KIBRIS / KİPRIS VOL 3 : MURATAĞA, ATLILAR, SANDALLAR

2016-01-20 13.12.19

KIBRIS / KiPRIS VOL 3 : MURATAĞA, ATLILAR, SANDALLAR

“Yakınının ölüsüne bakmazsan öteki dünyada onu asla bir daha göremezsin.” Lawrence Durrell, Kıbrıs’ın Acı Limonları’ndan

“Milliyetçilik gözlüğüyle dünyaya bakan insanları mantık ölçüsüne vuramazsın.” Lawrence Durrell

“Barbar halklar yoktur, Barbar insanlar vardır.” Tony Angastiniotis, Kanın Sesi’nden

“Tüm Rumlar katil değildir, tüm Türkler de öyle.” Tony Angastiniotis, Kanın Sesi’nden

“İnsan acısının bayrağı yoktur, dili yoktur.” Tony Angastiniotis, Kanın Sesi’nden

“Ölüler adalet arayamaz. Bunu onlar için yapmak canlıların görevidir.” Lois McMaster Bujold

GİRİŞ :

İnsan bazen şaşırır. İnsan bazen yolunu kaybeder. İnsan bazen çığrından çıkar. İnsan bazen korkunç şeyler yapar. Kötülük bazen insanın içinden gelir. Bazen de önderinden, ustasından ya da yol göstericisinden. Parlak bir ışık olup aydınlatacağına, kör karanlığa mahkum eder beraberindekileri. İnsan beşerdir, insan kuldur ve şaşar. Çok korkunç şeyler yapar. Bir anlık bir çılgınlıktır yaptıkları, belki toplu bir histeridir kapıldığı ve yakar, yıkar, keser, doğrar, öldürür, tecavüz eder, işkence eder. Ve öylece yoluna devam eder. Çünkü haklıdır. Çünkü doğru olan odur. Dünya üzerinde yapmış olduğu haksızlıkların bedelini ödemesi gömüldüğü karanlıklardaki süresine bağlıdır. Dünya üzerindeki cehennemdir onun gittiği yer. Öldürendense ölen, bir tecavüzcüdense mağduru olmayı tercih ederdim seçim yapmak durumunda bırakılsaydım. Seçme şansım olsaydı. Eğer. Gelen ölüm olsun, varsın can çekişeyim, canım yansın. Acı, sadece çekerken acı verir. Acılar anılara dönüşür zaman geçtikçe. Vicdanınsa kahrı çekilmez, mırıltısı hiç dinmez. Uyutmaz geceleri, sevimsizdir halleri. Bir kere öldürdün, bin kere öldün. Bin kere işkence ettin, şimdi beyninin içinde bastıramadığın o binlerin sesiyle başbaşasın. Yaşa yaşayabilirsen. Dayan dayanabilirsen. Çek çekebilirsen.

BEN ŞİMDİ NE YAPACAĞIM ?

Dört tarafı sularla çevrili olduğu söylenen bir adada biraz fazla uzun bir süredir bulunmaktayım. En yakın kara parçası için uzun mesafe yüzmem gerek. Kötü hava şartları gemiye binip kaçmama da mani olduğuna göre, uçak saatim gelene dek yazgım buraya çakılı. Her sabah yatağımda ayılıp konumlanmaya çalışırken hep dün’ü düşünüyorum. Ne yemiştim, nerelerde dolaşmış, kimlerle konuşmuştum diye. Liman Casino’da sigara dumanı altında geçirdiğim on beş dakika- kaçışım da girişim gibi olmuştu, aniden- Girne Liman’daki Midpoint Cafe’de canlı müzik eşliğinde, ücretsiz internet peşinde geçirdiğim saatler, biraz dumanlanan kafam-biraz ama. Ne yemiştim? Tabii ki bulgur köftesi-fena değildi ama hayatımın ve Kıbrıs’ın en şahane bulgur köftesi de değildi. Kaldı ki adamların da öyle bir iddiası yoktu en şahanesi bizde diye. Bana göre en şahane olabilecek bulgur köftesini de bulamadım, peki ne işe yaradı dünüm? Dün dündü işte. Geçti gitti, unutuldu bitti.

Bir pazar sabahına uyandım ve düşünüyorum harıl harıl ben şimdi ne yapacağım diye. Karpaz’a gitmek için baharda burda olmak gerek. Mesafe uzak. Dolayısıyla bir gece kalmam gerek ve havanın sağı solu belli değil burada da. Belki bir daha hiç gelemeyedebilirim. Olsun. Mühim değil. Kaderciydim ya hani! Her şeyin bir vakti ve saati vardı hani! Yataktan çıkmak için ne yapacağımı bilmem gerek. Planımı netleştirmem gerek. Bütçem şu kadar, yol bu kadar. Onca düşünce arasında o tanıdık, geveze iç sesimi işitiyorum. Sırası mıydı şimdi istenmeyen komşunun? Git başımdan! Hayır yani evet seninle konuşmaktan çok bıktım. Kendimle konuşmaktan da bıktım. Vesvesenden, paranoyalarından, çetin ceviz hallerinden, bilmişliğinden, kısaca nefret ediyorum senden. Ssuuss, yeter.

Yarım saat sonrası :

-Yedin bitirdin beni. Kal tamam ama… Yalnızlıktan iyidir ama… Zaten git desem de kalacaksın biliyorum.
-Yerim rahat. Mutluyum ben seninle. Çok da iyi bildin, git desen de kalacağım yerimde.
-Ne iç sesler tanıdım hiçbiri senin kadar geveze değil. Bilmiş değil. Asi değil. Tanrım ne günahım vardı söyle.
-Tanrı’nın işi gücü yok. Seninle konuşacak, öyle mi? Ne duymak istersin? Akşam mönüsünü mü?
-Tanrı’nın cezası.
-Tanrı’nın cezası içinde.
-Ne istiyorsun benden?
-Ne isteyeceğim? Kalkman gerek. Sıyrılman gerek o derin sandığın düşüncelerinden. Sen kendini sürekli çilehanede sanıyorsun. Bir çıkış yolu arıyorsun. Çişin var. Gitsem mi gitmesem mi diye düşünmekten gidemiyorsun. Kararsızlıktan ölüyorsun.
-Çişim yok. Yani çok yok. Az var.
-Yalancı.
-Örtünün altı sıcak. Zihnim sıcakta daha çok çalışıyor.
-Zihnin sıcakta daha çok uyuşuyor. Vesvesen artıyor sen kımıldamadıkça.
-Ne yapayım?
-Kalk. Sormayı bırak. Yap. Kurtul o paspal pijamandan.
-Birlikte almıştık hani?
-Herkes bazen zevksiz olur.
-Ya sonra ne yapacağım?
-O üç köye gideceksin.
-Yolu uzak, araç yok. Gazimağusa’daymış ve ben daha dün oradaydım. İnsanlar dolduruşa gelmişler ve zıvanadan çıkmışlar. Komşu komşuyu öldürmüş. Üzerinden yıllar geçmiş. Herkesin acısı kendi içinde taşıdığı bir yara, sızı olmuş kalmıştır artık yıllar sonra. Gidip görsem ne? Yazacağım ha! Yazsam ne olacak? Neyi değiştirecek. Tarih değiştirilemiyor, pislik politikacılar, her yerde benzer trajediler. Ne bileyim yani, kendime pay çıkartmaya mı gideceğim? Kimseye teselli olamayacaksam, daha faydalı bir şey yapabilirim oysa ki. Yola vereceğim parayı fakire verir sevindiririm. Hiç olmazsa sevabım olur.
-İyi niyetli ama azıcık aptal gövdem benim. İnsanlar rahmet ister bilmez misin? Ölenlerin ardından Fatiha okumaktan daha faydalı ne yapacaksın? Gezmeden oturamıyorsun. Kumarhanelerde duramıyorsun. İnsanlara yanaşmıyorsun. Geldiğinden beri konuştukların ya şoförler ya Elif.
-Elif’i tanıyorum ondan. Kendi ölmüşlerimin mezarına gidemedim ben daha.
-Sevmediğin biri olsa başını çevirmiştin. Kaçıp gitmiştin. Ben senin ciğerini bilirim. Ölmüşlerini ziyaret etmemek de senin ayıbın, gani gani.
-Off… Tamam kalkıyorum. Sırf şu çenen bitsin diye. Kafamı dinleyeceğim eğer biraz susarsan.
-Ararsın ama beni.
-Biliyorum. Çünkü ben ne yapacağını bilmeyen aptal bir gövdeyim.
-Kişi kendini bilmeli cidden. Bari bilinçli bir gövdenin içindeyim. Birazcık aptal olsa da.

2016-01-20 13.27.08

2016-01-20 13.28.13

YOLDA :

İyi bir adam şoförüm. Anlatıp duruyor şu sağ taraf şuydu ama şimdi bu oldu. Şu sol taraf hiç yoktu, şimdiyse var oldu. 75 senesinde gelip yerleşenler adada hiçbir şey olmadığından hayvancılık yapmışlar köylerde. Köylere giden yolların sapağında birikmiş arabaların nedeni vasıta yokluğuymuş. Hala daha dolmuş, otobüs yokmuş köylere. Ekonomik olsun diye arabasını park eden köylü dolmuşa biniyormuş, benimse araba pazarı sandığım yerlerden. Gör sen köylüleri köylü demezsin diyor. Yollarda ot toplayan kadınlar görüyorum. Şalvarlı köylü değiller. Bir pantolon, bir kazak, üzerine de yelek. Mis mis ot topluyorlar. Koyun sürülerini geçiyoruz. İlki Muratağa Köyü’nün girişinde karşılaştığımız, iki gencin otlattığı sürüydü. İkincisi ise gezinin sonunda karşılaştığımız sürüydü. Yine iki çobanlı sürünün bir çobanı çekinik davranırken, diğeri bembeyaz dişlerini göstere göstere gülümsedi özgürce. Gür saçları kapıyordu alnını. Nerelisin dedim, Konya’lıyım dedi. Bir kahkaha daha patlattı. Sonra da ekledi “Facebook’a koyarsın fotoğrafımı, çek çek ve kooy” dedi uzata uzata. Bir sürü sıkıntılı andan sonra, dönüş yolunda gülümseyerek ayrıldım bu üç köyden. Hayat böyle işte. Çok sıkılıyorsun, üzülüyorsun ama birden ufacık bir şeyle gülümseyebiliyorsun hayata. Bir yavru kedi, bir fidan, bir gülücük, bir tesadüf, bir neşeli çoban. Bu çoban beni gülümsetmeyi başarabildi çıkıp geldiği yerden. İyi ki arabayı durdurup fotoğrafını çekmişim. Anı kaldı ondan bana, benden de size. Beni okuyun yeter, ben bu dünyada başka şey istemiyorum sizden.

2016-01-18 22.09.25

MURATAĞA, ATLILAR, SANDALLAR :

Kederin ağırlığını taşıyor bu köyler. Muratağa ve Sandallar Köyü’ndeki toplu mezar, ziyaretçilere kapalıymış. Ekim ayından beri biri Türk, diğeri Rum iki arkeoloğun gözetimi eşliğinde toplu mezarlar açılıp, onlardan geriye kalanlar DNA tespiti yapılıp ayrıştırıldıktan sonra ayrı ayrı mezarlara gömüleceklermiş. Daha da bir aylık çalışma varmış burada, seksen dokuz kişinin yattığı yerde. Çaresiz Atlılar Köyü’ne ve ilk iş olarak da İlkokuluna gidiyoruz. Sessizlik hakim etrafta. Zamanında çocukların sınıflarında ve bahçesinde neşeyle birbirini kovaladığı okul, daha çok bir mezarlığı andırıyor. Kuş sesleri, rüzgarın uğultusu, ara ara yüzünü gösteren güneş ve bir de bekçi var, o da akrabalarını, büyüklerini yitirmiş yetmiş dört yılında. Öldürülenlerin en küçüğü bu köyden çıkmış. Tam on altı günlük bir bebek. Nasıl kıyar bir insan on altı günlük bir miniğe. Süt çocuğu, ağzında meme… On altı günlük bir kız bebek Selden Ali Faik. Can kurban Seldenlere, Alilere, Mehmetlere, Ülkülere. 2016 yılı itibariyle yaklaşık 32 yıl geçmiş üzerinden. Ekliyorum üzerine Selden’in dünya üzerinde geçirdiği on altı günü, otuz iki yıl üzerine. Gene ediyor otuz iki sene, sadece. Geride bir fotoğraf bırakamadan giden Selden yaşasaymış eğer 32 yaşında koskoca bir kadın olacakmış. Eğer.

2016-01-20 13.29.57

2016-01-20 13.25.32

SONUÇ :

Çektiği belgesel, yazdığı kitap yüzünden iki tarafa da sığamayan ve yeşil hatta yaşadığını, kana bulanmak için adanın fazla küçük, nüfusunsa bunca nefret için çok az olduğunu söyleyen gazeteci Tony Angastiniotis’in “Kanın Sesi” adlı kitabını okudum burada kaldığım süre boyunca. Onun sözleri rehber oldu burada bana, tüm Ada’da ve özellikle de bu üç köyde. İnsan acısının bayrağı yoktur, dili yoktur diyordu kitabında. Aynı yıldızları paylaşırken savaş rüzgarlarının tesirine kapılan, aralarında çok sevdiğim arkadaşlarımın da olduğu ve muhakkak bazı şeylerin karşılıklı olduğu ve benim de gayet iyi bildiğim üzere komşunun en yakınındaki komşusunu ışık hızıyla harcadığı, çok sevdiğim Anadolu melezi Rumların, Anadolulu Türklere, misilleme olarak da o Türklerin o Rumlara ettiklerine kısaca tarihte ve günümüzde insanın insana ettiklerine bakarak ders almak gerekiyor sadece. İnsan en kolay sevdiğini harcarmış bir şekilde. Öyle varsaymak istiyor insan çaresizce.

2016-01-21 17.39.34

2016-01-20 13.32.40

 

 

 

 

 

 

KIBRIS / KiPRIS VOL 2 : GAZİMAĞUSA

 

 

2016-01-19 21.23.25

KIBRIS / KiPRIS VOL 2 : GAZİMAĞUSA

GİRİŞ :

“Yolculuklar doğamızın taleplerine uyarak kendiliğinden boy verirler – en iyi yolculuklar da bizi alıp  yalnızca uzak diyarlara götüren yolculuklar değil, aynı zamanda kendi içimize dönüşün en ödüllendirici biçimi olabilir.”     Lawrence Durrell, Kıbrıs’ın Acı Limonları

“Fransız şairininki(Arthur Rimbaud bahsi geçen şair ve Tanrının Tazısı, Tanrı yolundan sapanların peşinden gidip yakalayarak onları onları yeniden tanrıya döndüren İsa için kullanılan bir tanım) başka türlü bir kahramanlıktı çünkü o Tanrının tazısından kaçıyordu.”     Lawrence Durrell, Kıbrıs’ın Acı Limonları

Adanın kuzeyinde bulunan Girne’den çıkıyorum yola Beşparmak Dağlarını aşarak. Mesarya’nın da sınırları içerinde bulunduğu tüm adanın en geniş ovasının eşliğinde bir sürü köyler geçerek ulaşıyorum Gazimağusa’ya. İlk defa geliyor olduğumdan ne yapacağımı, neyle karşılaşacağımı bilemiyorum. Kaderci oldum çılgınca. Yaşlandım ben galiba. Lefkoşa’ya gidecekken buradayım bir anda. Şefkatsiz kollara düşmesin bir kız, bir oğul, bir baba; gözyaşları durmaz bir daha. Mezalimin yaşandığı köyler de burada, Gazimağusa sınırında. Huzursuzluğum ve hiç de tatlı olmayan huysuzluğum bu yüzden mi üzerimdeler acaba?

2016-01-19 19.37.33
Beşparmak Dağları

Yaaa… Okuyucum… Ne sanmıştın sen beni, bilir kişi mi? Aradığın tüm cevaplar bende sanmıştın ya da o büyük sırrı biliyor ama gizliyordum ve gizleniyordum herkesten, öyle mi? Amma da saf’mışsın. Ben de sana yaranmaya çalışmıştım. Şiir sevdin şair ettin. Gezmek güzel dedin, gezgin oldum. Bundan sonra ben soruyorum, sen düşünüyorsun cevapları sessizce, benim asla duymayacağım şekilde. Çünkü bundan sonra yorgun bir kalem var önünde. Beni çok sevmen için çırpındım durdum sonsuz bir gayretle. Teslim oluyorum bundan sonra. Seninim. Bir de bir annenin şaşkın kızıyım sadece.

Bir saate yakın süren bir yolculuğun sonunda varıyoruz Gazimağusa’ya. Kıbrıs’ın doğusuna gelmiş bulunduğumu idrak ediyorum nihayet. Dolayısıyla deniz kenarı Arap kıyılarını selamlıyor nazlı nazlı. Daha sıcak olur diyorum endişeyle gözümün önüne gelen Arabistan çöllerinin develerini ve Etiyopya’dan, Somali’den gelmiş hem susuz hem de bir deri bir kemik kalmış, çaresizlikten de Suudi Arabistan’ın tellerine takılıp kalmış siyahlarını düşündükçe. Serinlemek için bayılan, bayılmadan uyku tutmayan şişmiş ve ağırlaşmış gözkapaklarımla çölde bir başıma buluyorum kendimi. Nasıl yalnızım, anlatamam. İçim titriyor, ateş basıyor. Ayaklarım kızgın kumların içinde yuva yapıyorlar. Nispeten daha soğuk olan vücudumun serinliği bulaşıyor kumlara. Birleşmiş kumlardan beklediğim teşekkür gelmiyor. Toprağa bile yaranamıyorum. Alacağınız olsun sizin de. Bir türlü konumlanamıyorum ne yapayım? Oradayken burada, buradayken oradayım. Bu her zaman böyleydi. Kendime yakışan bir son bile düşünemiyorum. O kadar miyobum, anlatamıyorum kimselere. Düşünceler rahat bıraksa neyse ama hayatım boyunca zırvaladığım tüm anlarım ve bütün pişmanlıklarım zihnimde, benimle. Kurtulamıyorum bir an bile. Ama şoförüm rahat. Allah’tan. O da bir yerli ama hatırlayamıyorum. Çoğunluk Anadolu toprağı olsa da Lazlar, Antakyalılar, Kürtler de gelmiş konmuşlar bir şekilde. Bir zaman önce devlet yollamış da gelmişlerdi. Şimdiyse zorunlu göç, çaresizlik, ekmek kavgası nedenler listesinin zirvesinde.

“Kıbrıs’ta yazın serinlik arama, her yer aynı” diyor şoför. Kendime geliyorum. Gözkapaklarımı kontrol ediyorum. Şişler mi değiller mi bilmiyorum ama yerindeler. Geçen senenin yazı her yazdan daha çok yaz yaptığından durup durup neler çektiklerini anlatıyor bana. Ağırlıklı olarak iki ayını delirmiş şekilde ya da delirmemek adına klimadan klimaya koşarak geçiren halkın acısını paylaşmamak, dramına ortak olmamak elde değil. Çöl gibiymiş her yer. Demek gördüğüm rüya değilmiş!

FAMAGUSTA : 

Frenkçe, Famagusta adıyla anılan tabelalardaki adını ne zaman görsem bana bir peynir markasını anımsatacak olan, çektiklerinden ötürü sonradan isminin önüne getirilen Gazi ünvanının hakkını sonuna kadar veren, Ortaçağ mimarisinin Doğu Akdeniz’deki en güzel örneklerini de içerisinde barındıran bir kenti olmuştur Gazimağusa. Lüzinyan Krallığı’ndan kalma St. Nicholas Katedralini(Lala Mustafa Paşa Cami), Namık Kemal’i 38 ay boyunca mertçe barındırıp sokağa çıkarmayan ve bu yakınlıktan zindanın adının kendi adıyla anılmasını sağlayan Namık Kemal Zindan’ını, Salamis Antik Kentini, St. Barnabas Manastırı ve Shakespeare’ın Othello oyununun aynı adlı baş karakterine hayat veren Kıbrıs valisi teğmeninin sayesinde İngiliz Sömürge Döneminde kaleye Othello ismini veren kalesiyle ve şehri dört bir yandan kuşatan Lüzinyan Dönemi’nden kalma surlarıyla günümüze kadar gelmiştir.

2016-01-19 18.11.13

2016-01-19 17.44.08

2016-01-19 19.34.51

 

2016-01-19 23.07.50

2016-01-19 23.09.39
Kederli ve orta yaşlı bir damadın kayınvalideye sitemiymiş, fotoğrafını çekerken sitemkar bir şekilde ”çeek çekk” dedikten hemen sonra teşekkür etmişliği var.

Bu açıdan değerlendirildiğinde son derece özgün ve tarihi dokusu mühim bir yerde olduğunuzu hissediyorsunuz ister istemez. Bense ayaklarıma kara sular inene kadar şehri fethediyorum. Zavallı ayaklarımı acı içerisinde bırakan mütevazı fethimin yöre insanları üzerinde sevinç ya da coşku yarattığınıysa hiç sanmıyorum. Bu şevkimi kırmadı değil ama şevkimi kıran milyon tane şey varken… Her neyse, ayaklarımı hazır benimmiş gibi hissediyorken koskocaman bir futbol sahasının önünden geçip, takım yöneticilerinin olduğu yere doğru yüzsüzce merdivenleri tırmanıyorum. Profesyonel herhangi bir takımın kaptanına, kalesine, kalecisine, yöneticisine en çok yaklaştığım şu anlarda hiçbir şey hissetmiyorum. Aslında bir şey hissediyorum. Kendimi uzaktan hareket halindeki tatlı mirketleri izleyen acemi bir belgeselci gibi hissediyorum. Nedeniniyse hala çözebilmiş değilim.

2016-01-19 19.18.21

2016-01-19 19.19.23

ELİF ve PETEK PASTANESİ :

Tekrar şehrin çarşısına döndüğümde, alışveriş yaptığım market personeline yakınlarda bir pastane olup olmadığını soruyorum. Petek pastanesi hem temiz hem lezizdir diyor kasadaki kadın. Pastaneyi bulup, yüzlerce çeşit arasında bulgur köftesi yani bildiğin içli köfte siparişi veriyorum. İnsan alternatif çok olunca ne yapacağını şaşırıyor ve ben Kıbrıs’ta sürekli bulgur köftesi yiyorum. Ve bunun da nedenini çözemiyorum. Sipariş ettiğim köftem gelmeden az önce kapıdan içeriye zayıf bir kız giriyor, biraz şaşkın ve telaşlı. Dünya bazen çok küçük gerçekten. Elif bu, Elif Todd. Tuvalete girmek ve bir şeyler atıştırmak için girmiş içeriye. Buranın en eski pastanesi burasıdır, nereden bildin diyor. Ben bilmedim ki, marketteki hanım gönderdi beni. Tesadüf yoktu, olması gereken durumlar vardı. Ayarlanmış karşılaşmalar, yaşanması gereken kayıplar gibi. Bunlar olması gerekenler listesi. Eğer Elif bu karşılaşmayla benim kaderimi, hakeza ben de onunkini değiştirebileceksem eğer, o zaman kader’in oluyordu işte. Kim kimin kaderine yön verebilir, kim bilir.

Sohbet etmeye başlıyoruz. Eşi Yeni Zelandalı, kendisiyse bir Türk olarak burada bir hayat yaşamanın nasıl olduğunu soruyorum ona. Mutluyum ben diyor. Daha önce Bahreyn’delerdi. İki çocuğu Daniel ve Zeynep buradaki bir İngiliz okuluna gidiyorlarmış. Bir şirket kurmak ve işini devam ettirmek istiyor ama bir hayli prosedür varmış. Bense dün itibariyle evinin kapısının önünden geçmiş durmuşum Bellapais’daki, bahçesinde tavuklar besleyip, çiçekler yetiştirdiği. Hayat işte. Bu kız hiç değişmedi. Narin, nazik, ince.

Neden bulgur köftesi, neden bulgur köftesi? Bulgur sevmem. Dolma gibi tıkıştırılmış kıymadan hoşlanmam. Sos dışında olması gereken bir şey ama ne yazık ki köftenin üzerinde sos yok, yoğurt yok, yağ yok. Alt tarafı doldurulmuş ve kapatılmış dolma ama ben bir kez tatmış bulundum. Ve şimdi Kıbrıs’ın en leziz bulgur köftesinin peşindeyim. Ama bulamıyorum. Sırf bu yüzden her oturduğum yerde bulgur köftesi siparişi veriyorum. Ne arıyorsam bunca kafa karışıklığı ve zihin bulanıklığıyla? Bulamayacağımı bile bile, arıyorum delicesine. Yüzleşmekten korkuma bütün bunlar. Biliyorum ama diyemiyorum kimselere.

LALA MUSTAFA PAŞA CAMİSİ (St. NICHOLAS KATEDRALİ) :

Lüzinyan Dönemi’nde yapılmış, tüm Akdeniz’in en güzel Gotik yapılarından biri olarak kabul edilen eski katedral, sonradan caminin hem içi hem de dışı ayrı güzellikte. Cidden nefes kesiyor. Hele ki önünde yüzlerce yıl boyunca durmaktan tarihi esere dönüşmüş ve bana hayatın beyhudeliğini hatırlatan cümbez ağacının ihtişamı gözümün önünden gitmek bilmiyor. Ben bir daha buraya gelemeyebilirim. Ama bu cami ve bu bilge ağaç burada oldukları sürece yeni yeni ziyaretçilerini karşılayacaklar sessizce. Bir tabiatı var eşyanın, binaların, çiçeklerin, ağaçların. Dilsiz, tahammülkar bekçiler onlar. Çok dil bilen, çok insan tanımış, zalimle, mazlumu bir bakışta ayırt edebilen yaşlı bilgeler onlar.

2016-01-19 17.52.55

2016-01-19 19.26.49

2016-01-19 19.29.19
T.D.V. Mersin şubesinin armağanıdır, iftiharla sunar(olmayadabilir)
2016-01-19 19.30.21
Tarihi Cümbez Ağacı

NAMIK KEMAL ZİNDANI :

“Vatan yahut Silistre” adlı oyunu sahnelendikten sonra 1873 yılında sürüldüğü Kıbrıs’ta zamanında zindan olark kullanılmış bu iki katlı binada 38 ay kalmıştır. Zindanın alt katındaki hücrede üç gün geçirmiştir Kemal. Penceresinden içeriye baktığınızda, hissettiğiniz rutubetten başka, tahta bir döşek görürsünüz sadece taştan zemin üzerinde en çok 80 santim uzunluğunda. Bir de zalimlere atfen kendi yazmış olduğu dört satırlık bir beyiti vardır çerçeve içerisinde, duvara asılmış vaziyette.

2016-01-19 19.25.11

2016-01-19 18.13.20

SALAMİS ANTİK KENTİ :

Henüz daha görmeden Efes’le karşılaştırıyorum zihnimde ve sönük kalıyor her nedense. Oysa ki gözlerimle gördüğümde hafife alınmaması gerektiğini ve sahada arkeologların başarılı bir çalışma yaptıklarını anlıyorum. Ağaçlar ve toprak tabakasıyla örtülmüş vaziyetteyken 19. yy’ın sonlarına doğru keşfedilmiş Salamis. Arap akınlarından korunmak için surlarla iki defa çevrilmiş kentin içinde devasa bir gymnasium, bir tiyatro, bazilikalar, bir villa, su deposu, tuvalet, agora ve zeus tapınağı da yer almaktadır. Arap akınları ve depremler yüzünden şehir terk edilmiş, halkıysa Mağusa tarafına yerleşmiştir. Sonrasında da unutulmuştur. Bir şehrin unutulmuş olabileceğinin kanıtıdır burası. Tıpkı insanlar gibi. Hadrianus döneminde gymnasium’u tamir edilmiştir. Çok sevdiğim ve pek kıymetli yazar Marguerite Yourcenar’ın Hadrianus’un Anıları’nı aklıma getirdi buralarda bulunmak, şu havayı solumak. Antinous’la yaşadığı aşksa dillere destandır. Nil Nehri’nde esrarengiz bir şekilde boğulan büyük aşkı için Mısır’da Antinopolis şehrini kurdurmuş, onu yeni antikite tanrısı yaparak tüm imparatorluğun yas tumasını sağlamıştır. O kadar da sevmiştir hani bir Helen bir başka Helen’i. İyi ki gelmişim buralara. İyi ki görmüşüm tüm bunları.

2016-01-19 22.00.37

2016-01-19 21.57.50

KIBRIS / KiPRIS, VOL – 1 : GİRNE

 

2016-01-16 03.11.14

KIBRIS / KiPRIS, VOL 1 : GİRNE

GİRİŞ :

“Hafif, yumuşak adımlarla yürü, piano pianissimo.” Lawrence Durrell, Kıbrıs’ın Acı Limonları

Bir kez ve ilk defasında anne karnında geldiğim güzel Akdeniz’in kötü günler de görmüş ve geçirmiş ve dolayısıyla hayatta görmüş geçirmiş yaşlıca bir adasının kuzey sahilinde konuşlanmış Girne’sinde kalmak üzere yola çıkıyorum. Kulağımdaysa Durrell’in,  “Benim sonradan edinme memleketim” olarak tanımladığı Kıbrıs için yazdığı “Acı Limonlar”ından fısıltılar var. Piano Pianissimo. Yalnız değilim kısaca. İlk durağım uçağımın ineceği başkent Lefkoşa. Önceden inmiş iki tane daha uçak var ve bizimkisi üçüncüsü(ikiden sonra üçün geliyor olduğunu bilmeyenler vardır diye düşünüyorum). Varış noktasına gelmiş şehirlerarası otobüs terminalinde kendisine ayrılan yere park etmeye çalışan bir otobüs telaşsızlığı var uçağımızın üzerinde. Aynı rehavetle İstanbul Atatürk’e indiğimizi hayal etmeye çalışıyorum. Olmuyor. Nazlı nazlı park yerine yerleşiyoruz. Fazla nazlanmadan da bir futbol sahası büyüklüğündeki minicik havalimanına inip, gümrüğe doğru yürüyerek gidiyoruz. Bavullar gelmiş bile. Her şey şipşak gelişiyor. Girne otobüsüne biniyorum. Son boş koltuk. Arapça konuşan Suriyeliler var benim oturduğum tarafta. Her Arapça konuşan Suriyeli midir? Değildir elbet ama indiklerindeki kederli ve tasalı hallerinden anlaşılıyor turistik bir gezi yapmadıkları. Bir tanesi yaşlıca ve hiç durmadan bağır çağır telefonla konuşuyor. Onlar indiğinde arkamdan bir erkek sesi “Neyse ki indiler kurtulduk, başımız şişti burada.” diyor. Bunu söyleyen erkek hemen arkamda idi. Bağır çağır konuşan erkek de onun tam arkasında idi. Ve evet çıldırmış gibi konuşuyordu ama gene de hemen arkamdaki başı şişen erkeği daha fazla yüreklendirmemek adına, kalan yolcular olarak sesimizi kesiyor ve sadece oturduğumuz yerden tebessüm ederek karşılık veriyoruz kendisine, onun göremeyeceği şekilde. Aynı esnada kabanımın bir parçası olmaktan sıkılmış görünen başlığı intihar etmek suretiyle kendisini yere atıyor. Saniyesinde çaprazımdaki bir başka Suriyeli bana uzatıyor(Nereden mi biliyorum, biliyorum işte açık arayan okuyucu, ben çok şüpheciyim bunu sakın unutma, beni de sakın unutma, adımı kazı aklına). Anında teşekkür ediyorum ve derhal hafifçe dışarı doğru meyletmiş olduğum bacaklarımı ön tarafa doğru uzatıyorum. İnsanların birbirine şüpheyle yaklaştığı zamanlar bunlar ve yolculuğumun kalan kısmını kabanımla başlığının arasını yapmakla geçiriyorum. Küçük işler insanı hayattan uzaklaştırıyor. Otobüsten kopuyorum. Huysuz iki parçayı olanca beceriksizliğimle bir arada tutmaya çalışma çabam etrafımdaki beylerin ibret verici ve kınayan, aynı zamanda sabırsız bakışlarıyla sürüp gidiyor. Fermuarı yerine dakikalarca geçiremeyişim yüzünden pencere tarafındaki bey of diyor. Beni, eli dikiş tutan anneleriniz mi sandınız? Bir fermuarı bile geçirmekten acizim. Aynı zamanda bir yırtık gördü mü de giymiyorum ya da yırtık pırtık devam ediyorum yoluma. Çok çaresizim ama belli etmiyorum kimselere. Yazdığım en tuhaf giriş yazısı oldu bu, hislerim o yönde. Zaten benim de üzerimde sıcak bir yere gelişimden ötürü garip bir rehavet var. Sahi iklim değişti. Kıştı, yaz geldi bir anda.

2016-01-16 03.55.57

GİRNE:

“Girne
İçine girme
Girersen eğlenme
Eğlenirsen evlenme
Evlenirsen çocuk etme!” Türkü

Kıbrıs’ın beş ilçesi arasında turistik yoğunluğun en çok olduğu yer burası. İçi dışı yedi yıldızlısına kadar bir sürü otelle bezenmiş bir casino cenneti. Her otelin bir de casinosu var. Otelsiz öksüz casinolar da var. Bu yoğunluk istihdamı da getiriyor beraberinde. Dünyanın her milletinden olma işgücü işyerlerini, izin günlerindeyse sokakları şenlendiriyor. Bu yüzden rengarenk Girne’nin sokakları. Merkezdeki Simit Keyfi’nde çalışan çekiklere Koreli misiniz, Çinli misiniz diye sorduğumda Vietnam cevabını alıyorum. Şaşırıyorum.  Mutfakta Pakistan ve Bangladeşli çalışanlar göze çarpıyor. Özbekler çat pat Türkçeleriyle servis elemanlığına daha yatkınlar. Herkes bir yol tutturmuş gidiyor burada da. Toprak kıymetli, dolayısıyla evler pahalı, kiraların kimi zaman sterlin üzerinden olduğu söyleniyor. Eskiden İngiliz idaresinde olan adada pound zaafiyeti devam ediyor anlaşılan. Halk her şeyden yakınıyor(aynı biz). Domatesin kilosu altı lira, marketler ateşpaha, maaşlar aynı para, mazot yüksek lira, turistler otelden, casinodan burunlarını çıkarıp da havayı koklama nezaketini göstermiyorlar bile bir defa… Kendimi ya Antalya’da, ya da Bodrum’da öfkeli esnaf arasında kalmış gibi hissediyorum şu anda. Tek fark kimsenin Erdoğan’dan şikayet etmiyor oluşu. Bazen ama kazara ismi dudaklardan dökülse de unutuyorlar sonradan bir hiç gibi. Kendilerini Türkiye’nin üvey evladı gibi görseler de, kendi cumhurbaşkanları, başbakanları var. Çok da öksüz sayılmazlar aslında. Eskiden Türkiye’de daha iyi karşılandıklarından şikayetçiler(sanıyorlar ki bizi her gün kucaklayan kanatlar var burada, ölmeden günü geçirmeye çalışıyoruz biz de Akdeniz’in öte yakasında). Kıbrıs’a gelip uzun süre önce buraya yerleşen ve çalışma hayatının içinde aktif olarak yer alan halk, gurbetlikten sıyrılmış, ekonomisi, siyaseti, geçmişi, geleceğiyle adasını sahipleniyor her konuşmasında. Çifte vatandaşlıkları var her birinin. Artık ada zorlaştı diyorlar. Üç çocuğu olan bir adam üçüncü çocuğu için hakkı olan vatandaşlığı alamıyormuş bir türlü. Vermiyormuş ada. “Ada” kelimesi burada siyasi bir kimliği de sergiliyor aynı zamanda. Ne başbakan, ne cumhurbaşkanı, varsa yoksa ada ada ada. Ada bırakmıyor, ada istemiyor… Hisleri olan bir ada Kıbrıs Adası. Üzme Adası halkını. Onlar sana ne kadar çok güvenip, senden ne çok şey istiyorlar, bilemezsin. Bilme de zaten. Yoksa bırakır kaçarsın.

2016-01-18 01.55.40

2016-01-18 01.54.02

Bazen hava öyle tatlı oluyor ki, sanki bahar gelmiş gibi hissediyor insan. Tatlı tatlı esiyor hiç üşütmeden. Limanda bir tur atıyorum önce. Rocks Otel barkovizyonda Doktor Jivago’dan kareler gösteriyor. Hangi saatte gelirseniz gelin Saint Petersburg ve Ömer Sheriff ya da uçsuz bucaksız karın ortasında köpeklerin çektiği kızak görüntüsü çıkıyor karşınıza. Yeni Yıl’ı donarak karşıladıklarını, kar bile gördüklerini söylüyorlar. Antalya’yı yazın ulaştığı elli dereceyle ılık olarak nitelendiren ada halkı için karı görmek bir hayli enteresan olsa gerek. Donduk biz burada diyenlerden biri Sivas’lıydı ve sonrasında şaşkın şaşkın bana baktı. Soğuğun anavatanı olan bir Sivas’lı olarak “Biz çok üşüdük” demesi benim de garibime gitti. Anlayacağınız soğukla, karla kışla tuhaf bir ilişkisi var yöre halkının, pardon düzeltiyorum ada halkının. Bir taraftan lapa lapa yağmış diz boyu olmuş karın, kalpakların, kızakların özlemini çekerken, diğer yandan başlarına geldiğinde ne yapacaklarını, nasıl baş edeceklerini bilemiyorlar gibi. Kışın Kıbrıs nasıl diye bana soracak olursanız, en azından temmuzun bayıltıcı, ağustosunsa çıldırtası sıcağından bin kat iyi cevabını verebilirim size. Ama asla yarım ağızla değil. Çıkartmanın yapıldığı aylardan ağustos ayında özellikle, gaziler ve sonra da ada halkı arasında nabızlar yükselir, sinir katsayısı artar derler. Kahvelerde yüksek sesle ve öfke içinde konuşurmuş insanlar. Bu bir rivayet mi? İki kişiden duyduğum, bir de bir kitaptan okuduğum, ama neticede burada yaşamış insanların gözlemleri. Kıbrıs’a bir de kışın gelinir. Gezmek için en güzel mevsim her zaman bahar olsa da. Çünkü kendine özgü karmakarışıklığıyla Girne Limanı’nda bekleşen tekneleri, yağmurdan sonra dağların üzerinde oluşan buharın bulut olup nazlı nazlı çözülüşünü, denizin renginin ara ara turkuaz, ara ara yeşile çalışının güzelliğini görmek için bir de kışın gelinir buralara. Öfkeli Karadeniz’den, kalabalık Ege’den daha güzelmiş Akdeniz. Şimdi anladım. Ortasında ise bir keman misali tek başına ama kalp kırıklığıyla yaşayan bir ada varmış bir taraftan Türkiye, diğer taraftan çeşit çeşit Arap ülkelerine göz kırpan, aynı kareyi pardon karayı paylaştığı diğer yakayla anlaşamayan(misafir misafiri istemezken, ev sahibi ne yapmasın?) Atatürk Lozan’la birlikte İngiliz yönetimine devredilen adanın stratejik öneminden bahsetmeden geçmez. Ne Rodos, ne Girit; Kıbrıs’ın konumu bir başka imiş ona göre. Bence de. Ayrıca dünyanın denizyolları üzerinde bulunan adanın, konuksevmez, savaşçı doğuya işleyen bütün ticaret gemilerini her zaman doğrudan ilgilendirdiğinden bahsetmiştir Durrell’de anılarında.

2016-01-11 01.18.56

2016-01-16 23.29.54

2016-01-18 01.59.23

2016-01-18 02.15.33

2016-01-11 01.29.00

Tak tak, çat çat, flashlı, flashsız, yer, gök, bulut, liman, tekrar liman, kaleden liman, liman ama gecesi ayrı gündüzü ayrı, cafeler, restoranlar, minik objeler, kuşlar, koyunlar, çobanlar, çocuklar, evler, çitler… Sürekli fotoğraf çekiyorum. Tüm dünyam Kıbrıs oluyor ama Kıbrıs bundan memnun mu onu kendisine sormuyorum nezaketen de olsa. Bir cevabı var ama sabırlı davranıyor. Bir kez daha bir kara parçasının üzerinde barındırdığı canlılardan bağımsız olarak atmakta olduğu bir kalbi olduğunu düşünüyorum. Bu en çok adalarda yaşadığım bir durum. Kıbrıs’sa içlerinde yani benim gördüğüm adalar içinde en özel ve en dramatik olanı.

2016-01-16 21.29.03

2016-01-16 21.30.13

HZ. ÖMER TÜRBESİ :

Girne’de ve tüm Kıbrıs’ta ulaşım sorunu var. Ada büyük. Tarihi turistik yerlere ve diğer ilçelere ulaşmanız bir hayli güç. Dolmuşlar her yere gitmiyor. Araba kiralasanız sağdan akan trafikte soldan soldan gitmek çok kolay değil. Bense bir fermuarı bile geçiremiyorum. Bu yüzden ilk şoförüm Konya’lı. Yetmiş beş yılında, çıkartmadan hemen sonra gelmişler. Bir sürü anlatmayı seviyor. Bir sürü bir sürü daha anlatmayı seviyor. Sonra bir sürü bir sürü daha. Zaten bu seyahatimde en çok ve en önemli bilgileri şoförlerden alıyorum. Yollara, ekonomiye, politikaya, buraya, oraya, her yere daha hakim kimseyi bulamazsınız şu adada. Çok okuyan mı çok gezen mi bilir diyecek olursanız, bu insanlar aynı mıntıkalar içerisinde de olsa, sürekli dolaşım halinde olduklarından farklı farklı insanlardan bilgi edinme, sonra o öğrendiklerini paylaşabilme, dolayısıyla daha da çok bilgi edinme potansiyeliyle günden güne birer bilgi canavarına dönüşüyorlar. Yıllardır müşteri gezdire gezdire tarihe hakim olmuşlar. Yollar onlardan soruluyor. Neresi kimin, kimlerden kalmış, çolukları, çocukları, ataları, dedeleri, her şeyi, herkesi biliyorlar. Müşteri gittiği yerde gezerken, onlar bir çay bahçesi bulup sohbet ederek daha da bilgilenmiş oluyorlar aldıkları en son haberlerle. Sizden önde giden adamlara kulak vermekte fayda var her anlamda.

“Eskiden hırsız arsız yoktu. Arabayı çalsa nereye götürecek ki? Denize mi atçek? Şimdiyse dağ daş ev.”  Bir taksi şoföründen adanın asayiş saptaması

2016-01-16 21.45.25

Girne’nin birazcık dışında, Çatalköy’ün en ileri noktasında, ıssız bir kumsalın ucunda bulunan iki katlı Bodrum evlerini anımsatan tekkenin varlığı turistlerin yaz geldiğinde kumsalından denize girmeyi önlüyor mudur bilinmez ama, içerisinde yedi mezar, bir imam bir de Ahmet Fuat barındırmakta. İmam tamam da, Ahmet Fuat kim derseniz, pos ve beyaz bıyıklarıyla sizi içeriye buyur edip, sonra da Allah bahtını açık etsin sözünü içten bir şekilde sarfederek sizi uğurlayan biri olarak kalıyor hafızamda. İmam çekinik dururken, kendisi hem tekke, hem de çevresi ve içerisindeki mezarlar hakkında gerekli bilgileri veriyor. Allah burada bir yerdeyse ya diyor, camekanın gerisindeki yan yana dizilmiş yedi mezarı gösterirken. Kim bilir? Ama gerçekten ya oradaysa, ya da merhameti benden bir lokma yiyecek isteyen ve teşekkürü iştahında saklı kemikli sokak köpeğinin kursağında gizliyse…

2016-01-16 21.40.37

Beni içeriye buyur ettiklerinde namaz saatine denk geliyoruz. Onlar içeride namazlarını kılarken bir hanım çıkıyor, tam da ben kararsız kalmışken. Beni kadınların namaz kıldığı ayrı bir bölmeye davet ediyor. O namazını kılıyor. Bense derinleşemiyorum. Uçak yolculuğu yaptım, hava değişti, su değişti, iklim değişti, bir sürü yabancının ortasındayım. Derinleşeceğime bakmakla yetiniyorum sadece.

BELLAPAIS (BEYLERBEYİ) KÖYÜ VE MANASTIRI :

“Bellapais’de yaşayanlar dünyanın en tembel insanlarıdır. Kıbrıs’ın en iyi huylu insanları aynı zamanda.” Lawrence Durrell

-Bellapais’ye niçin geldin?
-İçki içmeyi öğrenmeye geldim.
-Pirin ben olacağım.    Kıbrıs’ın Acı Limonları’ndan

”Koruyor sükunetini dökülmeyen gözyaşları gibi.”  Acı Limonlar şiirinden

2016-01-16 22.55.31

Yakındoğu’nun gotik şaheseri tanımlaması kullanılmış manastırın kendisi için. Barış Manastırı anlamına geliyor kelime anlamı Fransızca’dan çevrildiğinde: “Abbaye de la Paix”. Ama köyün barındırdıkları sadece güzel manzaralı ve güzel görünüşlü bir manastır değil elbet. Köyün içerisinde ufak bir seyahate çıktığımda kış nedeniyle kapalı evlerin içinden kısık kısık çocuk sesleri geliyor. Bir küçük pencere açılıyor ve Antakya’lı Meryem’le iki yaşlarında evde tıkılmaktan asabı bozulmuş bir çocuk feryat figan yarı belleri dışarıda havayı kokluyorlar. Her yer o kadar ıssız ki, oğlan bağırdıkça içim ısınıyor. Babası işteymiş. Sanayide tamirciymiş Meryem’in oğlunun babası, adını unuttuğum, çocuk..

2016-01-16 22.57.29

2016-01-16 22.52.02

Meryem’in evinin az yukarısında Acı Limonlar’ın yazarı Lawrence Durrell’in evi var. Kışları kapalı olan bu ev yazın bir aylık bir süreliğine eşinin kardeşi tarafından açılıyormuş ve kitap satışı oluyormuş burada. Şimdiyse sokak köpekleri tarafından havlana havlana kovalanıyorum. Küfreden köpekten fenası yoktur emin olun. Ağız dolusu sövüyorlar bana.

2016-01-16 22.51.01

2016-01-18 02.01.40

2016-01-16 22.54.36

Haliyle bir köyde bulunduğumdan, o köyün bir de muhtarı var, o muhtarın da bir sekreteri. Emine isminde. Kiprıslı kendisi. Kiprıslı Kiprıslı konuşuyor. Durrell’in evini tarif ediyor. Değirmene gitmemi tavsiye ediyor. Kendisiyse yazları serinlemek için ailesiyle birlikte Antalya’da otele gidiyor.

Ne yapabilin, ne görebilin bu evrende söylesene Emine…

2016-01-16 22.45.52

 

2016-01-16 22.47.11

Tarihi Değirmen Cafe’nin içerisine giriyorum. Tevfik Ataç buranın işletmecisi. Yirmi iki yıl Girne Doom Otel’de çalışmış. Şimdiyse burada. Bana içerideki makineleri tek tek gezdiriyor. Çok hoş bir yer olmakla birlikte boş maalesef mevsimsel nedenlerden. Baharda ne tatlı şarap içilir burada. Seneler öncesinin, antikalaşmış, hantal iş makinelerini geziyoruz beraber. Bunlar un ve zeytinyağı üretiminde binbir zahmetle çalıştırılan makineler olmakla birlikte, oldukça da nostaljikler. İngilizler makinelerden birinin üzerindeki kendi eski markalarını görünce önce şaşırıp sonra seviniyorlarmış. Bu, bir gün Avrupa’da bir Anadol’la karşılaşmak gibi bir şey olsa gerek. Herkes milliyetçi, herkes atalarının, geçmişinin peşinde ve tarih bir şekilde çıkıyor karşımıza bir gün bir yerde bir vesileyle. Gelelim mekanın işletmecisine(ne tuhaf bir söz öbeğidir bu böyle). Tatlı dilli, sempatik, konuşkan bir adam var karşımda. Ben sormadan tatlı tatlı anlatıyor Tevfik Ataç. Vatandaş olduğundan Rum tarafına geçebiliyormuş. O taraf daha temiz diyorlar diyorum. Avrupa Birliği ve İngiliz Kibarlık Reçetesinden nasibini almış Rumlar bahsettiklerim. Burada esas olan kaynaşmaktan ziyade, vaziyeti idare etmeye odaklı. İnsanlar birbirlerini idare ediyorlar hiç olmayacağı kadar. Çünkü burada herkes gurbet. Trafikte Türkiye’ye kıyasla erkekler daha nazikler ama bazı adamlar ve onlardan gören, onlardan olma bazı oğullar var ki, eski kovboy filmlerinden özenerek tükürük hokkası sandıkları yerleri şenlendiriyorlar her fırsatta. Böyle de bir kültür/süzlük var maalesef. Okumak değil, kültür en önemlisi. Ama sokaklara tükürmek aşırı kültürden mi yoksa aşırı kültürsüzlükten mi geliyor, kimseler bilmiyor.

GİRNE KALESİ :

Girne Kalesi, içerisinde barındırdığı odalar, zindanlar, kuleler, Batık Gemi Müzesi ve beni en çok heyecanlandıran bölümler olduğundan Antik Akdeniz Mezar, Vrysi Neolitik Yeri ve Kırnı Mezarları canlandırmasıyla saatlerinizi harcayacağınız ve asla pişman olmayacağınız deneyimler sunuyor size, bize ve tüm ziyaretçilerine. Buna ek olarak müthiş de bir Girne Şehri ve Girne Limanı manzarası var vaatleri arasında. Kalenin yapılış amacı Arap akınlarına karşı kenti korumakmış. Ağırlıklı olarak Bizanslılar, Lüzinyanlar ve Venediklilerden izler taşıyor kale. Bu sayede Lüzinyanlar hakkında da bilgi sahibi oluyor insan ister istemez. Lüzinyanlar(1192-1489) Fransız asıllı bir hanedanmış ve Kudüs Kralı olan Guy de Lusignan, Aslan Yürekli Richard’dan kaleyi satın almış ve 300 yıl boyunca idare etmişler, ta ki Venediklilerin istilasıyla hanedanlık son bulana dek.

2016-01-18 01.50.13

Batık Gemi Müzesinde hem batık geminin kurumuş da ters dönmüş, zamanla uğradığı taarruzlarla da içi boşalmış ve eti kanı toprağa akmış ya da başka mideleri zengin etmiş dev bir hamamböceğine benzemiş halini, hem de batığı bulan araştırmacıların eşleriyle zafer sarhoşu olmuş, neşe içerisinde sofra başında oturmuş hallerinin fotoğraflarını görebilirsiniz. Ne gereği vardıysa! Demek istediğim bir batık gemi müzesinde bile yok yok. Eksik olan, geminin çürümüş kısmı, fazlalıksa Ada’nın ahengine, balığa, şaraba kendini kaptırmış Pennsylvania’lı araştırmacı ve balık adam fotoğrafları. Çok garipti çok! Aklımdan çıkmıyor o fotoğraf kareleri.

Kaderde yüzlerce yıllık maziye sahip bir kalenin içerisindeki müzenin duvarlarında solacak fotoğrafların mı kalacak senden geriye yoksa aynı kalenin zindanlarında çürümüş bir isim olarak mı kalacaksın hafızalarda boş yere… benim huzursuzluğum bundan, yıllardır bu böyle…

2016-01-18 02.10.05.jpg

Güzelyurt’un hemen üzerinde Akdeniz Köyünde bir dere yatağında ele geçen “Bodur Hippopotamus” lara ait çok sayıdaki fosilleşmiş kemik kalıntıları, bölge geçmişinin jeolojik dönemlere kadar dayandığına işaret etmektedir. Genç Tunç Dönemi’ne uzanan bir tarihi olan toprakların üzerindeyim yani. Bu yüzden en çok dönem insanlarının temsili canlandırılışlarını sevdim. Ateş yakan, ekmek yapan, avlanan ve aileleriyle beraber yaşayıp, iş dağılımından haberdar, kendi çaplarında toplumsallaşmış ilkel insanın(Vrysi Yerleşim Yeri) masmavi gökyüzünün altında, çimenlerin ortasında canlandırılmış haliyle gözümün önüne getirilmesi çok hoştu doğrusu.

2016-01-17 09.37.57

2016-01-18 02.11.48

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑