ELLE – O

images-1

ELLE – O :

“Hep dünyanın günahsız bir versiyonunu istiyorsun.” Irene Leblanc

Kariyerine Leiden Üniversitesi’nin matematik ve fizik bölümlerini bitirdikten sonra Hollanda Kraliyet Deniz Kuvvetleri’nde çektiği dokümanter filmlerle başlayan yönetmen Paul Verhoeven, Hollanda’dan Amerika’ya transfer oluşunun ardından, yoluna gişe rekorları kıran Total Recall ve Robocop gibi bilimkurgu filmleri ve zamanında olay olmuş ve sansüre takılmış Temel İçgüdü ve ardından gelen Showgirls ile devam etmiş ve o günden bugüne çektiği bir parça sönük ve ses getirememiş filmlerin ardından nihayet başarılı bir kitap uyarlaması olan Elle’le çıkmış bulunmaktadır karşımıza. Cannes’da prömiyeri yapılan film bir hayli ses getirmekle beraber, kendi adıma yönetmenin filmografisinden ayrıksı bulduğum düzeyli erotizmiyle ve başkarakter Michele Leblanc rolündeki Isabelle Huppert’in daimi cazibesiyle sarıp sarmalıyor izleyiciyi. Filmin uyarlandığı “Oh” romanının yazarı Philippe Dijan’ın sinemaya uyarlanmış bir diğer kitabı var çok daha tanıdık olan: “Betty Blue”. Sonuç olarak cesur bir yazarın kitabından, cüretkar bir yönetmenin çekmiş olduğu, sonucu ve gidişatı tatminkar bir film var iki saati aşkın süresine aldırmadan izleyebileceğiniz.

Michele filmin hemen başında yaşanan olayı unutmak ister gibi görünse de, yönetmen unutturmama gayretine düşüyor olanları ve filmin başında yaşanan tecavüzün Michele’in aklınca kurgulanan çeşitli tekerrürleriyle aniden karşımıza çıkması da filme gerilim dolu bir hava veriyor. Film bu açıdan dozunda şiddet barındırıyor fiilin bulaşmış olduğu her sahnesiyle. Tecavüzün dozu olur muymuş diye soranlara cevabı ben vermiyorum şu aşamada. Ve olmaz, olamaz elbette. Bütün cevaplarsa “Elle”de:

verhoeven

Jenerik biter bitmez başlayan tecavüz sahnesiyle açılıyor film. Isabelle Huppert kar maskeli tecavüzcünün altında çırpınırken yüzüne aldığı darbeden sersemlemiş bir şekilde sonrasında tam da anımsayamadığı ve arkadaşlarına galiba uğramış olabilirim diye anlattığı tecavüzün hemen akabinde sakin sakin kalkıyor yerdeki kırık cam parçalarının ortasında sanki bir düşten uyanır gibi. Önce kırık parçaları süpürüp çöpe atıyor, sonra da küvete uzanıyor tepkisiz. Acıkınca da hiçbir şey olmamış gibi suşhi siparişi veriyor. Oğlu geldiğinde de önemsiz bir olay yaşamışçasına geçiyor yemek masasının başına ve başlıyorlar afiyetle yemeklerini yemeye. Ne bir gözyaşı döküyor ne de yaşadıklarını yansıtıyor oğluna. Sıradan bir günün akşamında başka başka şeylerden konuşup, olayı hiç yaşanmamış varsayıyor. Biz de ona katılıyoruz ve yaşayanın önemsemediği bu olaydan bize ne der gibi sanki fazla hayalcilik olacak dercesine daha mühim gerçeklere dönüyoruz Michele’le beraber. Oğlunun hamile olan sevgilisiyle beraber yaşayacakları evin üç aylık depozitosunu vermek konusunda yardım isteyen oğlu ve istekleri ve dolayısıyla cebinden çıkacak para çok daha mühim onun için. Dolayısıyla bizim için de. Akabinde de işi. Bilgisayar oyunları üreten bir şirketi ve çalışanları var hepsi erkeklerden oluşan. Ortağı ise kadim arkadaşı “Anna” aynı zamanda. Hayatında olan ve sevdiği yegane kadın o ama yine de Michele’e güven olmaz tabii. Kadınlarla arasının hoş olmadığını görüyoruz zamanla. Gelin adayını fazla çılgın buluyor ve her fırsatta sevmediğini dile getiriyor kolaylıkla. Annesiyle bile geçinemiyor, ölürken ya da inme inmiş yerde boylu boyunca uzanmışken bile şaşkınlıkla soruyor hiç durmadan gerçek mi gerçekten mi diye.

images-4

images-3

images-2

Michele’in kendi evinde uğradığı saldırıdan sonra aldığı yegane önlem kilitleri değiştirmek oluyor. Yastığının üzerinde çekiçle uyuyor. Bir de göz yaşartıcı sprey alıyor. Dışarıdan bakıldığında o kadar tepkisiz ki. Yemek yediği restoranda hiç tanımadığı öfkeli bir kadın üzerine yemek tepsisini boşaltıveriyor. Hem sen hem de baban pisliksiniz diyor ona. Zamanında yaşadığı aile trajedisinin gündeme gelmesinin ilk sinyalleri oluyor bunlar. Bir yandan da uğradığı tacizler gitgide artıyor. Eyleme dönüşmemiş bile olsa tedirginliği biraz artınca bile polise asla gitmeyeceğini, onların, kurduğu düzene ve işine zarar vereceğini düşünüyor. Michele’in hayatına dahil oluyoruz artık iyice bu noktadan sonra. Kim var kim yok bir bir dökülüyorlar. Yüzü botoxtan şişmiş, genç jigolosuyla evlilik planları yapan bir kadın olan annesinin evine gidiyor. O da umursamaz görünüyor ama başka türlü. Hapishanedeki babasını ziyaret etmesi gerektiğini söylüyor ona almadığın riskler pişman eder derken, Michele’se şiddetle reddederken. Nantes’de otuz dokuz yıl önce yaşanan vahşet tekrar gündeme geliyor, çünkü ’76 yılından itibaren hapishanede bulunan babası şartlı tahliye için başvuruda bulunmuş yakın zamanlarda. Baba George Leblanc dindar, Katolik, iyi baba ve iyi bir koca iken bir anda canavara dönüşüyor ve eline geçirdiği ateşli ve ateşsiz silahlarla yirmi yedi kişiyi katlediyor. Buna ek olarak altı köpek ve iki de kedi var. Annesi hemşireyken ve işteyken oluyor bütün bunlar. Sonra da bir şey olmamış gibi eve geliyor babası ve olaylardan habersiz ders çalışmakta olan Michele’le birlikte her şeyi ateşe atıyor. Kıyafetlerini yakarken polis geliyor ve o olaydan akıllarda kalan on yaşındaki Michele’in bir gazetecinin çekmiş olduğu yarı çıplak, küllerle kaplı vücuduyla kameraya bakışı oluyor. Kül kız(ash girl) kalıyor adı. Tüm bunları yaşamış bir de üstelik damgalanmış bir kadın olarak elli yaşına merdiven dayamışken insanların yüzüne her şeyi tüm çıplaklığıyla söyleyebilme cesareti bundan geliyor. Hoşgörüsü, cinselliği sadece ihtiyaç olarak görüşü de bundan. Kaybettiklerinin yanında sadece ihtiyaçları için yaşıyor sanki. Tek yakın kadın arkadaşının sevgilisiyle beraber oluyor ve yüzüne itiraf ediyor kadının, yalan söylemektense böylesi daha iyi diyerek. Onu da denk geldiği için tercih ettiğini söylüyor sadece. Arkadaşının incinmesi aklının ucundan geçmiyor ve bu bir ihtiyaç onun gözünde ve kabul ediyor zaten beterin beteriyim ben diyerek. Hiç inkar etmiyor ki, hiç yalan da söylemiyor. En nihayet yaptığı hapishane ziyaretinde, müdüre, beni ziyan etti, tüm hayatım onun izinden kaçarak geçti dedikten sonra babasının kendini çarşafla asarak intihar ettiğini öğreniyor. Kızıyla yüzleşmek istemediğinden geleceğini öğrendiğinde yapıyor bunu. O da tabutun içinde boylu boyunca yatmakta olan babasına son sözünü söylüyor. Buraya gelerek seni öldürdüm diyor. Böylelikle vedalaşmış oluyor. Dönüş yolunda geçirdiği trafik kazasında yardım etmesi için sırasıyla oğlu ve eski kocası/sevgilisinden sonra telefonu açmayınca tecavüzcüsü olduğunu öğrendiği komşusu oluyor ilk aradığı. Bundan böyle gönüllü kurban rolünü oynuyor. Aralarında sessiz bir anlaşma yapmış gibiler. Michele hep ışık oluyor ve bir pervane misali bu ışığın büyüsüne kapılmış erkekleri parmağında oynatıyor. Eski kocası bunların başında. Bir türlü yazdığı oyunları yapımcıya kabul ettirtemiyor. Yazmış olduğu bir ya da birkaç roman ve karşılığında fazla para kazanamadığı üniversitede verdiği dersler var ve her daim güçlü kadınları buluyor. Jeanette Winterson’ın Vişne’nin Cinsiyeti’ndeki bir sav geliyor aklıma. “Erkekler hep yumuşak kadın ararlar, ama başlarında güçlü bir kadın bulunmadıkça hayatları perişan olur” diyordu. Öyle ya da böyle adam güçlü karakterli değil ve kelimenin bir anlamıyla ve de bir sıfatla tanımlanacaksa eğer kaybedenlerden. Michele ona “zavallı Richard” diyor. Hal böyle olunca Michele onun hayatından ve sevgililerinden sorumlu hissediyor kendini. Ama kıskançlık ve paylaşmamak konusunda da maharetli. Noel yemeğinde Richard’ın sevgilisine küçük bir oyun oynuyor. Bundan da zevk alıyor. Canı ne isterse, ne zaman isterse dilediği gibi davranıyor ve başında da belirttiğim gibi altmış üç yaşındaki Isabelle Huppert bu rolüyle de döktürüyor her zaman yaptığı gibi. Yapmacık hareketlerden uzak, karakterine uygun tepkiler ve koşullara göre değişen mimikleriyle rolden başka bir şey sanki yaptığı. İnsanda hayranlık uyandırıyor. Frances McDormand’la beraber çağdaşları arasında seçilmişler ve benim en sevdiğim aktristlerden biridir kendisi. Frances McDormand mimikleri kaybolmasın diye botox yaptırmayı reddederken, Huppert büründüğü roller için fiziksel olarak değişmek gibi bir gayrete düşmeden yapıyor bunu. Bir önceki filmindeki aynı renk ve aynı boyda saçlarla, aynı boy ve aynı kiloyla yine yeni yeniden bir başka karakter yaratabiliyor ve bu hiç de önemsenmiyor. Çünkü rol onun minnacık bedeninde ve çilli yanaklarında yaşıyor ister Michelle olsun, ister Isabelle ya da Erika. Film onsuz olmazmış dedirtiyor insana. Tepkisiz olmanın, tepkisiz kalmanın durağanlığını ve sıkıcılığını kameraya yansıtmadan oynuyor. Susmaktansa aklına geleni söylemenin sığlığına kaçmayan bir karakteri hayata geçiriyor. İçindekileri onu hiç tanımayan ve önemsemeyen bir hemşireye anlatıyor bir anda. Ördekler misali çocukların emzirilerek damgalandığı söylüyor ona. Bu arada hastanede yaşananlarsa tam bir komedi. Oğlunun sancısı tutan kız arkadaşı doğuma giriyor ve kucağına getirilip bırakılan bebek en az iki ton koyu. Michele ters ters bakarken, oğlu hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. Üstelik en yakın arkadaşları, hastane odasında bekleyen genç de siyah ama kimse gıkını çıkartamıyor anın garipliğinden. Filmin sonunda bu tuhaf kabullenişin oğlunun hiç olmazsa iyi baba olmak adına  kendini  ispat etmek için çırpınışından kaynaklı olduğunu anlıyoruz. Mutlu musun diyor ona Michele. Hayatında olmaya devam eden adamlar için fazla güçlü, hayatlarından çıktığı takdirdeyse, onları sudan çıkmış balığa çeviren kadının yörüngesinde olmak ya da olmamak arasında bir tercih yapmanın esareti içinde bırakıyor insanı.

Neticesindeyse kah Hitchcock filmlerini anımsatan gerilimli atmosferi ve başarılı müzikleri, kah Huppert’in olduğu tüm sahneleriyle akıllarda kalmayı başaran ve onsuz bir sahne barındırmayan, toplum tarafından haksız yere damgalanmış bir çocuğun, zamanla hayatta neye dönüşeceğini göstermesi açısındansa kayda değer bir önem arz eden, şiddet içeren bir başlangıç yapıp mezarlıkların arasında kıkırdaşarak ilerleyen iki kadının görüntüsüyle kapanan, Hollanda asıllı yönetmenden tamamı Fransız oyuncularla Fransızca çekilmiş, senenin en önemli Avrupa dokunuşlarından. Huppert hayranlarınaysa iki kere tavsiye ederim. Bendense şimdilik bu kadar. Kasım’a kadar.

images-5

images

OLIVE KITTERIDGE

image

OLIVE KITTERIDGE:

“Bizi tüfeklerden ve babaların intiharından koru.” John Berryman

“Chien a tout faire” ==> Emrine amade köpek

Erkek olsaydı arkadaş olarak seçmeyeceğin  bir kadını karın olarak seçme.” Joubert

“İnsan ruhu yavandır ve çoğu kez, toprak altındaki en basit bir solucan bile kendine bakmayı bizden daha iyi bilir.” Paul Auster/Timbuktu

Kurgu dalında Pulitzer ödüllü aynı adlı romanın çook başarılı dört bölümlük bir mini dizi uyarlaması Olive Kitteridge. Kitabın Türkçeye çevrilmiş ismi “Kül Mevsimi”. Yazarıysa Elizabeth Strout. Dört bölümlük dizinin başrol oyuncuları ise harikalar yaratıyorlar. KLİŞE. Kelimenin tam ve tüm anlamıyla birlikte klişe ve fiyasko bir başlangıç. Ne yapmalı o zaman? Bir de şunu deneyelim bakalım: Kuzey’in lanet cadısı, evli, bir oğullu, matematik öğretmeni, aklı fazla fazla geldiğinden kibirli(evvel akıllı da denebilinir böylesi için ya da (doğuştan) bilen, en şık olanıysa farkındalığı yüksek), yapmacıklık sevmeyen, aptallığa karşı düşük toleranslı, hayata karşı tahammülsüz, pek dost canlısı olmayan, çalıştığı lisede beraber çalıştığı erkek edebiyat öğretmenine duyduğu aşkla yetinmeye çalışan ama adamın intihar gibi kazasıyla acısını yastıkları ısırarak çıkartan, sonra da kalan hayatı boyunca bunun acısını küçük küçük uysal ve uyumlu herkesin sevgilisi Mr. Kitteridge’den çıkartan, sevgi gösterilerinden hiç mi hiç hoşlanmayan, ötekilerin(bakınız başkaları demiyorum yani tür, sınıf, ırk ne derseniz deyin bu kadın farklı bir kulvarda) kendisini soğuk, geçimsiz ve garip olarak nitelendirdiği, bir tüfekle suratını dağıtan babasının gerçeğini her fırsatta dile getirmekten çekinmeyen ve eğer bir Gülben Ergen ağzına, bir Gülben Ergen otuz iki dişine ve doğal gülüşüne sahipseniz, o canım gülümsemeyi suratınızda dondurup, kıçınızda bir sopa varmışçasına dikleştirdiğiniz sırtınızla aptallaşmış bir vaziyette ortamı koşarak terk etmenizi sağlayacak potansiyele de sahip bir kadın Olive. Klişeden uzaklaşabildim sanırım bir parça. İçim rahat etti. Kendimi tebrik ettim. Zekam fışkırmış gene her satırından, otuz iki diş benzetmemse aydınlatıcı olduğu kadar sersemletici de. Olive gibi soruyorum kendi kendime “Ben kendimi ne zannediyorum böyle?” diye. Otuz iki dişle birden sorunum nedir diye?

Mrs. Kitteridge’de Thomas Bernhard’ın izlerini sürüyorum. Bazen ve cidden kimseyi beğenmezsin, bunun kibirle alakası olmayabilir. Ama oladabilir tabii. Hayatta hiçbir şeyi ve kimseyi tam olarak bilemezsin. Çevrendeki kimse beğenilecek gibi olmayabilir ve aynı zamanda sen onlardaki her kusuru, sonu hüsranla bitecek her adımlarını, olası tatlı küçük yalanlarını onlardan önce görürsün. Bu gereksiz bilgiler zinciri ve bahşedilmiş ama zamanda haddinden fazla ilerlemiş farkındalık seni küstahlaştırır karşındakini küçük bir ahmağa dönüştürürken. Sen biliyorsundur. Elden ne gelir? Budur senin de cezan. Cezanı çekersin kendi kendine sabırlar dileyerek. Yahut da bedenin tepkiler verir. Olive bir domuz kadar sağlıklı olmakla beraber(bu benzetme için Tanrı beni affetti ama ben kendimi affedebilecek miyim acaba?) oğlunun cenazesine gidiyor sanki düğünü yerine, ve istemsiz ortaya çıkan nazik geğirtilerine hakim olamıyor. İçindeki huzursuzluk midesine vuruyor. Oğlu yanlış kızla evleniyor çünkü ve onun dışında kimse bu durumun farkında değil. Herkes gelin ve damadın mutlu beraberliği için güzel temennilerde bulunurken, Olive hem bir anne hem de bir kadın olarak hırslı gelininin aşkın(ın) büyüsü bozulduğunda oğluna yaşatacağı hayalkırıklığını görebiliyor şimdiden.

image

image

image

image

Olive’ın intihar teşebbüsü sahnesiyle başlayan dizinin son bölümünde aslında hiç de ölmek istemediğini anlıyoruz bu güçlü kadının. Gökyüzüne dikiyor gözlerini Olive. Masmavi bir gökyüzünün altında sanki pikniğe gelmiş gibi bir hali var. Genleriyle beslenen ve kuytusunda bir yerlerde bir gün nasılsa yaparım diyerek hayata karşı bir koz olarak kullandığı intihar olgusu aslında ona çok uzak. Gördüğüm en güzel çözülme sahnesi geliyor ormanın içinde. İnsanın tüyleri diken diken oluyor. Olive için, daha birçokları için bir insan yeter aslında hayata tutunabilmesi için. Çünkü Olive yüzüstü bırakmaz kimseleri. Mr. Kitteridge’i yaşlı bakımevinde ziyaretsiz bırakmadığı gibi. Kendisini vurmak için, yaşlı köpeğinin ölümünü beklemesi gibi. Paul Auster’ın Neverland’i Timbuktu’sunda tatlı şizofren Willy en çok kaçınılmaz olan ölümü geldiğinde yarı yolda bırakacağı köpeği Bay Kemik için endişe ederken, Clamsy bu konuda şanslı çıkıyor, bir ev köpeği olarak ihtiyarlayana kadar sahiplenildiği gibi, Olive gibi bir kadın tarafından sonuna kadar bakılıyor ve onun kollarında ölüyor.

İntihar olgusu jenerik de dahil olmak üzere dizinin tamamına serpiştiriliyor özenle. John Berryman takıntılı edebiyat öğretmeni Jim O’Casey ve hayranı olduğu şairin benzer ölümleri, yıllar yıllar sonra annesinin ölümüyle yüzleşmemiş ve belki de asla yüzleşemeyecek olan fakat kibarca hayaller gören kişi olarak tanımlayabileceğimiz tıp öğrencisi Henry, Olive’ın taşıdığı melankolisi ve buna sebep olan babasının trajik intiharını sık sık anması, trajik ölümler ve her bölümde silahın bir avcının, bir madde bağımlısı soyguncunun, Henry’nin ya da Olive’ın elinden hiç düşmemesi. Ve dizide benim saydığım üç tane Henry var.

image

image

image

Yaşlılığın nasıl felaket bir şey olduğuna, geldi miydi bir kez, gitmek bilmediğine tanıklık ediyoruz ölesiye dek. Evde bakım zor olduğundan, felç geçirip konuşamayan Henry ve Olive’ın dört yıl sürecek bakımevi macerası başlıyor. Çalışanların işlerini iş olarak yaptıkları bir işyeri burası da ve onca profesyonelliğin içinde Olive kalpsizlikle suçluyor personeli biricik Henry’sinin ölüm haberini aldığında. Evliliğin ne olduğuna tanıklık ediyoruz geçen onlarca yıl ve dört bölümden sonra. Başka başka insanlara ilgi duyabiliyorsun, başka adamlar yüzünden evindeki adam hapishanene dönüşebiliyor bazen. Sana garip gelen bir sürü huyuna dayanmaya çalışıyorsun. Çok bilmişliğine bazen, bazen az bilmişliğine, bazen de neyi ne kadar bilirse bilsin önemsemiyorsun bile. Hep birlikteyken özlemez olduğun bir adamla bir ömrü bitirecek olma ihtimali solduruyor seni ve bunun için bir suçlu arıyorsun. Olive ve Henry kendilerinden çok karşı tarafı tanıyorlar. Onların sıradışı evliliklerini kurtaran da bu oluyor. İkisi de diğerinin diğer ihtimallerle yaşayamayacağını biliyor ya da öyle avutuyor ve avunuyor. Ve yalnızlık canına tak ettiğinde hiç tipi sayılmayacak Jack’le, seyirci için muhteşem kendisi için fiyasko bir akşam yemeğine çıkmış buluyor kendini Olive. Çünkü yalnızlık paylaştıkça, konuştukça azalıyor bir nebze ve o kadar yalnız ki her ikisi de. Jack bir kadınla yaşayan kızını affedemiyor bir türlü, Olive’sa ağlayarak ayrılıyor oğlunun başka başka adamlardan iki çocuk yapmış, şimdiyse üçüncü çocuğuna hamile kalmış karısının evinden. Terapide tanıştığı eşiyle ahkam kesme, kişisel ve zihinsel gelişim uzmanına dönüşmüş, garipleşmiş ama kendi çapında mutluluğu yakalamış oğlunun evinden yırtık ipek çoraplarla dönüyor evine. Her konuyu düşünme yetisine sahip düşünceli çift bir çift çorap alma nezaketini gösteremiyorlar ve zavallı Olive yırtık pırtık çoraplarını göstermemek için x-ray’den geçerken ayakkabılarını ayaklarından çıkartmamakta direniyor.

Ve erken gidenler hep iyi anılıyorlar, Jack kanserden zor ve uzun bir süreç sonunda ölebilmiş eşini, Olive’sa biricik Henry’sini sevgiyle anıyor her daim. Ölenlerle işler kolaylıkla yoluna giriyor.

image

İştahını hiç kaybetmediğini, bir köylü gibi yemek yaptığından Henry’nin fit kaldığını itiraf eden Olive’ın açıksözlülüğünün yanında nadan(kaba anlamında kullanılmıştır, cahil değil), gıcık, ukala, şovenist, Yale mezunu, radyoda sağcı söylemleriyle bilinen ama tam dört defa evlenmeyi denemiş Rush Limbaugh dinleyen, geleneksel bir Amerikan erkeği olan Jack’le tek ortak paydada birleşiyorlar. Onun adıysa yalnızlık.

Olive Kitteridge yaşamaya katlanmak üzerine, intihar eğilimi, depresyon ve ölüm üzerine, aşık olmak, yaşlılık, evlilik, çocuk sahibi olmak ve sosyal bağlar, silahlar ve çiçekler üzerine ve herşeye rağmen iyimser biten sonuyla seyirciye nispeten bir rahat soluk alma şansı tanımasıyla bu senenin en iyilerindendi. Emmy ödüllerinden altı ödülle birden döndü. Bir role bürünmenin ve onu yaşamanın en çarpıcı örneği olarak Frances Mc Dormand çıkıyor sahneye ödülünü almak üzere Olive Kitteridge olarak. Dünyada çok iyi yönetmenler olabilir, yazarlar da. Ama çok da iyi oyuncular olduğunu görmüş olduk bir kez daha. Frances McDormand onlardan bir tanesi ama en başarılılarından. Richard Jenkins, Bill Murray, karizmatik Peter Mullan ve Zoe Kazan harika performanslarıyla unutulmaz karelerle çıkıyorlar karşımıza. Denise karakterini oynayan Kazan bir sahnede ilgi duyduğu ve eczanesinde beraber çalıştıkları Henry Kitteridge’e “Kafamın içinde sürekli seninle konuşuyorum. Bana ne olacak Henry?” diyerek ağlıyor. Hepimiz ölü ya da diri sevdiklerimizle yani kısaca konuşmak istediklerimizle kafamızın içinde konuşup duruyoruz. Bu bizi rahatlatıyor, bir süreç belki böyle atlatılıyor ve sonra yeni yeni insanlarla konuşuyoruz kafamızın içinde. Denise kendisine ne olacağını bilemiyor ama her hayat bir gün bir şekilde yoluna giriyor. Ölmek bile işleri yoluna sokabiliyor bazen ve Denise’in, Olive’ın, Jack’in bir şekilde herkesin hayatı umulmadık bir şekilde hale yola giriyor dış faktörlerce. Hayat alıyor ve götürüyor bir yerlere. Bizlerse tüm iç ve dış faktörlerin toplamına, vicdanımızın sesine, aklımızdan ve kalbimizden geçenlere,  kafamızın içinde konuştuğumuz seslerin tüm sahiplerine Tanrı, O’nun yol’una ise Kader diyoruz.

MAGIC:

Come take my hand
You should know me
I’ve always been in your mind
You know that I’ll be kind
I’ll be guiding you
Building your dream
Has to start now
There’s no other road to take
You won’t make a mistake
I’ll be guiding you
You have to believe we are magic
Nothing can stand in our way
You have to believe we are magic
Don’t let your aim ever stray

image

image

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑