Uslular da. Sadece eve gelen yabancılarla ne yapacaklarını bilemez bir hal onlarınkisi derken babalarının ağzından plazma televizyonlarının hikayesini dinliyorum. Bu ikincisiymiş, diğerini oyuncağı fırlatıp, kırmışlar. Yaramazlıklarının boyutu hakkında ufak çapta bir fikir sahibi olmama yetiyor anlatılanlar. İkisinin de ayakları çıplak. Yumuk, küçük ayakları var. Ama o ayakların çıplak olmasının da bir hikayesi var. Tuvaletten uzattıkları hortumla mutfağın halılarını ve kendi ayaklarını yıkamışlar. Anaları da çoraplarını çıkarmış. Zaten üzerine biz gitmişiz. Zaten kadıncağız mutfakta harıl harıl bize hazırlık yapmaya koyulmuş durumda. Suçluluk duygumu yanıma alarak mutfağa gidiyorum bir parça yardım için; ama bu sefer de tarihin tozlu yapraklarına gömdüğümü sandığım çişim ben onu unutsam da kendisini acı acı hatırlatıyor ve temiz tuvaletlerine giriyorum. Zaten çocuklar orayı da yıkamışlardır kanımca ve bu onlar hakkında ikinci defa fikir sahibi olmamı sağlıyor. Çıktığımda mıtfağın efendisinin seri hareketleriyle karşılaşıyorum, mavi gözleri var, akça pakça da. Bana kendimi Ege’de hissettiriyor. Seri manevralarının arasında kendime yapacak iş bulamıyorum. Zaten musluktan akmakta olan buz gibi su yeterince direncimi kırıyor, tekrar dilsiz ninemin yanına çöküyorum. Doksan yaşında imiş. Aynı esnada bir de dede giriyor içeri. Ev sahibinin babası. Öteki kızkardeşiymiş. Yemek yemeyeceğini söylüyor. Beni merak ediyor. Güven Mihrali’den bahsediyor, bense ufak ufak notlar alıyorum. Derken yer sofrası seriliyor, ev sahibim asırlık tepsisini getiriyor ortaya. Size yarım saatte hazırlanan menüyü yazayım kısaca: tereyağında kavurma, sucuklu yumurta, tepedeki erik ağaçlarındaki eriklerden yapılma reçel, kuru soğan, ev turşusu-ev peyniri-ev ekmeği ve tüm karışımın ayrı ayrı midemizden yumuşak yumuşak geçmesini sağlayacak sıcacık bir bardak çay. Gülhan yani evin hanımı sofraya hiç yanaşmıyor. Derdi gücü benim. Acaba sevecek miyim, acaba beğenecek miyim diye. Kocasına dönüyorum, hem beceriksiz hem çirkin bir hanım almışsın diyorum. Herkes gülüyor. İkizlerden biri tam gün sınırsızca yaptığı yaramazlıklar sonucunda sobanın başında uyukluyuveriyor. Adı Kaan ya da Efe olan ise masanın etrafında her bir turu döndükten sonra gelip de babasının arkasında mola verip, “Et, et!” diye haykırıyor. Babasının çatalından yediği bir parça eti çiğnerken de teşekkür için her defasında babasının sırtına bir tane indiriyor. İndirmek dediğim öyle pat pat değil. Güm diye geçiriyor güçlü kuvvetli adamın sırtına. Koca adamı sarsmayı başarıyor yani. Ninenin neler yiyebileceğini soruyorum, bana her şeyi yiyebildiğini çünkü dişleri olmasa da diş etleriyle en sert eti bile parçalayabildiğini söylüyorlar. Dirseklerinden kesilmiş kolları da çatal şeklinde olduğundan kolaylıkla kaseyi, kaşığı kavrayabiliyormuş. İçim rahatlarken, manzarayı gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Katır kutur, katır kutur. Aynı anda lavaş ekmeğinden bir parçayı kibarca koparıp, içine bir parça et koyuyorum, kalori hesabı yaptığımdan şekersiz içtiğim çaysa evin dedesini zıvanadan çıkartıyor. Gürlüyor solumdan “şaşırmış bu!” diye. Ona göre lavaşı ortadan hart diye ikiye bölüp, içine ne bulursam koymalı ve tıpkı oğlunun yaptığı gibi bir bardak çayın yarısınca şeker ekleyip bir güzel karıştırdıktan sonra hüp diye içmeliymişim. Korkudan yediğim ekmeğin gramajını arttırıyorum kendimce, turşuları da bir hamlede yutuyorum. Biraz tatmin oluyor. Ama bana o kadar şekerli bir çayı kimse içiremez. Çay çaylıktan çıkıyor. Sanki şekere katık oluyor.

image

Yavaş yavaş yola koyulmamız gerekiyor. İzin isteyerek şoförümüzle beraber yola çıkıyoruz. Gene beklediklerini söylüyorlar. Haberli gitseymişik Gülhan kimbilir daha neler yaparmış. Giderayak hiç madımak yiyip yemediğimi soruyorlar. Yok diyorum ben zaten gittiğim hiçbir yerde o yörenin özel bir şeyini yiyememeyi başararak ayrılırım. Gurme programları ve yazarları ayrı, benden gurme olmaz, ne yemek ne erkek zevkim iyidir.

Şoförümle baş başa kaldığımda ikimiz de tek bir şeyde hemfikiriz. Bu insanlar mutlu. Hele benden kat be kat daha mutlular. İptidai dediğimiz şartlar mutluluğa engel değil. Oturmayı bilmediğimden ayaklarım karıncalanmadan o sofradan ayrılamadıysam, bundan ötürü kimse kabahatli değil. Bez pabuçlarla karda kışta yollara düştüysem bundan kimse mesul değil. İnsanlar vaziyeti idare edebilecek pabuçlar giymişler ve çok yiyip, çok çalışıp, bol oksijen soluyup, zayıf kalarak mutlu mesut yaşıyorlar. Babalarının ise tek bir derdi vardı çocuklar büyüdüğünde ne olacak? Köyde nüfus yaşlı.  Varolan tek ilkokulda birleştirilmiş sınıfta eğitim veriliyormuş ve kışın yollar kapanıyormuş. Okuyacak evlat peşinde önce ilçe sonra şehre göçmüş dolu insan var. Bana kalırsa mı? Okuyacak olanı kimsenin durduramayacağını bilir herkes. Ama yatay bir geçiş olmalı bir parça mutluluk için. Yolları çamurlu bir köyden, çamursuz olan bir köye geçilmeli en fazla. Analar evde ekmeklerini odun ateşinde kendileri yapmalılar. Sırf bir gün ekmek almaya giden çocuğunun, 269 gün komada kaldıktan sonra on dört kiloya düşmüş cansız cesedini morgdan almak zorunda olmamak için. İnsanlar somut adalet görmek istiyorlar artık. Birileri ellerini kollarını sallayarak yüzsüzlük maskesi ardına saklanıp, bir özrü çok görmemeli bunca hırsızlık varken. Bunca yoksuNluk varken tevazu var, bunca hırsızlık varkense insafsızlık ve küstahlık. Şehirlerde vaziyet böyle böyle iken, köyde yaşamalı insan. Basit şeyler yemeli, basit şeylerle mutlu olmalı. Apansız karşısına çıkan bir misafir ve onun bitmez soruları karşısında sabırlı ve güleç kalmayı başarmalı. Ben Sivas’ın güzel ilçelerinden birinin kendimce en tatlı köyünde bulundum. Bir nesil burada yaşlandıktan sonra, yerine gelen yeni nesille birlikte yeni Efe’ler ve Kaan’lar doğmalı burada diye hayal ettim. Bana kalırsa bu insanlar burayı hiç bırakmamalı. İleride bir gün birisi bu mutluluğun kaynağı nedir ve orada ne var diye apansız kapılarını çalabilir. Belki o ben olabilirim tekrar. Bir gün gene aniden gelebilirim bu tatlı köye, tatlı insanlarını görmeye.

DEDİLER:

Dünyaya gözümü açtığım anda
Ağladım çırpındım “day day” dediler
Sütümü devirdim ertesi günde
Ne cici çocukmuş “ay ay” dediler

Kırmak dökmek bende ilk yaşın hazzı
Oyuncak tavşansa ben oldum tazı
Yapardım duvarı çizerek tazı
Her arzum önünde “hay hay” dediler

Üç yaşında çiçek çiçek kopardım
Kediye taş atar kuyruk yapardım
Dört yaşında daldan dala sapardım
“Ne güçlü çocukmuş vay vay” dediler

Altıda yedide hatta beşinde
Boruda derede herkes peşinde
Erik bahçesinde gizil işinde
Torbayı boşalttım “say say” dediler

On-on bir der iken camları kırdım
Kuşları sapanla yerlere serdim
Tarlalar çiğnedim gelincik derdim
Her bostan yer iken “hey hey” dediler

Alavere yirmi-otuz yaşımdı
Dalavere kırka geldim düşümdü
Para “açıl susam” diyen kuşumdu
İnsanlar peşimde “pay pay” dediler

Tarlalar kapattım imara soktum
Betondan evleri üstüste döktüm
Çürük yapı çökse ben orda yoktum
Yine de el üstü “bey bey” dediler

Denizler dibine fabrika kurdum
Siyah dumanlarla göğü doyurdum
Asitler ürettim toprak yoğurdum
“Holdingler kurasın” boy boy dediler

Hormonlu sebzeler katkılı etler
Demiyordu kimse “Nedir bu dertler”
Direnen cevizde kırılır sertler
Adaylar kapımda “oy oy” dediler

Altmış-yetmiş derken sekseni buldum
Eleği eledim duvara aldım
Oğlanı torunu işine saldım
Görenler gururla “soy soy” dediler.

Bir Ertuğrul Şakar Yaşnamesidir. Yrd. Doç. Dr. Doğan Kaya‘nın “Yaşnameler”inden alıntıdır. 

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑