ÖNERİLEN HAYATLAR

image

ÖNERİLEN HAYATLAR:

Sunulan tüm hayatlar bu kapsam dahilinde. Televizyondaki saçmalıklar, apartmandaki komşular, zorunlu din dersleri, danışıklı evlilikler, olası çocuk sayıları olmazsa sperm sayıları, organları olmadı uzuvları olmadı öncesi ve sonrasıyla tam teslimiyete düştüğümüz doktorları, kendini tanrı sanan kanun koyucuları, tatil planlayıcıları, ezberbozanları, kendini kral sananları, garip patlamaları, anlaşılmaz söylemleri, olmazsa olmazları, tutunmak için bir sürü yalakalıkları..

—-.—-

Evrene kendimi aklamaktan vazgeçtim. Ben buyum. Bu kadarım. Kimse benden daha çok ya da az bu kadar değil. Bulduğuyla yetinmesi gerek. Ben ondan çıktım. Ben onunla evrildim. Karşılıklı sürpriziz. Manevralarımız belirsiz. Karşılıklı son sözü söylemek için çırpınıp, dikleneniz. İzlerinin peşindeyim, o ise bulmacaları sever. Yukarıdan aşağıya beş harfli…

—-.—-

Kuyruğunun yarısı yok bir kedi geçti önümden. Yavru bir kedi idi. Kimi zaman kuyruğu olmayan yetişkin kediler görüyorum. Hangi akılla kedilerin kuyruğunu kesersiniz? Bir kediye onca yaklaşmak için güvenini kazanmanız gerek çok. Muhteşem riyakar oyuncular sizi.

—-.—-

İnsanlar savaşır, sonra sayıları azalır, sonra hayıflanır, hırsla ürerler; sonra gene savaşır, azalır ve çoğalmak için hayıflanır ve tekrar ürerler. Delilik bu.

—-.—-

Dünyanın anlamı nerede biter?: Ölmeye yüz tuttuğun yerde; kendi yatağında ya da oturma odandaki televizyonun tam karşısındaki tekli koltukta, herhangi marka bir arabanın ön koltuğunda ya da arka, şehirlerarası bir otobüsün on üç numaralı koltuğunda, doğumda, acil serviste, savaşta, dağda, ovada, depremde, yolda yürürken, ülkenden çok çok uzakta, metroda, banyoda, lavaboda, sevimsiz bir otel odasında, denizde, havuzda, kırmızı ışıkta durmazken, yeşil ışıkta beklerken, elin sol göğsünün üzerindeyken, ayaklarınla toprağı hissederken, bir anesteziste kendini teslim etmişken, en sevdiğin yemeği yerken, bardak bardak yağmur suyu gibi şarapları içerken, soğukta tir tir titrerken, bir hapishane köşesinde kendine kendine neden diye defalarca sorup sonra da kaçırdığın gökyüzleri için ağlarken, tetiği çekerken ya da çekemezken, dövüşürken belki sevişirken, dünyanın en rezil insanıyla karşı karşıya gelmişken, savaşta-barışta-iyi bir günde-kötü bir günde-gündüz saat birde-gece saat üçte, türlü çeşitte insan senin hakkında bir sürü gereksiz yorum yaparken bir gün bir yerde. Her an ve hemen hemen her yerde bitebilecek bir şeyin anlamı için ağlamakta olan bir sürü aciz insan tanıyorum.

Kendini anlamaya başladığın anda başa dönüyorsun ve en iyi yapabildiğin şey hayıflanmak oluyor geçirmiş olduğun sarsakça zamanlar için. Ben koca kocaman bir sarsağım, böyle olmayı istemezdim ve herkes ya kibirden ya fakirlikten ölürken ben olanca sarsaklığımla sarsakça öleceğim. Şimdiki aklınla bunca kaybedilmiş ve harcanmış zamanı ne güzel kullanırdın; ama büyük şakacının istediği de bu sanki. Biraz eğlenmek istiyor ve aklını başına ondan geç veriyor. Sense sınırlı miktarda kullanabildiğin minik beyninle işi fazlaca ciddiye alıp, kendini fazlaca önemseyip, konunun üzerine fazlaca eğilip, fazlaca tanrıyı oynamaya kalkıyorsun. Böylelikle kendi şakanın içine etmiş oluyorsun. Sonrası şöyle oluyor kanımca: içine edilmiş milyarlarca şaka dünyanın içine ediyor. Buradan bakınca acıyı biz yaratmışız sanki.

Televizyonda bizi izleyin diye yalvaran bir sürü sunucu var. Şimdi izleyin, devamını izleyin, yarın izleyin ve ondan sonraki yarın; tüm yarınlarıma programının süresi boyunca ambargo koyuyorsun. Ortada da bir şey olsa.. Evanjelist yayın yapan kanallar gibi ekranlar. Bunun nesi kötü? Çok fazla propagandası yapıldığında Kur’an’dan başka kitap okumayan bir zümre oluşuyor da ondan. Çok fazla baskı insanı saplantılı yapabiliyor sanki. Ben iyi bir müslümanım diyen insana değil, ben iyi bir insanım diyen insana gerek var. Yoksa Kur’an en güzeli, her okumada yeni müjdelere gebe.

Bana tövbe edin diyen insanlar türemiş mahalle aralarında, kişiler mevzuya hakim değiller sanıyorum. O İslamiyette yok. Camiyle kiliseyi, imamla rahibi, günah çıkarmayla tövbeyi karıştırıyorsan; aklından zorun olması gerek ya da cin gibisindir, kim bilir?

—-.—-

Kendinden hoşnut olmama hissiyle yataktan kalkıyorsun ve küçük avuntuların olmasa akşama çıkamayacağını biliyorsun. Bu eşini aldatmanı mazur gösterir mi dersin? Ya da oburca yemek yemeni?

—-.—-

Parmak izlerimiz salyangozların kabuğu gibi.

—-.—-

Paul Auster’ın Türkiye’ye gelmeme nedeni benim bu ülkeyi terk etme nedenim. Aynı dertten muzdaribiz.

—-.—-

Bir arkadaşımla yaptığım bir saatlik telefon görüşmesinden zihnimde kalanlar kadarıyla aktaracaklarımı karşılıklı diyaloglar halinde yazıyorum. Arkadaşım erkek, beyaz, 38 yaşında, evli, barklı, çocuklu, çalışıyor, iyi okullarda okudu(ne oldu göreceli mi buldunuz?), sanatın bir dalına yeteneği var.
-“Yazdıklarını okuyorum ama sen olduğun ve seni tanıdığım için. Yoksa okumam. Çok fazla kendini anlatıyorsun. Aforizmalar kalıcı değil. Bertrand Russell severim, Nietzsche sevmem. Birden hepe çıkarıyorsun. Çok fazla genelleme yapıyorsun. Hala imla yanlışların var.”
Cevap veriyorum: “Çok incesin. Sağ ol okuduğun için. Ben henüz herkesin okuması için hazır olduğumu sanmıyorum. Sanıyorum bir süre İngiltere ya da Amerika’da yaşamam gerek. Birkaç yıldan da çok belki. Sürekli aynı ülkeyle konuşmaktan sıkıldım. Ne anlatayım peki? Herkes kendini anlatmış. İkisini de severim. Sokağa çıkıp yüz kişiye fikrini soramam ya. Ben de kendi fikirlerimi yazıyorum. Evet var. En fenası noktalamalar. Uzun bir cümle kurarken acı içinde kalıyorum.”
-“Semra Can var Penguen’de yazar ve çizer. Mesela ben bıktım onun kedilerinden.”
-“Ama onun hayatı o.”
-“Dostoyevski kendi hayatını mı yazmış?”
-“Evet. Ben Tolstoy’u daha çok severim.”
-“İşte ben de tam da onu demeye çalışıyordum. Tolstoy, Anna Karenina mıydı da bir kadının çektiklerini o kadar iyi anlatabildi? İşte sen de onun gibi yazmalısın.”
-“Tren raylarına atarak mı?”
-“Kendi hayatına ait olmayan, içinde senin olmadığın bir şeyi yazmalısın! Zweig gibi mesela. Satranç ya da Amok Koşucusu gibi bir şeyler yazmalısın.”
-“Tanrım, nasıl yazarım? Zweig değilim, Yahudi değilim, Gestapo yok tepemde, yıllar, coğrafyalar, tarihler, farklı türde acılar ve coşkular var aramızda. Anna Karenina’yı da öyle yazmazdım ve yazamazdım, herkesin Karenina’sı kendince.”
-“Dostoyevski gibi de olur.”
-“Mevsimleri bilmeden mi? Ruhla kafayı bozmuş o da. Ama netice itibariyle her kardeşte kendi evrelerini anlatmış, kendi ruhunda kopan fırtınalardı onlar. Karamazov’u altmışında yazıp, ölmüş zaten. Hem benim ruhum o kadar da fırtınalı olmayabilir. Nazik esen rüzgarları kim sevmez? Burası da Saint Petersburg değil. Kars’a mı gitsem acaba sürgün niyetine? Şu eksiler geçsin, düşünsem mi?(Sanıyorum paniğe kapılıyorum, Dostoyevski olmak için ne yapmam ger.. Neler saçmalıyorum?)”
-“Demek istediğim onlar nasıl yapmışlar, sen de yap. Erkek gibi düşünebil. Erkekler bunu yapabiliyor, sen de yap.”
-“Düşünmeye gayret ediyorum ama yapamayabilirim.”
-“Beauvoir gibi yaz.”
-“Tanrım. Yatakta çok ateşli bir öğrencisi vardı vazgeçemediği.”
-“Konuyu buraya getirme. Önemli olan yazması. Cinsellik ve cinsiyet önemli değil.”
-“Değil de o da nihayetinde kendi gözlemlediğini yazmış, takıntılarını yazmış. “İkinci Cins”de kadınların evrelerini, durumlarını anlatmamış mıydı, çok oldu okuyalı.”
-“Olsun onun gibi yazabilirsin. kadınlar burada tıkanıyor işte. Hepiniz aynısınız.”
-“Bunun nesi kötü? Türler birbirine benzerler. Tabiatımızdan hep.”
-“Asla bir Juliette Vernes çıkmayacak sizden. Frida Kahlo dışında akılda kalan bir kadın ressam yok. O da bakmış bakmış kendi resmini yapmış. Kendini ne çok beğenmiş.”
-“Ama o da kazadan sonra yatmış yatmış, aynadan kendine bakmış.”
-“Sonra kalkmış ama gene kendini resmetmiş. Hepsi aynı. İnsan doğaya bakmaz mı hiç? İki portakal, üç elma çiz daha iyi.”
-“Van Gogh’da kendini çizmiş ama(korkunç bir nesli ve nefsi müdafaa yapıyorum).”
-“İki kez. Sadece. Sonra ayçiçeklerini yapmış. Dışarıya bakmış. Siz hep aynada kendinize bakıyorsunuz. Kendinize aşıksınız. Ben ben ben diyorsunuz mütemadiyen. Ondan diyorum Tolstoy gibi yaz.”
-“Ben erkek karakterleri yazarken bile kendim gizliyim içlerinde. Ama tam manasıyla bir adam gibi, erkek gibi düşünüp, yazamayabilirim. Her karakter bende gizli. Empati kurabilirim ama mantığımız çok farkli. Ondan farklıyız.”
-“Böyle asla bir başyapıt çıkartamazsın.”
-“Başyapıt?!?”
-“Evet.”
-“Evet.”
-“Yapabilirsin. Yap.”
-“Ama ben biraz melankoliğim ve ruh halim bu, yakamı bırakmıyor. Normal zekaya sahibim. Hiçbir deha göremiyorum kendimde ve hatta sınırlı yeteneğim. Başyapıt çıkartabilir miyim bilemiyorum şu vaziyette. Bir kitap yazdım, basılması fikri bile ödümü patlatıyor. Kimse de bastırmıyor. Beni bekliyor bir köşede. Bazen geri çekiliyorum. Her yazı iki üç saat sürüyor. Kitap dört ayda bitti. Üzerinden bir sene geçti. Buradan da sıkıldım, yaz yaz nereye kadar? İnsanlar kafamın içindeki tüm manyaklıkları öğreniyor, şimdi şu an bile ve sonra da bizimkinde hiç yok böyle şeyler deyip kendilerini normal gösteriyorlar. İnsanlık adi, ben ne yapayım? Başyapıt ha, aklıma gelmezdi. Kendi yaptıkların arasında en iyisi, geçtim dünya çapında olmasını.”

İşte böyle benim iyi niyetli arkadaşımın beni iyi niyetle yönlendirmeye çalıştığı şu konuşma, maalesef ki ruhumda derin yaralar açmış durumda. Kafamda yeni yeni düşünceler filizlendi sınırsız baskı yapan. İç sesim der ki; “Rusya’ya git, Prag’da olur, olmadı Kars’a, sürgüne git, kara, buz gibi soğuğa git, mümkünse Sibirya’ya ya da Yakutistan’a git, Alaska’da olur, daha çok soğuk daha çok gizli acı sanki Afrika’ya inat, insanlarla sürtüş-tartış(sanıyorum en kolay yapabileceğim), acı çek, daha çok acı çek, en büyük acıyı çek, delir, ama geri gel gittiğin yerden, İsrail’e de gidebilirsin -hem iklim ılıman-, iki örgü yap yanlardan, belki zamanı geldiğinde seni de tutup götüren olur gökyüzüne doğru, çok derin aşklar yaşa yasak olsunlar hem çekmiş hem çektirmiş olursun böylelikle ve acın katmerlenir; ama nihayetinde tren raylarından uzak dur!” Tek bir telefonla şu geldiğim noktaya bakar mısınız? Umursamaz görünüyor insan ama herkesin ağzından çıkan her cümle beyninde yuva yapacak bir yer buluyor ve her yeni söz daha çok kuş sesi ve kuş türü demek oluyor. Çok kalabalık yaşıyorum. Tanrım kafamda kuşlar ordusu var sanki.  Bir kedi alsam, uzun seyahatlere dayanıklı bir kedi alsam ve kafamdaki kuşları bir bir avlasa, hayatımı kolaylaştırsa, kimse benim kedimin kuyruğunu koparamaz, istersem bir insana karşı çok barbar olabilirim, adiler bunu sokak kedilerine yaparlar hep, sahipsizlere.

—-.—-

SAINT PETERSBURG

                                                          SAINT PETERSBURG

“Yeryüzünde insan ruhları üzerinde Petersburg kadar karanlık, keskin, tuhaf etkiler yapan bir başka şehre çok az rastlanır ve karakteriyle tüm Rusya üzerinde etkilidir.” Suç & Ceza’dan

IMG_1755

Pulkovo Havalimanı’na indiğimde  merakımın beni iyiden iyiye sessizleştirmeye başladığını kavrıyorum. Neyle karşılaşacağımı bilemiyorum. Dostoyevski’nin haleti ruhiyesinin izdüşümü çamurla kaplı yollar, at arabaları, silindir şapkalar biliyorum ki bir fanteziden ibaret. İkinci dünya savaşı esnasında tam 872 gün ablukaya alınmış, ülkeyle bağlantısı kesilmiş şehirde açlıktan yamyamlığın başladığı söylentileri günümüze kadar gelmiş bir sefaletin içine düşecek halimiz de yok; onu takiben yaşanan Soğuk Savaş biteli on yıllar geçti ve haliyle her üç kişiden biri Amerika’nın en büyük korkusu yuri(gagarin olan değil) olabilirim diye beni yanlışlıkla kaçırıp(korkunç ingilizce aksanıma rağmen), beynime çip yerleştirip Amerikan Elçiliğinin önünde bana kendimi patlattırtamayacak. Gelmeden önce defalarca kendimizi korumamız için neredeyse tebligat çıkartılacak olan R.O.M.(Rus Organ Mafyası) ya da R.F. M.(Rus Fuhuş Mafyası) için bir kur tekvando kursuna gitmeyi bile düşünen paranoyak zihinlerden kendimi korumayı başarabilecek miydim peki(bir kur rusça daha mantıklı değil mi sizce de?) Buradan şunu çıkartıyorum: hepimizin başka bir şehre ya da ülkeye giderken internet ve gezi kitapları sayesinde ufak da olsa bir fikri olmuştur. Bizi, içimizden taşıp kabaran ruhumuzu oraya yönlendiren bir takım çekici ögeler ön planda olmuştur hep. Kimisi bir saraya takılır, kimisi bir müzeye, kimisi bir duvara, bir göl manzarasına, mevsimsel güzelliğine, vs. vs. ama ben gibiler o coğrafyayla şekillenmiş; saçının, gözünün, teninin rengini almış insanların çeşitliliğini görmek, tanımak için gidiyorlardır aslında.Tarih insanları süsleyen bir fon. Sana kimliğini veren, aidiyet duygusu hissetmeni sağlayan, yer yer ağlatıp terk etme noktasına getirten, bazen şartlarıyla öldüren hatta diri diri gömdürten(uzağa gitmeye gerek yok, yakın coğrafya, şimdiki zaman, bkz. İran) ve sen öldükten sonra ancak yerini alabildiğin bir geçmiş. Bazısı iyi ya da kötü anılıyor yaptıklarıyla. Osmanlıların tabiriyle Deli(bataktan bir cennet yaratmak normal akılla olamadığından ve maalesef Osmanlı’ya ait hiç mi iz kalmaz şuralarda sende delir, sende yap demekten…) Petro’nun ve Katerina’ların hırslarıyla var olmuş bir şehrin son halini görmeye gidiyoruz. Soğuk ve sevimsiz ve hiçbir şeysiz bir koridordan geçip, pasaport kontrolüne giriyoruz. Güzide şansıma bir kadına rast geliyorum. İmzam tutmuyormuş. Bunu ben ve arkamda oluşan kuyruğun idrak etmesi beş dakikamıza patlıyor. Kadın sadece rusça konuşuyor, bense her lisanda(mizacımda hep var olmuş olan ve haliyle dışsal faktörler işin içine giriverince aniden geliveren suçluluk duygusundan ötürü içsel tepkim sefil bir yaranma içgüdüsü olarak dışa yansıyor ve aciz bir şekilde “I can’t speak your language!” bu benim suçum ve evet gelmeden bir kurcuk Rusça öğrenmeliydim.). Anlatılmış korkunç hikayeler mesela uzun ve acı dolu sorgulamalardan sonra tıpış tıpış ülkelerine geri gönderilmiş(sonraki uçak kaçta acaba?) vatandaşların dilden dile aktarılmış ve çarpıtılmış hikayeleriyle gelmiştim ama o an vardır ya kendi kendinize sorarsınız acaba gerçek miydi diye, o o andı ve ben takla at deseler atabilirdim. Kulübedeki sarışın, kırpmalı bayan en nihayet olur verdiğinde, kahpe bizans diyorum ama içimden. An itibariyle anlatımda hala daha bagaj kısmına gelemediğimi görüyor ve bu yazının gereksiz uzun olacağı geçiyor aklımdan. Daha şehri göremedim bile ve sizlerde. Trafikleri Boğaz trafiğini aratmıyor cidden. Otel merkezde değil ama bu bana toplu taşım araçlarını ve metrolarını kullanmam için bir şans veriyor. No svinini=No Pork=No domuz demek. Kişinin kendine kalmış ne eti yediği. Yediğin etin huyu sana geçiyor derler, bu aynı zamanda o insandan bir parçayı içinde taşıdığın anlamına gelmiyor mu, protein kana karışmıyor mu(bir kur tıp dersi almalıydım, ya da biyoloji, kimya da olur)? Ben borç çorbasıyla vaziyeti idare ediyorum. Çok doyurucu yediğiniz her şey. Türkiye’de bir paket bisküvi yiyip açlık hisseden bünye burada iki bisküviyle doyma noktasına geliyor(acaba svininili miydi tüm o bisküviler?) burada yalan yanlış, malzemeden kaçırma, gıda maddeleri üzerinde akıl almaz üçkağıtlar filan yok. Her şey tam kıvamında ve doyurucu. Nevsky’deki mağazalar bize ülkemizi hatırlatıyor. Colin’s, Mavi gözüme çarpanlardı. Birde sanki bizimmiş gibi hissedip, bağrımıza bastığımız Mango’da olmazsa olmazıydı. Fiyatlara gelince tekstil çoğu bizden gittiğinden ve burada daha pahalı olduğundan almanızı tavsiye etmem ama günlük saray turunuzdan sonra sadece ayaklarınızın günümüz çağına adapte olması ve yüzyıllık geçişi yapmanız icap ettiğinden bir uğramakta fayda var( nasıl yani? Saray, Ayvazovsky, kabarık etekler, prensler, çarlar, kiliseler, Gorki, Puşkin, otelinize giderken karşınıza çıkan 35 metrekarelik komünist rejimde devletin halka bir örnek sunduğu hap kadar evler, üzerine Mango-Zara mı? Karma felsefesi böyle bir şey olsa gerek.) Şehir 1703 yılında yani 18. yy.’da terbiye ve dehanın çağında Birinci Petro tarafından gençliğinin verdiği yılmaz bir cesaret ve müthiş özgüvenle, doğaya meydan okunarak bu bataklı ve kararsız topraklar üzerine kurulmuştur. Şehir kurulurken binlerce insanın hayatı mahvolmuş, şehrin kaderindeki feci ve karanlık günler buna bağlanmıştır. Tam üç yıl işgale direnen şehir ve şehrin cesur insanları Prag gibi hemen teslim olmamış ve zafer coşkusunu meydandaki Astoria Otel’de kutlayacak olan istilacı ayaklara geçit vermemiştir. 1724-1824-1924(tesadüfün böylesi) tarihlerinde Neva Nehri’nin taşması sonucu 3 büyük taşkın yaşamış düz arazi üzerine kurulmuş topraklar çok uzak bir tarih olmayan 2024 için kara kara düşündürmektedir insanları. Siz siz olun ben gibi soğuk havalarda değil de mayıs-temmuz ortasına kadar olan süre içerisinde gelin ki, Beyaz Geceler’i yaşayabilin. Yoksa yüksek basınç üzerine hava durumundaki yirmi derecelik düşüş de eklendiğinde dönesiye kadar kendinize gelemeyebilirsiniz(Gözlerimi açtım ve hiçbir şey görmedim!). Ve eğer sınırlı gününüz varsa çabuk olun çünkü bu şehri üç gün içinde bitirmiş olmanız için yüksek kondisynlu bir atom karınca olmanız gerekiyor.

IMG_1484 IMG_1499 IMG_1561 IMG_1567 İşte size atom karıncanın günlüğü: Birinci Gün: Peter&Paul Katedrali, Isaac Katedrali, Kazan Katedrali, İsa’nın Dirilişi nam-ı diğer Dökülen Kan Üzerine Kurtarıcılık Katedrali’ni hızlı bir şekilde gezdiğinizde öğlene doğru anlatılmakla bitmeyen Hermitage’a varmış oluyorsunuz. Eski Rusya mimarlığı için bir olayın hatırası olarak kilise inşa etmek yıllanmış bir gelenektir. Yeniden Diriliş Uğrunda Katedral imparatorun tam bu ölümcül yarayı aldığı yerde kurulmuştur. İçeri girdiğinizde görkem ve heybetin cisimlenmiş hali karşılar sizi. İçini gezemediğim Isaac Meydanı’ndaki Isaac Katedrali’nin inşasının tam 40 yıl sürmüş olduğunu ve imparatorluğun ana katedrali olduğunu hesaba katarsak hiç olmazsa girişine nazır parktan fotoğrafını çekerek ayrılıyorum. Hermitage: Fransızca kökenli bir kelime Hermitage. Bu h’yi okumayabileceğimiz anlamına da geliyor. İnziva yeri anlamı. Keşiş kulübesi ya da. Ama bugün her yıl milyonlarca insanı ağırlıyor ve ismi duyulmamış sanatçıların eserleri burada kimlik kazanıyor. Dünyada doğum günü olan tek müze. Her yıl Aziz Katerina gününde(7 Aralık) kurucusunun adına kutlanıyor. Ipad ve Iphone’da ücretli/ücretsiz aplikasyonları var. Dilediğinizce gezip, ufak çapta bir fikir sahibi olabiliyorsunuz. İlber Hoca’nın dediğine ise katılıyorum. İlk turu bilgili bir rehberle yapmanızda fayda var; çünkü hiç olmazsa en önemli salonları ve eserleri kısa anlatımlar ve bir Rus’un gözünden dinliyorsunuz ve bu da size değişik fikirler veriyor. Tur bitiminde, ki artık ayaklarınız yok yahut siz hissetmez oldunuz, tüm odalar, tüm eserler birbirine karışmış gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Her oda ayrı bir sürprize, yeni yeni kapılara açılıyor. Olağanüstü ne ise; Hermitage o. Oda bekçileri hep kadın ve kimi odalarda fotoğraf çekiliyor, kimisinde ise yasak ve siz bunu öğrenene kadar eğer bekçilerin gözlerine soka soka fotoğraf çekmiş iseniz tiz sesli ve son derece öfkeli ve formalı bir kadın bir anda çıkıverdiği yerden direk rehberinize doğru ilerliyor ve yüksek perdeden kendisini lisansını almakla tehdit ediyor. Rusça tek kelime anlamadığınızdan, rehberinizin size dönmesini bekliyorsunuz. O da korkuyla çekmeyin diyor. İlber Hoca Türkler Hermitage’ı gezmeyi bilmiyorlar demişti. Bense sınıflandırmaya çalıştım. Birinci sınıf işi bilenler, onlar tek geziyorlar ve audio kiralıyorlar ve gözleri hep eserlerde, göz teması kurmanız mümkün değil. Çünkü bir esrime söz konusu. İkinci sınıf meraklı ve istekli olanlar. Her söyleneni can kulağıyla dinliyorlar, gelmeden derslerine çalışmışlar, diğer müzelerle karşılaştırma yapabiliyorlar, bilgiçlik taslamıyorlar. Üçüncü sınıf gene iyi dinleyicilerden oluşuyor ve her çektikleri karede kendileri de olsun istiyorlar ve sosyal paylaşım sitelerinde konum bildiriyorlar(hermitage’dayım bebeğim, geziyorum tozuyorum, kültür patlaması yaşıyorum). Dördüncü sınıf en bombası. Moskova, Saint Petersburg fark etmez Rus kızı olsun deyip, bir kaç resmin önünde fotoğraf çektirdikten sonra babama göstereyim de oğlum müze geziyor desin dedikten yarım saat sonra pizza yemek için gruptan ayrılan ve geceleri revü şovlarına akan(genelde genç nesil) bir kesimden oluşuyor. Benim hangi gruba dahil olduğumu sorduğunuzu duyar gibiyim. Bende işi gücü bırakmış, bir tarihçinin tespitini sınıflandırmaya çalışan ve Türkler ne ediyor acaba grubundanım. Bu arada çok şeyler kaçırdığımı da düşünmekteyim. Rehberimizse Leonardo’nun eserlerinin de olduğu odaya geldiğimizde iyi ki bu iki eseri bizde diyor. Leo’nun eserlerine olan gıpta Rus’ların Avrupa’ya öykünmelerinin ne ilk ne de son dışavurumu. Vatikan’a benzeyen kabartmaları, ondan daha güzel belki, ışıl ışıl her yer, her şey; ama çoğu taklit. Krallar ve kraliçeler, güçlerinin o yüzyıldaki göstergesi olan saraylarını ve bir adam bir şehri, Avrupa’ya meydan okumak için kurmuş sanki(hırslanmaya gör). Karşısı Finlandiya, Bodrum-Kos arası kadar ha var ha yok. O dönemlerde büyük beyaz kuşlar yok, insanlar uzun uzun yolları aşmak zorundalar ama karadan ama denizden. Birde turist kavramı yok 18. yüzyılda. Başka bir ülkenin sınırına geldiğinizde ne amaçla geldiğinizi soran memurlarda. http://www.hermitagemuseum.org/html_En/index.html. http://www.hermitageapp.com/e_egypt.html http://www.russiamap.org/images/full/city-spb-tour.jpg IMG_1633 IMG_1614 IMG_1599 IMG_1611 IMG_1598 İkinci Gün: En zorlu gün bugün olsa gerek. Çünkü günün menüsü bir hayli uzakta ve iyice bastıran kar ekim ayında olmamıza rağmen bir hayli artmış durumda. Uzun uzun yolları aşıp nihayet varıyoruz Peterhof’a. Rus Versailles’ına. Korkutulduğumuz trafikse programımızda bir aksama yaratmıyor.Linkini vereceğim harita nereden nereye gittiğimiz hakkında bir fikir sahibi olmanıza yarayacaktır. Bundan sonrası Finlandiya artık. Kuzey batıya gelmişiz. Önce Sarayın içini geziyoruz, sonra sayısı yüzü aşan meşhur Peterhof fıskiyeleriyle tanışıyoruz. Şakacı Çar’ın parktan geçerken açılıveren gizli fıskiyeleri 2’den sonra açılıyormuş. Islanmadan vaziyeti idare ediyoruz kısaca. En çok aklımda kalan “Monplaisir Sarayı”( adından olsa gerek) ve “Satranç Dağı”( satranç tahtası şeklindeki görüntüsünden olsa gerek). “Katerina  Sarayı” olarak bilinen ama mimarı Rastrelli’nin İmparatoriçe Elizaveta Petrovna için değiştirdiği Çar köyü’ndeyiz yani “Tsarskoye Selo”dayız. “Kehribar Odası”nda fotoğraf çekilmesi yasak ve önceki tecrübelerimiz bize ders olduğundan, elimiz makinelere gitmiyor.  “Taht Odası”da ondan aşağı kalır gibi değil. Ama kelimenin tam anlamıyla olağanüstü bir abartı var. Hermitage’ın eserlerinin bolluğu yanında burada da her bir odanın iç dekorasyonu insanın aklını başından alıyor. Her bir oda ayrı bir dünya ve ayrı bir renkle dekore edilmiş. Kilolarca altın kullanılmış dış süslemeleri için. Duvarları, kapıları, yerleri, bilhassa tavan resimleri insanın nereye bakacağını bilememesine neden oluyor. Ben en çok tavanlardaki figürleri sevdim. Pavlovsk ve Konstantinovskiy Sarayı için vaktimiz kalmadı. Onlar bir başka tarihli gezinin özneleri olabilecekler. IMG_1663 IMG_1669 IMG_1720 IMG_1712 Üçüncü Gün: Bugün ayrılık vakti ve akşam kalkacak olan uçak için erken yola çıkmamız gerekiyor. Saraydan ve ihtişamdan gözleri doymuş ve yorulmuş ve sade ülkeme dönme yolundaki bir bünye için ruha ne derece iyi gelir bilinmez ama ruhu huzursuz bir adamın evinde sükuneti bulmayı amaçlayarak düşüyorum yollara. Beş hatlı bir metrosu var Saint Petersburg’un. Benimse hat değiştirmem gerek Gostiny Dvor’dan sonraki istasyonda inip, Dostoyevskaya’ya gidiyorum adı üzerinde Dostoyevski’nin Evi’ne. Metrodan iner inmez yol sorma derdine düşüyorum. Size şunu rahatlıkla söyleyebilirim burada İngilizce bilen kişi sayısı çok az. “Dostoyevsky’s House”la sonuca ulaşabileceğimi sanmıyorum ama bu işten zevk aldığımı düşünmeye başlıyorum gitgide. Çocuk arabasıyla bebeklerini gezdiren anneler en zarif avlarım oluyor. Çok nazikler ama anlaşamıyoruz. Bir pazar günü insanı kesen bir ayazda hızlı hızlı bebek arabalarını ittiren annelerin bu kısacık mesafede sayılarının çokluğu beni şaşırtıyor. En nihayet orta yaşlı kolkola gelen bir çifti gözüme kestiriyorum. Aramızdaki dialog şöyle gelişiyor: Ben: Do you speak English (ingilizce bilir misiniz)? Erkek: Ask (sor). Ben: Dostoyevsky’s House (Dostoyevsky’nin evi)? Erkek: Walk (Yürü). A hundred meter(100 metre). Stop(dur). Turn from one, two, three, four right(dön bir, iki, üç,dörtten). In the first, at the corner(ilkinde, köşede). Ben: Thank you! Erkek: Not thank you(teşekkür istemez)… Burada her gittiğiniz müzede, sarayda paltonuzu vestiyere hiç tartışmasız bırakmak zorundasınız. Dostoyevski’nin evini kolay bulup bulmadığımı sorduğunuzu duyar gibiyim. Ben dörtten döndüm, köşe başındaki apartman olduğunu çıkarmam biraz zamanımı aldı. Navigasyon şart dediğinizi de duyar gibiyim ama o zaman tüm bu güzel dialogları yerel halkla yaşamam mümkün olmayacak ve ben iletişim kurmaya çalışmayı seviyorum. Bu sanki beni mekanik bir aletle yolumu bulmaktan daha güçlü kılıyor. Çok tatlı bir madame var girişte çalışan. Türkçe menüsü olmayan bir audio kiralıyorum. Yirmi iki bölümden oluşan haşmetmahın evini gezmeye başlıyorum. Hiçbir evde üç yıldan fazla oturamamış kendileri. Bizi şapkası, şemsiyeleri karşılıyor. Çalışma ve misafir odaları, çocuklu bir evde olabilecek bir sürü ıvır zıvır da cabası.  Güzel bir el yazısı var, masanın üzerinde bırakmış olduğu el yazması mektubu, çocuklarının oyuncakları. Çıkışta bilimum Dostoyevsky t-shirt’ü, kalemi, takvimi, ayracı, kupasının olduğu tezgahtan rubleleriniz kaldıysa eğer eşe dosta hediyelik eşyalar alabilirsiniz. Özel bir hayranlığınız var ise Nevsky’e de yakın olması itibariyle bir uğrayın derim. Benimse yolum uzun ve Kunstkamera’ya doğru yola çıkmam gerkeiyor. Yürüyerek ve bol bol sorarak tekrar yollara düşüyorum. Neva’ da bir tekne gezintisi düşlüyorum ama vakit az ve hava soğuk. Hakkımı Etnografya Müzesi’nden yana kullanacağım. Neva’nın üzerindeyim ve yanımdan geçmekte olan bir erkeğe yol soruyorum. Bana ben de oraya gidiyorum diyor(ve evet biraz da olsa ingilizce biliyor). Beraber yürümeye başlıyoruz. Arada fotoğraf çekmeye çelışıyorum ama adamı da gözden kaçırmamam gerekiyor sanki. İçeri giriyorum. Gişede yan yana geliyoruz. Yerli yabancı bir sürü turist var. Elimi cüzdanıma götürüyorum ama hiç rublem kalmadığını görüyorum. Dolar uzatıyorum, gişedeki kız olmaz diyor. Kart uzatıyorum, geçmiyor diyor. Bir anda kapana kısılıyorum. Kahramanım yanımda. İki bilet alıyor ellişer rubleden. Bu şu demek oluyor. Borçlandım ben. Cin fikirler kafamda dolaşmaya başlıyor. Müze gezimiz biter bitmez cesurca kahve içmeyi teklif ediyorum kendilerine. Beni müzenin kafeteryasına götürüyor ve aynı şeyler. On ruble daha borçlanıyorum. O çay içiyor ben kahve. Ne iş yaptığını soruyorum. Money driver diyor. Hiç anlamıyorum. Moskova’da oturduğunu öğreniyorum. Siz çıkartabildiniz mi mesleğini. Yazımın sonunu beklemek zorundasınız. Bu arada düşünün bakalım. Bilenler benim ve Kuzmin Gena’nın ruhunu takip etsin. Saint Petersburg’a gelip, benim ve Kuzmin’in oturduğu rahatsız taburelerde tünesin ve sıcak bir şeyler içsin… Ruslar çay seviyor, ne de olsa Karadeniz’in öte yakası. Evlerinde ne kadar çok çay içerseniz o kadar memnun kalıyorlarmış. Biz birer fincandan sonra Uslu uslu çıkıyoruz müzeden. Biraz parklarını dolaşıyoruz, biraz anlaşmaya çalışıyoruz. Petro’ya bizim ülkede deli derler diyorum. O bir bilim adamıydı diyor. Bende bizimkiler akıllıydı diyorum, gülüyoruz. Ceninleri hatırlıyorum hastalıkların tedavisinde kullanılmış olan. Birde eski korku filmlerindeki yaratık karakterlerin bu iki başlı tek gövdeli ya da basık suratlı ya da  ezik kafalı ama esrarengiz ve ürkünç görüntülerden etkilenilerek yaratılmış olduğunu öğreniyorum. Yani yalnız sağlık sektörüne değil, sinema sektörüne de bir hizmet söz konusu. Çıkışta yürüyoruz otele doğru ama Primorskaya’da kaldığımdan metroya binmem gerek ve jeton alacak dahi tek kuruşum yok. Beraber metroya biniyoruz. Biraz alışveriş yapmam gerektiğini söylüyorum. Bir markete giriyoruz. Çok lezzetli siyah ekmekleri var. Pancar suyu kullanılıyormuş, kek gibi tadı var. Yolda yürürken onun şaşkın bakışları altında bir dilim ikram ediyorum. Utanarak alıyor. Neden olduğunu anlamıyorum. Ben afiyetle yerken, aptallaşmış bir suratla yiyor ekmek dilimini. Yemese olmayacakmış gibi. Yemek yiyecek vaktimiz yok ve ucu ucuna gidiyoruz otelime. Kendisine bir dilim daha ikram ediyorum bu arada. Ama yemiyor. Bana ayıp olmasın diye aldığını anlıyorum. Montunun cebine koyuyor. Serçeler geliyor aklıma. Sonra söylüyor bir anda. Bizde fakirler yer ekmek diyor. İyi bir adama denk geldim diye düşünüyorum. Onun sayesinde müzeye girebildim ve bunu ona söylüyorum çok geç olmadan, teşekkür ediyorum. Gerek yok diyor. Kızlar rus erkekleri hiç fena değil ve teşekkür etmenizden hiç hoşlanmıyorlar. Yarım günüm hiç tanımadığım bir rusla geçti ve iç organlarım ve retinam hala yerinde. Havaalanı servisine bindiğimde bana öpücük atıyor Kuzmin. Yol boyunca tırtıkladığım ekmek de bana hep onu hatırlatıyor. İnsan ekmeğini paylaştığı birine kalpten bir şeyler hissediyor. Sevgi aşktan kutsal.

—-.—-

Ben artık dönüş yolundayım ve eğer unutmadıysanız sizi buralara taşıması muhtemel sorumun cevabını veriyorum: Kuzmin Gena para taşıyan bir banka arabasının şöförü ve evet o bir “money driver”. Ve evet Chris de Burgh’ün hemen hemen her şehir ya da ülkeye istinaden bestelemiş olduğu bir şarkısı var. http://m.youtube.com/watch?v=dvoswP8TyTA

IMG_1777 IMG_1766 IMG_1768 IMG_1559 IMG_1807 IMG_1810

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑