UZUN İNCE OLMAKTAN “ÖTÜRÜ” UZAK BİR YOL, İKİNCİ DURAK : RİZE, AYDER

20180106_124432-01

UZUN İNCE OLMAKTAN “ÖTÜRÜ” UZAK BİR YOL, İKİNCİ DURAK : RİZE, AYDER

GİRİŞ :

Yol arkadaşı bulmak, edinmek, anlaşmak, geçinmek, geçimin yol boyunca daim olmasını sağlamak, ayrılırken iyi ayrılmak, kafalarda tereddüt varsa en başından yan çizmek filan öyle kolay, öyle yenilir yutulur cinsten hadiseler olmadığından, benim gibi seçilmiş münzevilik yaşayanlar için, yani kısaca geçimsiz, aklına estiği gibi hareket eden, tur sevmeyen, katılsa da hır çıkartan, lanet, dengesiz, patavatsız, sorunlu, kibirli, egolu, hem kibirli hem egolu, bir anda parlayan bir anda sönen(daha sayayım mı?), yığınlarla uyumsuz, yığınlar kendisinden umutsuz, bencil, başına buyruk, tuhaf davranışlar sergileyen, bazen ne istediğini bilmeyen ya da hep çok şey isteyen, empati kurmaktan aciz, bazen zil zurna sarhoş olmak isteyen, bazen sabaha kadar ışıklar açık kalsın ya da yatağında aniden dikilip şimdi okumak zamanıdır diyen tipler için tek alternatif olan bir başına da gezerim konseptini yaşayan ben ve benim gibiler aslında son derece yumoşuzdur da ama sadece münzevilik başımızdayken, insanlardan uzaktayken. Kalpleri fethetmek, kendini ispat etmek, kim yılışık kim değil, kim aciz ya da korkak, kim değil gibi insanın en zayıf noktalarını görme şansına vakıf olamayacağımızdan ötürü kendimize dönük ve dışarıdan gelebilecek olası tehlikelere karşı duyarlı hareket ederiz sadece. Tehlike geçtiğindeyse bizden iyisi yoktur. Çünkü insan insanı delirtir ya bazen… Şöyle de söyleyebiliriz mesela,  insanı insan delirtir ya yüzde doksan… Dünyaya karşı bir başına olmanın verdiği özgünlükse seni ayrıcalıklı kıldığı gibi, geçime de zorlar ister istemez. Benim gezilerimdeki yol arkadaşlarım günlük tur aldığım takdirde dişe dokunur birkaç kişi çıkarsa ama en çok da şoförler, bazen de bire bir gezilerimdeki rehberim, götürüldüğüm yerlerdeki halk oluyor genellikle. Yer hakkında, yöre hakkında pratik bir takım fikirler alıyorum kendilerinden kolaylıkla. Bunlar da o yörenin şaşmaz gerçekleri oluyor haliyle. Beraber geçirdiğimiz saatlerden sonra odamda kafamı dinliyorum, ki bu da bir çeşit meditasyon oluyor benim için. Bu seyahatimdeki yol arkadaşımsa turun şoförü oluyor. Bana o kadar çok şey anlatıyor ki, yerel bir rehberden bunca bilgiyi edinmem mümkün olmayacaktı kanımca. Çok gezen mi, çok okuyan mı bilir’in çok gezeni kendisi ve yaşı da bir hayli olunca, dinliyorum sözlerini sabırla. Hayat böyle, arada kulak veriyorum ben de önüme çıkan seslere, tüm bunlar bir tesadüf olamaz diye. Çıkalım şimdi bakalım Ayder’e. “Yüksek Dağlara Doğru”, Koliva’nın eşliğinde.

20180106_124331-01

20180106_124624-02

AYDER’e DOĞRU :

Kış mevsiminde olmamıza rağmen yeşil’in elli tonunu görebileceğimizin söylendiği Uzungöl’de gördüğüm tonları unutmam mümkün olmazken, bu sefer daha uzakta olan Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinin bir yaylası olan Ayder’e çıkıyoruz yavaş yavaş. Düne nazaran kalabalık bir grupla yol alıyoruz bu defasında. Arap kızlar, genç bir çift, iki kız arkadaş ve ben. Ön koltuğa geçiyorum, şoförün yanına. Dinleye dinleye gidiyorum ve türlü bilgiler alıyorum ondan. Uzungöl’e beraber gittiğimiz Fatma Şahin gibi, o da bir parça konuşkan. Anlatmayı ve kendini dinletmeyi seviyor. Aslen Bayburtlu imiş ama Trabzon’da doğup büyümüş. Meslek şoförlük olunca çok gezmiş. Gürcistan’ı avucunun içi gibi biliyor mesela. Az sonra aramızda geçen diyalog sonucu benim Gürcistan planımın nasıl bozulduğunu ve bundan sonraki kararımın beni hangi illere taşıdığını göreceksiniz. Bir Bayburtlu sayesinde ne umdum ne buldum demeyeceğim size. O kadar nankör değilim elbette. Çünkü hiç pişman olmayacağım bir rotayı takip ediyorum bu sefer de.

-Buradan sonra Artvin Borçka’ya, oradan da Macahel’e(ç ile de söyleyen çok) gitmek istiyorum.
-Bu havada, şu mevsimde, tek başına mı?
-Evet.
-Mümkün değil. Bu mevsimde oraya çıkan araba bulamazsınız. Çıkanın da aklı yoktur. Yolda kalma ihtimaliniz var. Kalacak yerler de açık olmaz. Zaten ısınmaz. Isıtamazlar ki. Aşağıda orta alanda bir soba yakarlar. Isın ısınabilirsen. Açık kapıda yatılır mı? Yatılır ama sen yalnızsın güzel kardşim. Olmaazzz. Havalar ısınsın, güneş karları eritsin azcık, öyle gel sen tekrar. Ama sen sen ol kapın açık yatma.
-Yaa aaa tamam o zaman. Ben de direk Gürcistan’a geçerim. Atrvin’i görmüştüm nasılsa. Hopa’yı da. Bir gece Batum ki onu da görmüştüm, bir iki gece Tiflis, oradan da Ermenistan’a geçerim. Erivan’ı görmek gerek.
-Bu havada, şu mevsimde, tek başına mı?
-Evet.
-Mümkün ama gerek yok. Bana sorarsan tabii. Orada yollar böyle değil bak. Otobüs bulamazsın, Nuh Nebi’den kalma trenleri var. O da tıngır mıngır öldürür adamı. Hava muhalefeti bir yandan, dört saatlik yol olur sana on dört saat. Çünkü yol yok. Çok fakir onlar. Fakirlikten yol yapamamışlar. Bir de Tiflis iyice kuzeyde kalıyor. Sibirya soğuğu vardır oralarda. Otobüsleri de eskidir onların. Bir yandan mal taşırlar, bir yandan insan. Mal dediğim bazen hayvan bazen mal. Yerlerde yatarak gidersin. Kimseciklerde yoktur şimdi karda kışta. Havalar ısınsın, güneş karları eritsin azcık, öyle gel sen tekrar.
-… C planına geçmeye çalışacağım o halde. Düşünüyorum…
-Evet.
-… Ben buradan Kars’a gideyim o zaman.
-O olur bak.
-Nasıl olur? Kars’ın Sibirya’dan, dolayısıyla Tiflis’ten, Erivan’dan farkı ne? Soğuktur Kars’ta.
-Olmaz olur mu? Orası memleket.
-Sırf bu yüzden mi?
-Karayolları faktörü de var tabii.
-D planımı söylüyorum hemen, iyisi mi ben sizin memlekete gideyim Bayburt’a.
-Git ama orada da pek bir şey yok. Baksı Müzesi kapalıdır şimdi. Ama Kars Sarıkamış’ta Şehitlerimizi anma etkinlikleri vardır şimdi.
-Sarıkamış’a gitmiştim. Şimdi arkadaş yazdı. Bak bak Sarıkamış ve Kars otelleri doluymuş, tüm misafirhaneler de dahil olmak üzere.
-Ne olacak şimdi? Neden bu kadar popüler ki bu Kars?
-Ee biz gezginler yaptık bunu böyle. Gezginler, fotoğrafçılar… Kamerasını kapan giderse, olacağı böyle. Söyleye söyleye Ani’yi Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’ne aldılar. Çıldır Gölü, kaz eti, Kars kaşarı derken patladı resmen.
-Rota ne tarafa o zaman?
-Bilemiyorum artık. Siz karar verin. Borçka olmuyor, Tiflis Sibirya ve zaten memleket değil, Ermenistan da memleket değil. Bayburt’ta aradığım şey yok o şey her ne ise. Kars’ta ise boş oda yok. Erzurum çok afedersiniz ama aşırı yobaz olabilir ve ben dayanamayabilirim. Gerçi Erzurum’u da görmüşlüğüm var ama halkın bana sakıncalıymışım gibi davranmasını kaldıramayabilirim. Ben bir harita açayım en iyisi.
-Aç aç.
-Gümüşhane.
-Komşumuzdur.
-Nasıl bilirsiniz?
-Tarihi yerleri çoktur ama…
-Ama’sı yok. Gümüşhane.
-Peki Gümüşhane. Memleket hem.

20180106_132148-01

20180106_131703-01

AYDER :

Yağmurlarla yok aldık. Karın ortasına düşüverdik Çamlıhemşin’den itibaren. Nasıl güzel anlatamam. Buz gibi de bir hava var. Dün yanıma aldığım atkı, bere, eldiven üçlüsünü pek kullanmadığımdan, boşu boşuna yanıma almayayım dediğime yanıyorum şimdi. Kimi yerlerde diz boyu kara batıyorum. Öyle ki şelaleden akan suya bakmak daha da üşütüyor insanı olduğu yerde. Buralar öyle soğuk öyle soğuk ki ablası.

Serbest zamanda herkes yoluna gidiyor. Biraz acıkmışım diyorum kendi kendime. Aklıma bir soru takılıyor. Gelmişim Trabzon’a, gelmişim Rize’ye, insan bir kara lahana çorbası içmeden döner mi evine? Döner mi döner. Sap da döner, saman da. O yüzden karşıma çıkan her restorana soruyorum kara lahana çorbası var mı diye. Bugün cumartesi belki yapmışlardır diye. Nispeten turist yoğunluğu fazla olmalı ve açık olan restoranlarda da bir kara lahana çorbası olmalı. Ara tara, en nihayet bende var diyen bir ses beni işletmenin içine çekiyor. Nasıl güzel yapmış anlatamam. Dana eti, Meksika fasulyesi(buralarda yaygın demek ki), bol kekik, bol tuz, bol biber, insan daha ne ister? Kara lahana rengi itibariyle çorbadaydı, daha çok bir karmaşayı kaşıkladım gerçi ama olsun içtim ya. Sonra da televizyonda Başbakan’ın Nev’i şahsına münhasır şehir Nevşehir konuşmalarını dinledim. Yaşgünü pastası kesmekte olan gençler ilgiyle, ayakta ve bravo sesleri eşliğinde dinlediler kendisini. Karadeniz’in hemen hemen hepsi iktidar partili olabilir. Olmama ihtimali pek yok gibi. Aklıma Mardin’deki Arap rehberin sözleri geliyor. Sistemle ters düşersen, acı çekersin demişti. Ben gittiğim yerlerde herkesle ters düştüğümden, susmayı yeğler oldum. Çorbam güzeldi ama. Kaşıkladığıma değdi. Kazıklandığıma da.

20180106_134717-01
No filter. Kara Lahana Çorbamın üzerine ay doğar, ışık saçılır.

Üç buçuğa kadar toplanmamız gerekiyor kararlaştığımız yerde. Çorbayla aradaki vakti karın içinde dolaşarak geçiriyorum. Biraz yukarıya çıktığımda manzara beni şaşırtıyor. Her taraf otel olmuş. Yazın yer bulunmaz buralarda demişlerdi. Özellikle de Arap turistlerden. Uzungöl’de de aynısını duymuştum. Buralarda insandan yürüyemezsin, lokantalarda masa bulamazsın diye. Bir ses bölüyor düşüncelerimi o anda. Kızlar kol kola vermişler horon tepiyorlar. Atkılar bereler eldivenler, kar yağıyor bir yandan; kızlar horon tepiyor bir yandan. Tepmeleri bittiğinde yanakları al al oluyor hepsinin. Sonra da dağılıyorlar. Etrafıma bakıyorum, dükkanlardan çıkanlar, yolda yürüyenler bir an tebessümle izledikleri manzarayı, sona erdiğinde unutmuşçasına yollarına devam ediyorlar. Benim de onlardan bir farkım yok. Bir an durup bakıyorum, sonra yoluma devam ediyorum sessizce. Ooohhh boş bira şişeleri var kimi otellerin arkasında. Bu soğukta bira değil de kanyak olsa insan içer içi ısınsın diye. Tuvaletim geliyor karın içinde bata çıka ilerlerken. Vakit de yaklaşıyor iyiden iyiye. Buluşacağımız yere gidiyorum. Tuvalete gidiyorum ve muazzam bir kuyrukla karşılaşıyorum. Soğuk ve çaydan diyor önümdeki hanım. Gülüşüyor sonra da arkadaşıyla. Dönüşte Çamlıhemşin’de bir tur atsa mıydık demiştim ama yağmurdan göz gözü görmediğinden yolumuza devam ediyoruz. Zilkale’ye de çıkamıyoruz. Fırtına Deresi’nden geçiyoruz tekrar. Gelirken mola vermiş Zıpline’a binmişti kızlar. Arap kızlar’ın bilhassa, yaptığı akrobatik hareketler inanılmazdı. Hala Köprüsü’nde mola vermiştik bir de. Çamlıhemşin’e yaklaşık altı kilometre mesafede. Saat altı gibi de Trabzon merkeze inmiş bulunuyoruz nihayet. Uzungöl mü, Ayder mi diye soracak olursanız, mukayese edilemeyecek kadar güzeldi ikisi de diyeceğim sizlere.

ANLAR VE İNSANLAR : BEŞİNCİ BÖLÜM, KARS – MERKEZ

gplus1616612781

ANLAR VE İNSANLAR : BEŞİNCİ BÖLÜM, KARS – MERKEZ

Cumartesi akşamı itibariyle Kars’a inmiş bulunmaktayım. Ama uçakla piste değil, minibüsle şehrin kalbine inmiş bulunmaktayım. Önce öğretmen sandığım ama Erzurum’da üniversite okuyan son derece hoş, annesi Ağrılı, babası Karslı nedense adını hatırlayamaz olduğum bir kızla konuşarak yürüyoruz bir süreliğine. Annesi buradaymış, babası Almanya’da. Ben en çok İstanbul’u seviyorum diyor. Annesinin yanına gelmiş Kars’a ve de eşyalarını toplamaya. Bir sürü hayali var gerçekleşmesini istediği. Hayatta ne istediğini bilmek ve bunu çok dolandırmadan söyleyebilmek güzel bir şey. Bana sorsanız ben daha hala ne istediğimi bilmiyorum. Bilmeye bilmeye de şu yaştan sonra ne istediğinin pek de kıymeti kalmıyor. O ise böyle yapmıyor, bir çırpıda söyleyiveriyor hayattan beklentilerini.

Otogarlarda inip binmekten mecburi olarak vazgeçmem mümkün olmadığından, bir şehrin tam kalbinde inince afallıyorum ister istemez. Yaz saati uygulamasına bir hafta var daha ve akşamın yedisi burada gecenin on ikisi gibi. Gece çökmüş sanki şehrin üzerine. Çarşısında indiğimden insanların alışveriş telaşına tanıklık ediyorum. Dükkanlar açık henüz. Değişik bir yere geldiğimi düşünüyorum sadece. Hiç böyle bir şehirde bulunmamıştım. Anlatılanlar kadar varmış, Kars çok enteresan derlerdi. Öyleymiş. Gündüz çıkacağım keşfe. Karanlıkta tek başına yürüyen ben varım ağzı bir karış açık. Bir şehir böyle anlaşılmaz, akşam akşam olmaz.

7 (2).04.2016 - 1

Sabah sabah düşüyorum yollara. Önce şehri tanımaya çalışıyorum. Rus etkisi çok belirgin. Kopkoyu taş binalar kah belediye, kah özel ve tüzel kimlikli kurumlar tarafından kullanılmakta. Elli tane böyle bina varmış ve ben çekebildiklerimin fotoğrafını çekiyorum. Kimi fotoğraflar görüntü kirliliğinden iyi çıkmıyor. Orasına burasına bayrak asmışlar, ilanlar yapıştırıp, afişlerle kapatmışlar boydan boya. Bembeyaz bir belediye binaları var. O kadar beyaza boyanmış ki, hayalet gibi duruyor. Şehre yatırım yapılamadığı kimi çok metruk binalardan belli. Şehrin merkezinin toplandığı çok dar bir alan var ve buradan saptığınız anda ıssızlık, sessizlik ve bırakılmışlık hissi sağduyunuz ve yoldaşınız oluyor. Her şehrin bekçisi, kalesine doğru tırmanışa geçiyorum. Sınava girmiş gençleri bekleyen yakınlarının okulun etrafında vakit geçirmeye çalıştığı bir lisenin yanından kıvrılan yolu takip ederek çıkıyorum ağır ağır yukarı doğru. Nihayet zirvede buluyorum kendimi. Bir de böyle bakıyorum Kars’a. Gözüme ilk çarpan şey belki de birçok şehirde göreceğiniz rüküşan renkli evlerden burada bulunmaması. Turuncu, çivit mavisi, kız pembesi gecekondudan bozma ya da üçüncü sınıf müteahhit işi binalar ilk etapta göze çarpmıyor. En cırtlağı neyin ispatı olduğu bilinmez bembeyaza boyanmış belediye binasıydı. Şeffaflık imajı yaratalım derken bir acayip bir şey olmuş canım bina.

7.04.2016 - 1

20160313_090934

20160313_092416

20160313_191755.jpg

İki adam, iki kadın, bir de kız çocuğundan oluşan bir grupla ve aynı doğrultuda geziyoruz kaleyi. Kısaca kaleyi içeriden fethediyoruz. Konuşmaya başlıyoruz. Erzurum Pasinler’den gelmişler. Annem babam orada görev yapmıştı diyorum. Bir şey demiyorlar. Oğulları sınavdaymış. Onlarda bahaneyle gelmişken kaleye çıkalım demişler. İyi etmişsiniz diyorum. Onlar da bana soruyorlar. İzmirliyim diyorum, olmadığım halde. Gene bir şey demiyorlar. Ani’ye gitmek istiyorum diyorum. Yine sessizlik oluyor. Aramıza garip bir duvar örülüyor. Biz bugün gitmeyeceğiz Ani’ye diyorlar. Erkekler çay içmek istiyor. Kadınlar biz istemeyiz diyorlar. Ben fotoğraf çekmek üzere yanlarından ayrılıyorum ama bir mıknatıs gibi çekiyoruz birbirimizi kendimize. Onlar basamakların üst tarafındayken erkeklerden biri bizim bir fotoğrafımızı çeker misin deyiveriyor. Ben de doğal olarak kendisinden makinelerini istiyorum. Kendininkiyle çek ve kullan diyor. Aaaa.. diyorum içimden, tamam diyorum dışımdan. Bir güzel poz verdirtiyorum, onlar da bir güzel poz veriyorlar. Sol üstteki iki adam var ya, onları hiç tanımıyorum mesela. Nereden geldiler, nasıl kareye girdiler, neden kareye girdiler, verecek cevabım yok. Tek bildiğim bu iki adamın da benim tanışmış olduğum gruptan farklı iki ayrı adam olduğudur ve çekim bitip de ayrıldığımızda uzaktan bana doğru ayrı ayrı gülümsedikleridir. Daha sonra fotoğrafı göndermem için verdikleri numarayıysa maalesef silmiş bulunmaktayım. Belki bir gün kendilerini görme şansına nail olurlar. Tesadüfen. Dünya küçük, internet ondan da küçük. Kim bilir? Alın size Kars Kalesi hatırası… Gönül rızasıyla şu kareyi çektirtebilecek insanı Batı’da bulamazsınız, inanın buna.

20160313_101358 (4)

20160313_100140

20160313_094929 (1)

20160313_100251 (1)

Bir acente bulmadan önce epey fotoğraflıyorum kaleyi, camiye çevrilen kiliseleri ve kabaca tüm şehri. Her yer peynirci gibi geliyor. Kalın tekerlek kaşar peynirleriyle süslenmiş Kars’ın vitrinleri. Sarı sarı, boy boy camekanları şenlendiriyorlar kaderleri olan satın alınıp dilimlenmek üzere sofraları süslemezden önce(sanırım bu cümle bir kaşar peyniri kalıbına adanmış en duygusal betimlemeydi). Bir an fiyatını sormak geçiyor içimden, sonra hemen unutuyorum. Aklımda Ani var sadece. Uçak biletleri satan bir acenteye giriyorum. İçerideki koltuklarda önce müşteri sandığım, sonra öyle olmadığını anladığım erkekler var. Oturun diyorlar, sanki kırk yıllık tanışıklığımız varmışçasına rahatlıkla oturuyorum, karşılarına, sonra da sohbet başlıyor. Her şeyden konuşuyoruz, herkes konuşmak konusunda istekli. Bana çay içer misin der demez, hoop çay getiriyorlar. Hem çayımı yudumlayıp, bir yandan da aynı anda konuşan bir sürü adamı dinliyorum büyük bir hevesle. Karşımdaki koltukta oturan Kenan Bey, kendisi kasapmış ve etten konuşuyor ara ara, taze etin nasıl anlaşılacağına dair püf noktalarından bahsediyor önce, başından geçenleri anlatıyor sonra, oğlundan bahsediyor en sonra. Astsubay olan oğlu Şırnak’tan her gün arıyormuş babasını. Bugün de sağ kaldım baba diye. Dua et benim için, bizim için, hepimiz için diyormuş. Her gün diyor Kasap Kenan oğlumun canı için yakarıyorum Allah’a diyor, başka sığınacak kimsem yok, kim ne çare derdime diyor. Sonra boynundaki yarayı gösteriyor. İhtilal öncesinden hatıra bir kurşun yarası. Sonra seksen öncesi Kars’a geliyoruz. Hani şu kardeşin kardeşi bu seferde solcu ya da öteki, sağcı ya da öteki diye diye öldürdüğü zamanlar aramızda bahsi geçen. On sekiz yaş altı ve elli yaş üstü esnaf dışında kimsenin çarşıya gelip kepenk açamadığı zamanlardan ve olaylardan bahsediyorlar. Esnaf geleneğinden geldiklerinden ve baba mesleğini devam ettirdiklerinden çarşının durumunu yakından biliyorlar. Çocukluklarının unutulmaz anları bunlar, bana anlattıkları. Birer ergen olma yolunda korku içerisinde açmışlar her gün kepenkleri. Yeri gelmiş aynı anne babadan olma, sonradan farklı görüşten olma kardeşler birbirini vurmuş öldürmüşler. Sonra da bir ömür bu vicdan azabıyla yaşamışlar. Zülfü Livaneli’nin Sis filmini hatırlıyorum hayal meyal. Kayığı ve sisin altında sessiz bir kuğu gibi süzülüşünü… Kemal Bey’in boynunu teğet geçen kurşunun nedeni yaktığı sigaraymış. Karşı taraftan ateş açmışlar kıvılcımı görünce. Sıyırmış geçmiş boynunu kurşun. Kan dedi, anlayamadım anın değişmezliğinden, kanın ılıklığından, korkudan ne olduğunu dedi. Verilmiş sadakası varmış, bana bize bu yaşadıklarını anlatacakları varmış. Sonra arada oğlum diyor yine ve Allah büyük diye de ekliyor. Ama o kadar renkli bir kişiliği var ki, elleri ve kollarıyla o anları canlıymışçasına anlatıyor, resmen yaşıyoruz beraber. Yaşadıkları sıkışmışlıktan kendilerini kurtardığı için Kenan Evren’den Allah razı olsun diyorlar. Her gün bir tabut taşırdık biz diyorlar. Sonra… sonrası var ama, seksenlerden bugüne gelen oluşumlar var. Bir iyiliğe bin kötülük olmuş sonrası. Ne akılsız kardeş, kardeşi öldüreydi, ne de kimse kimsenin huzursuzluk kaynağı olmayaydı, ihtilal olmaz, bugünlere de böyle gelmezdik. Neticedeyse aynı noktaya geldik: Yine sokaklara çıkamaz haldeyiz. Güneydoğu’da böyle, Batı’da böyle. Bir kurşunun hedefi olma ihtimaline karşılık, şimdi de canlı bombanın kıyısından yamacından geçme ihtimalin var ve o kişinin o an, tam o an bombayı patlatmak gibi bir düşüncesi var. Seksen ihtilalinin üzerinden otuz altı yıl geçmiş ve biz yüksek gövdeli binaların ve avm’lerin gölgesinde tekrar aynı noktaya gelmişiz. Üstelik de tek bir komşumuz kalmamış. Ne de itibarımız. Eskiden örovizyonda puan peşinde koşardık, şimdi Avrupa kapısında mülteci pazarlığı yapıyoruz. Aldığımız alamadığımız iki puan oldu sana şimdi üç milyon öro. Bu noktaya geldik ve getirildik. Bir kabahat varsa bu hepimizin kabahati. Ya sustuk ya boyun eğdik çünkü. Sonuçta geldiğimiz, dönüştüğümüz ve de sonunda bulduğumuz ve de olduğumuz şey bu.

20160313_092107.jpg

20160313_103945

Az bir zamanım var şehirde değerlendirebileceğim, en doğru ne yapmalıyım, nasıl bir rota çizmeliyim diye soruyorum nazik beylere. Onlar da bana güvenilir bir şoför ayarlıyorlar Ani’yi gezdirmesi için. Ağrı Dağı’nı fotoğraflamak istiyorum diyorum. Kars güzel, ne yapacaksın Ağrı’da diyorlar. Nahçıvan’a kapı açık mı Iğdır üzerinden diyorum, orada bir şey yok diyorlar. Gürcistan’a git diyorlar, gittim diyorum. Hep derler Ağrı Dağı’nın Ağrı’ya faydası yok, en güzel Ermenistan’dan, Iğdır’dan görünür diye. Bir bakan bir daha ayrılamazmış diye rivayet edenler vardır. Bir de Yaşar Kemal’in muhteşem Ağrı Dağı Efsanesi vardır okunası. Bir de benim bulunduğum Sencer Turizm var, Burhan Abakay konuştuğum firma sahibi. Ha bir de ben Şehri Kars’tayım şimdi. Doğu’nun en ucunda, sınırla kol kola, bir başka diyarda. İyi ki gelmişim buralara. Evimden bin beş yüz kilometre uzağa.

20160313_093250

20160313_103429

BATUMİ

20140413_113020

20140413_122050

Pazar pazar sabah daha sekiz bile olmadan kendimi yani canımı en önce Hopa sokaklarına yani dışarıya sonra Batum dolmuşlarının kalktığı yere atıyorum. Biliyorum bugün pazar, biliyorum haftasonu ama hiç mi kadın olmaz ortalıkta benden başka? Doğuma giden, yürüyüşe çıkan, ekmek almaya koşan! Neyse ki kıt Türkçeleriyle konuşan Gürcü kadınlar biniyorlar ara ara. Müşteri almak için girdiğimiz yerlerdeki ilanlarda kiril yazısıyla karşılaşıyorum. Sanki burası Gürciye ve bu hesaba göre karşı taraf da Türkistan gibi bir yer olmalı. Yağmur atıştırırken vardığım sınırdan rahatlıkla geçiyorum öte yakaya. Koşa koşa yapıyoruz her şeyi ve bu benim Türk kara sınır kapısından ilk ve son geçişim olabilir. Değişik geliyor. Günübirlik ve üç günü geçmeyen seyahatlerde alkol ve tütün getirmek yasak diyor. Sürem kısıtlı olduğundan seve seve uyuyorum mecburi kurala. Free shop’da vakit geçirmek işime gelmiyor. Döviz bürolarından birine giriyorum. Lira veriyor, lari alıyorum. Kağıt paraları bir şeye benzemiyor ama madeni paraları pırıl pırıl. Paralarını alır almaz Batumi dolmuşlarına biniyorum. Halk İngilizce bilmiyor. Gürcüce, Lazca ve Türkçe çat pat anlaşmaya çalışıyorum. Tam tahmin ettiğim gibi Türkçe ilanlarda, gece kulübü, otel, disko ve restoranların ilanları çıkıyor karşıma. Hopa ve Sarp arasındaki mesafenin iki katını gidiyoruz. Ücretse sadece bir lari. Pırıl pırıl bir birliği bırakıyorum az ama yetecek kadar Türkçe bilen şoförün avucunun içine. Karadeniz’in hemen öte yakasındayım ve sanki kendi topraklarımdaymışçasına rahat ve güvende hissediyorum kendimi. Hatta daha bile rahatım. Bir sürü kadını yollarda görünce mutlu oluyorum. Nerede olursanız olun caddelerinde kadınların rahat rahat yürüdüğü her ülkede, her şehirde kendinizi iyi hissedersiniz. Nerede eril ve erkek egemen bir dünya varsa biz kadınlar ancak suni tenefüsle yaşatılmaya çalışan sebzelere dönüşürüz kendi içimizde. O yüzden sevdim ben bu şehri. Benzer coğrafyalarda aşağı yukarı 12 saat önce tek başına yürümeyi başaramazken ve yüzümde onlarca gözün varlığını hissederken, burada bir başıma dil bilmesem bile son derece rahatım. Aynı insanlar, benzer fiziksel yapılar, yakın lisanlar. Herkes karışmış, saf bir kötülüğe rastlamak ender görülen bir durum. Hiçbir Yahudi bir Müslümandan, bir Katolik Protestandan, bir Şii bir Sünniden daha kötü değil, daha iyi de değil. Yalan yanlış politikalar, lüzumsuz politikacılar ve açgözlü, zalim adamlar var aramızda ve dünyanın sonuna dek et tükettiğimiz sürece asla iflah olamayacağız. Gandhi vurulmasaydı, et yememezlikten ölmeyecekti ve gençliğindeki tecavüz suçunu itiraf eden Tolstoy vejetaryen olmayı seçtiyse bunu tüm hücreleriyle de benimsemişti nihayetinde. Ve Darwin, ve Da Vinci ve Einstein ve diğerleri.

20140413_105342

20140413_110059

Bugün pazar ve günün erken saatlerindeki kalabalığın nedenini anlıyorum. Karşımda Virgin Mary Kathedrali var. Ayine denk geliyorum. Nasıl kalabalık anlatamam. Bahçelerine giriyorum. Kadınlı erkekli bir sürü insan, bir o kadar da dilenci var. Sultanahmet’i çağrıştırıyor bu görüntü bana. Yaşlı yaşlı, dişleri dökük kadınlar küçük buketler halindeki otları satıyorlar. Kimisi de mum satıyor. Bir lari veriyorum ben de bir dilenciye. Adam çok mutlu oluyor ve benimle Türkçe konuşuyor ve ben dumur oluyorum. O kalabalıkta daracık kilise kapısından bir grup itişerek içeri girmeye çalışırken, diğer grup çıkma telaşı içerisine giriyor. Bu kalabalığa çantamla girdiğim için telaşlanıyorum önce. Ezileceğim neredeyse. Ama dediğim gibi hırsız yok, hepsi dilenci. Nihayet kiliseden içeri girdiğimde rahat bir nefes alıyorum. Özellikle kadınlar ellerinde İncil, dudakları kımıl kımıl mırıldanıyorlar. Her yer yakarış, her yer uğul uğul. Dualar çok az metre arayla başımızın üzerindeler ve şimdilik bir bulutun içinde birikiyorlar ve zamanı geldiğinde üzerimize yağacaklarmış gibi hissediyorum iyice dolduktan sonra. İsa’nın, anne kucağındaki bebek İsa’nın ve Bakire Meryem’in resimlerine öpücük konduruyor kadınlar defalarca. Parmak bir dudakta, bir resimde. Bir kadın dudaklarının ucuyla öpüyor resmi. Ölecek sevgisinden. Mumlar yakılıyor. Arada hastalar var. Yüzleri kireç gibi, saçları sıfır numara. Onlar da var güçleriyle dua ediyor. Bir köşeye sinip dinlemeye koyuluyorum. Yüksek tavanlı kilisede hangi duaların yerine ulaşıp, hangilerinin ulaşmayacağını düşünüyorum. Tanrı’nın en meşgul günlerinden biri olsa gerek. Tanrım sağlık ver, geçimim kadar para, çocuklarıma gelecek, kocama bir iş, beni affet, koru beni bizi, aşık olduğum adam beni sevsin, oğlumun başına bir şey gelmesin, kötü alışkanlığımdan kurtulayım, işim tutsun, huzur ver, mutluluk ver, Yüce Meryem, Baba- Oğul- Kutsal Ruh, kolla beni bizi ülkemi, ne olur unutma beni, göster mucizeni. Benim duyduklarım bunlardı. Dualar evrensel. Değişen bir şey yok. Camiler, mescitler kilise ve katedrallere dönüşmüş sadece.

Arka bahçesinde büyük bir ateş yakılmış ve az evvelki otları ateşe atıyor insanlar. Alevler yükseliyor, ateşin alanı genişliyor giderek. Kiliseden çıkanların peşine takılıyorum. Bir sonraki durağımız ayin oluyor. Yine aynı mahşeri kalabalık ve bu sefer girmemle çıkmam bir oluyor. Burası iki katlı bir bina ve ayini açık olan pencerelerden birinin önünden dinliyorum. En azından havadar.

20140413_110240

20140413_111141

Sokaklarında dolaşıyorum. Piazza Meydanı’nda soğuk olduğundan dışarıda oturmuyorum. Türk mahallelerine giriyorum. Tencere yemeği yapmakta olan bir sürü restoran var. Aynı sokak bizim ürünlerimizi satan marketlerle dolu. Haçapuri yiyebileceğim bir restoranı tarif ediyor bir Türk. Bir gram İngilizce bilmeyen bir hanım işletiyor burayı ve benim gibi ayinden çıkıp gelen bir sürü insan var. Peynirli ve yumurtalı haçapurimin yanında köpüren bir soda söylüyorum, üzümlü. Peyniri çok lezzetli ve hamuru tuzlu, doyurucu bir pide yediğim. Yaklaşık yedi lari ödüyor ve çıkıyorum.

20140413_114456

20140413_131210

Teleferiğe biniyorum. Üç lari. Beş adam var önümde sırada. Beni de onların arasına katıyor görevli. Kabin altı kişilik. Üç tanesi sarı Rus. Yol boyunca kikirdeştiler ve Rusça şarkılar söylediler ve yol boyu tamek marka kayısı suyu içtiler. Böyle ortamlarda ister istemez bir yakınlık doğuyor kişiler arasında. Konuşma gereği duyuyorsunuz. Yanımdaki iki adamdan birine Türk müsünüz deyiveriyorum sırf bu yüzden. Adam “Hayır.” diyor. Üç Rus indikten sonra adam karşıma geçip”Neden öyle sordunuz?” diyor. “Ben Türk’üm. Benzettim sizi de, siz nerelisiniz?” deyince, İngilizcesi daha iyi olan “Ermeniyiz biz.” diyor. Dönüş yolu boyunca Erivan’dan, İstanbul’dan, Tiflis’ten ve Bakü’den konuşuyoruz. Biraz da Ermeni mutfağından. Ben inerken üzülüyorlar ama yapacak bir şey yok, biraz daha sahillerinde gezmem gerek ve bol bol da fotoğraf çekmeliyim.

20140413_130330

Bildiğim kadarıyla tek cami olarak kalan Orta Camii’nden çıkarken yakalıyorum bizim gençleri. Etrafıma bakıyorum; 03, 08, 42… loto sandınız değil mi? Hayır, caminin önündeki sokaktaki araba plakalarından hatırladıklarım bunlar. Camiden çıkan gençlerin yüzünde bir maneviyat arayışı ve ürküntü hissediyorum. Haçlı seferleri arasında kalmış, vatanından uzağa düşmüş, Hıristiyanlaşma ve kılıçtan geçirilme korkusu içerisindeki müslüman gençlerin buldukları ilk ve tek camiye sığınışları ve yüzlerindeki ifadeleri de ayrı ayrı hiç unutmayacağım. Tahminim pazar ayinine denk geldi bu gençler ve kalabalıktan korkup, gavurlar basmış memleketi, neler oluyor vatan elden mi gidiyor diyerek soluğu burada aldılar. Nereden mi biliyorum? Yol tarifi yaparken sürekli meydandaki büyük kiliseyi referans vermelerinden. Geçmişler yani o taraftan bol miktarda. Bir daha da pazarları bu tarafa gelmez bunlar, haftanın diğer günleri dururken.

Elektronik malzemeler satan büyük bir mağazaya giriyorum. İnanılacak gibi değil ama silme Türk müşteri var. En ama en son çıkan Iphone’un fiyatı 1300 lira burada. Trabzon’dan buraya bunun için geldim diyen bir kafa yapısının orta yerine düşüyorum. Yeni bir düzenlemeyle eskisi gibi sadece nüfus cüzdanıyla elektronik alınamayacağını öğreniyorum, öğreniyoruz beraber. “Nasıl olur?” diyor bir tanesi. Yüzündeki ifade bir nevi acının saf hali. Yiğidim, Trabzon’dan boşuna gelmişsin bu taraflara diyesim geliyor. Enteresanı tüm satışta çalışan kızların Türkçe bilmesi. Bülbül olmuş hepsi bizimkilerin elinde. Nüfus cüzdanıyla, pasaportsuz giriş yapanların hayal kırıklığı ise anlatılmaz, yaşanır sadece.

Bir larilik dönüş yolculuğum başlıyor. Nispeten daha eski bir dolmuşun ön koltuğunda Gürcü bir çocukla konuşa konuşa gidiyoruz. İlk defa İngilizcesi iyi bir Gürcü’ye rast geliyorum. Erken inmesi hayal kırıklığı yaratıyor. Gürcüce şarkılar açıyor şoför bize. En kısa ve en keyifli yolculuklarımdan biridir. Üçümüz içinde ferah bir nefes olduk o kısacık anda. Bazen çok önemsiz görünen çok güzel anlar oluyor insan hayatında ve bitiveriyor erkenden. Burada yazmışsam önemsemiş olmalıyım o kısacık anı.

Tekrar döviz gişesindeyim ve larilerimi veriyor, liralarıma kavuşuyorum. Bir lariyi saklıyorum kumbarama atmak için. Dönüş daha kalabalık. Akın akın Türkiye’ye gelmekte olan Gürcüler var. Bu sınır kapımızda olaylar aşağı yukarı böyle gelişiyor. Kah seks turizmi, kah ucuz elektronik için Gürcistan’a geçen Türkler ve aylık geliri 120 Türk lirasına denk geldiğinden, yaşamak için, geçinmek için ikinci bir iş yapmak üzere Türkiye’ye gelen Gürcüler var. Hiç fabrika yok ve yağmur çamur çok olduğundan tarımdan da ekmek yiyemeyen halk çareyi Türkiye’deki ucuz işçilikte görmekte. En buhranlı anlarında sığınırsın Tanrı’ya. Bir buhran var Gürcistan’da ve insanlar burada da “Ya medet!” diyorlar. Zor gurbet ellerde çalışmak.

20140413_132814

20140413_122116

20140413_113008

20140413_113253

20140413_123014

20140413_122506

20140413_113643

20140413_105047

HOPA

HOPA’YA DOĞRU:

20140413_152541

Saat sabahın beşi ve ben lobideyim. Altı otobüsüne binmek üzere hazır ve nazır servisimin gelmesini bekliyorum. İçi buram buram tüp kokan bir taksi geliyor. Ama geliyor nihayetinde ve nazik bir esintiyle henüz ağarmakta olan yeni günü karşılıyoruz güleç şoförümle beraber. Amasya’nın minik otogarına geldiğimizde Gaziantep orijinli otobüsün on dakikalık ihtiyaç molasında olduğunu öğreniyorum. Köşede semaver çayı yapılan ufak bir kafeterya var. Erkek gibi bir kadın karşılıyor beni. Deyim yerindeyse yaka paça oturtuyor. Önce bana bağırıyor sanıyorum ama bakıyorum ki amacı bana yer göstermekmiş. Çay ve simit söylüyorum. Semaver çayı başka güzel olmakla beraber adının Zehra olduğunu öğrendiğim kadının hal ve hareketlerinden başımı aldığım anlarda ancak yudumlayabiliyorum çayımı. Çok geçmeden kocası geliyor. Onun da adı Halil imiş ve şoförlerle konuşmalarına tanık oluyorum. Mevzu çapkınlık. “Başımda bir bela var zaten, ikincisinden Allah korusun.” derken ki yaka silkişi hiç sitemkar değil. Karısının erkek fatmalığını kabullenmiş sanki çoktan. Kaldı ki, işlerin yükünün büyük kısmını omuzlarından almış olabileceğinden minnettar bile olabilir, hayatı boyunca hiç sözünü etmeyecek olsa bile.

İki saat sonra Samsun otogarındayız ve daha dün beni buradan alıp da, Amasya otobüsüne bindiren çocukla göz göze geliyoruz. Bana tip tip bakıyor, “Bu sefer nereye?” der gibi. Üzerinden 24 saat geçmemiş olmasına rağmen bana günler geçmiş gibi geliyor ve yol aldıkça günlerin önüne geçiyorsunuz bir anlamda. Yelkovanmışçasına ruhunuz, sabitleniyor bir saatte ve kolay kolay terk etmiyor yerini. Ayaklarınızsa birer akrep, duramıyor hiç yerinde. Hep akrep peşinde yelkovanın. Bir gölge gibi izliyor onu. Ötekiyse nazlı. Ağırdan alıyor zamanı. İyice özümsüyor her anı. Bir büyük zirveleri var tam uyumlu, iki defa ancak. Görmelisiniz muhteşemliği. Tıpkı akreple yelkovanın zirvesi gibi, sizin de hayatta iki zirveniz var. Biri doğum, biri ölüm sanki. Aradakiler bir geçişten ibaret.

Önce Ordu’dan geçiyoruz, sonra Giresun’dan. Sanki birer kardeş şehir bunlar. Sahilleri birbirine benziyor. Bu seferlik sadece geçiyorum içlerinden, camın arkasından bakarak. Giresun Adası’nı iç geçirerek ıskalıyorum. Nihayet Trabzon’a ulaşıyorum. Otobüs Rize’ye devam edecek. Trabzon otogarında iner inmez sıkıntılanıyorum. Korkutuyor beni burası. Moralim bozuluyor. Bıraksalar ağlayacağım. Bıraksalar ilk otobüsle Sinop’a geri döneceğim. Burada kalmak istemiyorum. Bir görevli yaklaşıyor yanıma. “Burası çok büyük, çok sevimsiz.” diyorum. “Biz buradan Batum’a kadar gidiyoruz.” diyor. Eşyamı veriyorum derhal. Nerede ineceğimi soruyorlar. Rize mi, Artvin mi, Batum mu diye. Yol boyunca düşünüp karar vereceğimi söylüyorum.

Sonra ne mi oldu? Her istasyonda bana soran gözlerle baktılar. Burası mı, şurası mı derken ben kendimi Artvin, Hopa’da buldum. Saat beşe geliyordu otobüsten indiğimde. İçimdeki sese bıraktım kendimi. Artvin’de buluverdim kendimi. Rize’de ise başbakanın her 100 metrede bir, kilometreler boyunca, bir beyaz bir mavi fon üzerinde koyu renk takım elbisesiyle arz-ı endam ettiği direklere asılı tam boyutlu posterleri tarafından karşılandım. Gezi Parkı yahut hiçbir eylemci geçmemiş gibi geldi buradan. Bense çaresiz yoluma devam ettim.

20140412_140807

HOPA:

Prenskale turizme ait mini otobüsten indiğimde saatlerce yol gitmenin sersemliği vardı üzerimde. Kararsızca indiğim ilçenin meydanında  ilk dikkatimi çeken ortalıkta hemcinslerimin çok az miktarda olmalarıydı. Ben galiba bir erkek şehrine, dolayısıyla ilçesine gelmiş bulunmaktayım. İç sokaklardan, lokantaların arasından geçiyorum. Dükkanların içlerinde de erkekler var dizi dizi. Bana bakıyorlar garipseyerek kah dükkanlarının içinden, kah kapılarının önlerine attıkları sandalyelerden. Yokuşun sonundaki öğretmenevine gidiyorum. Burada otelde kalamayacağım düşüncesi yerleşiyor beynime. Doğu gibi burası ama denizlisinden. Tekrar çarşıya iniyorum. İnsanları tanımam gerek. Bulduklarıma saçma sapan yol tarifleri yaptırıyorum, döviz bürolarının yerlerini soruyorum, olmadı migros soruyorum.”Ha buraya nercen celdun daa?” “Arcvinimiz guzel oluyor daa.” gibi efsanevi cümlelerini “da” takısıyla bitiren gökgözlü adamlarla konuşuyorum. Çok sevimli ve melodik geliyor konuşmaları, konuşma sürelerini ne kadar uzatırsam kardır diyorum, ne konuştukları mühim değil, zaten çoğunu da anlamıyorum ama işte hoşuma gidiyor daa. Bana karşı son derece sabırlı davranıyorlar. Bir tanesi nereden geldiğimi soruyor. Tepkisini ölçmek için “Fethiye.” diyorum. Yerini soruyor, tarif ediyorum. “Çok kilometre, ha burada ne işun var da, öğretmen miysun?” diye soruyor. Buralı değilsen, yalnız ve bekarsan, demek ki bir öğretmensun daa!

Gürcistan’la aramızdaki Sarp sınır kapısına çok yakınız ve az ileride de Hopa limanı var. Hiç görmediğim kadar çok tır ve kamyonla karşı karşıyayım. Denizaşırı ya da kara yolundan geçirilmiş son model arabalar taşıyor kimisi, kimisinin içinde ne var ne yok belli değil. Bense karşıya geçiyorum, sahil tarafına. Hala şehrin mekanizmasına alışmış değilim, lisanına alışsam da. İnsanlara karşı kendimi yalnız ve çaresiz hissettirtiyor tüm bunlar. Kaçkarlar’ın üzeri sislerle kaplı. Harika bir manzarası var. Lunapark var sahilde. Az ileride de, bir sürü kafeterya. Dışarıya masalar atmışlar. Hava güzel ve kadınlı erkekli gruplar var. Bol bol çay, kahve ve çekirdek tüketiliyor. Sahilde yürürken gençlerin olduğu bir gruba denk geliyorum. Kazım Koyuncu’nun sesi denizin sesine karşıyor. Koyuncu’nun memleketinde olduğumu hatırlıyorum nihayetinde ve gençler var hemen yanı başımda, bir anda hüzün dağılıyor ve sahile vuran dalgalara bakıyorum. Bunlar umut dalgaları ve umudun sesi. Hüznüm dağılıyor. Rengin kafeyi seçiyorum. Güneşi batırıyorum batırmasına ama esinti de yavaştan üşütmeye başlıyor. İlerideki bir masada oturan gençlerin arasına uzun ve kızıl sakallı orta yaşlı bir adam geliyor. Hesabı istediklerinde “Çayları açık yaz ama.”diyor. Gülüşüyorlar. Laz fıkraları vardır hani, hepsinin bir doğruluk payı olduğuna kanaat getiriyorum. Değişik bir felsefeleri ve farklı bir mizah anlayışları var. Ben sevdim. Hüzün ve memnuniyetsizliğim başka nedenlerden ötürü, siz bana aldırmayın sakın.

20140412_180828

image

Yöresel tatlar konusundaki talihsizliğim burada da devam etmekte ve maalesef balık memleketinde yiyecek balık bulamıyorum. Bir balık mevsiminde bile gelememişim. Yazık bana. Akşam da hamsi bitmiş olduğundan mezgit tava yapıyorlar. Sular maşrapalarda geliyor. Neden olduğunu anlamadığım bir garson bana öğretmenevine kadar eşlik edip, ertesi güne döner ısmarlamayı teklif edip, akşam akşam ortaya çıkan Gürcü kadınlara üşenmeyip tek tek selam verdikten sonra bana dönerek “Anladum ben sizu, siz bunlardan değulsunuz.”diyor. Bense yanıt verme gereği ve fırsatı bulamıyorum. Çünkü bir süre sonra Hopa’nın “sarhoş adamlar barlar sokağından” geçmekte olduğumu, günlerden cumartesi olduğunu; naralar atarak kapılardan fırlayan adamların önce bana sonra da bana refakat eden garsona bir göz attıktan sonra kendi yollarına devam edişlerinden ancak idrak edebiliyorum. İyi ki yalnız değilmişim dedim. Saat yedi civarıydı ve adamlar dut gibiydi. Sonra mı? Sabaha kadar nara atan, olmadı silah atan, küfürleşen, kavga eden, arabasının lastiklerini iyice ezip tuhaf sesler çıkarmaya çalışan adamların seslerini dinleyerek geçirdim hayatımın bir gecesini bir garip memlekette.

20140412_175325

20140412_175105

İklimin çılgına çevirdiği, çoğu inatçı ve hoyrat, uzlaşması  kolay olmayan, kadın ve silahsever erkekleriyle dolu bir yer burası ve etrafta konuşacak bir hemcinsimi bulamadığımdan kadınlarını tanıma fırsatı bulamadım bile. Sokaklarda en çok Gürcü kadınlar dolaşıyorlar rahat rahat.

Kaçkar’ların buğusuyla ayrılacağım buradan. Hislerim biraz karışık. Fırtınayı çağrıştırdı sanki burası bana.

DÖRT DUVAR

image
ÇİZER: PAWEL KUCZYNSKI

NANA

“Alla alla..”

Kim olduğumu, nereden geldiğimi sormak aklınıza geldiğinde ancak yaşıyor olacağım aranızda. Adım Nana. Yaşım elli. İşsiz kocam, iki çocuğum ve bir torunumu Gürcistan’da bıraktım geldim, çalışmak için. Çocuklarım için sağım, onlar için varım burada. Benim olmayan topraklarda, vatanımdan uzakta, aç kalmamak için, yaşamak için kendimin olmayan bir ananın bakıcılığını yapıyorum. Onun sayıklamalarını dinliyorum tüm gün, yakarıyor tanrısına kurtarsın onu diye. Kolay mı sanıyorsun içi binbir sitemle dolu ahlarını sindirebilmek? Aynı şeylerle suçlanıp durmak? Elmalarını dilimliyorum incecik. Uzamış tırnaklarını kesiyorum. Kızları, oğulları geliyor ara ara artık bilinci iyice bulanmış kadının yanına vicdanlarını rahatlatmak için. Nasıl da gülüyor öz evlatlarını görünce. Ben de kendi çocuklarımı görsem böyle davranırdım herhalde. Büyükannelerinin elinde büyüdü çocuklarım, bir süre sonra onu anne bilir oldulardı da nasıl kıskanırdım anlatamam. Bense eve ekmek almak için para yollayan bir yabancıya dönüştüm yıllar içinde gizli gizli annesini çocuklarından kıskanan. Ne yapsaydım yani? Sovyetler dağıldığında biz başka türlü dağılmıştık bile çoktan. Fabrikalarını da beraberlerinde götürdü Ruslar ve bizlerin dumanı tüten ocaklarını da. Bir daha da yatırım yapmaz oldular. İşsizlik başladı. Fabrika olmayınca ne işi ne gücü? Marketler bile kapandı. Halbuki Putin Gürcü’dür. Annesi bizim orada yaşar. Babasıysa aslen Gürcü’ydü. Tıpkı Stalin gibi. İş başa düşmeye görsün insan ister istemez her işi yapabiliyor. Aslen tarih öğretmeniyim ben. Öyleydim yani ama otuz beşinden sonra iş yok ülkemde. Ancak küçük işler var, tıpkı parası gibi; onlar da temizlik işleri ve de paspas için verdikleri para da belli. İngilizce’de bilmiyor ben. Türkiye gene iyi. İlk başlarda kullanıldım daha doğrusu halen daha kullanıldığımı düşünüyorum. Bin liraya hastanede hastaya bak gel de gece gündüz. Şirket çok kazandı üzerimden, sigortamı da ödemediler. Ama sıkacağım dişimi. Uç sene sonra bana türk kimliği verecekler. O zaman bir nebze olsun rahatlarım diye umuyorum. Arkadaşlarım arasında hayat kadınlığı yapanlar var. Nana sevmez öyle şeyler. Nana’nın kıskanç bir kocası var ve onun yüzünden erkek hastaya bile bakamıyor ve Nana yalan söyleyemez asla kocasına. Aksi olsaydı hem daha çok para kazanırdım, hem de evimden daha az zaman uzakta olurdum. Sonra mı? Yaşardım gider, kabullenirdim biter. Şimdi geldiğim noktada bir adamın önünde diz çöküyor olmakla, bir adamın annesinin bekçisi olmak arasındayım. İlkinden vazgeçtim namusum kurtuldu-siz türkler nasıl diyor, böyle söylüyorlar– ikincisinden kurtulsam aç kalırız beraber. İş yok memleketimde. Gurcistan’da öğretmenlikten bağlanan aylık yüz yirmi lira. Kocam işsiz. Allah’tan Gurcistan ucuz. Herşey burayla yarı yarıya. Ama gene de yetmiyor. Burada yemek masrafım yok. Hepsi onlardan. Zaten Nana çok yemek sevmez. Sadece boş günlerimde o da haftanın bir günü, dışarı çıkıyorum. Bir saatlik bir market alışverişi yapıyorum en fazla. Bazen çocuklara bir şeyler bulurum diye çarşıda şöyle bir dolaşırdım. Şimdi çarşıda uzakta. Nana dolmuş parası vermek istemiyor, Nana para harcamak istemiyor. Her kuruş bana memleketimde gerekli. Samsun’da çalıştım iki yıl, dört yıl Ankara’da bir yaşlıya baktım. Öldü o da. Bir kez de İzmir’de bulundum. O ne güzel şehirdi öyle. Kış idi gittiğimde. Ilık geçen bahar havası vardı. Güzel memleketti. Benim olsun isterdim, burnumun direği sızlasın isterdim onun için. Memleketinden başka burnunun direğini sızlatan yer olmuyor çünkü. Yüce tanrım, ne karanlık, soğuk ve sevimsiz idi Ankara. Başkent diyorlardı orası için. Yüksek gökdelenler ve hep bakanlık binaları vardı. Moskova’da başkent ama böyle değil işte. Rengarenktir Moskova. Ne de olsa on yılımı geçirdiğim şehirdi. Şimdiyse burnumu pahalı diye dışarı çıkaramadığım bir başka su şehrinde, İstanbul’dayım. Ne sevdim diyelim, ne sevemedim burayı da. Üvey biraz sanki bana. Sanki sert bir tokat atmak istiyor da yapmıyor, tutuyor gibi. Ayağıma dolanma, benim binlerce dolananım var der gibi. Ama sağ olsun gene de. Hiç aç bırakmıyor, doyuruyor herkesi, tıpkı beni doyurduğu gibi. Burada maaşım da iyi. İki katı alıyorum. Geçenlerde bir arkadaşla bir kafede buluştuk konuşmak için. Çay söyledim, en ucuz şey diye. Bir çay yedi lira dediler. Ben onunla bir kilo çay alırdım. Kazıkçılar. Nana var anlamamak, neden böyle. İstanbul pahalı şehir anladık ama çay bu işte altı üstü yanında da iki küçük kurabiye eşliğinde.

Nana en çok uç buçuk aylık torunu Maria’yı özlüyor. İki kıza bir kız daha geldi. Küçük kız büyükten önce evlendi ve bir kız daha getirdi yaşantımıza. Yaşamaz dedilerdi önce sekiz aylık doğuverince. Ciğerlerinde gerekli havayı alacak yer yokmuş. Anne sütünü kabul etmemiş, mamayla beslemişler, oksijen vermişler benim minik tatlı torunumu yaşatmak için. Kızım ağlayarak aradığında ona, önce cinsiyetini sormuştum. Kız olunca sevindim. Kızlar daha dayanıklıdır. Öyle de oldu. Hayata tutunuverdi benim küçüğüm. Yakaladı bir ipin ucunu, asıldı da asıldı. Kaderi büyükannesine benzemesin. Dilini sonradan çat pat öğrendiği insanların alt bezleriyle uğraşmasın. Bir kız sordu burada bana, hayat nasıl geçiyor, sen seninkinden memnun musun diye. Eh işte dedim, günleri birbirine ekledim oldu bir yol bana, benim yolum da bu, ister yürür ister dururum ama önce koşarım, çocuklarımla ailemle geçireceğim günler için koşarım.

Alla alla.. Bu kadının derdi nedir böyle? Bak şimdi, herkese melek, tek benimle uğraşır durur. Doktorlara iyi konuşur. Oğullarına içi titriyor. Gene kalkmak bilmiyor saat öğlen oldu. Uyan ana sonra gece uyutmuyorsun beni. Gaddarlığın, zulmün hep bana. Seni ne kadar sevebilirim ki söyle bana, hem de bu kadar az maaşa? Kızının bana yaptığını hatırla bakalım. İlk iş gününde yemeğimi odama getirmişti. Beni sofrasına çağırmamıştı. Ben aşağılık bir hizmetçiydim gözlerinde. Nana çok sinirlendi o gün. Hayvan mıyım ben? Hemen aradı ben patron. Dedi ben bırakıyorum bu işi. O zaman aklı başına geldi hanımın, ama kalbimi kırdı bir kere. Nana bir daha asla sevmeyecek artık o kadını, asla. Bana verdiğiniz maaşla gece gündüz annenize bekçi yaptınız beni. Nana’nın pantolonu üzerinden düşüyor. Nana çok kilo verdi, çook. Hem en pis işlerinizi bize yaptırıyorsunuz, hem de düşük maaş veriyorsunuz. Nerde kaldı sizin insanlığınız?

ŞERMİN

“Allah benim yardımcımdır
O ne güzel arkadaş öyle..”

Son yıllarımı -ama kaç yıl olduğunu tam olarak hatırlayamadan-hastanelerde her seferinde gidip de bir daha gelmeyen şefkatsiz bakıcıların elinde geçirdim. Son düşüşüm hem beni hem belimi büktü. Mengene gibi bir korsem var, taş gibi de. İyicene de yatağa bağlandım. Her işim yatakta görülür oldu artık. Kaldım kulun eline. Kocamdan sonra tek arkadaşım oldu güzel allah bana. Türkçe, Arapça aklıma hangi dilde gelse, başlıyorum dualar okumaya. Ancak dayanıyorum mahkumiyetime. Çocuklar işte güçte. Herkesin evi var barkı var, okuttuğu çocuğu, gönlünü eylediği eşleri var. Kumburbuğdayı gibi kalakaldım sanki tarlanın orta yerinde. Hastanelerse oldu tarlalarım.

Maaşım bana yetiyor. Gerçi maaş cüzdanımı görmeyeli uzun yıllar oldu. Para saymayalı da. Bazen televizyondaki reklamlara takılıyor gözüm. Neler çıkmış, neler çıkmakta her geçen gün, bizim zamanımızda yoktu tüm bunlar. En sevdiğim Nana’yla beraber alışmış olduğum dondurma saatlerimiz. Günün benim için en güzel dakikaları onlar. Eskidenmiş dondurmayı yalayarak yemek. Şimdi bildiğin ısıra ısıra yedirtiyorlar adama.

Mmmm gene geldi dondurma saatimiz.

Size ne anlatacağım bakın. Ama aramızda kalması şartıyla. Olur mu? Bu yaptığım yaramazlığı pek az kişi bilsin istiyorum çünkü. Bir gece gene hastanedeyiz. Ben bu Nana’ya çok sinirlendim. Kötü davranıyor bana. İnsanlığın nerde senin, insan hiç anasına böyle kötü davranır mı dedim. Bir sinirlendim anlatamam. O sinirle aldım altımdaki bir avuç kakayı, sıvadım suratıma, saçlarıma, boynuma. Nana neden böyle yapıyorsun dedi. Koğuştaki kadınlar yapma diye bağrıştılar. Dinlemedim hiç birini, bilhassa da cevap vermedim. Bu bana daha büyük zevk verdi. Cezalandırdım onu. Temizlesin, işi o onun. Üç saat banyodan çıkamadık. Biz birbirimizin şanssızlığı olduk, hiç sevmedik birbirimizi en başından. Akılda sorun yok. Benim derdim kendimle, bir de Nana’yla. Şikayet edeceğim bu Nana’yı da herkese.

HIZIR

Angara’nın bağları da..”

Anam koymuş adımı. Eli becerikli olsun, Hızır gibi yetişsin herkesin imdadına diye. Anamın kendi gibi saf ve temiz yüreğinden gelen yakarışlar doğru zamanda yerine ulaştığından mıdır nedir, ben de adım gibi tıpkı Hızır Aleyhisselam gibi yetişir dururum çalıştığım hastanede insanlar müşkil durumlara düştüğünde. Vatandaşa hizmet gerek. “Hızır bir gel, Hızır yardım et, Hızır bir destekleyiver, hastayı filme götür, hastayı yataktan al, acile ağır geldi.” Ben görünürüm. Üniformamla, heybetimle, jöleli saçlarımla, her gün hiç üşenmeden cilaladığım simsiyah makosen ayakkabılarımla.. aksi mümkün değil zaten. İşi düşen herkese yardım etmişliğim vardır. Kadınlarrr, ah tabi ya, onlara özel muamelem vardır, her şekil. Tevekkeli değil pek erkek hasta da, erkek hasta yakını da sevmem. Şöyle kütür kütür olmalı hasta dediğin. Mevsiminde acur gibi. Hop demelisin, kaldırıp kucaklamalısın, sedyeden alıp yatağa atmalısın. Namım hastanede de almış yürümüş, benim haberim yok. Sıraya girermiş dul avratlar karizmamdan. Evdeki ayrı, dışarıdaki ayrı elbette. Anlayacağınız arı gibi çalışıyorum gece gündüz yüksünmeden. Çünkü işimi seviyorum, çünkü insan seviyorum. Ben bir de en çok kadın seviyorum.

Arkadaş ne iş yaparsan yap, nerede çalışırsan çalış, hastanedeki kadar renkli bir ortam arasan da bulamazsın. Bizim bacanak hava meydanlarında çalışıyor, o bizim ora da öyle dese de, biz burada hayat kurtarıyoruz. Pilot uçurur, tamam da, doktor daha forslu her zaman. Hem ben bedava uçsam ne, bedava ameliyat olmak isterim, tanıdık bildik hekimlere. Bizim bacanakla çekişmemiz bitmez öyle kolay kolay. Tek farkla: o karısını sever, ben tüm kadınları severim.

DURALİ

Korkma!”

Hastanenin çok çeşitli bölümlerinde çalıştım durdum. Son beş senedirse morgda görevliyim. Yanda da gasilhane var. Nedense hiç aklımda olmayan ölüm düşüncesi yavaş yavaş filizlenmeye başlayıverdi içimde. Sık sık düşünür oldum öte tarafı. Düşünmeyeceksin de ne yapacaksın? Ne zaman şu odaya girsem kalabalık bir sessizliğin içine düşüyorum. Her çekmeceyi çeksen baksan bir beden ve etrafımdaki her yer bedenini terk etmiş ruhlarla dolu gibi geliyor. Tepeden tepeden bana baktıklarını hayal ediyorum, yahut yanıbaşımdan. Çok nadir olarak da olsa soluklarını hisseder oluyorum bazen ensemde ve ürperiyorum. Korkudan başka bir şey bu hissettiğim. Yüzleşmekten ödüm patlıyor böyle bir gerçekle. O an ne kadar çok tanrım diyorum, anlatamam. Çünkü esaslıca biliyorum aslında korkulacak bir şey olmadığını, ama gel de aklı inandır. Eskiden ne çekmedik besmele, ne Fatiha bırakmazdım içeri giresiye. Bir kez abdestsiz çıktıydım da evden, hatırladığımda girmemle çıkmam bir olmuştu. Şeften izni kaptığım gibi kendimi atıvermiştim sokağa. Öyle böyle değildi sizin anlayacağınız ilk baştaki korkum. Zaten çok şikayetlenmiştim başında istemem burada, ben korkarım ölüden diye. Ama şefim senin adın Durali, dur de, geç hele ölümlerin önüne deyivermişti de ismimle teselli bulur olmuştum ama ne yazık hiçbir ölümün önüne geçemedim burada çalıştığım süre boyunca. Benden büyük Allah var a canlar. Şimdiyse yavaş yavaş alıştım varoluşlarının içindeki yokluğa. Onlarla konuşuyorum bile. Ne yapacaksın arkadaş, insan her şeye alışıyormuş. Ben neler gördüm burada. Anlatsam roman. Çeksem film. Yazsam şiir. Trafik kazasında başı kopan mı istersin, sabi sübyan çocuklar mı istersin, dilim dilim doğranan mı istersin, doğuda mayına basıp, paramparça olan mı? Liderler geldiler buraya insanları teselliye. Ne lideri? Atatürk’ten başka lider mi geldi bu memlekete? Hepsi lider müsvettesi. Yazık benim ülkeme.

İnsan, insan öldürmenin her çeşidine dayanıyor da, ölümün kendisine, tabiatına dayanamıyor. Hele küçük çocuğu ölenlerin kapının önündeki feryatları duyanların yüreğini dağlar. Allah dağlara taşlara vermiş evlat acısını da çekememişler, insanda karar kılmış o da. Bak hele, allahın gücüne gitmeye ama ne istedi bizden hala bilmem. Yok böyle bir şey. Yok böyle bir acı. Duyan bilen gören bir söyleye. Sanki o anaların babaların yüreklerini bir kartal çekip çıkartıyor yerinden. Hiç unutmam bir baba, on sekiz yaşında trafik kazasında ölen çocuğunun cesedini gördükten sonra sessizce çıkmıştı, aman ne iyi bir damla gözyaşı dökmediydi derken, bir anda koridordaki duvara başını vurmaya başladıydı da güm güm diye kafasını yarmıştı akrabaları ellerinden kollarından tutup da çekesiye. Bütün yüzü, gözü, gömleği, yerler kanlar içinde kalmıştı. Sanırsın ki tavuk boğazlamışlar. Dayanamıyorum diye bağırır dururdu gider iken. Hiç unutmam. Hiç gözümün önünden gitmez o hal. O adam, acısı, oğluna bakarkenki tepkisizliği ki fırtına öncesi sessizlikmiş onunkisi..

Beni soracak olursanız.. Beni pek soran olmaz ya, neyse. Burada başrollerde sessiz bir filmin kahramanları var. Ben figüranım çoğu kez. Yer dolduruyoruz. Demek ki bir boş yer varmış benim gibi silik bir adam için bile. Evliyim ben. Çocuk.. Yok çocuk. Olmadı. Sperm sayım düşükmüş, bir iki tedavi olduk hanımlan. Onda da olmadı, tutmadı. Zaten ağır gelir oldu bir odaya girip spermlerimi akıtmak bir kabın içerisine. Şimdi bakıyorum da iyi ki de olmamış. Var olanın yok olmasındansa, hiç olmaması daha iyiymiş. Senin olanı allah aldı, daha çok sevdi diye teselli olmaz. Ben avunmam bu kadar azıyla. Kim avunur böyle şeylerle. Ne edeceksin? Avuntu dünyası. Benim tesellim de bunca acı çeken aileler. Yoksa çok koyuyor çocuksuzluk ama ne edeceksin? Hayat işte. Tesellisiz yaşanmıyor ki. Bir ara bir buhran geçirmiştim. Okumaya başladım o dönem. Ne bulursam okuyordum. Rus edebiyatı favorimdi. Kipling okudum. Steinbeck okudum. Stendhal okudum. Çehov okudum. İyi geldi ruhuma. Yatıştım sanki. Erkek olmayan bizi anlayamaz. Biz farklı düşünürüz. Bizim hanım incik boncuk kurslarına dadandı. Alışveriştir onun tanrısı, illa ufak bir şey alacak kendine. O da onun tesellisi oldu. Ne edeceksin, çoluk yok çocuk yok. İki hizmetli maaşı, ev kendimizin, gecekonduya kat çıktık, kayınbaba sonradan müteahhite verdi, bir dairede hanımın üzerine oldu dört çocukta hak geçmesin diye. Kira parası da cepte. Daha ne? Şimdi tek sıkıntım aynı apartmanda bir sürü akraba dipdibe yaşıyor olmamız. Ben büyükleri olduğumdan saygıda kusur etmiyorlar ama bir çocuk da benim olsaydı, sev sev başkalarının çocuğunu ne kadar sevebilirsin ki?

BÜYÜK VE BEKLENEN ENGİZİTÖR

Sana sağlıklı bir aile verdim dağılmış ve fakir bir ülkenin topraklarında. Şimdilik. Hiç layığın olmayan bir işi yaptığını düşünüp duruyorsun. Hiç hak etmediğin muameleler, karşılaştığın. Sana layık görülenin acısını çıkartıyorsun bir başkasından. Ezildikçe eziyorsun. Kısasa kısas yapmasan sevilen kulumsun. Kalbinin içinde iyilik var. O iyiliği ben koymadım. Tabiatında var. Senin şanssızlığın insan emeğine değer vermeyen insanların arasına düşmüş olmak. Hepsi bu.

Ben aklını koyverdim, sense gerisini boş verdin. İçten içe fenalık ettiğini düşünür durursun. Aklına geldiği anlarda bunu hak etmek için ne yaptım ben geçmişte der durursun. Geçmiş geçmişte kaldı. Senin cezan seninle ne yapacağını bilemeyen ailene kesildi. O kadar şaşkınlar ki. O kadar çılgınca davranıyorlar ki. Seni hemen yanıma almamam sırf bu yüzden. Bu haddinden büyük ve erken bir iyilik olur herkes için. Dünyada kalacağın günler henüz bitmedi. Dur daha. Kal o durup durduğun yatakta. Ama bir daha o kadar yaramazlık yapma. Sürme elini kolunu çok fazla yüzüne gözüne. Bulaştırma pisliği ellerine. Bunu yapabilirsin. Yap. Adımı ağzından düşürmüyorsun. Benim nerede olduğumu da biliyorsun.  Sadece çok fazla neden arıyorsun. Hayata her zaman yaptığın gibi çok fazla anlam yüklüyorsun. Ben size çok basit bir hayat vermiştim halbuki sonsuz mutluluk için. Sizse zoru seçip, geldiğiniz noktada birer mutluluk avcısına dönüşüverdiniz. Kovalamakla yakalanamayacak hisleri yanlış yerlerde arayarak tükettiniz çoğunuz . Çok yazık.

Sana yüksek libido verdim ve karşı konulmaz erkeklik. Seni ormanın olmasa da bu küçük bahçenin hem bahçıvanı yaptım, hem aslanı. Sürmektesin bahçeni dilediğin gibi. İster maydonoz ek, ister limon ağacı. Tercih senin, bahçe senin, çiçekler senin. Dilediğin gibi sürmekte serbestsin. Hakkaniyetlisin. Şehvetin, yenik düştüğün. Olur. O kadar olur. Gönül kırmak nedir bilmediğinden, sen de benim sevilenimsin.

Sana rahatlık verdim bu dünyada. Bolca da teselli. Seni dünyada olabilecek en iyi dostların arasına koydum. Onlar senin sessiz dostların. Onlar senin hüznün, neşen, umudun, umutsuzluğun, her yaştan, her kesimden, her evden, her kültürden. Hepiniz bir yüzün suratlarısınız, hepiniz aynısınız aynada. Ruhun ruha fark atmaya hakkı yok. Korkun geçtiğinde ancak aradaki çizginin inceliği seni şaşırtmış olmalı. Onlar çelik birer kasada yatan başkalarının hüzün kaynağı olmaktan öte, onlar senin içindeler de artık. Hissetmeye başladın en nihayet yavaş yavaş ve korkulacak bir şey olmadığını gördün. Onlar benim gücüm. Onları hissediyor olman benim varlığımın ıspatı. Ne çok yakınım ben sana, bir anlasan. Ben yani başından beri sen dediğin ben, bir nefes kadar yakınım ben sana.

“Önce sana bir yara veririm, sonra ötekine bir yara veririm. Sonra günleri tersine çevirir dururum.” 

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑