120 BPM(BATTEMENTS PAR MINUTE) : KALP ATIŞI DAKİKADA 120

63BDA86A-5FE0-4829-A8D3-4DCD90372F1A

120 BPM(BATTEMENTS PAR MINUTE) : KALP ATIŞI DAKİKADA 120

“Katil Mitterand!”

“AIDS bizim için bir savaş. Başkalarına görünmeyen bir savaş. Arkadaşlarımız ölüyor. Ölmek istemiyoruz. Her savaşın dönekleri vardır. AIDS de öyle. Bu salgını tanrının gay, bağımlı, hayat kadını ve hapistekileri öldürmek için gönderdiğini düşünenler duyarsızdır. Bunu kullanıp ayrımcılık ve nefreti uyandıranlar var. 1989’dan beri durmadan, yorulmadan her cephede savaşıyoruz. Birlikte güçlerimizi toplayabilir, bu salgına karşı koyabilir ve sorun olduğu kişisel trajediler ve sosyal problemleri duyurabiliriz. Birlikte bir topluluk kurabilir, birlikte bu hastalığa pozitif ve savaşçı bir ruhla yaklaşabiliriz. ACT UP PARIS AIDS’i bir meydan okuma olarak görüyor. Haydi bize katılın.”

Bazı zamanlar AIDS’in hayatımı nasıl değiştirdiğini görebiliyorum. Hayatı daha yoğun yaşıyorum. Sanki dünya farklı görünüyor. Sanki daha çok renk var gibi. Daha çok ses, daha çok hayat. Özellikle de sabahları.” Sean

“Homoseksüel bilincinin yapmacıklığını gözlemliyoruz. İlişkilerde aldatmayı doğrulayan. Aldırışsızlıktan duygusal yapmacıklığa kadar gidiyor. Bu dürüstlük eksikliği. Homoseksüel ilişkilerin istikrarsızlığını açıklıyor. Çünkü ortada güven yok. Bunu söyleyen Tony Anatrella, bir papaz ve psikoanalistmiş kendisi. Haftalık dergiler ve Le Monde’da iyi yorumlar almış. Aynı boku Baudrillard’dan da duyduk. İşte başlıyoruz: ‘Patalojik olarak kapalı çevrelerde yayılan bir virüs. Metaforik bir ensest ilişki. Nasıl yaşamışsan öyle ölürsün. Bağımlılar ya da homoseksüeller arasındaki AIDS yaygınlığı, bu kapalı dünyaların enseste dayalı doğasını açığa çıkarıyor.’ Biz de böyle çıkarımlar yaptık: ‘Dikkat bu kitapta homofobik ve AIDS hastası ve HIV pozitif olanları lekeleyen fikirler vardır. Bu stickerları itici fikirlerin olduğu sayfalara yapıştıracağız ve sanki arkadaşımız gibi davranan sosyolog ve filozofların kitaplarına da.’”

9B3396CC-A938-4939-A5B9-F2EA410E783C

3162CEDB-E437-4533-B628-C706112120C7

GİRİŞ :

Yirmili yaşlarda Fransa’da ister öğrenci olun ister çalışan ister işsiz olun ya da her ne olursanız olun, hakkınızı savunmanın, özgürce düşüncelerinizi paylaşmanın, aktivist olmanın, ölmek üzere olan bir AIDS hastası bile olsanız, siz farkında olmasanız da bir gün sizin ait olduğunuz bir gerçeklik üzerinden belki hemen ya da böyle yıllar yıllar sonra bir film yapılma ihtimalinizin kuvvetli olacağını ve bunun bile sizi ayrıcalıklı kılmaya yeteceğini sakın unutmayın. Sonuçta anılmak mühimdir üzerinizden yıllar geçmiş olsa bile. Ve Mitterand da anılmış oldu bir şekilde bu filmde binbir vesileyle. Zamanında bunun bir parçası olan yönetmen Robin Campillo’ysa kendisinin de bir parçası olduğu gerçekliğin filmini yapmış cesurca. 2018 Cannes Film Festivali yaklaşmışken, 2017’deki festivalden Grand Prix kazandığına bakılırsa da izlemek için bir parça geç kalındığını gösteren bir film oldu 120. Benim için öyle oldu en azından. 143 dakikalık süresi ise en büyük handikapı olmakla beraber, büyük kısmı bir anfide gerçekleştirilen ve filmden uzuun uzuun dakikalar çalan tartışmaların, daha doğrusu çoğunluğu gençlerden ve hastalıklarının seyri günü gününe tutmayan ve bu yüzden ara ara bir parça tahammülsüz olabilen bireylerden oluşan bir grubun bir konu üzerine kendileri sağlıksız olsalar da nasıl sağlıklı bir şekilde tartışılabildiklerini göstermesi açısından çok çok mühimdi. En azından biz hasretiz böyle şeylere ve de hasetleniyoruz oturduğumuz yerden böyle şeylere. Var olan temel eğitimin yetersizliğini ve ezberin yan etkilerinin bireyi toplum önünde nasıl çırılçıplak bıraktığını fark ediyorsunuz böylelikle. Çok yazık oluyor bize… Olan olmuş Köy Enstitüleri’nin kapatıldığı o günlerden bugünlere… Bir de din baskısı var şimdi Demokles’in Kılıcı gibi tepemizde(kibarcası üzerimizde). Daimi tehdit altında hissediyor insan kendini siyasi, ekonomik ve hukuki olarak; bir de manen yalnız hissediyor insan kendini vatandaşı olduğu ülkesinde yaşamaya çalışırken. Kafanızı karıştırdıysam eğer, konuyu daha fazla dağıtmadan geçiyorum 2017 tarihli Kalp Atışı 120 Dakika’nın bizi saran himayesine, çok pardon hikayesine, ama önce cast and crew’da ne var ne yokmuş bir bakmak gerekiyor IMDB diliyle.

79B6A7E9-3B73-49A5-AA0F-126CBAD0034E

6A95D7F4-AFC7-4139-AFC3-2A8C6A133FA6

Film, Robin Campillo’nun üçüncü uzun metraj yönetmenlik çalışması olmakla birlikte, bundan önceki en büyük başarısı olarak demeyelim de en hatırda kalan işi olarak tamamı amatör oyunculardan oluşan ve yönetmenliğini Laurent Cantet’nin yapmış olduğu Altın Palmiye ödüllü “The Class / Sınıf”ın senaryo çalışması olarak kalmış olmasında, Campillo’nun güçlü kaleminin onu bu noktaya getirdiğini unutmamak gerekiyor. Oyuncular arasında en çok adı duyulmuş olan ve Sophie rolüyle karşımıza çıkan Adele Haenel ise Dardenne Kardeşler’in Meçhul Kız’ında başrolde yer almıştı. Göz aşinalığı olanlar için, kendisini ön plana çıkarmadan, takım oyunculuğunda harikalar yaratan gösterişsiz bir aktrist olarak yine göz dolduruyor göründüğü her karede. Arjantinli oyuncu Mahuel Pere Biscayart’ın da çok farklı bir enerjisi vardı film boyunca. Çok da cüretkardı bana kalırsa. Ama orası Avrupa. Sektördeki yaklaşık on beş yıllık kariyeri göz önüne alındığındaysa, insan şaşırmadan edemiyor minyon fiziğin nelere kadir olduğunu görünce.

DDC81AEF-D962-4321-865A-6EB664D7371C

12D45277-F26B-4D41-B448-1F81C899E65D

KALP ATIŞI DAKİKADA 120 :

Film bir protesto sahnesiyle açılıyor. Sahne arkasından fırlayan eylemci bir grup genç uzuun ve sıkıcı bir konuşma yapan adamın sözlerini balla değil de, kan bombası ve kelepçeyle kesiyorlar. Bunu yapan ACT UP grubu ilk defa New York’da ‘89 yılında, gay topluluğu içinde AIDS hastası olan kişilerin haklarını korumak için kurulmuş olup, bizler film boyunca ACT UP PARIS’in eylemlerine tanıklık ediyoruz. Aralarına katılan dört yeni üyeyi gruba tanıtmadan önce kendilerini tanıtıyorlar, sonra da medya ve toplum karşısında nasıl görünecekleri anlatılıyor kendilerine nazikçe. Yani HIV durumları ne olursa olsun HIV pozitifli bireyler olarak hatırlanacakları gerçeğini. Hastalığı iyice nükseden bir arkadaşlarının uzun zaman önce kendileriyle bağlarını kopardığını ve yakın zamanda aldıkları ölüm haberini duyuruyorlar anfide. Mitterand’a resmi gönderilecekmiş AIDS salgınını hatırlatmak için. Filmin sonunda benzer bir kader bekliyor olacak Sean’u da. İlerleyen hastalığına çare bulunamadığından, bıkkınlıktan, umutsuzluktan o da vazgeçiyor davasından ve kenara çekilip ölmeye koyuluyor sessizce. Kendi derdine düşüyor kısaca. Grup tarafından onun fotoğrafları da Mitterand’a ulaşacak ve belki Mitterand görmeyecek bile, görse de umursamayacak kuvvetle muhtemel. Grubun protestolarının hedefi olan tek kişi Mitterand değil. Melton Pharm adlı dev ilaç firması, resmi tavsiyelere rağmen kondom makinesi koymamakta ısrarcı liseler, bağımlılara enfekte şırınga kullanılmasını önlemeyen iç işleri bakanlığı ve de sağlık bakanlığı. Her ay 6000 yeni hasta aralarına katılırken, bağımlılar arasındaki %4 olan HIV pozitifli sayısı %30’a çıkmış çünkü. Avrupa’nın başkenti sayılabilecek bir ülkede bağımlılara enfekte şırınga kullanılmasıysa akıllara ziyan bir olay tek kelimeyle.

9D234765-5DB7-4796-BACD-144BA75F62F2

Filmin odak noktası olan karakterlerin başında Sean ve Nathan geliyor. Bir süre sonra partner olmaya başlıyorlar. İlişkileri Sean AIDS’ten ölene dek sürüyor. Nathan negatif çıkmış ve partnerinin durumunu bile bile kabullenen taraf oluyor. Sean’un daha fazla acı çekmemesi için de ölmeden önce damar yolundan ilaç veriyor ona. Sean’sa herkes kadar korkuyor ölmekten. Ondan hırçın, ondan pes ediyor, ölüme tek başına gidecek ve verilen tüm bu mücadelenin sonunu göremeyeceği gibi, ona bir fayda sağlamayacağının bilincinde. Yine de ölüm döşeğinde, tüm halsizliğiyle sıkı sıkı tembihliyor şırıngayı eline batırma diye. O zaman üzülüyorsunuz işte Sean’a ve onun gibi verilen bütün kayıplara ve onların sevdiklerine. Film bunu başarıyor ve amacına da ulaşıyor. Son yıllarda koltuğunu en az kendisi kadar haşin hastalıklara bırakmış olduğu düşünülürse, bir dönem terör estirmiş olan AIDS’in, sahiplerine ve onların sevdiklerine neler neler çektirdiğini görüyoruz. Gerekli önlemler alınsa tablonun çok farklı olacağını da biliyoruz. Filmin ortasında yer alan Sean ve Nathan arasında geçen ve cinsellik içeren sahnelerin bu kadar uzun ve açıkça gösterilmesini, homofobiklerin gözlerini devirmelerine rağmen, eğitici olması açısından fena halde önemsemek gerekiyor. Bir de unutmadan belirtmek gerek Leaving Las Vegas’a da yüksek desibelli bir selam çakılıyor inceden. Benim en beğendiğim sahneyse her zamanki anfilerinde Gay Gururu ya da Onur Yürüyüşü(Gay Parade, Gay Pride ya da Gay Pride Parade) günü için slogan bulmaktaki yarışları idi. Ayrıca bir bütün olarak tüm eylemlerine bulaşan iyi niyeti sevdim, kendi aralarındaki dayanışmayı son saniyeye kadar bırakmayışlarını, birbirlerini statü kaygısız kabul edişlerini, tüm kanlı, küllü ve bol sloganlı eylemlerini, Sean’ın rüyasında gördüğü Seine’in kana bulanışını ve Paris’i ikiye ayıran nehri uzaktan izlemeyi, benim de bir zamanlar bir dergide ya da gazetede karşılaştığım, sonrasında rüyalarıma giren ve AIDS’den ölen bir adamın morarmış, şişmiş, canlı cenazeye dönmüş yüzünün ne amaçla topluma servis edildiğini acı bir şekilde hatırlattığı için, tarih okuyan Jeremie’nin tatlı yüzünü, politik cenazesini, hepsinden öte kendisi hasta yatağında ölümle pençeleşirken ACT UP’ın eylemlerini 1848 Fransız Devrimi ile özdeşleştirdiği için, çok uzak sevdim.

SON BİR SÖZ BENDEN SİZE : Hiçbir şey için geç kalınmadığını düşünmekteyim. Üzerinden neredeyse bir sene geçmiş olsa bile, mevsimler bir bahardan başka bahara geçmiş olsa bile ve bir senede insan hayatında çok şeyler değişmiş olsa bile bu filmi bir kez izleyin derim. Ben her filmi iki kez izleyenlerdenim.

F800B013-D307-491D-9C89-E4EAC9D87422

 

THE TUNNEL / TÜNEL

 

images-222

THE TUNNEL / TÜNEL

“Bir kadın diğer tüm kadınların yerini tutar mı?” Elise

“Seçimlerini haklı çıkarmak için duygularının arkasına sığınıyorsun.” Elise

“Problem aldatmış olman değil, yakalanmış olman.” Elise

“Yanımda birisi varken uyuyamam. Nefes alıp verişleri beni rahatsız eder.” Elise

“İnsanlar neden internette yazan her şey için yorum yapma ihtiyacı hissediyorlar?” Karl

Biri orjinal olmak üzere üç alternatif arasından bir tanesini seçmem ve izlemem icap ettiğinde, hem Fransızca hem de İngilizce duymak istediğimden İngiltere Fransa ortak yapımı The Tunnel’ı seçtim. Dizinin orijinali olan Bron/Broen’un IMDB puanının yüksekliği ve ilk oluşu ve kuzey ülkelerinin krimi’deki başarısını bilmeme rağmen birkaç kelime Fransızca işitme isteğime yenik düştüm. Ve hayattaki birçok şey gibi bu tercihimin de-adı üzerinde tercih, kişisel olduğunu şahitsiz bir kez daha deneyimlemiş oldum. Ahh çok pardon benim şahitlerim sizlerdiniz… Bir an aklımdan çıktıysa da tekrar varlığınızı hissettim hem de hiç pişmanlık duymadan ve varlığınızın hiç de fena olmadığını anladığım şu anlarda bu çok gereksiz düşüncelerimi uzun uzadıya sizlerle paylaşma dürtümden vazgeçirmeye zorluyorum kendimi zihnimden geldiğince. Ha bu arada orada olmaya devam ediniz, etmeniz temennimdir aynı zamanda. Gelelim dizinin bu versiyonunun isminin neden “Köprü” olmadığına. Olayların fitilini ateşleyen parçalı ceset İngiltere ve Fransa’yı denizin altından birleştiren Manş Tüneli’nin iki ülkeyi ayıran ortak noktasına bırakılıyor ve olay mahalline gelen İngiliz ve Fransız dedektifler de kararsız kalıyorlar cinayeti üstlenmekte. Sofia Helin’in canlandırdığı İsveçli dedektif Saga orijinal dizide Danimarkalıları pasifize ediyordu. Amerikan versiyonundaysa Diana Kruger, El Paso yani Teksas ve dolayısıyla Amerika adına sahipleniyordu cinayeti Chihuahua’lı dedektife posta koyarak. Öncelikle cesedin ait olduğu milliyet ve başının olduğu taraf yani Fransa ve sonrasındaysa biz kadınların tırnakları ve dişleri, güçlü tarafın kim olduğunu gösteriyordu daha ilk dakikalardan itibaren, yani Fransa. Karşı tarafın dedektifleriyse bıkkınlıkla ve kuyruklarını kıstırarak yarıda kalmış uykularını kovalamak üzere tam da kuş tüyünden yataklarına kavuşacaklarken, olay mahallinde daha önce bir mezbahada ya da ameliyat masasında özenle ikiye bölünmüş, bağırsakları temizlenmiş olan ceset olay yeri ekibi tarafından taşınmak üzere kaldırılırken dağılıyordu bir anda. İtinalı bir şekilde tam da cenaze töreni için hazırlanmış gibi duran ve çizginin üzerine yerleştirilmiş cesede giydirilmiş pantolonun içindeki bir çift bacak bir tarafta, gömleğin içinde kalmış üst gövde diğer tarafta kalırken, vücut bütünlüğü bozulmuş cesedin bir buz parçası gibi sessizce ayrılışına tanık oluyordu şaşkınlıkla dedektifler de.

downloadfile-47

Dizinin yıldızı olmayı başaran kadın oyunculukları üstünkörü bir karşılaştırmayla değerlendirdiğimdeyse The Tunnel’daki Elise rolündeki Clemence Poesy’nin, Saga’dan aşağı kalmadığını ve yavaş yavaş diziye oturmak yerine, dizinin kendisine oturduğunu hissettirttiği anda donuk yüzü, soluk makyajı ve Asperger’in verdiği hiç bitmeyen dürüstlüğü ve olayları ve kelimeleri dolaysız algılayıp, kinayesiz ve acımasız bir şekilde yorumlaması sayesinde kendini yavaş ama derinden kabul ettirebildiğini hissediyorsunuz. Poesy’i hakkını yemeden sevdim ben de işte bu yüzden. Çok hırçınlaşmadan oynadı üzerine düşen rolü. Normalde insanların en kırılgan ve acılı anlarında bile yalan söylemeyi redderken, finalde Karl için yalan söyledi ilk defa. Dokunulmaktan ve dokunmaktan hoşlanmasa da ilk Karl’a sarıldı teselli vermek için donuk bakışlarıyla kurumsal hapishanesinde yaşamaktan memnun görünen ve kimsenin kendisine sadık kalabileceğini düşünmeyen kuralcı Elise. Çocukları daha küçük insanlar olarak görüp, insanların onları kalplerine dokundukları için sevdiklerini söylerken ve dünyada yeterince çocuk var derken, kısaca kendi dünya görüşünü özetliyordu dolaysız yollarla. Tensel ihtiyaçlarını, içgüdülerine göre doyurup yoluna devam edebiliyordu kolaylıkla. Tüm bunlarsa genç kadını itici yapmaktan çok kendine has bir aura oluşturuyor ve bu haliyle de sevdiriyor kendini.

Cesedin bir yarısının Fransız kadın milletvekiline, diğer yarısının bir İngiliz fahişeye ait olduğu anlaşıldığında cinayeti diplomatik açıdan beraber yürütmeye başlıyor iki ülkenin dedektifleri. Maktül diyelim-bu sefer, üzerinde kontrollü, titiz ve temiz çalışılmış olduğuysa bağırsakların bir başka yerde temizlenmiş olmasından anlaşılıyor. Dedektifler düğümü çözmeye çalışırken beraber geçirdikleri uzun mesai saatleri yüzünden yavaş yavaş birbirlerinin hayatına karışmaya ve birbirlerini tanımaya başlıyorlar. Elise’ın boğularak ölmüş bir ikizi olduğunu öğreniyoruz. Babaları denizde boğulmakta olan diğer kızına ulaşmayı başaramamış ve hayatta kalan ikizlerin teki Elise olmuş. Hep aynı acabayla yaşamış bu yüzden genç kadın. Acaba babasının bir seçme şansı olsa kimi kurtarırdı bir büyük soru işareti olarak kalmış hayatında. Dizinin en anlamlı sözünü söyleyen Karl’ın bunu kendi hayatında uygulayıp uygulamadığını bilmesek de bir acaba’nın, bir keşke’nin maalesef ki göksel anlamda kayıtdışı kaldığını ifade etti aslında kendince. İşler, hayat, kendi hayatlarımız ya da yakınlarımızın hayatları bir başka olasılık üzerinden yürümüyor nedense. Tek bir gerçek ve gerçeklik var ve o anda bunu kavramak, o an önemliyse eğer bunu idrak etmek çok mümkün gözükmüyor. Hayatımız her zaman seçimlerimiz olmuyor. Hayatımız böyle oluyor işte. Biliyorum stoacılara benzedim bu günlerde. Memento mori! Çünkü işler sadece bu şekilde yürüyor. O şekilde değil. Öteki şekilde de değil.

CDXR70TLNlvPlHYkm_cKwMf1qjEThXdGeUO0RezQ6zI9qvylpvj9YiPLP3sNEBJHuYDpZpPza6QhBL0SJW9O1tT-1iBhvy8fTUAZhLKNgjpd=w489-h301-nc

images-193

Karl’sa daha yeni ameliyat masasından kalkmış da gelmiş. Üç eş ve beş çocuk sığdırdığı hayatının bundan sonrasına iki çocuk daha sığdıracağını öğreniyor dizinin ilerleyen bölümlerinde hamile olan karısından. Ceketini atsa eşlerini hamile bırakan Karl için varoluşun sonsuz döngüsü, tatlı çapkın bakışlarının altına gizlediği libidosuyla birleştiğinde bum bum etkisi yapıyor ve bir Yunan tragedyasından fırlamış da gelmiş gibi duran intikamcı tanrılar yine intikamcı bir adamın kılığına girip sinsice hayatına süzülüyorlar Karl’ın. Karl hamile karısını aldatıyor ve evden kovuluyor. Hayatının kontrolünü kaybediyor. Ailesinin kontrolünü kaybediyor. Kuzuların başında olmadığından kurt sürüyü dağıtıyor. Kader çarkları Karl’a ceza kesiyor. O geçmişi bıraksa, geçmiş onu bırakmıyor. Bir baba acı çekmeden ölen oğlu adına teselli bulmaya çalışıyor. Zamanında hesap edilmeyenler bir sürü keşke’ye dönüşüyor. Acı insanı suskunlaştırıyor. Sen susuyorsun, iç sesin konuşuyor her fırsatta. Her tür müzikle dans etmeyi seven adam içine kapanıyor böylelikle. Sevdiği biricik oğlunu onun sevdiği şeylerde arıyor. Oğlunun çocukken en sevdiği kitabı onun yatağına uzanarak okuyor. Karl suskunlaştıkça, içine kapanıyor. İlk sezonun başlangıcında merak uyandıran Elise olurken, son bölümlerde çekim merkezi Karl ve ailesi oluyor. Bu ise tam da bir klişeye sürüklendiğimizi düşünürken ve bu aslında tam da bir klişe iken, bir parça daha etkileyici bir sonla nihayetlendiriliyor dizinin ilk sezon finali. Bir fahişenin kendisine sosyetik demesi üzerine, ben sosyetik değilim, iyi eğitimliyim diyen Karl,boyalı basın yani tabloid gazetecisi olan ve aslında piçin teki olan Danny Hillier’i sıradan kişiler hakkında yazan-ki bu sıradan insanlar göçmenlerdi onun gözünde, kafiyeli argo kullanan, kitap okumayan ve emirleri yüksek yerden alan bir adam olarak tanımlarken gizli kibrini gözler önüne seriyordu bir kez daha. Yaşaması için kendi hayatını feda edebilecek oğluna kızıp odasına gittiğinde ona gerçek teröristinin yaptıklarını neden küçük kızkardeşlerine gösterdiğini sorduğunda en güzel cevabı alıyordu oğlundan. Magazin haberlerini izlemenin daha kötü bir şey olduğunu söylüyordu Adam. Dizinin ermişi Adam bu ve benzer sözleriyle ayrıldı babasının hayatından. Bazen anlamsız gibi gelen sözler vardır. O an kıymetsiz gelir, telaştan, anın sıcaklığından… Kendinden yaşça küçük ve deneyimsiz bir oğlun sözleri çınlar durur bundan sonra bir babanın kulaklarında.

TheTunnel-S01E01-Gallery-08-16x9-1

tumblr_nsbdy6QH2v1tqumkpo2_1280

Snapshot+4+(9-02-2016+2-48+p.m.)

Kendisine “Gerçek Teröristi” dedirten adam, telefonun ucundan bazen Danny Hillier aracılığıyla mesajlarını iletiyor ve nihai sonucuna ulaşıp intikamını almak için hedefler gösterip, amacı doğrultusunda insanları öldürmekten, isteklerini sıralayıp eğer gerçekleştirilmezse rehineleri öldürmekle tehdit etmekten, bir parça beyaz fosforla insanların tutuşmasına kadar bir dizi eyleme imza atıyor. İnsanları terörize ederek, sesini duyurmayı başarıyor. Kaybedecek bir şeyi olmadığından, başkalarının kaybını umursamıyor. Bir adamın elinden ailesini aldığında, intikam duygusuyla karışan hastalıklı ruh halinin yapabileceklerinin ulaştığı uç noktaları izliyoruz. On bölüm boyunca masum katli yaşanıyor. Çocukların masumiyetleri alınıyor ellerinden. Yeri geldiğinde insanların tutuşmasını planlayan bir adam, cehennemi seriyor insanların gözlerinin önüne. Eski bir Ahit tanrısı gibi meydan okuyor ve kendi dünya düzenini kurmaya ve dikte ettirmeye çalışıyor insanlığa. Kendine yaşatılanlardan hoşnut kalmadığından olacak, şimdi o yazıyor kendi el yazısıyla başka başka sonlar dizginleri eline aldığı ilk andan son anına kadar.

Özellikle Clemence Poesy’nin oyunculuğu için, Asperger’in aslında bir sendrom değil olması gereken ideal insanın belki de bir aspergerli olmasının hiç fena bir fikir olmayacağını ve kimi zaman seksin ve aşkın birbirinden ayrılması gerektiğine dair Elise’in bakış açısı ve davranışlarının yaşamı kolaylaştırabildiğini gösterdiği için, baba oğul hikayelerinin en acıklısı olabileceğini hatırlattığı ve  suçluluk, aile, sadakat, aldatma ve kayıplar üzerine  de söyleyecek pek çok sözü olduğu için 2013 yılı yapımlı “The Tunnel”ı izlemenizi tavsiye ederim.

downloadfile-3

 

BIRDSONG

image

BIRDSONG:

“Daha ötesi yok: Sevmek ve sevilmek.” Firebrace, Jack

Hayat yavaşça geri geliyor.” Saint- Exupery

Sebastian Faulks’un aynı adlı romanından uyarlanmış iki bölümlük bir mini dizi “Birdsong”. Yazarın eleştirmenlerce en beğenilen romanı aynı zamanda. Hiçbir kitabı Türkçeye çevrilmemiş Faulks’un Birinci Dünya Savaşı merkezli romanına başarılı senarist Abi Morgan aracılığıyla dahil olma şansını yakalıyoruz bizler de bu dizinin sayesinde. Kuzey Fransa’da, 1916 yılında bir cephe gerisi görüntüsüyle açılıyor dizi. Stephen rolündeki Eddie Redmayne başında miğferi, kollarını birleştirmiş, gözyaşları akmak üzereyken bakıyor üzüntü içerisinde bir sürü asker etrafında yaralarını sarmaya çalışırken. Sanki kıyamet kopmuş ve geride kalanlar sadece bu bir avuç genç savaşçılarmış gibi. Bir sonraki sahne ise bizi bu post apokaliptik manzaradan altı yıl öncesine götürüyor. Bir bahar havası var, yemyeşil ağaçlar, pırıl pırıl bir gökyüzü ve müjdeci kuşlar değişecek olan kaderlerin ilk sinyallerini veriyorlar. İngiliz Stephen yanında çalışmaya başladığı kapitalist ve Fransız Rene’nin eşine tutuluyor gencecik yaşında. 1910 senesinde Stephen daha sadece yirmi yaşında ve annesini, babasını o daha çok küçükken yitirmiş tıfıl bir delikanlı. Isabelle’se Rene’nin ilk eşinden olma iki çocuğuna annelik yapabilecek ölçüde olgun-ama bir kadının bir adama aşık olmasına engel olabilecek bir olgunluk yok elbet yeryüzünde-. İlerleyen dakikalarda çiftimizin bu hallerine şahit oluyoruz bizler de. Yasak aşk şişede durduğu gibi durmuyor ve Rene eşinin onu aldattığını öğreniyor. Stephen ve Isabelle’se yeni bir hayata başlıyorlar beraber. Stephen’ın geride bıraktığı hiç kimse yok, Isabel’se hazır bir ailenin arasına girip annelik vazifesini üstlenmiş olsa da, geçmiş yaşamından yeni düzenine beraberinde getirdiği  bir aile olmaya özgü alışkanlıkları var ve alışkanlıklardan kolaylıkla kurtulamayan insanoğlu için yenilikler, tüm heyecanına rağmen bir süre sonra insanın içindeki boşluğu doldurmakta pek de başarılı değiller. Stephen ailenin önemini anlayamıyor. Bir insan hiç sahip olmadığı bir şeyin kıymetini nasıl bilebilir ki? Ve herkes yetim olarak dünyaya gelmiyor ki. O bu dünyaya çocuk getirmeye de inanmıyor onları sürekli olarak korumaya ve hayatta kalmaya söz vermedikçe. Isabel’in bir anda ortadan kaybolma nedeni bu. Yaptığı bir çeşit ghosting. Bir anda, varolduğu ve neredeyse beraber nefes aldığı adamın hayatında görünmez oluyor. Stephen daha bir çocuk çünkü. Yeterli olgunluğu gösteremiyor ortak hayatlarında. Onun doğacak olan çocuğuna babalık edemeyeceğini düşündüğünden eski hayatına dönüyor. Gerçeği en nihayet öğrenmekse yıllarına maloluyor Stephen’ın. Hayat geçiyor üzerinden tüm yıkıcı etkisiyle. Teselliyi beraber geçirdikleri güzel günlerin anılarında buluyor. Kafası burada, kalbiyse sürekli Isabel’de ve onunla geçirdiği günlerde. Anların güzelliğine yaslanıp yaşamaya çalışıyor o da cephedeki tüm diğer askerler gibi.

image

image

image

Stephen’ın orduya yazılmasının, ağır yaralandıktan sonra bile nekahat dönemini atlatır atlatmaz cephe gerisindeki hakkı olan masa başı işini reddederek, savaşa kaldığı yerden devam etmesinin nedeni de bu büyük ölçüde. Büyümek, olgunlaşmak, Isabel’i unutmak, hayatı tanımak, anlamak için burada, bunca acının, tehlikenin ortasında. Riske atabileceği hayatı var tek ve onu önemseyen kimsesi yok görünüşe göre. Hayatı strateji ve taktiğe dayalı askerlerin yanında elinde iskambil kağıtlarıyla gelecekten haberler veren Stephen biraz garip ama son derece gizemli bulunuyor askerlerince. Sırrını sükunetinde ve soğukkanlı tavırlarında gizliyor. Derdini kimseyle paylaşmıyor. Hakkında konuştuğu, mektup yazdığı ya da ona mektup yazan kimsesi yok. Hem bir öksüz hem de bir yetim o. Üstüne üstlük sevdiği kadın da onu terk ediyor ve dolayısıyla cephe gerisindeki Stephen’a hiç mektup gelmiyor. Kızıl Haç’sa çikolata gönderiyor askerlere bir parça avunsunlar diye.

Stephen’ın bir diğer özelliği defalarca ölümden dönebilmesi. Yaralanıyor, öldü sanılıyor ki Firebrace onu bulmasa neredeyse diri diri gömülecek. En ağır çatışmalara giriyor. Alman siperlerinin içinde buluyor kendini yanlışlıkla. Alman askerleriyle şuursuz ve şaşkınca mücadele ediyor ama bir şekilde artık evi haline gelen silah arkadaşlarının yanındaki yerini alıyor, öyle ya da böyle. Bu yüzden bir diğer lakabı “Şanslı Tılsım”. Etrafında kim var kim yoksa bir bir ölürken, annesi, babası, sevdiği kadın, silah arkadaşları da bu listeye dahil, çok sevgili yazarın bahşettiği hiç geçmeyecekmiş gibi görünen faniliğiyle savaşı sonlandırıyor nihayet, tek parça halinde.

image

image

Redmayne’in başarılı oyunculuğunun yanında en az onun kadar başarılı bir başka isim var tünelci Jack Firebrace rolünde: “Joseph Mawle”. Birbirlerinin hayatlarını kurtarıyorlar ya da gayret ediyorlar bu hususta. En azından biri diğerinin bu dünyadan ayrılırken yalnız ölmesine izin vermiyor lanet bir tünelde. Jack dizanteri olan oğlunun haberini alıyor cephedeyken. Ölmeden önce tünelde Stephen ona belki bininci kez soyismiyle hitap ederken, ona kendi ismini söylüyor: “Jack”. John adında güzel bir çocuğun babası olan Jack. Kıymetlisi, gözdesi olan tek oğlunu kaybeden bir babanın oğlunun yanına gitmeden önce bu dünyada varoluşuna bir neden arayıp da bulmasına tanıklık ediyoruz kendi ağzından. “Daha ötesi yok: Sevmek ve sevilmek”. Jack’inse bir nedeni var bundan sonra yaşamak için. Bir kız çocuğu, üstelik sevdiği kadından olma. Tünelden çıktığında, hayatını hatırlatacak ve doğru yere bakmasını sağlayacak, onu bunalımdan kurtaracak bir ve tek gerçek neden.

Redmayne’deki oyunculuk kumaşı satenden sanki. Duygularını mimikleriyle seyirciye aktarışı, sesinin tonlamaları, düz çizgide gitmeyi sevmeyen oyunculuğu, dizinin ruhuyla uyumlu yavaşlatılmış çekimlerdeki ifadeleri oyunculuğun içeriden bir yerlerden geldiğini hatırlatıyor insana ister istemez. Arzu dolu, ürkek bakışlarla bakıyor Isabel’e teknede ayakları birbirine değdiğinde. Karşındakini arzulamak daha başka türlü nasıl ifade edilebilinir ki? Herkes uyurken iki kişinin ruhunun uyumadığını gösteren sahneden geriye sadece Redmayne’in başarılı kompozisyonu kalıyor akıllarda.

image

image

image

Dizinin açılış sahnesi olan post apokaliptik yer çok şiddetli çatışmaların yaşandığı muharebe alanının gerisi. Zafer kazanmak peşindeki Albay Barclay hafif kalpli olmakla suçluyor Stephen’ı, savaş taktiklerinin ve ortamın kendileri için elverişli olmadığını söylediği için. Stephen savaş başlamadan önce Amiens’ta yaşamış olduğundan çatışmanın merkezi olacak olan Somme uzmanı. Nehir boyunca bataklık olduğunu ve yolların bozuk olduğunu söylüyor Stephen. Almanlarsa daha uzun süredir o bölgede olduklarından hakimiyet onlarda ve makinelilerini yere iyi gömmüş durumdalar. Albaysa tünelciler mayınları döşerken, bombardımanla telleri yok edeceklerini ve düşmanı çılgınca bir yenilgiye uğratıp, bir daha toparlanamayacaklarını ve döşenen mayınları patlatmakla Almanları göklere uçuracaklarını hayal ediyor. Taburda bulunan yaklaşık 1700 kişinin önünde, atının üzerinde öngördüğü büyük zaferi kutluyan Albay’dan taarruzdan önceki akşamda ellerine tel kesiciler tutuşturulan askerlere geçiyoruz. Teller kesildiğine göre neden ellerine tel kesiciler verildiğini soran askerlere verecek cevap bulamıyor Stephen. Çünkü teller değil, tellerin ardı bombalanmış stratejik bir hata olarak ve zavallı çocuklar telleri kesmeye çalışırlarken gündüz gözüyle, düşman askerlerinin hedefi oluyorlar.  “Oğullarım, zavallı evlatlarım” diye dövünüyor çatışmayı yukarıdan izleyen yaşlı bir asker. Katılmamak mümkün değil. Yüzbaşı Weir’sa tabur ağaçlıklarda toplanılıp ölen kalan sayımı yapılırken “İngiltere’nin yarısı öldü. Biz ne yaptık?” diye ağlamaya başlıyor. Ölenlerden geriye kalanlarsa, bir gece önce yazdıkları mektupları oluyor. Yüzbaşı, askerlere bir parça konyak verilmesini söylüyor ve çoğunluk son sayılacak mektuplarını sevgi sözcükleriyle dolduruyorlar. Kimisi madalyasını gönderiyor mektubuyla beraber. Kızına ya da oğluna kendisinden bir şey bırakmak tek gayesi. O kadar acı ki korkuların geleceği kaplaması ve geleceğin sisler arasında kaybolup gidecek olması.

2012 yılı BBC yapımı dizi için iki bölümden oluşan, toplamda üç saatlik sürenin kafi gelmediğini düşünüyor insan. Sanki anlatacağı şeyleri bağlamakta zorluklar yaşıyormuş, dolayısıyla bazı şeyler havada kalmış gibi  geliyor. Isabel’in bir anda  kaybolan tavşan gibi bir çırpıda da şapkadan çıkmasını bekliyor insan beraberinde haklı ve geçerli nedenlerle. Eldeki malzeme elverişliyken, kullanmak ve aktarmak için yeterli süre yok. Çözüme ulaşmak seyircinin gayretiyle gerçekleşiyor. Ama buna rağmen cephe gerisini anlatmadaki başarısı yadsınamaz. Önemli bir kısmı siperlerde geçen Birinci Dünya Savaşı’nda, tünelcilerin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Kendilerine göre sıçan, bana göreyse bir köstebek gibiler indikleri dehlizlerde, yaşamla ölüm arasındaki çizgide gidip gelirlerken. Ve savaş masumların katli demek. Çocuk yaştaki genç erkekler geleceklerini ve umutlarını kazdıkları siperlerde, aslında kimsenin sahibi olmadığı bir savaşın orta yerinde bırakmak zorunda kalıyorlar.

Tılsımlı Redmayne’se içinde bulunduğu her karede pırıl pırıl parlıyor. Ondan rol çalabilen tek karakterse Firebrace rolündeki Joseph Mawle oluyor. İki adamın tünelde bir süreliğine mahsur kaldıklarında aralarında geçen diyalog ve katliam gibi taarruzun ertesinde yaşananlar aklımda kalan, etkileyici sahnelerdi.

image

image

image

image

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑