DÜNYANIN UZAK UCU : BİRİNCİ BÖLÜM, MEXICO CITY’e GİDİŞ

20181102_072231-01

DÜNYANIN UZAK UCU : BİRİNCİ BÖLÜM, MEXICO CITY’e GİDİŞ

GİRİŞ :

İçinden kaçmak, uzaklaşmak geliyor. Bu sebeple başka bir ülkeye, yeni insanlar görmeye, bir yerin yerlisini yerinde görmek üzere düşüyorsun yollara. Bir filmin rüzgarına kapılıyorsun bazen, bazen de bir kitabın vuruculuğuna. Kimi kaderinde varmış görmek diyor, eğer gidip görebilmişsen. Bizler mi yaratıyoruz kaderlerimizi, kaderlerimiz mi bizi biz yapıyor bilemeden de sürükleniyoruz çoğu zaman sert esen rüzgarların etkisiyle. Halide Edip Adıvar’ın Hindistan’a Dair’i, mutsuz bir çiftin hikayesinin anlatıldığı Rossellini’nin Journey to Italy’si, yine bir başka mutsuz çiftin hikayesinin içinden geçtiği bir Paul Bowles uyarlaması olan Esirgeyen Gökyüzü, yazarlarının, yönetmen ve senaristlerinin yaptığı ziyaretler esnasında yaptıkları gözlemler ve esinlenmeler olmasa olmayacaklardı muhakkak. Öte yandan hiç mi neşeli, mutlu çift yok seyahate çıkan? Kitaplar, filmler neden mutlu çiftleri tatile göndermiyorlar diye soracak olursanız, hayatından sıkılmış olmasan, arayış içinde olmasan neden yollara düşesin ki? Önemli olan ne aradığını, ne istediğini bilmekte. Tek kriteri bu olmalı insanın, hayatındaki anlam arayışında ne istediğini bilirsen hayat bir parça daha kolay atlatılıyor sanki. Arayışının bir noktada sonlanacağını içten içe biliyor oluyorsun en azından. Neden buraya geldiniz diye sorduğunuz pek çok insan size o kitap, bu belgesel, şu filmden etkilenerek meraktan buradayım cevabını verecektir. Merak geçerli bir neden olmakla beraber, çok da tatminkar olduğu söylenemez. Bana soracak olursanız ben bıkkınlıktan düştüm yollara. Gidebileceğim en uzak noktaya gidiyorum, çünkü hayatımdan, kendimden, etrafımdaki vazgeçilmez gibi görünen herkesten kaçasım var. Herkesten uzaklaşasım. Bıkkınlık en tatminkar cevap bence seyahate çıkmak için geçerli bir neden olarak. 

D91E0082-A666-46C0-9037-EF9CAAB98980

Gelelim o filme, şu filme derken, Babel filmini rehber ediniyorum kendime. Filmde anlatılan kelebek etkisinin ve hem de kendi evlilik krizlerinin ortasındaki çiftimizden Cate Blanchett’ın canlandırdığı Susan’ın turistik bir gezi esnasında vurulmasının bir evliliği nasıl kurtardığına tanıklık ettik Fas çöllerinde. Japonya’dan gelen ve Bedevi ailenin oğullarından birinin eline geçen silahtan çıkan merminin etkisiyle bir başka çölde-işe bakın burası Meksika, emanet çocuklarla kaybolan yetenekli Adriana Barraza’nın canlandırdığı Amelia’nın çilesiyle ilerledik aç susuz Meksika çöllerinde. En ağır bedeliyse Habil ve Kabil mitini canlandıran kardeşlerden Habil ödedi kuşkusuz. Bizler o öyle bu böyle derken, Mexico City doğumlu yazar ve senarist Guillermo Arriega’nın filmin yönetmeni bir başka Meksikalı ve Oscarlı yönetmen Inarritu ile beraber dehalarını konuşturuşlarına şahit olduk bir yandan, bir yandan da hayal gücünün dumanlı perdesinin ardından çıkıveren ve başrolde oynayan realizmle beraber bizlere 143 dakikalık görsel bir şölen sunan kalemlerin gücünü izledik. Kendi hikayelerimizin kahramanı olan bizlerse çıktığımız seyahatlerde Babil kulesinden arta kalan farklı lisanların günümüzdeki kurbanları olarak iletişim kurmaya çalışıyoruz birbirimizle. Hiç İspanyolca bilmediğim ve Meksikalılar da İspanyolca dışında bir dil bilmedikleri halde bir şekilde yolumu buldum bu koca şehirde. Rehberimin Babel filmi olacağı hiç aklıma gelmezdi bu anlamda. Ama oldu işte. Bir de kulağımda onun sesi Tanrı Türkçe biliyor diyen. Hiç yalnızlık çekmedim bu yüzden. Kendimi onca koşturmacanın içinde en çok dinlediğim seyahat bu oldu herhalde. Çünkü çoğu zaman içimdeki sesle konuştum, kimselerle diyalog kurmam mümkün olmadığı için. Kendim çaldım, kendim söyledim kısaca.

20181102_082748-01

20181102_080942-01

20181102_072525-01

GİDİŞ :

Önüme çıkan herkese söyledim. Gitmek istemiyorum. Herkese de teklif ettim. Biletim biletindir, yolum da yolun, kısaca “sen git”! Biri ben Almanya’ya gidiyorum dedi, diğeri güldü geçti. Seyahat kısmı bana kaldı kısaca. Kaderimle uzlaşmazsam, bana oynayacağı oyunları biliyorum. Benden daha acımasız olduğunu biliyorum çünkü. Sabaha doğru beş gibi kalkacak olan uçak için iki buçuk gibi havaalanında olmam gerekiyor, ağırdan alıyorum, çantamın fermuarı bozuluyor, her şey ters gidiyor. İşaretler beni delirtiyor. Alelacele çağırdığım taksinin şoförüne de sen git diyorum. Olur mu öyle şey, ne güzel git gez gel diyor. Tamam da istemiyorum. Canım istemiyor, kimselere anlatamıyorum. İsteksizlik korkunç bir şey imiş. Tek istediğim yok olmakken. Bunlar hep ama hep bıkkınlıktan.

Air France’la Paris üzerinden aktarmalı olarak uçacağım. Charles de Gaulle’de saatlerce sürecek bir bekleyişin ardından, yine uzuun saatler boyunca Meksika’ya gidiş sürecek. İlk kısım fena geçmiyor. Fakat havalimanında geçmeyen saatler yaşıyorum.  Saçma sapan şeyler yiyip içiyorum. Mağazaların dergi ve kitap reyonlarını geziyorum. National Geographie’de konu yine mültecilik. Venezuela’dan çıkmış daha iyi bir hayat için Güney’e yani Brezilya’ya doğru yola koyulmuş binlerce mülteci arasından bir aile ile yapılan röportajda yemek için yola çıktıklarını anlatıyor evin reisi. Fakat Brezilya’da da durum pek parlak değil. Hikayeler hangi kıta, hangi ülke, hangi komşular arasında olursa olsun o kadar benzer ki. Brezilya elbette ki bu davetsiz misafirlerden dolayı mutsuz ve isteksiz; biz müsait değiliz dese de, 2017’den beri 58000 Venezuela’lı akın akın gelerek yerleşmişler bile. Hamakta yatıyorlar, bir aile bir nefeslik bir çadırı paylaşıyor, gün boyu kahve satan bir kadın bir öğünlük yemeğini çıkartabiliyor ancak. Mecburi ya da değil, ben veya o, o diyar bu kıta hiç durmadan hareket halindeyiz. Umut daha iyi bir yaşam için. Amerika sınırına yürüyen Meksikalılar, Brezilya yolundaki Venezuelalılar, Türkiye’den Avrupa’ya her şeyi göze alarak deniz yoluyla geçmeye çalışan Suriyeliler, Afganlılar, İranlı ya da Kürt mülteciler. Hepsi benzer kaderleri yaşıyorlar. Herkes daha iyi bir hayatın peşinde, herkes ekmeğinin derdinde. Bunların arasında en güç olanını söyleyeyim, bir aile babasıysan ve yanında namusundan, boğazından sorumlu olduğun bir karın ve çocukların varsa ve onların yanında, onlara rağmen kötü muamele görüyorsan, işte o an insanlığın bittiği ana şahit olmuşsun demektir. Yıllar yıllar evvel Kars Sarıkamış’tan bindiğim otobüsteki Afgan adama karısının ve iki çocuğunun önünde anasının gözü bir muavin tarafından yapılan aşağılamayı hiç unutmadım. Karısının kolunu uzun süre tuttuğunda gıkını çıkartamamıştı zavallı adam. Dünya böyle aşağılık, böyle namussuz adamlarla dolu işte. Bir başka aşağılık adam da beni buluyor seyahatimde. Yanımda oturan Cezayirli olduğunu söyleyen ve hiç durmadan bana bakan, ne yiyip ne içtiğimi kontrol eden bir yağ tulumu. Ayakkabılarını çıkartıyor, okuduğum kitaba göz gezdirip hangi dilde olduğunu soruyor. Meksika’ya kadar beraber uçmak zorundayız ve kaçabileceğim bir başka boş koltuk yok. Hostese kolçağın içindeki televizyon ekranını çıkartamadığımı söylediğimde, üzerine vazifeymiş gibi göğsümü ezerek ekranı çıkartıyor. Sadece sarışın ve yaşça benden büyük hostesin yüzünü hatırlıyorum ana dair. Ben yaparım diye adama doğru müdahale ediyor can havliyle. İki kadın bakışıyoruz. Rezil olduğumu düşünüyorum. Bir de şahidim var artık. Bu adamı normal şartlarda öldürebilirim. Yüzüne yumruk atabilirim, birkaç dişini indirebilirim, dişlerini yutturtabilirim, onu boğabilirim ama sesssiz kalıyorum. Artık hiç konuşmuyorum, dönmüyorum da ondan tarafa doğru. Fakat hiç durmadan beni izliyor. Ekranda sorun yaşadığımda müdahale ediyor. Ekranı kapatıyorum, okuduğum kitabı kapatıyorum, kendimi kapatıyorum. Hiç durmadan of çekiyorum. O kadar sıkılıyorum ki, damarlarım yırtılacak sanıyorum. Kımıldayamıyorum. Bir anda yerimden fırlıyorum, hostes endişeyle bana bakıyor şimdi cıngar çıkacak diye. Arkaya geçiyor ve bir viski söylüyorum. Sek. Gelip aynı koltuğa oturuyor ve viskimi içiyorum. Cezayirli şaşkınlıkla beni izliyor. Sonra yine aniden yerimden fırlıyor ve bir viski daha alıyorum. Onu da Cezayirli’nin yanında içiyorum. Sonra sakinleşiyorum. Biraz. Sarsıldığımı hissediyorum. İki el kollarımdan tutuyor. Az evvelki hostes. Uyan, az kaldı diyor İngilizce. Benim için İngilizce konuşuyor. Sızmışım ve gelmişiz. Ağlamak istiyorum. Ama bir bebek gibi ağlamak için çok yaşlıyım. Yanımda iğrenç bir adamla seyahat ettiğimi hatırlıyorum ve mecburen ayılıyorum. Koltuk değiştirmeyi bile akıl edemediğime yanıyorum. Aşağıya inebilirdim. Uçak iki katlı çünkü. Pilot kabinine bile gidebilirdim. Kahretsin. Dilim tutulmuş, aklım durmuş, irademi kaybetmişim. Sağduyumu en çok. Ama adamı dövmedim. Bu da bir şey, Daha önce yaptığım oldu çünkü.

20181102_184117-01

SONUÇ :

Uçak sakince konuyor. Kemerlerimizi çözdüğümüzde ilk iş hostesi arıyor gözlerim. Artık gülebiliyorum. Duyguları gözlerinden okunan kadınla sessizce selamlaşıp, yanımdaki domuzun yanından uçarcasına ayrılıyorum. Bagajları beklerken görüyorum onu, bana bakıyor umutsuzca. Gözlerinde umutsuzluk olan bir pislikmiş yalnızca. Gözüme o kadar zavallı görünüyor ki. Ben seni normal şartlarda, kendi ülkemde olsam durmaz yumruklardım. İçimden yükselen tek his öfke ve şiddete şiddetle karşılık vermek. Şimdi anlıyorum. Bana ısrarla neden nereli olduğumu sorduğunu. Fransız olsaydım beni taciz edemezdi. Haddini bilmek zorunda hissederdi. Beni az gördü. Yalnız gördü. Diş geçirebileceğini düşündü kendince. 

Meksika akşamları soğuk bu arada ama ben sıcak hissediyorum. Hem viskiden, hem de bir pislik yüzünden. Sıla’yı gayet iyi anlayabiliyorum. Yediremezsin. Bazen. Her şeyi göze alırsın. Hepimiz bir şekilde, bir yerlerde tacize uğruyoruz. Bundan kaçmak için çarşafa girmemize gerek yok. Hayattan kaçamazsın. Ama susmayacağız da. 

Meksika’ya bu duygularla indikten sonra kapalı ve yağdı yağacak havanın etkisiyle iyice kapanıyorum. İnsanlar gözüme kötü görünüyorlar. Eve dönmek istiyorum ama o kadar uzağım ki. Hava o kadar karanlık ki. Odaya gidip duş alıp uyumaya çalışıyorum. Başaramıyorum çünkü jet lag olmuşum. Bir de Cezayirli fobim var artık.

Hiç mi güzel bir şey yaşamadın, mülteci krizi, üçüncü dünya ülkesinden bir vatandaşın tacizi, bunlar biraz ağır olmadı mı diye soracak olursanız, evet yaşadım. Bir tanesi ben Paris havaalanında uçağımı beklerken yan masama gelen bir vejetaryen erkeğin tabağındaki yemeklere olan minnetini gösterişindeki zerafete tanıklık etmemdi. Ellerini birleştirerek şükretti nazikçe. İkincisi havaalanında gezdiğim sergiydi. Üçüncüsüyse bizde henüz hiçbir kitabı yayınlanmamış Amelie Nothomb’ın son kitabının arka kapağında yazan sözün harikalığıyla çarpılmam oldu: “ La personne qui aime est toujours la plus forte.” Google translate s’il vous plait!

20181102_073417-01

NEVŞEHİR VE HACIBEKTAŞ

20150227_110643

Bu şehre kaçıncı kez geldiğimi saymayı bırakmış olduğumdan sizlere net bir rakam vermem mümkün olmamakla birlikte ne zaman kafam atsa, başım sıkışsa ve bir şeylerin akmaz olduğunu görsem soluğu burada alıyor ve aynı soluğu bu şehre bırakıyorum gerisin geri. Nefesim nefeslere karışıyor, adımlarımız birbirine. Kah kuzeye açılıyorum, Hacıbektaş’a Gülşehir’den geçerek, kah merkezinde dolaşıyorum şaşkın şaşkın bir başına sendeleyerek. Kaçıncı sefer Göreme, Uçhisar.. Suskunluğun adı oluyor kışları buralar. Uçsuz bucaksız vadiye bakıyorum kuşbakışı. Yüzler görüyorum samimi ama dilleri suskun. Can sıkıntısı çöküyor insanların üzerine kışın, hele de geceleri.

20150227_105017

20150227_113031

20150227_112713

Nevşehir merkez, bildiğin bildiğim aynı merkez. Her geçen gün biraz daha tutucu ve sıkıcı. O kadar. Akşam oldu mu erkekler basıyor sanki caddeleri. Kadınlar kaçarcasına yeni sahiplerine bırakıyorlar aynı caddeleri, sokakları. Seçimler yaklaşmış olduğundan korkunç komik reklam kampanyalarının bir parçası olan afişler kaplamış duvarları, durakları. Soyadları güven vermekten fersah fersah uzakta, samimi görünmeye ve gösterilmeye çalışılan pozlar vermişler stüdyolarda. Olası Meclis-i Mebusan üyelerinin fotoğraflarına bakıyorum da, bir düşüncedir alıyor her seçimden önce olduğu gibi: Bu adayların benzeri adamlar sürüsü mü verecek benim ve geleceğimin ve bir ulusun kaderini belirleyecek olan kararları? Çok yazık olmayacak mı bize? Yazık değil mi her birimize? Yoksa mübah mı tüm bunlar hepimize? Gelmeden görmek mümkün değil o günleri. Geçmeden yollardan, almadan kilometreler ilerleyemiyor insan ileriye. Ama hani en iyi manzara geride bıraktığımızdı? Hani görecek güzel günler vardı? Taşlar devriliyor, kaleler yıkılıyor birer birer sadece. İyiler göçüyor. Değersizlik kaplıyor dört bir yanı. Yaşamak uzun ve yorucu. Bazıları içinse kısa ve yetersiz. Kuşku götürmeyecek kadar güzel anlar çok kısa. Ne yapmak gerek acaba ahh bundan sonra?

20150226_181647

20150226_182135

20150227_142443

20150227_144744

image

20150226_181111

image

Hacıbektaş dolmuşuna biniyorum. Yanımda oturan kadına yöresel bir lezzetle ilgili bir şey sormak geliyor içimden. Ama öncesinde “Buralı mısın?” diyorum. “Hayır, ben Hacıbektaşlıyım” diyor. Kendini Nevşehirliden saymıyor. Söylüyor da zaten. Bana beni sormuyor zaten. Sorsa bile keşif amaçlı geldim diyeceğim. Artık neyi keşfedeceksem bir mucit bile değilken. Gülşehir’den geçerken gördüğüm turist kafileleri beni güldürüyor. Bembeyaz saçları, kıpkırmızı yanaklarıyla salaş dükkanların birinden çıkıp, diğerine giriyorlar harala gürele, arkalarında kafile. Çıkan yerini yenisine bırakıyor. Fotoğraflama sırası onlarda. Zavallı üçüncü dünya ülkem, zavallı Gülşehir esnafı. Esnaf dükkanlarda oturmuş bekliyor kaderini kuzu kuzu, bir Alman gelse ve çekse beni diye. Bir gün ölüp gidiyorsun ama bir bakmışsın bir ay sonra ya da on yıl sonra Bild’in kapağındasın. National Geographie’nin ödüllü fotoğrafının baş aktörüsün en savunmasız anında. Kim bilir?

Kayıtlı on beş taksinin bulunduğu bir ilçe Hacıbektaş. Herkes akraba, komşu, tanıdık, hatırları ve gönülleri mühürlü birbirlerinde. Dolayısıyla bir aciliyet olduğunda hastane, ölüm, vs. gibi taksilere düşmüyor işleri. On dakikadan önce bir taksi gelmek bilmiyor çünkü hepsi ebedi bir siesta halinde, kışın bile. Dönüşte minibüs beklerken on beş taksileri olduğunu söylüyorum ilçelerinde. Gülüşüyorlar kendi aralarında çokmuş diye.

Taş taş üstüne konmayan, hiç değişmeyen; dolayısıyla da hiç bozulmayan bir ilçe Hacıbektaş. Ne olursan ol gel dememiş olduğundan belki de veli, tüm hoşgörüsü, kızları okutunuz fetvası(bu bile yeter tüyleri diken diken etmek için kaldı ki o dönemler için) ve tevazusuyla ancak belirli dönemlerde turist çekiyor burası. Önemli mi diyecek olursanız, benim için hava hoş olsa da, esnaf aynı şeyleri söylemiyor, ötelenmekten ve dışlanmaktan yorgun halk ta. İlk geldiğimde tek bir fabrikaları vardı açık olan. Halkı için istihdam kaynağıydı. Sonraki bir gelişimde ise kapanmıştı ve kaçmıştı sahibi. İşçilerse mağdur ve işsiz. Şimdiyse yine bir tane fabrikaları var açık olan o da tekstil üzerine. Geleceğinin ve dolayısıyla akibetlerinin ne olacağını bilemediklerinden şüpheli şüpheli konuşuyorlar. Tuhaf bir belirsizlik ve güvensizlikleri var her şeye karşı. Bu şaşkınlıkları hafızalarına sirayet ettiğinden her seferinde benimle konuşan aynı simalar kesinlikle beni hatırlamıyorlar bir sonraki seferde. Bende her sene farklı renklere boyattığım saçlarımla gelmiyorum ki buraya. Beraber oturup konuşup laflıyoruz, sırasıyla neredenim, kimlerdenim diye ve hep aynı şeyleri söylüyorum ama nafile çabam beni ertesi sene aynı cümleleri kurmaya itiyor burada ve unutuluyorum tekrar tekrar. Alıştım bu duruma ve özerkliğimi koruyorum balık hafızaları sayesinde aslında, iki gün üst üste gelsem de.

En aktif caddelerinde bir öğretmenevleri var. Kulak kabartıyorum gündem mevzularına. Hepsinin kendi hastalıklarının yanında bir de evde besledikleri bir hastaları var ve Kırşehir’deki hastanede hiçbir şey olmadığını söylüyorlar. Bakımı meşakkat isteyen  hastası olanlar ufukta görünen zorunlu göçleri ve büyükşehirdeki büyük odalı büyük hastanelerdeki çekecekleri çileleri ve horlanmayı tahmin ettiklerinden kara tasalara düşüyorlar. Dinleyen anlatana sabırlar dileyip duruyor habire. Sonra anlatma sırası dinlemiş olana geçiyor. Sabırlar dilemekte öteki tarafa. Nüfus yaşlanmış sanki ve yenilenmemiş hiç burada. Dolayısıyla ilerleyen yıllarla beraber konu hep sağlık ya da sızlık. Genç bir erkek öğretmenin sözü kesilmiş meslektaşıyla. Türkçeci mi diyor bir tanesi. Edebiyat diyor genç sözlü. İkisini aynı bilirdim ben. Ağzı kulaklarında olup, şikayet etmeyen tek o var halden ve halinden. Az sonra yukarıya çıkıp bir el okey çevirecekler. Burada hayat böyle geçiyor. Kendi içinde yavaş işleyen bir dinamiği var ve bu yavaşlık çarkın içindekileri rahatsız etmiyor. Memurlar huzuru bulmuş, gençlerin izdivacı şehre göre nispeten kolay. Herkes kim nereden, hangi köyden biliyor. El değiştiren paranın miktarı da, geldiği yerde, aşağı yukarı sınırları da belli. Turistten esnaf nasipleniyor. Öğrenci ve memurlardan da minibüsçüler ve kirada evi olan evsahipleri. Yanlışlıkla bir olay olsa halkın silkinip harekete geçmesi bir parça güç sanki. Olay istemiyorlar zaten. Çıt çıksın, karınca kımıldasın istemiyorlar. Herhengi bir aşırılık karşısında ne yapacakları belirsiz. Muhtemelen aynı havayı solumaktan kaçarak başlayacaklardır edimlerine. Hükümet adına çalışan gizli servis elemanlarının varolduğu korkusuyla temkinli hep konuşmaları. Trafik yok, araba az, fabrika tek, marketleri ve raflarında satılan ürünleri sınırlı, hayatı sınırlı, olanakları sınırlı, gelen turisti sınırlı, geliri dolayısıyla gideri sınırlı bir avuç insan Hacıbektaşlılar.

20150226_134342

Hiç susturamadığım değil, hiç susmayan iç sesime rağmen bir çilehanede, on bilemedin on beş metrekare bir odanın içinde kırk gün kırk gece kalmakla baş edip edemeyeceğimden emin olamadığımdan ürküyorum her seferinde bu fikirden. Gelmişken görmediğine yanmak var ya hani! Hiç denememiş olmaktansa, bir kez olsun denemek var sonuç hüsran olsa da. Dışarıda bir hayat akarken, bu kırk günün sonunda sevdiklerinin kaybı da var, sonunda aydınlanma da. Görüyorsunuz ikircikli ve geveze bir iç ses bendeki. Sus dedim susmadı. Öldürdüm bende bir gün onu kendimce. Bir baktım hortlayıvermiş bir gün aniden bir yerde kendiliğinden, çaresizce.

20150226_163800

20150226_142443

20150226_142452

20150226_155529
20150226_161337

20150226_160342

20150226_161735
Bir piknikten doğaya kalan bir tek 39 numara, sol teyze terliği
20150226_155444
Kurusa bile insanoğlunun ihtiraslarına direnen artık ne olduğu anlaşılamayan ağaç kökü(sanırım)

Park ve mesire yerinin olduğu yukarıdaki Çilehane’ye gidiyorum. Günün ilk, tek ve son bir liralık biletinin bana kesilmiş olduğunu öğreniyorum. Park ve devamındaki ormanlık alanda bir başmayım. Yerler çamurlu ve karlar tam anlamıyla erimediğinden yollar sıkıntılı. Daha fazla ilerlememek mantıksız geliyor. Ormana girmemeye karar veriyorum. O esnada orta yaşlarında bir kadının ormanlık taraftan bana doğru geldiğini görüyorum. Kayseri’den geldiğini söylüyor. Adağını kesip dağıtmış burada. Şimdi adını hatırlamadığım bir köyünden çıkmış gelmiş buralara. Bana geldiği yönü gösteriyor. Oraya gitsene diyor. Ne var ki diyorum bende. Bir sürü şey sayıyor. Yarım kulak dinliyorum. Dilek ağaçları, bel ağrısına iyi gelen kaya, vs. Kuzu kuzu sözünü dinlerken buluyorum kendimi ve on beş saniye önceki gitmeyeceğim fikrimi tepetaklak edip ormana doğru yürüyorum. Çamurlara bata çıka yürüyorum. Yüzlerce delik var yürüdüğüm yollarda. Sanki bir hayvan sürüsü istila etmiş toprağın yüzeyi. Delikler açmışlar yüzler, binlerce. Bir kemirgen kendine yol açmış, sonra bir daha bir daha.. Onu başkaları takip etmiş, sonra bir daha bir daha. Hallaç pamuğuna çevirmişler toprağı. Tedbiri elden bırakmamak için aşırı bir dikkat gösterdiğimden olsa gerek, yorulup duruyorum nihayet. Neden burada olduğumu soruyorum kendi kendime. Bozkıra doğru bakıyorum. Buradayım çünkü şu an burada olmak belki benim kaderim. Çünkü olmam gereken yer burası. Çünkü buradan başka olunacak daha iyi bir yer yok benim için. Çünkü manzara nefes kesici, bakir bir bozkır var önümde ve hiç korkmadan yürüyebiliyorum burada. Hiçbir tehdit unsuru yok. İnsan yok en başta çevremde. Sadece beraberimde taşıdıklarım var kalbimde. Gülümsüyorum. Gülümsemem mutluluk getiriyor. Kuşlar şakıyor sessizliği yırtarak. Sebepsiz mutluyum hayatımda ilk defa.

20150226_160941

Bir kavis çizip, büyük kayanın etrafından dolaşıyorum. Sebepsiz mutluluğun getirdiği rahatlıkla uçarak dönüyorum geri. Bana bu yola girmem gerektiğini söyleyen, Kayserinin adını hatırlayamadığım köyünden gelen kadını bir daha görmüyorum. Sebepsiz teşekkür etmekti niyetim ama neyse. Çıkışa geldiğimde bilet kesen görevliyle beraber yürüyoruz. O evine gidiyor. Beni garipsiyor önce bu mevsimde burada ne işim var diye. Taksinin gelip gelmeyeceğini soruyor. Yürümenin iyi geldiğini söylüyorum. Beraber yürüyoruz. Ayrılırken kırk kere bana yolu tarif ediyor. Bense hiç korkmuyorum ki. Topraktaki deliklerin sahiplerini soruyorum ona. “Fareler” diyor. Bu sene çok fare varmış. Yağış azmış ve yüzeye çıkmışlar. Geçen sene çok muydu ki saki? Hiç bilmiyorum, hiç anlamıyorum doğanın, toprağın dilinden. Sadece gözüme güzel görünüyor endamıyla, ağzıma tat oluyor, kursağıma lokma giriyor sayesinde. Tabiatın dilinden hiç anlamamışım yazık ki. Benden çiftçi olmamış iyi ki.

Bunca yıldır buraya gelişim bitsin artık diyorum. Zaten her sene aynı Hacıbektaş. Her sene bir dolu şikayet dinleyip ayrılıyorum buradan. İlk defa bu sene türbe ziyaretine para ödemiyorum çünkü kalkmış. Kışın Cumhurbaşkanı gelmiş ve ücretsiz giriş için talimat vermiş. Böylelikle üç beş kuruşluk gelirde(olsun olsun giriş üç bilemedin beş lira olsun) püf desin uçsun… Bir, tek ve son püf ise benden çıksın, tüm dünyaya savrulsun.

20150226_133827

20150226_143039

20150226_161529

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑