COLD WAR : SOĞUK SAVAŞ : ZIMNA WOJNA

A1D6C492-77E7-4072-B58B-C95B4DE0BC44

COLD WAR : SOĞUK SAVAŞ : ZIMNA WOJNA

“Aşk aşktır. “ Wiktor

“Daima ve her yerde seninle olacağım. Dünyanın sonuna kadar.” Zula

“Aşık olduğunda zaman önemli değildir.” Juliette

“Seni seviyorum ama şimdi kusmam gerekecek.” Zula

“Seni tüm gücümle seveceğim.” Zula

GİRİŞ :

Benzer temalar barındıran, aynı minvalde ilerleyen bir başka romantik film daha izlemiştik bu sene. Öyle ki her iki film de romantik, müzik ve dram türleri altında kategorize edilmişti IMDB’de. Karşılaştırmaları sevmesem de(aslında sevmem derim ama ruhumun ayazda kalmış basit yanı çok sever), A Star is Born’la mukayese edildiğinde Soğuk Savaş’ın nerede durması gerektiğinden bahsedeceğim sadece. Yakışıklı oyuncudan yönetmen de oluyormuş bak Bradley’e, ne söyledi ama Gaga, In The Shallow’u başa sar sar dinle, yetmezse satır satır ezberle ki karaoke’de eşlik edesin, ee ses var hatunda, oyna demişler oynamış, söyle demişler söylemiş, bir adam var seni adam etti, tımar etti, vefanı göster, arkasını topla, bunalımlarını çek, kendini geri çek, alkolünü, kokainini eksik etme, eli daha çok ekmek tutan sensin bundan böyle, ödül törenine zil zurna çıkıp şakır şakır altına ettiğinde bile tolere et seviyorsun çünkü, muhtemelen ailesinden birileri ağır bir Kızılderili büyüsü yaptı, biricik aşkın kompleksle karışık gururdan intihar ettiğinde ise yık ortalığı, bir şarkı patlat sahnelerde namı yürüsün biricik kovboyunun, falan filan. Sonunda da film bitsin nihayet. Böylesi bir cefa da iki saat on altı dakika sürsün. Elin Polonyalısı seksen sekiz dakikada tertemiz karelerle, tablo gibi sahnelerle-siyah beyaz hem de, işini gücünü bitirebilmişken, neden bu kadar uzuyor da uzuyor bir film? İnsan kendini bu kadar ciddiye almalı mıdır? Yeryüzüne gönderilmiş tek baygın aşkın onlarınki olduğunu mu sanıyordu yapımcıları, üstelik bu bir yeniden yapımken? Sorun da burada başlıyor zaten. Kris Kristofferson ve Barbra Streisand ilk filmde yeterince iç baymışken, ilk otuz dakikası dışında bir cazibesi kalmayan filmi benzer uzunlukta çekmenin manası neydi? Streisand The Way We Were’ün Katie’si ve de Yentl’di en çok. Bir yıldız olarak doğmasa da olurdu burun vurgusuyla. Aynı şekilde Lady Gaga da. 

1FE4ED3C-E4A4-4DAC-BAB9-49DC0DB89914

Soğuk Savaş’ı izlerkense hem isminden, hem de uzun bir zaman dilimine yayılan aşkın benzerliğinden Pınar Kür’ün Bitmeyen Aşk’ı geldi ilk önce aklıma, sonra da en sevdiğim kitaptır Boris Vian’ın sürreal öğelerle çok az günde tamamladığı naif aşk hikayesi Günlerin Köpüğü ve de biraz vahşi kaçsa da Betty Blue ve atmosfer itibariyle de Godard’ın Serseri Aşıklar’ı. Üstelik tüm bunlar Ingmar Bergman estetiğiyle, siyah beyaz çerçevelerin asaletiyle çıktılar karşıma. Ben sadece beğendim oturduğum yerden. Alfonso Cuaron’un Roma’sından sonra olmak kaydıyla şimdilik bu senenin ikinci favori filmi Cold War’dur benim için. Yönetmen Pawel Pawlikowski’nin Oscar ödüllü filmi Ida’yı da beğenmiştim pek çok nedenden ötürü. Çünkü yönetmen yarattığı evrenin orta yerine yerleştirdiği karakterlerin içlerine çektikleri her nefesi hissetmenizi istiyor. Bu konuda da son derece iddialı. Ida yaşayacağını yaşamış, göreceğini görmüştü ve de vazgeçmek zorunda olduklarının çok da vazgeçilmeyecek olmadığını da. Soğuk Savaş’ta da karakterlerimiz yaşadılar, yozlaştılar, başka duraklarda dinlendiler ve de gördüler ki birbirlerininkinden daha uygun bir kalp bulamayacaklar ve bu noktaya gelene kadar yaşadıklarını paylaşabilecekleri ortak bir akıl ve hafızanın bulunamayacağını da. O dönem bu dönem, sıcak ya da soğuk-savaş dahilinde, savaşta ve barışta kadın erkek ilişkilerinde değişen bir şey olmadığını da bir kez daha gördük. Bir adam seni beğeniyor, sen de ona karşılık veriyorsun, tanıdıkça daha çok seviyorsun, o zaman işte bu diyorsun, sonra bir arada yaşamaya çalışıyorsun ki bu kısım her zaman kolay olamıyor, onun çevresi, senin çevren derken kalın duvarlar örülüyor etrafına ve sen öte taraftaki güzellikleri göremez oluyorsun, yavaş yavaş bıkıyorsun ve sıkıştığını anlıyorsun. Bir bakıyorsun fare gibi kapana kısılmışsın, fırsat bulursan başka kapanlara kaçıyorsun. O kapanlardan da sıkılıyorsun çünkü onları o kadar az tanıyorsun ki, bir şeyler hep eksik kalıyor. Bu film eksiklikleri, başarısızlk korkusunu ve aşkın evrelerini anlatıyor. Böylesi bir filme de seksen küsur dakikanın sonundaki gibi bir son yakışıyor en çok. Bazen bırakmalısındır tadında.

Duyguları izleyiciye geçirmek hadisesinin açıklamasına gelirsek eğer filmde yer alan birkaç sahne var ki, ünlü görüntü yönetmeni Ed Lachman’ın düşüncelerinin birer izdüşümü oluyorlar adeta. Diyor ki Lachman: “Edebiyat karakterin iç dünyasına girebilir ama dış dünyayı canlandırması çok daha zordur -yazarlar bir mekanı anlatmak için paragraflar ve sayfalar harcarlar. Filmde ise tek bir planla dış dünyayı gösterebilirsiniz, ama kamerayla bir karakterin iç dünyasına girmek çok  daha zordur. Yönetmenlerle hep bunu keşfetmeye çalışırım; karakterlerin ve duyguların iç dünyasına nasıl girersiniz? Görüntüler, karakterleriniz ve hikayeniz için duygusal bir manzara yaratan şeyi açığa çıkarmak için kullanılan metaforlardır.” O sahne/lerden yeri gelirse eğer bahsedeceğim. Öte yandan bir şey daha var ki ekleyeceğim, beğeniler kişiseldir. Yaşanmışlıklar etkili olabilir çoğu zaman, cinsiyet bile fark ettirebilir. Malum biz kadınlar daha duygusal yaratıklarız, kimi zaman da işler yolunda gitmediğinde kolaylıkla vahşileşebiliriz de. Nesilleri aktaran da bizleriz ufak bir dokunuşla. Dolayısıyla bu filmi beğenmemde, diğer filmi beğenmememde aklınıza gelmeyecek ve ben olmadığınız için bilemeyeceğiniz pek çok dürtüyü, duyguyu da içimde barındırmaktayım. Ben ben olduğum için beğeniyorum pek çok şeyi, siz ben olmadığınız için beğenmeyebilirsiniz aynı ya da benzer pek çok şeyi.

Bu arada Lean on Pete var ve de Private Life bu senenin en beğendiklerim listesinde. Şimdi gelelim hem karşı cinsler arasında, hem de fonda yaşanan Soğuk Savaş’larımıza. Filmde de bahsi geçen metafor filmin ismiyle başlıyor daha ilk etapta.

1997C03F-F924-4ECE-8188-2F41FDE53DF4

NEDEN “SOĞUK” SIFATIYLA ANILMAKTA OLAN BİR SAVAŞ VARDI BİR ZAMANLAR? :

Savaşın bir tarafının insanları zır zır donuyorlar da ondan. Doğu Almanya soğuk, Avrupa’nın en doğusunda yer alan müttefik ülkeler Polonya, Çekya, Rusya ondan da soğuk. Şaka bir yana sıcak pardon normal savaştan farkı sinsice örgütlenmesinde yatmakta. Taraflar birbirinin içine Yuri’ler gönderir. Casuslar birer köstebek gizliliğinde çalışırlar. Deşifre olan öteki tarafı boylar, olmayan içine sızdığı ülkenin sırlarını ele geçirip ülkesine yollar. CIA ve KGB soylu elemanlar yetiştirirler bu doğrultuda. İç işler meselesini yazıya, edebiyata ve neticesinde de paraya dönüştürmesini bilen John Le Carre romanlarında kendisinin de içinden geldiği bu köklü ve çılgın niyetli kurumları anlatır durur. Heyecan verici bir hayatları olduğunu düşündürtürler okuyucularına ve de izleyiciye. No Way Out’ta bir cinayetin ortasında kalakalan Tom Farrell rolünde Kevin Costner’ın en büyük gayretinin deşifre olmamak olduğunu öğreniriz. O da bir ajandır çünkü. Şanslıdır çünkü akibeti Kaşıkçı’yla karşılaştırıldığında yedi dakikada yedi ayrı parçaya ayrılıp dilimlenmeden paçayı kurtarır.

2CDF3AA0-2C5A-4857-B360-0CE139E9DB10

92C59704-BD51-4364-80A9-07E5C20A0C2E

5CBBC05B-3D83-4EE1-9178-69F469A57F7F

Filmin açılır açılmaz karşımıza çıkan simalar amatör müzisyen sıfatıyla karşımıza çıkan Polonya köylüleridir. Aç bakire kız, Tanrı’dan kork sözlerine sahip halk türkülerini dinleriz üstlerinden başlarından fakirlik akan köylülerin. Filmin pastoral manzaralı başlangıç sahneleri de çok başarılıdır. 1949 yılında soğuk bir kış gününde, biri kadın üç kişi, bir küçük kamyonetin içinde Lemko insanlarının yaşadığı köyleri ziyaret ederek hem özgün ve anonimleşmiş şarkı kayıtları yaparlar hem de gizli cevherleri keşfederler bir yandan. Nota bilmelerine gerek yoktur, mümkün olduğunca köylü yani doğal bir şekilde dağlılar gibi okumaları istenmektedir. Gençlere belki de bir daha ellerine geçmeyecek bir fırsat yaratmak üzere olan kahramanların bulundukları ortamda bir aşk hikayesinin de başlangıcına tanıklık ederiz. Wiktor bir sürü kızın arasında kendine has tarzından ötürü Slav cazibesi taşıyan Zula’dan ilk görüşte hoşlanır. Saf bir sesi, içinde barındırdığı enerjisi, sevecenliği ve kendine özgülüğü dışında içinde başka şeyler var diyerek ona olan ani hayranlığını dile getiren Wiktor, Podhale’den bile olmayan Tomaszow’lu Zula’nın babasını öldürmekten iki yıl hapis yattığını öğrenir sonra da. Sorduğundaysa babasının annesine yanlış yaptığını ve onun da bu yanlışını ona bıçakla gösterdiği cevabını alır. Olgun erkek ve genç kız arasındaki ilişkiye ateşli olduğunu anlayabildiğimiz bir cinsellik bulaşır ve ilişkilerini gizli saklı yürütürler. Gösterileri büyük bir coşkuyla karşılanır, çünkü o yıllar için bile son derece özgündür yaptıkları iş. Devlet büyükleri araya girdiğindeyse işler tüm dünyadaki proleterya liderlerinin büyüğü olan Stalin’in propagandasına dönüşür. Derlemelere toprak reformu, küresel barış ve onun tehditleri gibi temalar eklenmesi önerilir nazikçe. Böylelikle müteşekkir olacaklar ve bunu en kısa zamanda ödüllendireceklerini inceden belirtirler karşı taraf olarak. Sadece Yoldaş Irena kırsal nüfusun reform, barış ve liderlik üzerine şarkı söylemeyeceği konusunda diretse de, bir takım kapıların açılabilmesi için Kaczmarek yönetim yanlısı hareket eder. Wiktor susarak tarafını belli etmiştir zaten. Kısa sürede Stalin propagandasına dönüşen gösteriyi izlemeye tahammül edemeyen Irena’yı bir daha görmeyiz. Müttefikleri olan Almanya, Berlin’deki gençlik festivalinden ilk davetiyeyi almaları çok uzun sürmez böylelikle. Kaczmarek’se Zula’dan hoşlandığı gibi, her hafta itirafta bulunması için genç kızı yanına çağırmaktadır. Bunu öğrenen Wiktor kaçmaya karar verir. Elbette ki Zula’yla. Kızınsa şüpheleri vardır gittiğinde kim olacağına ve ne yapacağına dair. Özünde basit bir köylü kızıdır, çok büyük bir eğitimi, en önemlisi Fransızcası yoktur. Bir fırsat yakalamış nerdeyse baş dansçı olmuştur. Wiktor onu sınır kapısında bekleyedursun, bir barda Kaczmarek ve Almanlarla oturup Baltıklar’dan çıkan balığı yer sessizlik içinde. İki sene sonra Paris’te bir araya geldiklerinde Wiktor gelmeyişinin nedenini sorar, o da başarısız olacaklarını hissettiğini söyler. Tekrar bir araya geldiklerini gören Kaczmarek’se onu sivil polisler eşliğinde Doğu’nun Paris’i dedikleri Varşova’ya giden bir trene bindirir. Bu bir veda değildir elbette. Sonrasında pek çok defalar bir araya gelip gelip ayrılırlar. Ne bir arada yapabilmektedirler, ne de ayrı. Geçen yıllar içinde iki taraf da yozlaşır istemeden. Bunun farkına vardıklarında ise geri dönülemez bir yola girdiklerini anlamaları çok da uzun sürmez. Paris’teyken sürgündeki Polonyalı sanatçıya dönüşen Wiktor, tekrar anavatanı Polonya’ya dönmek istediğinde kimliği belirsiz biri olarak karşılanır. Fransız değildir, Polonyalı da. İki yönden de yasadışı yollarla sınırı geçmiş, İngilizler için casusluk etmiş, Polonya’ya ihanet etmiştir. Tutuklu kamplarında geçireceği on beş yıl onu vatan sahibi yapacaktır. Daima ve her yerde seninle olacağım diyen Zula, onu yine bulur ve kurtaracağına dair söz verir. Başarır da. Bitmeyen Aşk bir türlü bitmez. Tutuklu kampında, Paris’te Zula’nın kendini hiçbir zaman ait hissetmediği, dağlı kaçtığı entelektüel çevrelerde, Polonya’da…en nihayet 1949 yılında Polonya’da Zula’nın köyünde başlayan hikayeleri, 1964 yılında yine Polonya’da Zula’nın köyünde son bulur. Sonsuza dek beraberlik yemini eden çift bu yemini Zula’nın bildiği iyi manzaralı bir yerde edeceklerdir.

B0B90254-B08B-4E67-8D29-A33E45190F61

568BEE50-32C8-4957-B4AB-9EC971FEF921

Yukarıda bahsetmiş olduğum duyguların en incelikli olarak aktarıldığı sahneye gelecek olursak dakika 62’ye bakın derim. Oy oy oy… Bir dakikayı bile bulmayacak kadar kısa süren bu anlarda Zula’nın bıkkınlığını, hayat yorgunluğunu ve her iki karakterin yozlaşarak geldikleri bu noktada en nihayet Zula’nın plağını kutlamaktan öte az sonra yaşanacak fırtınadan önceki sessizliği göreceksiniz derim o son bakışta.

CAAF56BE-7F09-4550-BC6C-5B4E2849095D

4870DAFC-2857-48D7-BBDE-5BC86E4F59A2

28787722-4E81-4723-A250-D0A4F2938E1C

HIDDEN FIGURES – GİZLİ SAYILAR

images-28

HIDDEN FIGURES – GİZLİ SAYILAR :

“Birimizin gelişmesi, hepimiz için gelişmedir.” Dorothy

“İnsan hakları her zaman insani değildir.” Levi Jackson

“Ne zaman öne geçmeye çalışsak, bitiş çizgisini öteliyorsunuz.” Mary Jackson

“İki kişinin yarıştığı bir yarışta nasıl ikinci olduk?” Al Harrington

Gerçek olayların, bir kısmı kurgu olan karakterlerin olay örgüsüne dahil edilmesiyle hareketlendiği(şimdi reklamlar: küçük bir detayla hareketlendirilen objeler, kostümler, mekanlar ve de sıradan hayatlar; doğrudur dünyanın hiçbir şey üzerine bir ton gevezelik edebilen ve bunu da niye yaptığını bilmeyen çok gereksiz sayfasına geldiniz tek tıkla, hemen çıkın o frekanstan yoksa beyin ölümü çok daha erken gerçekleşebilir umduğunuzdan, çözümse…ne çözümü…ne çözüm ne de sözüm…tıpkı doğumun(şaşkın) ve ölümün gibi(bitik ve yenik, yenilmeyen çıkmadı şimdiye kadar hiç)…), altmışlı yılların başında tam da Rusya ile Amerika arasındaki uzay yarışı tam gaz devam ederken, hem ırkçılık hem de önyargıyla baş etmeye çalışan NASA çalışanı üç siyahi kadın karakterin iş hayatında olduğu kadar özel hayatlarında verdikleri mücadeleyi de iki saat gibi kısa bir süreye sıkıştırmayı başarıp, ucunu kaçırmadan, hiç açık kapı bırakmadan ama düz bir anlatımla, bol bol da seyirciye oynayarak ve bunda bile başarılı olmayı başararak tatlı tatlı anlatabilmiş bir hikayeye sahip “Hidden Figures”. Filmin yönetmeni olan Theodore Melfi’yi tanımıyorum, o da muhtemelen beni tanımaz ama fotoğraflarına bakıldığında kendisinin ve filmde de rol verdiği-tersi ise aldığıdır kendi yöntemleriyle-eşinin de beyaz olduklarını görüyoruz. O da ilginç. Filmin başında çok beyaz olan Ruth karakterini canlandıran Kimberly Quinn, filmin ilerleyen dakikalarında Katherine karakterinin sıkışıklığından etkilenerek en çok, azar azar kararıyor oturduğu yerde; belirtmekte fayda var burada gereksiz bir başka bilgiyi de. Bazen muziplikten kendini alamazsın ya. Almaya çalışarak yazmaya çalışacağım bundan böyle. Yoksa ipin ucu kaçmak üzere.

images-31

666109-970x600-1

Dehası öğretmeni tarafından fark edilir edilmez altıncı sınıftan sekizinci sınıfa tam bursla geçirilen küçük, gözlüklü, siyah kız çocuğu büyüdüğünde, kendisi gibi çeşit çeşit zekalara sahip iki samimi arkadaşı ile birlikte siyahların çalıştığı departmanda, sadece siyahlara tanınan alanlarda -ilk başta ve en mühimi WC-çalışıyorlar deyim yerindeyse dirsek dirseğe, edepleriyle. Bağlı bulundukları kurum NASA, yıllardan da 1961. Onlar gibi siyah ve beyaz bir sürü “kadın” personel var uzay programında çalışan. Sovyetler Birliği’nin uzaya fırlattığı ve böylelikle aleni bir gözdağı vermesiyle başlayan ve Sputnik 1, Sputnik 2 şeklinde bir başına ya da öldükten sonra dönüşü zaten hesapta olmayan kaniş cinsi Laika/Layka isminde sonradan Moskova yakınlarında anıtı dikilen bir köpekle başlayan uzay yarışına, NASA, biz daha iyisini içine insan koyar, sonra da sağ salim geri getiririz iddiasıyla dahil olunca çalışanlar açısından zorlu bir süreç başlamış oluyor. Kevin Costner’ın başarıyla canlandırdığı kurgu bir karakter olan Al Harrington her başarısızlıkta çalışanlarını fazla mesai ya da maaş kesintisiyle korkutuyor. Siyahlarsa zaten daha çok çalışıyorlar, daha az maaşa mahkumlar, bir beyaz gördüklerinde ekstra saygılı olmak zorundalar, beyazların el sürmediği ayrı bir kahve makineleri, beyazların girmediği ayrı bir yemekhaneleri ve ortak işeyemedikleri bir de tuvaletleri var. Biz NASA’da aynı renk işeriz diyerek bu ayrımı balyozla kıran Al Harrington’dan sonra ancak gerçeği idrak ediyor çalışanlar. Beklentilerini düşük tutmak nedir’in cevabı, bu insanların yazgısı imiş o dönemlerde.

190117
Octavia Spencer, Dorothy Vaughan rolünde

Yardımcı kadın oyuncu dalında Oscar adaylığı getiren Dorothy Vaughan rolüyle Octavia Spencer, yaş olarak üçlünün en kıdemlisi. Müdürlük için ne kadar başvursa da, üstlerinden ret cevabı alıyor her defasında. İsyanı, on yıldır çalıştığı kurumda işe hiç geç kalmadan, hiç hasta olmadan, hiç şikayet etmeden, kendisine verilen her işi zamanında ve doğru yapıp müdür sorumluluğu alsa da, müdürlüğe terfi edemeyişinden ve düşük maaşa talim etmek zorunda kalmasından. İki erkek çocuğunu yükselen siyah karşıtı eylemlere karşı korumaya çabalarken, diğer yandan da onları bilinçlendirmeye ve haklarını nasıl savunacaklarını öğretmeye çalışıyor. Kütüphanelerde bile siyahlar ve beyazlar için ayrılmış yerler var tıpkı otobüslerde ve mahkemelerde olduğu gibi ve elbette ki hep arka sıralar, arka koltuklar ve kütüphanelerdeki sınırlı sayıdaki kitaplar. Sokaklarda eylemler artarken, alınan tedbirler ve şiddetin dozu da artıyor. Kennedy ve Martin Luther King var alanlarda, duvarlarda ve de zihinlerde.

372156

images-29
Janelle, Mary Jackson rolünde

Moonlight’la birlikte bu sene bir diğer performansıyla izleyici karşısına çıkan Janelle Monae, Mary Jackson rolüyle NASA’nın ve Amerika’nın ilk kadın hava mühendisi olmak için Virginia’da sadece beyazların eğitim aldığı bir okuldan ders alabilmek adına mahkemeye başvurmak zorunda kalıyor. Zira NASA, kadınları mühendislik programına almıyor ve Virginia Eyaleti’ndeki hiçbir siyahi kadın beyazların lisesinde okuma şansına erişememiş şimdiye dek. Kocası, bana ve herkese rağmen diyerek mücadelesinde karısını destekliyor, başlardaki kendi tutumunu eleştirerek. Üstelik o da biri kız, diğeri erkek iki çocuk büyütmeye çalışıyor.

images-33
Taraji P. Henson, Katherine rolünde

Katherine Coleman Goble Johnson, ilki kızlık, ikincisi ilk, üçüncüsü ise ikinci kocasına ait soyisimlerine sahip, tüm bunlar bir yana beyin tümöründen ölen eşinden sonra üç kız çocuğu ve annesiyle birlikte yaşayan, matematik dehası bir kadın. İkinci eşi Albay Johnson’la tanıştıklarında NASA’da çalışmakta ve kendi payına düşen eziyeti çekiyor o da her şekilde. Bir NASA pardon bir oda dolusu önyargılı beyaz adamla ve onlardan daha da erkek, beyaz ve pek de dost canlısı olmayan Rose’la çalışıyor ilk başta. Günde birkaç kez siyahların gidebildiği tuvalette ihtiyacını giderebilmek için, ince topuklu ayakkabıları ve daracık eteğiyle yarım millik mesafeyi koşarak katediyor her dafasında kan ter içinde. Beyazlar onun dokunduğu kahve makinesinden içmemek için şahsına özel ve nispeten küçük bir kahve makinesi koyuyorlar kendilerininkinin yanına. Bilgiler kendisinden saklanıyor, bir Rus ajanı olabileceği şüphesiyle sorguya çekiliyor ve hep aynı sağduyusuz, önyargılı bakışlar karşılıyor onu birazcık ön plana çıkmaya çalıştığında. Çünkü Katherine, değiştiremeyeceği siyah bir tene sahip ve de en önemlisi bir oda dolusu adamdan daha zeki.  Bir rakip olarak görülüyor her fırsatta. Dehası olmasa o odada bir dakika fazla kalması mümkün görünmüyor.

“Senin işin ne biliyor musun Paul? Bu dahiler arasındaki dahiyi bulmak. Hepimizi yukarı çıkarmak. Zirveye ya hep birlikte çıkarız ya da hiçbirimiz çıkamayız.” Al Harrington’dan cinsiyetçi ve ırkçı ama sonradan kahveci güzeli olan Paul Stafford’a cevap

images-37

images-24

Tüm bunlar yaşanırken hesap makineleri ve personel alımı yerine, IBM iş hayatında iyiden iyiye rol çalmaya başlıyor. Bu arada 1.57 cm. boy uzunluğuna sahip Rus kozmonot Yuri Gagarin 1961 yılında Vostok uzay arcıyla uzaya çıkarak, dünya yörüngesinde turunu tamamlıyor. Bundan tam 23 gün sonra da New Hampshire doğumlu deniz kuvvetleri mensubu Alan Shepard’da ikinci insan fakat ilk Amerikalı oluyor yıldızlara değen. Tarihler 20 Şubat 1962’yi gösterdiğinde de John Glenn en nihayet dünya yörüngesindeki ilk Amerikalı olarak uzay ve NASA tarihine geçiyor.

Sonuç olarak NASA’sı tasası derken Amerikan tarihine, Amerikan sivil havacılık tarihine ve Amerika’nın her türden insanlarının haklarının mücadelesinin tarihine hem de tarihler eşliğinde iyice hakim olmaktan mest olmam gerekirken, hüzünleniyorum sadece oturduğum yerde. Alem uzaya gitmiş fi tarihte, aradan geçmiş altmış yetmiş sene, biz daha Sabahattin Ali’nin hayatını bile filme çekememişken, Tübitak onaylı ”nolur bir salavat da sen çek” projesiyle yetinmek zorunda kalmaktan ne duymak ne hissetmek gerektiğini bilemiyor insan. Yüz, yüz elli yıl kadar geriye gittik son on, on beş yıl sayesinde. Sadece üç “Amerikalı” oldukları için, üç siyah kadının adının da tüm dünyada duyulmasını sağlayan Amerikan sinema endüstrisinin gücünün karşısında kendimi pire gibi hissediyorum bir kez daha sadece.

Filmin güçlü bir başka özelliğine gelince, seçilmiş bu üç kadının sonu zaferle biten bireysel mücadeleleri hep başrolde. Mary Jackson gitmeden önce çok iyi hazırlandığı mahkemede, yargıcı tatlı tatlı ikna ederek, akşam derslerine katılmaya hak kazandığında bahçede topuklarının üzerinde sevinçten ve gururdan zıp zıp zıplarken ve içi içine sığmazken aynı duygu size de geçiyor. Önyargılara teslim olmadan ve de pes etmeden ulaştılar hem kendileri hem de dünya için çok önemli hedeflerine. Geçen sene Oscarlar ne kadar da beyaz derken bu sene oyunculuk dallarında ve ana dallarda birçok adaylık alan filmlerdeki hikayelerde seslerini duyurup, ödüllere kavuşabildiler nihayet. Bu arada dünya ya da Amerika daha iyi, daha güzel bir yer olabildi mi? Herkes bildiğini okumakta nihayetinde. Trump, Pentagon’a elli dört milyar dolarlık savunma bütçesi artışı verdi bile. Öte yandan Ashgar Farhadi ikinci defa bir İranlı olarak kendi tercihi olup, gelmemeyi seçmiş olsa bile Oscar’ını aldı bir kez daha ”Satıcı” filmiyle. Şans, kader ya da adı her neyse doğru zarlar önemlidir her seferinde. Özellikle de ucunda adını tarihe yazdıracak önemli bir olay var ise.

Oyunculuklara gelince beyaz kısımlarda görülen rol çalmalar bir adım öne çıktı benim gözümde. Kevin Costner-bu adama altmışlı yıllar hep yaramıştır, bir de Kızılderili halkı-başta olmak üzere, Kirsten Dunst ve Jim Parsons var diğer yan rollerde.

downloadfile-2

 

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑