SHARP OBJECTS


F2FA9621-E125-4B9D-B806-964DD96AE5A1

SHARP OBJECTS :

-“Ben Persephone’yim: Yeraltı kraliçesi. Çok önemli bir herifle evlenmiş: Hades’le. Hades cehennemi yönetiyormuş ama ceza işlerinden Persephone sorumluymuş. Persephone için üzülüyorum, çünkü yaşayanların arasına dönse bile önceden bulunduğu yer yüzünden ondan hep korkmuşlar.” Amma

-“Prenseslerin cadıların elinden kurtarılmasının gerektiği kaç tane masal var?” Amma

-“Göze göz dersek herkes kör olur. Keşke ben de o kadar hoşgörülü olsaydım.” Boğulduktan sonra dişleri çekilen ve şimdi bir ölü olan on beş yaşındaki kızın annesinin cenaze esnasında kendisinden beklenen hoşgörüsüz konuşmasından

-“Sen beni seversen, kendi annem de beni sever sanmıştım. “ Adora

-“Lisedeyken neysek oyuz. O zamanlar çıtayı alçak tuttuğumdan, yükselmekten başka çarem yoktu.” 

GİRİŞ : 

“Three Billboards Outside Ebbing, Missouri”den beri izlemiş olduğum, hayatta en sevdiği insanlardan birinin kaybını engelleyememiş ve kabullenememiş taşaklı, özür dilerim dişli bir kadın karaktere yer veren sekiz bölümlük mini dizinin sonuna gelmişken, kontrolsüz soluğumla beraber siz değerli okuyucumun karşısına geçmiş bulunuyorum. Nefes kontrolümü gerçekleştirdikten sonra da, bir parça soğukkanlı olmak gayretiyle geçiyorum kristal küremin başına. Ben de bir cadıyımdır belki de, kim bilir! Her neyse film ve dizinin ortak özelliklerinden biri hem filmin, hem de dizinin Missouri’de geçiyor olması yani Amerika’nın Midwest olarak adlandırılan Ortabatı bölgesinde. Fakat ne filmin geçtiği yer olan Ebbing, ne de dizinin geçtiği yer olan Wind Gap gerçekte varlar. Kurgu isimlerle kurgusal olmayan gerçeklikte tasvir edilmiş bütün bu yerler, insanları ve coğrafyalarıyla. Güneyli nüfusun yaşadığı, geniş sokaklarının Amerikan bayraklarıyla bezeli olduğu, gençlerinin kurtulmak için can attığı, kurtulamayanların sıkıcı birer varlığa dönüştüğü, muhafazakar, sırcı, ırkçı, pasif agresif, statükocu insanların, hurafe ve boş inançlarla çevrili olarak yaratıldığı bir Wind Gap var karşımızda. Kasabada cinayete kurban gitmiş ilk genç kız olan Natalie’nin öz babası bile kızının tecavüze uğramış olmasındansa öldürülmesini yeğliyor. Katilin Wind Gap dışından kamyoncu ya da Meksikalı olduğu yönünde kanıtları olmasa da temennileri var. Wind Gap’in Missouri’nin dibinde, Tennessee’ye çok yakın olan Bootheel denen bölgede olduğu izah ediliyor. 2000 kişiye evsahipliği yapan topraklarda tek gerçek meslek domuz mezbahası işletmekken, aileden zenginler ve varoş takımın mevcudiyeti vurgulanıyor. Kadınların çalışma hayatında faal olmadığını dizi boyunca karşımıza çıkan meslek sahiplerinin hep erkek oluşundan anlıyoruz. Wind Gap’in tek kadın emekçisiyse Adora’nın ve ailenin yegane yardımcısı Gayla nitekim. O da iş hususunda bir zenci için iki alternatifin varlığından emin vaziyette domuz çiftliğinde çalışmaktansa, hizmetçiliği yeğliyor. Wind Gap’in dışına gidebilenlerse kurtulmuş olarak görülüyor. Bir nevi taşra sıkıntısı yaşanıyor çevrede. Eski amigo kızların partisine katılan Camille kocası dörtten fazla çocuk istemediği için mendil ıslatan kadınlarla çevriliyor bir anda. Hiç durmadan ahkam kesip dedikodu yapıyorlar. Kaldı ki yapacak daha iyi bir şeyleri de yok. Camille’in çocuksuzluğu Wind Gap sosyetesinin kadınlarını rahatsız ediyor. Ölen kızlar için o kadar da üzülemeyeceğini düşünüyorlar doğurmamış olduğu için. Aptallıklarına üzülemeyecek kadar egoları yüksek. İnsanı çileden çıkaran sınıfsız bir sınıftan gelmekteler. Özlerindeyse aileden zengin varoşlar.

807CC942-7894-4478-AC08-30AC71A20C7B

0C9E906B-F181-42D0-B3FF-B53EB347B117

Alkolik, hatta dipsomanik, kendini kesen ve bu uğurda bedenini tuval gibi kullanan bir kadın karakter nasıl bu kadar ta… pardon dişli olabilir ki’ye dönecek olursak eğer, tek bir sahnedeki tavrı yüzünden bu karara vardığımı belirteceğim ben de. Üstelik de lise çağlarında futbol maçı sonrası kendisiyle ormanda üst üste birlikte olan beş erkek çocuğundan biriyle yıllar sonra karşılaştığında verdiği cevap yüzünden diyeceğim göğsümü gere gere. Yazının sonunu beklemeniz gerekecek bunu öğrenmeniz için ya da diziyi izlemeniz gerekecek yavaştan. Cevap yazının sonunda olur mu, bilmem. Fakat her halükarda erkeklerin karşısında ezilip büzülmeden dimdik durabilen bir kadın karakter var başrolde. Şimdiye dek izlediğim en iyi Amy Adams vardı Camille Preaker rolünde. Islak gözlerinin gölgelediği, üzerine bir beden büyük gelen uzun kollu siyah blüzlerinin ve üniversiten beri giymez olduğu eteklerinin yerini almış skiny jeanlerinin içinde bile çok hoştu, bir o kadar da gizemli. Yürek burkan tarafını kendine acınmasını istemediğinden sergilemedi ulu orta. Missouri doğumlu ve aynı zamanda dizinin uyarlandığı kitabın yazarı olan Gillian Flynn’se rüştünü “Gone Girl”le ispatlamıştı zaten. Yakın bir tarihte Steve McQueen imzalı bir filmle çıkacak tekrar karşımıza: “Widows” ile. Benim de pek çok New York ve Los Angeles’ta geçen hikayelerdense Amerikan taşra hayatı daha çok ilgimi çeker oldu. Sanırım içimdeki taşraya dokunuyorlar istemeden. Çarıklı mı, iskarpinli mi diyecek olursanız eşek her yerde eşek. Fazla söze ne hacet!

F0F831C0-0233-46B9-A69E-8B8050AE926D

CAMILLE PREAKER :

Camille, Missouri eyaletinde yer alan Saint Louis’de yaşıyor. Mesleği gazetecilik, Chronicle’ın muhabirliğini yapıyor. En sevdiği renk siyah, en sevdiği şarkı “Ring of Fire”. Yakınlık kurmakta güçlük çekiyor, bir nevi “görülmekten” duyduğu hoşnutsuzluktan kaynaklı. Sivri diliyse zırhı. Sevilmek telaşında hiç değil. Derdini başkalarından değil, kendinden çıkarmak gayretinde. Bu yüzden kendini kesiyor acımasızca ve isimler, sıfatlar yazıyor tenine bazen iğne, bazen de herhangi bir kesici alet yardımı ile. Doğduğu kasabaya gönderilme nedeni ise biri kayıp, bir diğeri ölü olarak bulunan iki genç kızın bu ve öbür dünyadaki mevcudiyetleri. Onu hiç bırakmayan hayaletler ve yüzleşmekten kaçındığı tatsız gençliği yüzünden istemeye istemeye yola çıkıyor. Mola verdiği bir motel odasında kese kağıdından çıkardığı çoğu votkadan oluşan içki şişeleri, sigara paketleri, çikolata ve krakerleri görünce, anlıyoruz ki beden sağlığını da hiçe sayıyor. Yol boyunca, araba kullanırken, derin bir uyku çekmek, uçmak ama en çok da unutmak için içiyor hiç durmadan. Arabada sızıyor çoğu zaman. Kulaklıklarını taktığında bir başka boyuta geçiyor adeta. Tüm bunların altında yatan nedense kız kardeşinin ölümüne mani olamayışından ötürü duyduğu suçluluk ve hiç geçmeyen vicdan azabı. Bizler de sekiz bölüm boyunca bu sis perdesini aralıyoruz kahramanımızla birlikte. İkinci kızın cesedi bulunduğu andan itibarense bir seri katilin peşine düşüyor polis, Camille ve tüm kasaba halkı. Tek bir soru geliyor insanın aklına değişkenlik gösteren cinayet mahalleri karşılaştırıldığında; o da katilin neden cinayet işlediği yönünde. Popüler olmak için mi? Kızlardan nefret ettiği için mi? Katil bir erkek mi, kaldı ki bunda herkes hemfikir. Ve aslında sekiz bölüm boyunca o kadar ipucu var ki gözümüzün önünde, katilse hep burnumuzun dibinde ben buradayım diyor adeta ama…ama çok gözümüzün önünde işte, bizler de başka tarafa çeviriyoruz yüzümüzü, öyle gerekirmişçesine. Jean Marc Vallee’nin yarattığı atmosfer sayesinde son saniyeye kadar verilmemiş cevaplara soru uydurduğumuzu anlıyoruz, sükunetinde saklı bir gerilim var içten içe. İyi yönetmen, iyi kurgu yılanı deliğinden çıkartıyormuş izleyiciye fark ettirmeden.

CC5A4C6B-72BE-4652-85D4-8A5ABDFD2FC2

AMMA :

Camille’in anne bir, baba ayrı kız kardeşi. Amma onun bir zamanlar kaybettiği kız kardeşiyle aynı yaşlarda şimdi. Başına buyruk, bir parça sorumsuz, çocuksu bir fettanlığa sahip, patenci, hem güzel hem asi bir yeni yetme. Ablasına karşı bile gerektiğinde çok acımasız olabiliyor. Ve tüm bunların kendini güçsüz gören birinin güç gösterileri olduğunu çok sonradan anlıyoruz. Machiavelli ve mitolojik alıntılarıysa dehasının ve zekasının ispatı. Bu rolüyle parlayan ve yıldız ışığına sahip Eliza Scanlen’sa yabana atılır gibi değil. Farların ışığında ayağında patenleri, dünyaya meydan okuduğu sahnede son derece kışkırtıcıydı mesela. Öte yandan tüm iddiasızlığına rağmen kendisine aşık edecek bir adam bulan ablası Camille’e duyduğu kıskançlıktan ötürü herkesin ortasında ilk fırsatta ve her fırsatta sözlü olarak sataşmadan da edemeyen çömez bir ruhu var genç kızın. Beslediği derin hisleri gölgeleyen yeni yetmeliğine mani olamıyor annesinin küçük kızı. Dış görünüşündeki hoşluğun yanında, ruhundaki boşluğun nedenlerini yavaş yavaş çözüyoruz bölümler ilerledikçe.

3195B69D-8FA5-44D4-AD34-4060DE09D740

ADORA :

Kocadan ve kuvvetle muhtemel aileden zengin Adora, ilk kocasından bahsetmekten imtina ederken, ikinci eşi Alan’ı sırf suskun ve pasif olduğu için tercih ettiğini belli ediyor her fırsatta. Şerif’le olan yakınlığı karşısında bile edilecek tek sözü yüzleşmeye mahal vermeden söylemekle yetiniyor Alan. Adora’ya karşı da o karışımlara fazla kaptırma diyerek müdahale edebiliyor sadece. Adora ise doğanın akışına yardımcı olduğu yönünde mazeret bildiriyor. Wind Gap cemaat hayatının renkli simalarından Adora katıldığı cenaze törenlerinde tıpk bir havuz partisine gider gibi takma kirpikleri, stilettoları ve zarif bedenini saran bir şıklıkla boy gösteriyor her daim. Söz konusu kendi kızının cenaze töreni olduğunda bile-tıpkı yıllar önce olduğu gibi, acısının önüne geçen bir zarafet duygusuyla geliyor tören alanına. Kızlarının sivri dilinin nedeni ise anlaşılıyor kısa süre içinde. Camille de, Amma da annelerinin kızı. Camille aile bireylerine karşı mesafeliyken, yabancılara karşı kullanabileceği tüm okları çekip saplayıveriyor bir anda. Adora’nın yıkıcı etkisiyse aile bireylerine karşı. Kızlarına diş geçiriyor İlk hedefiyse yok etmeyi bir türlü başaramadığı kızı Camille oluyor her defasında. Camille’se Jean Seberg gibi asi görüntüsü, huzursuz ve isyankar tavırlarıyla annesine baş kaldırarak var olabilmiş. Annesinin ona hayır diyen küçük kızı olarak annesinden kabul görmediği gibi sevilmemiş de. Anne sevgisizliğinin verdiği mesafeyle yaklaşmış insanlara. Bu rol için Patricia Clarkson da çok doğru bir seçim olmuş bu arada.

Hep kadınlar başrolde, hiç mi erkek yok dizide dediğinizi duyar gibiyim. Varlar evet, ama çok da mühim değiller. Boşlukları dolduran roller yazılmış gibi görünüyor her birine. Biri sert polisi oynuyor, biri ne yaptığını bilmeden kasabayı müdafaa ediyor-kimi kimden koruyor belli değil, biri etliye sütlüye bulaşmıyor, biri okul tiyatrosunda dünyaya kendini affettirmeye çalışıyor adeta. Öyle olunca da gözlerin çevrildiği kadın karakterler her fırsatta birbirinin canına okuyor bir şekilde. Çünkü erkekler süklüm püklüm bir köşede şam babsı gibi bekleşiyorlar sadece. Zaten ne ediyorsa kızlar kızlara ediyor. Jean Marc Vallee’ye gelince Wild’dan beri arızalı kadın karakterlerin rüzgarına seyirciyi kaptırtmayı çok çok iyi beceriyor. Sanki nerede böyle bir proje varsa, hemen kendisine başvuruluyor adeta ve usta yönetmen böylelikle muhakkak her sene ödüle koşan bir dizinin başına getiriliyor. Big Little Lies’daki Nicole Kidman neyse, Sharp Objects’deki Amy Adams da o olacak ödül sezonu geldiğinde. Hem arızalı, hem yaralı karakterleri seven bünyeler mükemmelin olmadığını bilir de bilmezden gelirler. Umut işte. Ben normalim diyenden kaç uzaklaş bir an önce.

978FCB22-8EC0-451D-968A-A58B3E7958BC

MUNCHAUSEN BY PROXY :

Sinemada ilk mi değil mi bilemem ama  “Sixth Sense” den önce rastlamadığım bir vakaydı. Çocuğunu zehirleyen anne. Bir çeşit çocuk istismarı aslında. Bakmakla yükümlü olunan çocuğa verilen fiziksel hasar. Bir erişkin tarafından yapılıyor ve araştırmalara göre annelerde görülme olasılığı daha sık(hem sever hem zehirlerler). Münchausen Sendromu yetişkinlerde görülen bir tür ruhsal bozuklukken, kişi burada ilgi çekmek için kendisine zarar veriyor. Herkes emrine amade olsun diye yapay bir hastalık yaratıyor kendinde. Münchausen by proxy(MBPS)’deyse hastalandırdığı kişi bir başkası oluyor. Ona bakıp bunu da elaleme göstererek kendini kurtarıcı, hem vefakar hem de cefakar, örnek ve kahraman insan olarak göstermek eğilimi içine giriyorlar. Tüm enerjisini hasta çocuğuna harcayan bir anne toplum nezdinde daha çok itibar görüyor haliyle. Dünyada ve bizde de pek çok örneğine rastlanmış. Altı çocuk doğurup azar azar öldüren gözüyaşlı annelerle dolup taşmış meğerse tıp tarihi. Savcılara ve doktorlara sabırlar dilemek düşüyor sadece. Bu da bir hastalık sonuçta.

SONUÇ :

Sürç-i lisan ettiysek affola. Çok fazla spoiler vermeden genel hatlarıyla anlatmaya çalıştığım diziyi çok beğendim. Her bölüme uygun şarkı seçimleri, üçüncü bölüm sonundaki Adagio yorumu, bol bol Led Zeppelin, Dietro Casa, Les Parapluies De Cherbourg, Perry Como, Bob Dylan…Camille’in Alice’le rehabilitasyon merkezinde geçirdiği zamanda edindiği müzik dinleme alışkanlığı, kendini paramparça ettikten sonra sığındığı merkezde bile talihsizliğin peşini bırakmayışı ve asla da bırakmayacak olması, enteresan cinsel hayatı ve pek çok spoiler içeren detaydan ötürü yazımı burada bitirmek zorunda kalışıma aldanmayın, sırada Lean on Pete var çünkü yazmam gereken. Şimdilik hoşçakalınız.

300C1CBC-06B9-4482-99A6-2C9CED51507B

1E907D8C-5EF3-4FAB-A4C7-DBFCF004FC35

 

BIG LITTLE LIES

images-4

BIG LITTLE LIES :

“Kinlerimi severim. Evcil hayvanlarım gibidirler.” Madeline Martha Mackenzie

“Tutku ve öfkenin arasında bir çizgi vardır. Bazen bu çizgiyi geçiyoruz.” Perry

“Altı yıldır sadece sümüklü burunları silip oyun buluşmaları ayarlayıp iyi bir anne olmak için gereken şeyleri yapıyordum. Bugün kendimi canlı ve iyi hissettim. Bunu söylemekten utanç duyuyorum ama bir anne olmak benim için yeterli değil. Yakınından bile geçmiyor.” Celeste

“Yaşadığımız şeyler yüzünden birbirimize bağlandık. Ondan ayrılmak fikri eti yırtmak gibi.” Celeste

“Paran var diye bu şehir senin mi sanıyorsun kendine yetki vermiş zengin sürtük?” Joseph

“Mükemmel değilsin. Kulübe hoş geldin. Hepimiz batırdık.” Jane Mükemmeldeğil

Çekim aşamasındaki fotoğraflarını basında gördüğüm ilk anda mini bir dizi olduğunu kavrayamadığım, fakat sonra sonra ülkesinde ve Amerika başta olmak üzere birçok ülkede çok satanlar listesine giren Avustralyalı yazar Liane Moriarty’nin romanından uyarlama dizinin Amerika ile eşzamanlı olarak yayınlanan ilk bölümünü izledikten sonra büyük bir merakla bekler olduğum yedi bölümün nihayet sonuna ermiş bulunmaktayım. Bu projede yer alma şansını yakalayabilmiş tanınmış ya da bu diziden sonra tanınacak olan bütün oyuncular için büyük bir şans olduğunu da düşünmekteyim. Herkes üzerine düşeni layıkıyla yerine getirebilmiş. Dizinin yaratıcısı ve uyarlama senaryosunun yazarı David E. Kelly yapımcı olarak imza attığı birçok işin ardından akıllıca bir yatırım daha yapmış oluyor nazarımda. Wild’dan sonra beraber çalışma şansını tekrar yakalayan Jean-Marc Vallee ile Reese Witherspoon ve Laura Dern’ün arasına katılan Nicole Kidman ise uzun zamandır hiç bu kadar güzel, sade ve de cüretkar bir rolle çıkmamıştı karşımıza. Çocuk oyuncular ve diğer roller de uygun, uygun olmasına da, ne yapacağız bakalım bu enerjisi yüksek çılgın kadınlarla? Liane Moriarty’nin başarıyla gözlemlediği, başka türlü yazmasının mümkün olmadığı evli ve çocuklu kadınların dışarıdan nefes kesen, içeriden yürek burkan çeşit çeşit hayatlarının California’nın insanlarının birbirini nezaketleriyle dövdükleri, kimsenin kimseyi beğenmediği Monterey-Monerey okunuyor bir havayla- kentine uyarlanmış halinde, dizi karakterlerinin hayatlarına ev sahipliği yapan okyanus manzaralı evlerse başrolde. Zenginliğin tanımı yapılmış adeta evler, arabalar, mobilyalar, kıyafetler, aksesuarlar, yardım geceleri aracılığıyla. Bir HBO güzellemesi var karşımızda. HBO neylerse güzel eyler, zaten çaresi de yok başka onca rekabetin ortasında. İnsanın gözü gönlü açılıyor bu ihtişamın arasında. Bütün Amerika insanın gözünde bu şekilde canlanıyor ister istemez ama tüm Türkiye nasılsa, tüm Amerika’da öyle kanımca. Sebastiao Salgado’nun sözleri geliyor aklıma “Dünya ikiye bölünmüş durumda. Bir yanda her şeye sahip olanlar için özgürlük, diğer yanda hiçbir şeyi olmayanlar için tam bir mahrumiyet.” Sınırsız özgürlük lafının yerine sınırsız konfor ve rahatlık tabirlerini koymak gerekiyor aslında. Zira sınırsız özgürlük yok hiçbir canlı türü için doğada ya da şehirde. Nefes almayı saymazsanız eğer. Bu kadınlar da özgür değiller aslında. Şiddet görenler dışında mutluluklarının kaynağını bildikleri halde bunu yıkmak için çabalayanlar var aralarında. Bir tanesinin tek derdi sevilmemek mesela. Bunun karşılığında servetini sunacak ona kalsa. Çeşit çeşit kadınlar var tanıyacağımız dizi boyunca. Uzun zamandır yapmadığım bir şekilde karakterleri ele alarak yazacağım yazımı, özellikle de dizideki önem sıralarına göre.

1487163601218

MADELINE MARTHA MACKENZIE :

Dizinin ilk dakikaları etrafı bantlarla çevrilmiş olay yeri ve polis soruşturması ile başlıyor. Bir cinayet işlenmiş fakat maktülün kim olduğu sürpriz finale kadar gizemini koruyor. Ebeveynlerin katılmış olduğu okul bağış kampanyası esnasında işlenen cinayet çerçevesinde olay esnasında orada olmayan görgü tanıkları olan öğretmenler, okul müdürü ve diğer anne babalar sorguya çekilirken birikmiş öfkenin ve zengin velilere duyulan tepkinin boyutlarını görüyoruz okul çalışanlarının ifadesinde. Ortada iki taraf ve aynı zamanda lider ruhlu iki güçlü kadın karakterin rekabeti var olaylara damgasını vuran. İşte bu taraflardan ilki,  ufak tefek bir kadın olan Madeline’i tanımlayan hiç kapanmayan çenesinin boyutu ve yoğunluğu oluyor. İkinci kocası ve biri ilk eşinden olmak suretiyle aynı evi paylaştıkları kızlarıyla dahil olduğumuz hayatlarında yolunda gitmeyen şeyin kaynağının, potansiyelini hiçbir zaman tam manasıyla değerlendiremediği tek yönlü ev kadınlığından kaynaklandığını anlıyoruz yavaş yavaş. Ama bir kez hariç hiçbir zaman altta kaldığına da şahit olmuyoruz diğerlerinin karşısında. Jane’le tesadüfi karşılaşmalarının ardından bindiği arabasında, bir ev kadını olarak başka bir ev kadınıyla tanıştığıma sevindim diyor. Kariyerli kadınlarla zıttız derken tarafını belirlemiş oluyor, daha doğrusu bir taraf yaratmış oluyor kendi kendine.

Hiçbir şey üzerine çok şey söyleyebilme potansiyeline sahip, aktif konuşmacı, gerektiğinde edepsiz, halk tiyatrosunda gönüllü patron, büyüyünce büyük bir markayı yönetmek isteyen herkesin sorununu çözelim geninden gelme ilkokula başlayacak olan bir küçük kıza ve bekaretini ulvi bir amaç yani seks kölelerini protesto etmek uğruna internet üzerinden satışa çıkarmış on altı yaşında bir başka kız çocuğuna sahip, eski eşinin yeni eşini ara ara kıskanmaktan kendini alamayan, herkesin avukatı, “sadece bir köy yeter”in ateşli aleyhtarı, güce karşı takıntılı, ağzını bozmaktan çekinmeyen ve yine ağzına gelen her fırsatta enteresan küfür dağarcığını sergilemekten kaçınmayan, uysal ve evden çalışan bir kocaya sahip, facebook kullanan, Renata ve takımına karşılık Madeline ve takımının baş aktristi olan ve bu rolde çok çok iyi bir oyun vermiş Reese Witherspoon var karşımızda.

Öte yandan eski kocasının acısını tam manasıyla atlattığı da söylenemez. Bir amaç ve hayat çizgisi olarak gördüğü oyuna sıkı sıkıya sarılıyor. Aynı oyunun rejisini yapan yakışıklı Joseph’la bir yıl önce yaşadığı ateşli kaçamaklarından da vicdan azabı duyuyor. Aşk denen illet her daim insanlığın başını ağrıtıyor, Madeline’inkini ağrıttığı gibi. Bir bela, bir çeşit veba, bir hastalık bu! Kızı annesinin yeni evliliğinde tam olarak konumlanamadığından, üvey annesi Bonnie’yi seçiyor kendisine dert ortağı olarak. Hal böyle olunca da Madeline kurmuş olduğu annelik odaklı eksenin büyük kızının üvey annesiyle takılmasından ötürü dağıldığını, ve eski kocasının kazandığını düşünüyor. Bu ve benzeri düşünceler onu yiyip bitiriyor. Kendi kendine konuşuyor yolda bir hırs bir hırs yürürken. Bu haldeki bir kadını şeytanlaştırmaktan çok uzak bu anlar. Renata’nın aksine sempati besliyorsunuz ona ve evcil hayvanları gibi beslediği kinlerine. Neden her şeyi bir kavgaya dönüştürmek zorundasın diyor ona eski eşi. Madeline’inse en nihayet süngüsü düşüyor Joseph’ın hakaretleriyle tetiklenen pişmanlığı iyice artıp özgüvenini yitirdiği yardım gecesinde alkolü fazla kaçırınca. Renata’ya sarf ettiği sözler karşısında korku içindeki Celeste bile şaşkınlığa düşüyor. Jane biraz sarhoş diyor onun için. Günah çıkartıyor Madeline. Hayatta böyle bir şeye dönüşmek istemezdi belki o da ama şartlar ve olaylar insanları başkalaştırabiliyor kimi zaman.

downloadfile-4

images-1

CELESTE :

Oyunculuk ek olarak şöyle de bir şey olsa gerek: Televizyonda, en çok izlenen saatlerde, seni izleyen insanların gözleri önünde çırılçıplak kalabilmeyi göze alabilmek; hem de birden çok kez. İlkel toplumlarda normal karşılanabilecek bu durum milyonların önünde, hele de kıçını servis tabağı gibi gösteren geniş ekranlarda izleyiciyle buluştuğunda, bu sanatın bir parçası ve bedenim benim tuvalim, üstelik bu benim ekmek param gibi düşüncelere önyargıyla yaklaşan milyonlarca gözün karşısında durmak çok da kolay değil. Oyunculuk için bir tanım ve saygınlık akla getirebilecek kadar önemli bir rolü üstleniyor Nicole Kidman burada, Celeste rolüyle. Kocası tarafından fiziksel ve dolayısıyla duygusal şiddete maruz kalmış bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Toplum karşısındaki konumunu çok önemseyen kocası Perry ise, ikizlerinin görmemesi için elinden gelen tüm gayreti gösteriyor bu şiddet dolu anlarda. Sevgi dolu, saygılı, ilgili bir kocayı oynuyor ilk önce de olayların en yakın tanığı olan bakıcının önünde. Dışarıdan rüya çift ya da kusursuz ikili imajı çizerlerken, içeride sadist bir kocayla yaşama gayretine düşmüş, kırılgan bir kadın var aslında. Kendisinden bir hayli genç, yakışıklı ve bakımlı kocası tarihlerini bilmediğimiz bir zamandan itibaren her fırsatta canını yakıyor Celeste’in. Bütün o morluklar, çürükler fondötenlerle kapatılıyor özenle. Uzun kollu ya da boğazlı kazaklar giyiyor dışarıya çıkarken. En yakınları bile anlamıyor onun gizli yarasını. Kızgınlıkla başlayan biraz karışık seks olarak tanımlıyor Perry psikoloğa yaşadıklarını. Dizinin ikinci bölümde karı koca arasında yaşanan sahnede edilgen taraf olan Celeste’in yaşadıklarına maruz kalan bir kadının yapacağı şey en yakın karakola gidip bir manyakla yaşıyorum ve şikayetçiyim demek olacakken bir noktadan sonra alışkanlıktan belki de, olayı normalize ettiğine tanık oluyoruz. Tutku ve öfkenin arasındaki çizgiyi geçtiğini düşünen Perry sapkınlıkta zirve yapıyor aslında. Karısının güzelliğindeki kusursuzluk ve bir gün onu kaybetme korkusuyla yanıp tutuşuyor. Kendisine duyduğu sevgiden şüphe duyuyor. Onunla yetinmeyip, ona sığınmayacağından korkuyor. Karısının her şeyiyle sadece onun olmasını istiyor. Onun tek kocası, ikizlerinin yegane babası, evinin biricik süs objesi, üzerinde her tür manyaklığı deneyebileceği, hıncını alabileceği, yeri geldiğinde fırlatıp atabileceği, duvarlara çarpacağı, nefessiz bırakacağı etten kemikten olan oyuncağı. Ve en önemlisi kavga edip, delice ve öfkeyle seviştikten sonra karısına bu kirli sırlarını kendilerine saklamaktan başka çare bırakmaması. Bir de ağlıyor sonrasında pişmanlıktan bebekler gibi. Ve Perry gibi sosyopatlar(aslında manyak, hatta hasta-manyak daha doğru olacak, sosyopat kibar bir kelime ve konuşmalarımızda ona buna atfen kullandığımız manyak sıfatının en çok yakıştığı kimse de Perry bence) coğrafya, ülke, dil, din ayırdetmeksizin her yerde varlar.

Mesleğini, kariyerini, ailesini ve yaşadığı şehri uğruna bıraktığı kocası ona bunları yaşatırken, mesleğini icra etmek için yakaladığı ilk fırsat bir kaçamak kadar tatlı geliyor Celeste’e. Ne olursa olsun iyi bir anne olmak yetmiyor ona. Celeste başarılı bir avukatmış geride bıraktığı hayatında. Şimdiyse suistimale uğrayan ve bunu örtbas ve normalize etmek zorunda kalan çaresiz ve yalnız bir kadın. Bir yanıyla da çok güçlü, mağrur ve gururlu bir kadın. Psikoloğun karşısında sürekli savunma yapıyor. Kurban olduğunu kabul etmiyor. Şiddetin normal olduğunu kabul etmesi de bundan. Çünkü özsaygısı diğer insanların onu nasıl gördüğüyle şekilleniyor ve farkına varamasak da bu, insanlar için çok tehlikeli bir durum aslında. Bir ebevyn sorununa, zamanla da savaşa dönüşmüş zorbalık olayında zorbanın Ziggy değil de, Celeste’in ikizlerinden biri olan Max çıkınca şiddetin çocuğun DNA’sında olabileceği gerçeğiyle yüzleşiyor Celeste. Perry’i göz önüne aldığında, büyüdüğünde geçip geçmeyeceğini de bilemiyor tam olarak.

Son söz olarak Hours’tan ve Virginia Woolf’un ağırlığından sonra kocası tarafından şiddete maruz kalan Celeste rolünde Nicole Kidman kariyerinin son on yılında karşısına çıkmış fırsatın hakkını veriyor her şekilde.

tumblr_ojp0odlTi41rkkyz2o3_1280

images-2

JANE -orta isimsiz- CHAPMAN :

Oğlunun okula başladığı ilk gün tanıştığı Madeline sayesinde yeni tanıştığı lüks muhitte çevre edinebilen, Renata’nın onu dadı sanıp kendi Fransız dadısıyla tanıştırdığı, kendi halinde muhasebeci ve bekar bir anne olan Jane’in sakladığı büyük sırrını ilk paylaştığı isim yine Madeline oluyor. Zamanında yaşadığı bir gecelik ilişkisi tecavüze dönüşüyor ve bu birliktelikten Ziggy dünyaya geliyor. Monterey’e taşınma nedeni ise ailesinden uzaklaşarak hem yaşadığı travmayı atlatmak hem de tek başına ayakta kalabildiğini hem kendisine hem ailesine kanıtlamak. Bir de geçmişi unutmak. Fakat daha okulun ilk gününde oğlu Ziggy, Renata’nın kızına zorbalık yapmakla suçlandığından eski defterler açılıyor teker teker. Meselenin herhangi bir kızın boğazını sıkmak olmadığını, yanlış kızın boğazını sıkmak olduğunu görüyoruz ve kısa sürede kutuplarının belli olduğu ufak çapta bir savaş başlıyor taraflar ve taraftarları arasında. Belli bir hayatın hayali, oğlu için iyi bir okul ve gelecek için buraya gelen Jane bu anlamsız yarış gibi savaşın içinde buluyor kendini ve de oğlunu. Öte yandan ona tüm bunları yaşatan adamın bir yerlerde var olduğu, nefes aldığı fikriyle kendini ve oğlunu güvence altına alabilmek için evde silah bulunduruyor ve sık sık atış talimi yapıyor. Koşuyor hiç durmadan. Kadınlığını gizleyecek kıyafetler seçiyor. Özensiz giyiniyor da diyebiliriz. Madeline ve Celeste’in kusursuz giyimleri, kusursuz saçları ve kusursuz makyajları karşısında uzaydan yanlışlıkla Monterey’e düşmüş bir başka dünyalı gibi görüyor kendisini. Fakat başta vefalı Madeline ve onun uzun ve bilmiş kol ve kanatları sayesinde adapte olması çok zamanını almıyor yeni girdiği ortama. Öte yandan kabusu olan adamı asla unutmuyor, asla affetmiyor. Okulda verilen soy ağacı ödevinde baba kısmına ne diyeceğini bir türlü bilemiyor Jane. Çocuksa genlerine rağmen iyi kalpli bir çocuk ve yetimliğine rağmen olaylara iyimser yaklaşabiliyor.

Jane silahı elimde tutmanın bile duygusal travmayı yenmek için psikolojik destek sağladığını ve onu kendi yoğun ve ağır gelen duygularından kurtardığını düşünüyor. Böylelikle kendini güçlü hissediyor. Kimi zaman kendini Ziggy’nin babasının iyi bir adam olduğuna inandırmaya çalışıyor. Bunun altında oğlunun ruhsal durumuyla ilgili endişeleri yatıyor. Bir yandan da toplumun çocuğunu kurban etmesine karşı koymaya çalışıyor var gücüyle. Bekar bir anne olmak öyle kolay bir şey değil anlaşıldığı üzere, Amerika’da…Türkiye’de… Nereye gidersen git, bu böyle.

images-3

RENATA KLEIN :

En güzel okyanus manzaralı, en şahane iç dekorasyonlu ev denemeyecek kadar büyük bir malikaneye sahip, aynı zamanda CEO, finansal açıdan başarılı, buldog lakaplı, hırçın, evli ve bir kız annesi ama sevilmeyen Renata Klein rolünde ipincecik Laura Dern arz-ı endam ediyor. Madeline’in grubuna karşılık bir başına durabiliyor. Narin ve nazik kızının okulda uğradığı zorbalık karşısında tüm kesici organlarıyla etinden et koparmaya çalışıyor karşı tarafın. Saydığım kesici organlar arasında tırnak ve dil başrolde. Fakat mevzu dönüp dolaşıp kızına geldiğinde süngüsü düşüyor kolaylıkla. Madeline’le bile Madeline’e rağmen uzlaşmaya çalışıyor, vaatlerde bulunuyor ona kızının yaşgünü partisinde boynu bükülmesin diye. Reddedildiğindeyse telefonunu havuza fırlatıp atıyor. En büyük eserleri, kanları, zaafları, bir parçaları olan çocukları için anne babaların yapabilecekleri şeyler karşısında insan şaşkına dönüyor. Mevzu çocukları olunca birer atmacaya dönüşen annelerin koruma güdüleri inanılmaz. Renata ısırmaya hazır bir köpeğe dönüşüyor gözümüzün önünde. Kızı uğruna kocasını harcıyor gerektiğinde. Kısaca o da kolay lokma değil. Wild’da Reese Witherspoon’la bir anne kızı canlandıran ikili burada ezeli birer rakip olarak çıkıyorlar karşımıza. Vallee’nin yönettiği Wild’da bir roman uyarlamasıydı ve yine bir kadın yazarın aklından çıkan müthiş bir içsel yolculuğu anlatıyordu. Favorilerimdendir tüm iddiasızlığıyla. Aslında çok da iddialıdır kendi çapında.

downloadfile-2

downloadfile-3

BONNIE :

Madeline’in eski eşinin karısı ve bir kız çocuğu annesi, özgür ruhlu, bohem ve sevgi dolu, sportif, aynı zamanda esnek bir vücuda ve seksi bir duruşa sahip, erkeklerin bayıldığı bir melez olan Bonnie, dizinin sonunda kadın dayanışmasının kraliçesi oluveriyor tek bir hamlesiyle. İzleyin ve görün diyeceğim ama yaşanan kavga esnasında Perry’nin çektiği çile anlatılmaz yaşanır cinsten ve bir mikrop daha kalkıyor yeryüzünden. Feminist okumalara açık olduğunu tahmin ettiğim kitabından sonra, öyle de bir sonla bitiveren diziye bu beş kadının zaferi damgasını vuruyor aslında. Annelik, çocuklar gibi ortak noktalara sahip rekabet içindeki kadınlar arasındaki düşmanlık yerini kadın dayanışmasına bırakıyor son anda.

downloadfile-1

wenn_biglittlelies_premiere_lauradern_nicolekidman_reesewitherspoon_zoekravitz_shailenewoodley_020817_1800x1200_4

WILD/YABAN

image

“Lanet bir çölde yapayalnız yürümeye nasıl karar verdim acaba?” Cheryl Strayed

Film akarken yirminci dakikada iç ses olarak gelen sorusunun cevabına doğru başkarakterimiz Cheryl Strayed’in bazen ürkek, bazen öfkeli, kısmen kararsız ve şüpheci adımlarıyla ilerliyoruz beraber. Geçmişin ve geride bırakmak istediklerin sen istesen, paralansan da seni bırakmazlar ya bir türlü; bazen de tam tersi olur, o da şu ki; sen bırakmamakta direnir ve yalvarırsın yirmi yaş aklınla yukarıdaki Tanrı’ya sevdiğinin ömrü için. Tanrı ise bir parça gaddardır ve seni erken yaşta hayatta büyüyebilmen için en sevdiğini, gözdeni, hayatının anlamı ve aşkı olan kadını elinden alarak ödüllendirir ve bundan sonra yaşayacaklarına çanak tutmuş olur. Hayatta hep doğru kararlar vermen ve kurnaz olman gerektir. Hiç dağılmayacaksındır, hiç dağıtmayacaksındır. Ama sen hem dağılırsın, hem de dağıtırsın feci şekilde ve tüm bunlar seni insan yapar(benim gözümde). Darbe seni muhatap almayan ve dediğim dedik bir merciden geldiğinden hem hayatının anlamı toz olur bir anda kanser yüzünden, hem de sen kanıtlarını bir türlü çıplak gözle göremediğin bilinçsiz bir bilinçle kalıverirsin orta yerde. Tanrı senden hayat dolu anneni kırk beş yaşında omuriliğine koymuş olduğu hassas tümörü yayıp, yaygınlaştırarak elinden alıverir ve bu iş bu kadar kolaydır. Puf. Ölmeden retinasını ve belki de bütün organlarını bağışlamış hayat dolu, yaşamının anlamı olan kadın, bir beden olarak kalır hastane odasındaki yatağında. Puf ki ne puf. Acını bir türlü bastıramazsın. Annenin küllerini yiyerek, ondan bir parçayı hep içinde taşıyacağın umudunu taşırsın derinlerde bir yerde. Severek ayrılırsın kocandan yedi yıl sonra. Evlilikte sevmek başka şeydir, evlilik başka şeydir çünkü. Sen kedileri de seversin ama evlilik ve bir kedi sevmek çok farklı şeylerdir nihayetinde. Eroin kafası güzel ama geçicidir, değişik partnerlerle cinsel fantezilerini gerçekleştirir tatmin olmaya çalışırsın, böylelikle unuttuğunu sanırsın. Babasını sadece tahmin edebildiğin bir bebek filizlenmektedir karnında ve kürtaj olursun. Annenin yolundan gider, garsonluk yaparsın. Bu da seni tatmin etmez. Ama hayatındaki en doğru şeydir belki de kolaylıkla bırakabileceğin bir işe sahip olmak ve senin için biraz küçük bir iştir bu. Bin küsur kilometre yürümek için tıp kariyerini bırakamazdın belki de. Haydi bakalım yürümeye devam. İç sesin hiç bıkmadan ve hiç usanmadan konuşsun dursun seninle. Filmin en iyi şeyiydi tüm o iç seslerin. Bize içindeki Tanrı’yı gösterdin durdun ara ara. Neyse ki filmin sonunda huzur da geldi beraberinde. Tüm o yakınmaların, korkuların, çaresizliklerin, hep bir çıkış yolu araman, kendi kendine telkinlerin, kendi kendine yetmelerin bazen de yetememelerin, bir kadeh margarita özlemin, umutsuzluğa düştüğünde yürüyüşü bırakma olasılığına dair alıp vermelerin, temiz bir banyo, ılık bir duş, ihtiyacını dizlerini kırıp oturarak giderebileceğin bir tuvalet, yumuşak bir yatak, sıcak bir kap yemek gibi basit isteklerinin seni götürdüğü duraklarda hep beraberdik. Seni taciz etme olasılığına karşılık bir adamın evine gidip, tombul ama akıllı karısının yaptığı yemeği yedin büyük bir iştahla. Galiba işedin küvetlerine duş alırken ya da kanıyordun. Bize memelerini açtın banyo aynasının buğusunu sildikten sonra. Her yerin yara bere içindeydi. Defalarca aldatıldığını öğrendik evliliğinde. O kız sevgilin miydi anlamadık ama gerçek Cheryl Strayed’in  son derece cesur olduğunu görmüş ve anlamış olduk senaryosu Nick Hornby tarafından yazılıp, beyazperdeye uyarlanan otobiyografik özellikler taşıyan romanı gözönüne aldığımızda.  image

“Beni olduğum gibi kabul edebilir misin?” Joni Mitchell & Cheryl Strayed

En kolay şeydir önyargılarını bir kenara koymayı başarmış karşı taraf için. Ama ondan daha da zoru insanın kendini olduğu gibi kabul etmesidir ve bunun için de kendini sevmesi gerektir. Aksi takdirde bir bedene yapabileceklerinizi düşünün ve de bir ruhun çekebileceği azabı, huzursuzluğu, kırgınlığı, kırılganlığı, teselli arayışını, çaresizliğini, sessiz çığlığını, kendini doğru ifade edemeyişini.. Cheryl tüm bunları yürüyerek aşmaya çalıştı durdu. Annesinin ağzını burnunu dağıtan sarhoş babasını andı öfkeyle. Annesini alıp vermek istemeyen Tanrı’ya kızdı bir mucize yaratmadığı için. Yürüdükçe kafasının içi boşaldı sanki, küçük notlar bıraktı ardında. Tıpkı Gratel gibi. Kırıntıları oldu bu sözler serçeler misali insanların, ve yenilip yutuldular defalarca arkasından. Joni Mitchell’den bir söz, Emily Dickinson’dan, Flannery O’conner’dan birkaç satırdı bu kırıntılar. Geçmekte olduğunuz yollardan sizinkinin aynı olmasa da benzer bir güdüyle, benzer sıkıntılardan geçerek gelmiş insanların var olduğunu bilmenin teşvikiyle yol almanın insanı nasıl motive edeceğini tahmin edemezsiniz. Edersiniz belki de, kim bilir? Çünkü ben her birinizi tanımıyorum.

image

“Eğer ki benim için endişeleniyorsanız endişelenmeyin. İyi ve rahatlamış olacağım.” Emily Dickinson & Cheryl Strayed “Beklediğimiz şeye asla hazır değilizdir.” James Michener

Bir çok şeyi kendi başına yapmayı öğrendikçe kendine olan güvenini kazandı Cheryl. Yemeğini pişirmek için doğru malzemeyi alabilmiş olmak ve sayesinde gelen ilk sıcak lokmanın kıymeti, lanet bir kocaman kayayı cılız bacaklarıyla tek başına aşabilmenin getirdiği mutluluk, bulduğu pis bir kaynaktan damıtıp arındırarak ancak içebildiği suyun ilk yudumları ve kendi nahoş tecrübeme dayanarak söyleyeyim-ama iyi ki yaşamışım-çölün ortasında bir çadırın içinde yalnız başına kurt ulumalarını dinleyerek uyumak zorunda kalmak bir kadın onu da geçin bir adam için bile hiç öyle kolay bir şey değil. Ama hayatta bazı şeyleri sonuçları ne olacaksa olsun tek başına yaşamanız gerekir. Tek başınıza kilometreler almanız gerekir, hiç bilmediğiniz yerlere gecenin bir vakti ya da az uykuyla geçen bir gecenin sabahında ulaşmışsınızdır, huyunu suyunu hiç bilmediğiniz bir sürü adamın ortasında kalmışsınızdır, ne konuştuklarını bilmediğiniz, ne istediklerini anlamadığınız insanlardır bunlar. Herkes gülücükler saçar, sizse içinizde bir yerde, çok da derin olmayan bir yerde hüzünlü bir şeyler taşır durursunuz kendi kendinize. Bir kayıp yaşamışsınızdır. En sevdiğiniz, gözdeniz evden çıkıp gitmiş, bir daha da gelmemiştir geri. Yokluğuna alışırsınız ama asla unutmazsınız onu. Bir yerlerden eşyaları, her yerden fotoğrafları çıkar karşınıza. En mahrem anlarınıza tanık olduğu hissi yakanızı bırakmaz. Bir tilkide, yolunuza çıkıveren bir çocukta, bir şarkının bir sözünde, bir kitabın bir cümlesinde, ağaçların arasında, yağan yağmurun ve sonrasında beliriveren gökkuşağının altında, gökyüzünde, yeryüzünde, avuçlarınızın arasında, gülerken, ağlarken, komikken  hep ondan bir şeyler vardır tam olarak açıklayamadığınız ve bir şey onu hep size hatırlatır. Hayatta ezilir de ezilirsiniz. Sorunlar bitmez, sorunlar sorun olarak da kalmazlar. Başka bir şeye dönüşürler. Ters giden bir şeyler vardır. Tevekküle erinceye dek içinizdeki isyanı bastırmanız mümkün olmayacaktır. Namaz kılmayı hiç öğrenemeden belki de, dizlerinin üzerine çökmüş yakarmakta olan milyonlarca insan var şimdi, şu an bile. Hepimiz bir gün ve sonrasında defalarca çökeceğiz dizlerimizin üzerine. Bunu bize yaptırtacak olanın bir insan değil, Tanrı olması temennisiyle. İyilik kazansın yeryüzünde.

“Yeni bir çift pabuç alan normal ayakları olan bir çocuk bile dünyaya aşık olurdu.” Flannery O’Conner

image

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑