ANLAR VE İNSANLAR : İKİNCİ BÖLÜM, SİVAS – DİVRİĞİ

20160310_084634

ANLAR VE İNSANLAR : İKİNCİ BÖLÜM, SİVAS – DİVRİĞİ :

Uyuyakalmışım. Bir gün önceki gece yolculuğu ve gün boyunca uykusuz duraksız Sivas’ın içinde deli tavuklar gibi koşuşturup dururken attığım binlerce adım sayesinde saat yedi buçuk gibi isyan ederek çıkıyorum sıcacık yatağımdan. Sersem gibiyim, yorgunum, her yanım ağrıyor. Derhal B planımı uygulamaya koyuluyorum. B planım olmadığından bir B planı yaratıyorum. O da şu: Acil giyinme, acil sokağa fırlama ve acil acil  ne yapacağıma gittiğim yerde karar verme. Sivas’ın bir başından bir başına uzun uzun yollarını aşıp Kanal 58’in olduğu sokağa varmam çok az bir zamanımı alıyor panikten. İlk önce on buçuk arabasına bilet alıyorum ama gene çalışanların benim için doğru bir şekilde planlama yapmaları sayesinde kendimi Sivas Garı’nda bulmam çok da zamanımı almıyor. Divriği’ye gidiyorum. Tekrar. Şebinkarahisar yarına kalıyor. Elemanlar vargüçleriyle benim için program yaptıktan sonra aynı güçleriyle ve sabırla beni Divriği trenine yetiştiriyorlar. Aslında amaçları otobüsle yollamak olsa da maalesef ki düşük sezonun azizliğine uğrayıp Divriği otobüsünün öğleden sonra kalkacağını öğreniyoruz. Sizin kabahatiniz beni otogara getirmek diye hiç tanımadığım adamlara kaprislenmelerim evrende doğru mesajı gönderdiğimin bir işareti olarak bana gani gani geri dönüyor ve benim için çaresiz ikinci şıkkı uygulamaya geçiyorlar. O da şu: “Gidenlerden biri kızı gara bıraksın”. Her yiğidin bir B planı var canım ülkemde. Bırakılıyorum ben de bu sayede gideceğim yere. Bütün edepsizliklerinizin söktüğü şehirler olmalı. Benimki Sivas olabilir diye düşünüyorum ister istemez.

20160310_083513

Saat dokuz’da kalkacak olan treni beklemeye koyuluyorum. TCDD görevlileri ve onların sayısından da az sayıda yolcuyla bekleşip duruyoruz gelecek olan trenimizi. Herkes ya oturuyor ya da benim gibi bir aşağı bir yukarı volta atıyor. Bilet kuyruğundan beri aramızda bir yakınlık doğan iki emekli ve tarifsiz heyecanlar içerisindeki orta yaşlı ve kasketli iki Kangallı adamın mutluluğu durup durduk yere bana fa sirayet ediyor. Dünya umurlarında değil, hiç durmadan tatlı tatlı sohbet ediyorlar kendi aralarında. Küçük birer çanta hazırlamışlar kendilerine ya da eşleri hazırlamış olmalı. Sayfiyeye gidiyorlar sanki. Sanki Kangal’da özgürlükleri onları bekliyor. Durup dinlenmeden vuslata ermiş aşıklar gibi sohbet ediyorlar. Erkekler hemcinsleriyle sohbetten daha çok zevk alıyorlar. Madem öyle bizimle de evlenmesinler. Yaşasınlar beraber.

20160310_083208

Divriği’ye önceki gelişimde uğradığım Abdullah Paşa Konağı’na, Ulu Camiye ve Konak Restorana gideceğim ve bunlar benim bildiğim yerler. Sadece ikinci seferde neler hissedeceğimi bilmek istiyorum ve burada olma nedenim de bu. Aynı yollarda yürüyeceğim. Aynı sokaklara sapıp benzer kareler çekeceğim. Aynı yemeği sipariş edeceğim. Ve hep düşüneceğim. Neden neden diye. Neden buradayım? Başka bir yerde olabilirdim. Neden bu insanlar? Başkaları çıkabilirdi karşıma. Cevaplar kimde? Bende olmadığı kesin de. Ya da o kadar bende saklı ki…

20160310_115934

20160310_115453

Fatih yedi çocuklu bir ailenin oğlu. Yirmi beş yaşında. İzmir’de okumuş ve inşaat mühendisi olmuş. Şimdi Ankara’da bir firmada çalışıyor. Çok varlıklı bir ailede doğmadığından kaderi bir şekilde çizilmiş onun ve kardeşlerinin. Matematiğe kafası çalışıyor ve Divriği’nin enteresan coğrafyası daha da çok mühendisler yaratacağa benziyor. Kocaman bir bavulu ve onun sürpriz yaparak baba ocağına geleceğini beklemiyor olan titiz de bir annesi var imiş. Uslu da bir babası. Yedi çocuk başka nasıl büyütülür bilemiyorum. Hırçın değil uysal, hem sabırlı ve hem de azimli olmaktan başka çıkar yol yok gibi geliyor. Burada gençlerin neler yaptığını ve nasıl vakit geçirdiklerini soruyorum. Sıkılıyorlar diyor. Tam bir taşra sıkıntısı onlarınki. Sosyalleşecek bir yer yok gençler için. Sinema yok, tiyatro yok. Doğru düzgün mağaza bile yok. Herkes birbirinin ciğerini biliyor. Gelmişini, geçmişini… Ve bu onlarda hareket serbestisi bırakmıyor. Gökyüzü sınırsız ama onların nefes alacak az bir havaları ve görebildikleri ufak bir ufukları var. Eğer çalışmak için ya da okumak için dışarıya gitmezlerse yan komşularıyla evlenerek çocuk yapacaklar. Kadınlar hep evlerde toplanacak, erkekler kahvelerde. Herkes kimin o gün çarşıys alışveriş için indiğini bilecek.
Ne aldığını da. Ve kimlerin evinde işlerin yolunda gitmediğini, kimin kızının azıcık kimin oğluyla kırıştırdığını da. Ayrıca üniversitelileri ve benim gibi günübirlik turistleri de. Ne aldığımı, neler yaptığımı ve neden oralarda dolaştığımı da öğrenecekler er ya da geç. Fatih uyudu bu arada. Bildiğin horluyor. Hayatının tuhaf detaylarını anlattıktan sonra yoruldu uyuyor. İzmirli bir kızla tanıştığının ertesi günü ailesinin evine davet edildiğini ve babasının kendisini damat diyerek çağırdığında duyduğu şaşkınlığı anlatmıştı. Nasıl yani, ne oluyoruz diye bana döndü. Bir şey olduğu yok. Kız senden hoşlanmış ve evleneceği erkeği bulduğunu sanmış. Zavallı babası da kız eve müstakbel damadını getirdi sanmış. Anlayabilmiş mi anlayamamış mı bilemiyorum ama Fatih daha uzun bir süre damat olacak gibi gözükmüyor. Ama hiç durmadan İzmir günlerini anıyor.

20160310_120306

24 (2).03.2016 - 1

20160310_115543

On yıl sonra da aynı olur buralar, bu mekanlar. Değişmez hiç sahiperi, ne de müşterileri. Abdullah Paşa Konağındaki tek değişiklik dökülen dış cephesi. Fatma Hanım yokmuş, Sivas’a gitmiş. İlçenin arka sokaklarında dolaşarak uzaktan Ulu Cami’ye bakıyorum bir başka açıdan. Ulu Cami’nin burada olması o kadar tuhaf bir hava katıyor ki Divriği’ye. Dağlarla çevrilmiş bir ilçenin kalesinin eteğinde paha biçilmez kapılarla süslü, uzaktan bakılınca biraz da eğri gibi duran bir oturmuşluğu var sanki hem halkın hem de topraklarının üzerine. Sinan’ın Edirnesindeki Selimiye Camii gibi, burada da her yol bu değişik atmosferli camiye çıkıyor. Az bir rampadan çıkmanız gerekiyor ona ulaşmanız için. Hem her şeyin ortasında hem her şeyden çok uzakta olduğunuz hissine kapılıyorsunuz buraya geldiğinizde. Rüzgarveşlik ediyor size. Kadın güvenlik görevlisiyse ilçede iş olmadığını, buna ek olarak kendilerine göre hiç olmadığını söylüyor. Camiye namaz kılmaya gelen bir adam ona şüpheyle yaklaşmış. İlla her yerin bekçisi adamlar olmalı o ve benzerlerinin gözünde. Her yeri gestapolar doldurmalı onun nazarında. Ve bir yerde haddi olmayarak bulunan bir kadın muhakkak bir şeytanlık çeviriyordur o küçük aklınca. Ve maalesef ki burada da zihniyet böyle. Yargılayıcı ve yadırgatıcı. Beylerin kıymetli Divriğileri hakkında onlara göre sözde, benim içinse son derece gerçekçi önyargılarım hayalkırıklığı yaratacaktır belki. Belki bana burun kıvıracaklardır okuduklarında ama ben gördüklerimi, hissettiklerimi yazıyorum sadece ve de işittiklerimi. Kendimce.

Yemek yemek için yine aynı restorana gidiyorum. Konak Lokantasındayım. Çalışanlar değişmemiş. Garson bir kadın almışlar. Geçen geldiğimde yediğimle aynı şeyi söylüyorum. Köfte. Tuz ve kıymadan ibaret. Fiyatlar makul. Lezzete gelince ilk geldiğimde çok daha güzeldi ama yine de idare eder. Çalışanlar nazik ve anlayışlı. Burada giremediğim takdirde ilçede başka tuvalet olmadığını söylüyorum. Belediyeye söyleyin o zaman diyorlar. Turistler için sıkıntı. Kadınlar için iki kere sıkıntı. Herkesin evi olamaz ya burada. Belediyeye gidip söylüyorum. Buyurun burada girin diyor. Ben restoranda girmiştim ama. Gelirse gelirim geri diyorum. Ne işin var Belediyemizde? İşim yok, çişim var beyler. Hayat işte!

Sokaklarında dolaşıp duruyorum ilçenin. Kale bakımsızlıktan çıkılacak gibi değil. Zaten yolu yok. Yolu kapatmışlar. Çarşıya giriyorum. Canım çay kahve içmek istiyor. Oturacak yer bulamıyorum. Aynı yollarında dönüp dolaşıyorum. En nihayet bir bakkalın önünde neyi beklediklerini bilmeden bekleşen iki adama bunun mümkün olup olmadığını soruyorum. Yani çay ya da kahve içecek bir yer bulup bulamama ihtimalimi. İki adam birbirlerine bakıp derin düşüncelere dalıyorlar. Yok galiba diyor biri diğerine. Yokmuş. Yok mu diyorum. Yok diyorlar. Yanlarından ayrılırken hala düşünceler içerisindeler. Bir başka bakkala giriyorum soruyorum, oraya soruyorum buraya soruyorum. Yok arkadaş. Şizofrenleşiyorum. Yokmuş arkadaş. Duydum diyor. Ne sağırım ne da salak.

Son çırpınışlarım attığım bu son adımlar. Umutsuzluk bunun adı üzerime çöken ve kovaladıkça uzaklara giden. Bir kafe ve tuvalet bulmak hususundaki azmim dakikalar geçtikçe azalıyor. Tekrar yemek yediğim yere gitmek düşüncesi beni şu an hayata bağlayan. O anda arkamdan bir ses fotoğraflarımızı çekiyorsunuz sokaklarımızın, öyle mi diyor. Sonra da derdime çare buluyor. Ali Bey, az evvel yemek yediğim Konak Lokantasındaydı. Arkamdan gelip bana yer tarif ediyor. Değişik bir adam. İnsanı rahatsız etmeyen bir tarzı var. Yol gösterip, yardımcı oluyor. Burada ne yapar hanımlar, hiç ortalıkta yoklar diyorum. Evdedirler bir de survivor var en büyük sorun olarak hayatlarında, başka dert yokmuşçasına diyor. Sesinde öfke ya da yergi tınısı hissetmiyorsunuz. Dediğim gibi insanı rahatsız etmeyen bir tarz onunkisi. Alilerden Velilerden rahatsızlık geldiği görülmemiştir bu ülkede.

20160310_120825

20160310_140635

20160310_135050

20160310_133919

Kaman’ın Çay Ocağı oluyor Ali Bey’in beni gönderdiği yer. Bir dizi çekilmiş burada. Yeğenlerinin fotoğrafını gösteriyor sahibi gururla. Bir başka dizi ya da film daha çekilmiş Divriği’de ondan bahsediyor. Otantik bir atmosfere sahip burası ama yine de her zamanki gibi hep erkeklerle çevrili etrafım. Küçük yerlerde kadınların ne işi olur kafede, restoranda? Onlar evlerinde akşama ne pişirsem derdinde çocuklar, mutfak ve televizyon üçgeninde yaşayıp gidiyorlardır bir şekilde. Her neyse iki adam çaylarını, kahvelerini içmişler kalkmadan önce hesabı ben verdim, sen verdin kavgası yapıyorlar. Sonunda biri kazanıyor, yenilen bir daha gelmeyeceğine dair ant içiyor. Bende treni kaçırmamak için bir an önce düşüyorum yola. Köşede cami tuvaletini tarif ediyorlar. Çıkışta paltomu giyerken güzel havayla beraber çay ocağının dışına çıkmış oturan erkekler beni izliyorlar ağır ağır. Bu da gelmiş diyorlardır içlerinden. Daha da ne diyor, ne düşünüyorlar içlerinden bilmek düşünmek istemiyorum ama bir adamı çekiştiriyorlar, içlerinden bir adamı. O da hep dedikodu ediyor diyor diğerlerine. Gülüp geçiyorum sadece.

10 03 2016 - 1 (1).jpg

20160310_145529

ÖZLEM, SONGÜL VE MİZGİN :

Dört buçuk trenine biniyorum. Ortada bir ufak masanın olduğu dörtlü koltuktan cam kenarına kesilmiş koltuğa kesilmiş biletim. Oturup düşüncelere dalıyorum. Hizamdaki dörtlü koltuğu işgal edense iki adam oluyor. Bir tanesi muhtar ama nerenin muhtarı bilmiyorum. Zaten küfürlü konuşuyor ve hep bir yerdeki adamlarından bahsedip duruyor. İyice gömülüyorum koltuğuma. Üç kız giriyor içeriye. İkili koltuklara geçseler biri dışarıda kalacağından bir tanesi boşsa oturabilir miyiz buraya diyor. Tabii diyorum ben de. Nedeni belirsiz rötardan ötürü üç saati aşkın sürecek yolculuğumun misafirleri kapımı çalmış oluyorlar böylelikle. Özlem benim yanıma oturuyor. Annesi Ağrılı, babası Karslı. Benim planlamış olduğum güzergah onun kökleriymiş meğer. Gidebilirsem eğer babasının Digor’daki dükkanına uğrayacağımı söylüyorum. Üçünün arasında en süslüleri Özlem. Renkli giyinmeyi seviyor ama içine kapanık ve daha sessiz. Altı kardeşin arasında sıralamada ortalarda. Karşısında oturan Songül en konuşkanları. Konuşmayı seviyor. Sivaslı sekiz çocuklu bir ailenin kızı. Paylaşımcı, anaç, kendini yanında sıkmanın mümkün olamayacağı kadar rahat ve dost canlısı kızlardan. Habire bana yiyecek içecek ikram ediyor. Poşetlerinde neler yok ki! Çubuk krakerler, buzlu çaylar, çilekli sütler… Tam öğrenci işi besleniyorlar. Yol uzadıkça uzuyor ve ben de tüm ikramlarını kabul ediyorum kızların. Migrenim tuttu dediğimde Özlem’in ağrı kesici teklifini reddedemiyorum mesela. Diyorum size. Ne verirlerse kabul ediyorum. Mizgin Halfeti’den Antep’e göçmüş bir ailenin kızı. Antebin insanını çok severim diyorum. Gülümsüyor. Bir arkadaşım ben Antep’e gittiğimde insanını nasıl bulmuştun diye sormuştu ve olumlu cevabımı alınca bizim de en sevdiğimiz, huyu en iyi olan damat Antepli demişti. Mizginse, bugün sormuş olduğum kaç kardeşsiniz sorusuna geri dönüşümde beni en çok hayal kırıklığına uğratan isim oluyor. Özlem altı, Fatih yedi, Songül sekiz demişti. Mizginler üç kardeşmişler sadece. Karşımda oturmuş, beni can kulağıyla dinliyor. Benim konuştuklarımdan pay çıkartabilme potansiyeline sahip. Özlem kendi dünyasında, Songül tüm dışa dönüklüğüyle capcanlı konuşurken, bu kız nasihat dinler gibi dinliyor sözlerimi. Benim gezdiğimi duyunca, evlenmeyeceğim dünyayı gezeceğim böyle diyor. Bu yorumu yapabilmesi çok önemli, gerçekleştirip gerçekleştiremeyecek olması değil. Ama öyle ya da böyle bu üç kız da evlenecek ya da evlenmeyi isteyecekler en azından. Aşık olacaklar, bir erkek kalplerini kıracak, bir başkası gönüllerini alacak. Onun peşinden gidecekler. Başka illere, ilçelere. Onlar istemese, aileleri isteyecek onların yerine. Hayat işte! Ama ne yaparlarsa yapsınlar, sakın ola özgürlüklerini bırakmasınlar geriye. Paul Eluard’ın Özgürlük şiiri geliyor aklıma:

“Ormanlara ve çöle
Yuvaları çiğdem
Çın çın çocuk sesime
Yazarım adını

Özgürlük.”

Fakültedeki son seneleri kızların. Hepi topu iki yıllık fakültelerinin son senesinde kara tasalar içerisindeler. Bilgisayar Programcılığı bölümünü yazarken Cumhuriyet Üniversitesinde okuyacaklarını hayal etmişler. Divriği’de değil. Hayat burada nasıl geçiyor diyorum? Sıkılıyoruz diyorlar. Gençlerin içindeki hiç geçmez görünen sıkıntıya ek olarak, sosyal açıdan ilçenin gençlere hiçbir imkan sunmayışı, üstelik merkeze bu kadar uzak oluşu ve bunların kız olup, çevre baskısına uğruyor oluşları en büyük dertleri. Erkek olsak balığa gideriz, dilediğimiz gibi gezmeye gideriz diyorlar. Ama bu kadarlık serbestlik bile sadece erkeklere tanınan haklar arasında. Balık avlayabilen de erkek, çarşıda başı dik hiç utanmadan turlayabilen de erkek. Yurtta oturmaktan başka yapacak bir şey yok bizim için diyorlar. Sivas’ta Songüllerde kalacak olduklarından rahatlar. Gelecek vaat eden bir bölümün öğrencileri boş zamanlarını kapandıkları yurt odalarında geçiriyorlar ve birbirlerinden başka dayanacak kimseleri yok gurbetliklerinde. Fakülteniz gezi düzenlemiyor mu diyorum, o da bize pahalı geliyor diyorlar. Yurt parası, yol parası, yemeleri içmeleri, kontör masrafları, biraz giyinip biraz da gezmeleri zaten çok kardeşli ailelerine yeterince ağır gelirken bir Miami olmasa bile, güneyde ya da batıda ufuklarını açacak bir tatil onlar için uzak ihtimal. Bir hamam, zevksiz mağazalardan oluşan bir ufak çarşı ve gez gez kaç kez gezebileceğin bir Ulu Camii bu gençleri bir adım ileriye götürmüyor kıstırılmış oldukları kapan içinde.

20160310_180827 (1)

ANLAR VE İNSANLAR : BİRİNCİ BÖLÜM, SİVAS – MERKEZ

20160311_054233 (1)

ANLAR VE İNSANLAR : BİRİNCİ BÖLÜM, SİVAS – MERKEZ

Sivas’a gitmek üzere Sekiz Mart Dünya Kadınlar Günü’nün akşamında çıkıyorum yola. Bu ilk gidişim olmayacak üstelik, sağ salim varabildiğim takdirde. Mir Ali Bey Konağı’nın peşinde Ulaş’ın Acıyurt Köyü’ne, “Veyselin Şarkışlasına” ve Divriği’ye gitmiştim o ilk seferki gelişimde. Bir yolculuğun daha beni nerelere sürükleyeceğinden habersiz düşüyorum gene gece gece yollara. Yol aldıkça zihnim açılıyor. Otobüs yolların asfaltını ezerken, ben de kendi geçmişimle hesaplaşıyorum durmadan. Otobüs bin defa da aynı yollardan geçse, geçiyor işte binbirinci kez. Ben de soruyorum kendi kendime binbirinci kez neden diye. Zihnim, akmakta olan kilometrelerce yola paralel olarak akıyor hiç durmadan. Bedenim oturmaktan uyuşup, tembelleştikçe zihnim açılıyor ister istemez. Karanlıkta üşüşen düşünceler karanlık ve karmaşıklar. -Ve ben size edebiyat parçalıyorum böyle istemeyerek. Belki de isteyerek. Nasıl beğendiniz mi cümlelerimi?-Bazen uzunca bir cümleyi bırak, bir kelime bile bulamıyorum cevap olarak verecek. Şu dünyada en kolay şeymiş soru sormak ve ne zor şeymiş o sorulara cevap bulmak. Cevabım yok benim geçen yıllara. Hatıralar berrak değil artık eskisi kadar. Ne söylesem ben bu yıllara, bir bilsem. Şimdi şurada olmazdım herhalde, bilseydim eğer.

Ülkedeki belirsizlik, savaş ortamı ve yaşanan tüm olumsuzluklar etkilemiş insanları. Herkes güvensiz. Yollar boş. Otobüsler boş. Seyahate çıkmış olanlar hep erkek. Vahşi Batı’ya doğru yol aldığımı hissettiriyor bu bana. Gerçi ben konum itibariyle Doğu’ya doğru ilerliyorum ama her şeyde olduğu gibi kendimizi Amerika’yla kıyaslıyorum. Hiçbir planım yok bu sefer. Ne yapacağım, nereye gideceğim, kimlerle görüşsem, kimleri bulsam! Bir seferde o “kimler” bulsunlar beni diyorum. Kaderimde kimleri bulmak, nereleri görmek var ise onları görüp bulacağım kuşkusuz. Otobüsümüz birkaç müşteri daha toplayabilmek umuduyla girilmedik otogar bırakmıyor. Sayısız molalar veriyoruz. Hep ilerliyoruz ama. Şoförler koltuk değiştiriyor. Süresi dolan en arkaya uzanmaya gidiyor. Sonra da her mola yerinde kendilerine tahsis edilmiş masalarına oturup, çatal bıçak seslerine teslim ediyorlar kendilerini. İlk molada yemek, sonra da kahvaltıya dönüyorlar. Bense iki sene önce gelmiş olduğum Sivas’a ulaşmaya çalışırken, verilen molalarda, bir sürü adamın arasından sıyrılarak geçiyorum tuvalete ulaşmak için. Uyku sersemi indiğim yerlerden birinde başımı kaldırıp da bakmadan önce bir sürü esmer delikanlı görüyorum irkilerek. Benden başka dişi sinek yok ortalıkta gece gece. Yozgat, Coşkun Dinlenme Tesisleri imiş burası. Sekiz Mart bitmiş anlaşılan ve biz gene Dünya Erkekler Gününü kutluyoruz Anadolu’nun ortasında bir sürü de adamın arasında.

9 03 2016 - 1 (3)

Sivas’a ilk inişimdeki heyecan yok üzerimde. Ne çok sevmiştim bu şehri ve insanlarını o ilk seferde. Hep kadınlar karşılamıştı beni. Üniversite öğrencisi bir kız vardı, Cumhuriyet Üniversitesinden bir hoca ve Dersimli, devlet memuru yol arkadaşım vardı. O kızlar yoklar şimdi. Yerlerine bağlı başlı, şaşkın kızlar yerleşmişler. Bu moda galiba. Bir çeşit. Modaysa da eğer geçer ve en nihayet bir gün gelir sona erer. Ama şu kara çarşafların ne gibi bir modası var anlaşılacak gibi değil ve bir hayli de çoklar. Sivas çok değişmiş çok. Ama ileriye yönelik bir değişim değil bu. İki sene içerisinde yirmi üç yıl geriye gitmiş sanki. Durum o kadar vahim yani.

20160309_132455

20160309_134919

9 03 2016 - 1 (2)

20160309_135332

Sivas Merkez’in çarşısına çıkıyorum dolaşmak için. Biraz fotoğraf almak istiyorum. İlk durağım “İl Müftülüğü Buruciye Medresesi İlim ve Kültür Merkezi” oluyor. Bu uzun ismin ağırlığından kurtulabilmek için içerideki görevlinin yolunu kesip gerekli ilimleri almak üzere başında bitiyorum. İslami şartlara uygun olarak dizayn edilen mekan, bünyesinde bir de kütüphane barındırıyor bomboş raflarına kitap bekleyen. Kültürel, dini ve hayri hizmetlere tahsis edilmiş bir enteresan yer olmuş eskiden İl Özel İdaresi’ne tahsisli kültürel faaliyet ve el sanatları merkezi iken. Buruciye Medresesi de kurtarılmış bölge olmuş ve bundan sonra taşımak zorunda bırakıldığı ağır kaderi ve tüm ruhsuzluğuyla yoluna devam edecek. Mekanlara kader biçmek insanların doğasında var. Sormadan iş yapıyorlar bildikleri gibi, canlarının istedikleri gibi. Neticesinde turistik ve içerisinde çok anlamlar saklı tarihi bir yer kalpsiz, kederli, donuk, anlamsız ve soğuk bir mekana dönüştürülüyor. Yobazlıkta boş yere derinlik arıyorum. Kabahat bende. Bir iki fotoğraf alıyorum isteksizce. Sonra da çıkıyorum sessizce.

20160309_142346

Hem kadınlara hem de erkeklere hizmet veren ve yanyana müşterilerini ağırlayan tarihi Kurşunlu Hamamı’na gidiyorum. Önce kadınlar tarafına gidiyorum. Nedense hamama girer girmez bir kıkırdamadır alıyor beni. Gel içeriyi gez diyorlar hemen. Kapanış ya da açılış saatlerinde fotoğraf almak istediğimi söylüyorum. Mümkün değil diyorlar. Makineyi bozarmışım. En az on, on beş gün içerisinin açık kalması ve çalıştırılmaması gerekiyormuş. Buhardan fotoğraf makineni bozarsın diyorlar. Derken kapı açılıyor ve ben gördüğüm manzara karşısında ağzım bir karış açık bakakalıyorum. Açılan kapıyla beraber buharlar dolduruyor bizim olduğumuz yeri. Kapının öte tarafında ise bir sürü kadın var. Kalabalık öyle böyle değil. Kimi kese yaptırıyor uzanmış göbek taşına sere serpe. Kimi bikinili, kimi tangalı, kimisi topuklu ayakkabıyla gelmiş üzerinde ince tül bir üstlük. Defile var sanki. Aptallaşıyorum manzara karşısında. Kadınlar en doğal halleriyleler halbuki. Bir tanesi açılan kapının rüzgarından etkilenip dönüyor ve bana bakıyor. Umurunda olmuyorum. En nihayet hamamı işleten kadın dışarıdan gelen duramaz içeride, on dakikada kaçar gider, buranın kadını da alışmıştır girdi miydi çıkmaz içeriden, bayılır buharına diyor. Şaşkınlığımın nedeni içeride yıkanan yağlı ballı kadınlar beklerken, manzaranın hiç de öyle olmaması oluyor. Şaşkınlığım geçince buranın fotoğrafını bu şekilde alamam yoksa ekmeğinizle oynarım, burayı kapatırlar demekle yetiniyorum. Hanımlarla karşılıklı kıkırdaşıyoruz. Kadınların hemcinslerine göstermek için giyindim tezi yanında soyunduğu tezini de ben atıyorum ortaya. Akademik olmaya çalışsam da başaramıyorum bir türlü.

Dışarıya çıkıyorum, derin bir nefes alıyorum. Bir de erkekler tarafını ziyaret ediyorum. Az önce gördüğüm manzaradan ötürü korkunç çekiniyorum. Kapının eşiğinde suçlu çocuklar gibi tek ayağımın üzerinde bekliyorum. Erkekler beni içeriye buyur ediyorlar. Birkaç hazırlıksız adam görmek korkusuyla şüpheli hareketler içerisine giriyorum. Onlar da benzer şeyler söylüyorlar. Sabah beş gibi gelsem boş olurmuş ama buhardan görüntü alamazmışım, makineme de elveda dermişim. Sol tarafta oturmuş, peştamallerine sıkı sıkı sarılmış tavla atıp çay içen iki adam olduğunu ve bir tanesinin beceriksizce peştamalini göğüs hizasına doğru çekiştirdiğini görür görmez teşekkür ederek mekanı terk ediyorum. Ayrıca da bu hareketi çok feminen bulduğumu belirtmek istiyorum. Bir erkeğin sağlı sollu memelerini beyax peştamaliyle örtmeye çalışması komik geliyor. Kadınlar çıplaklık konusunda daha cömert davranmışlardı halbuki.

Dokuz mart ve ben sıcaktan patlamak üzereyim anorağımın içinde. Genç delikanlılar kısa kollularla geziyorlar. Birileri laf atar korkusuyla paltoma daha sıkı sarılıyorum. Açlıktan ölmek üzereyim. Pideciye giriyorum. Küçük bir dükkan. Yanımdaki masada bir aile var. Karı koca ve kızları. Suşehri’nden geliyorlarmış. Onların yediğinden söylüyorum. Isırır ısırmaz içinden ılık ve sıvı haldeki yağı akan pideyi büyük bir hızla yiyorum afiyetle. Yedikçe keyfim yerine geliyor, doydukça ısınıyorum, yanımda da bir aile olduğundan anorağımı çıkartıyorum. Kısa kollu blüzümle kalıyorum ortada. O aile olmasa orada öyle oturamayacağımı hissediyorum. Kadın merakla soruyor hemen, nerelisin diye. İzmir diyorum, İzmirli olmadığım halde. Belli dercesine bakıyorlar. Silme adamların olduğu masalardaki beylerin benimle göz temasına girmemek için çırpınışlarına şahit olmanızı isterdim sevgili okuyucu. Bu hal, bu İzmirlilik, bu çıplak kollarım bana keyif vermeye başlıyor. Yüzü bana dönük olanlar başları önlerinde harıl harıl pideleriyle haşır neşirler. Aile namusumu kurtarıyor, varın siz düşünün. Kimi masalara kalabalık oturanlar iki buçuk litrelik kolalarını da yanlarında getirmişler. Öyle bir yerde yemek yiyorum. O kadar da ucuz ki. Bu işten çok memnun kalıyorum.

Bugünü bitirmeden yarının planlarını yapmak üzere en iyi bildiğim ve en sevdiğim şeyi yapıyorum. Şehrin dolmuş ve otobüs firmalarına girip nereye gideceğimi kestirmeye çalışıyorum. Suşehri, Zara ve Sivas’ın yakın yerlerine minibüs kaldıran bir firmanın ofisine girip oturuyorum. Nazik bir bey var bana yardımcı olmaya çalışan. Azimli ve sebatkar bana karşı. Tam bir saat boyunca benim yerime benim nereye gideceğimi planlıyor. Buraya gitsem bu var, şuraya gitsem şu var. Orada tarih var, burada tarih yok, Kangal’da balıklar var, Divriği’de balık yok ama Ulu Cami var diyor. Kendisi Suşehirliymiş ama ne yazık ki sezon açılmadan gelmişim. Her yer ıssız olduğundan benim yerime evhamlanıyor. Seçenekleri sil baştan değerlendiriyoruz. Ben bir kez daha Divriği’ye gitmeye karar veriyorum. Fakat orayı ikinci güne sakladığımdan yarının seçeneğini oluşturmaya çalışıyoruz. Çok çaresiziz. Derken bir kız giriyor içeriye. Suşehirliymiş o da. Aramızdaki diyaloğu daha kolay anlaşılması açısından yazacağım sizlere. Bir program yani benim programım nasıl belirleniyor anlatayım sizlere:

Ben : Siz gençler ne yapıyorsunuz burada?
Kız : Burada mı?
Ben : Burada.
Kız : Sıkılıyoruz.
Ben : Ya orada?
Kız : Suşehri’nde mi?
Ben : Evet. Orada.
Kız : Sıkılıyoruz.
Ben : Benim sıkılmayacağım bir yer neresi olabilir?
Kız : Şebinkarahisar.
Ben : Yaa!
Kız : Biz çarşıya Şebin’e gideriz. Burası sıkıcı. Suşehri sıkıcı. Zara sıkıcı.
Görevli Bey : Yok Suşehrimiz güzeldir. Sadece mevsimsiz gelmiş bulundunuz. Sivasımız da öyle.
Ben : Gençler sıkılıyormuş ama.
Görevli Bey : Gençliktendir.

Diyalog sonlanır sonlanmaz google’ın bilgiç kollarına bırakıyorum kendimi. Erdal Eren, Aziz Nesin, Ara Güler Şebinkarahisarlıymış. Erdal’ın çıkışı kısa sürmüş yazık ki. Gel de önemseme şimdi, gel de merak etme şimdi Şebin’i. Rotam çizilmiş oluyor böylelikle yarın için. “Kız” sayesinde. Ben yarın Şebinkarahisar’a gideceğim. Sabah beş buçuk gibi yazıhanede olmam gerekiyormuş. Önce Suşehri yapacağım, oradan da Şebinkarahisar’a geçeceğim. Direk otobüs on buçukta ve iki ya da iki buçuk saat sürecek bir seyahat olduğundan ya beşlerde kalkıp yollara düşmem gerekecek yahut gittiğime değmeyecek. Gittiğime değmeli diyorum içimden. Sabah kalkıp gideceğim Şebinkarahisar’a. Beni bekleyen ne imiş göreceğim bakalım oralarda.

20160311_054246

ANADOLU VOL 2: SİVAS-İLK BÖLÜM

20140305_092551 Sivas otogarından şehrin merkezine geliyorum. Yaklaşık on dakikalık bir yolculuktu akşamın karanlığında yapılan. Elimde çantam merkeze adımımı atar atmaz tek bir cümle dökülüyor ağzımdan. “Ben bu şehri sevdim.” Kafasında Madımak’taki katliamdan başka bir şey olmayan bir insan için biraz peşin hükümlü bir cümle olmakla beraber, gene de eğer bir şehri kör karanlıkta ve nedensiz bir şekilde de sevebilmişseniz, kanımca bunu gözardı etmemeniz gerekir. Ve böyle durumlarda genellikle aynı şehir size hep en güzel taraflarını gösterir misafirliğiniz boyunca. Bu ise benim Anadolu’ya ilk gelişim değil ve her şeye rağmen Anadolu toprağı, Anadolu insanı bir başkadır bilirim kimi “sırf” önyargılara rağmen. Nebilerin, velilerin, aşıkların bu topraklardan çıkmış olması ise bir tesadüften ibaret olmamalı. Bir sürü yol arkadaşım oldu Sivas’ı ve çevre ilçe ve köylerini gezerken. Türkiye’nin ikinci büyük yüzölçümüne sahip şehrini gezmek çok kolay olmadı haliyle; ama bozkırın ortasında birbirine kilometrelerce uzak her bir ilçesine giderken ya da köyüne ulaşmaya çalışırken çok bol vaktim oldu düşünecek. Hiç işgal yaşamamış bir şehri zihnimde defalarca kuşattım ister istemez. İnsanların kendilerini ait hissedebilecekleri yerlere ihtiyaçları var ve bazı yerler sizi tutarken sımsıkı tıpkı bir mengene gibi, bazısı duyarsız kalır size ve tüm değerlerinize. Burada öyle olmayacak biliyorum ve hissediyorum. İlk yol arkadaşım Tunceli, Pülümür’lüydü. Munzur Dağları muzır bir isim gibi gelmiştir hep kulağıma. Ama bu kız muzır değil. Geldiği coğrafyadan kaynaklı çok tok bir sesi ve katiyetle üzerine bastığı yüklemi emir/istek kipiyle biten cümleleri var. Ve yönlendirdiği doğru yerler var. Güzel bir genç kadın ve ben de taliplerinin çıkıp çıkmadığını soruyorum. Var diyor ama eğitimli değillermiş. Ön şartı sosyal demokrat olmasıymış. “Fikri neyse zikri oymuş”dan yola çıkarsak eğer, “ortak fikirlerin evliliğinin” ön şartı olduğunu çıkarıyorum. Rencide olmak istemiyor ve bunun farkında olması hoş bir şey. Hayata aynı pencereden bakmak gerekiyor, kaldı ki evlilik usanç verici bir şey iken, bir de fikir çatışmalarıyla baş etmek başlı başına güç bir hadiseymiş gibi geliyor. Yaşını hiç sormadığım ama erken yaşta hakikatleri kavramış ve dolayısıyla olgunlaşmış yol arkadaşımı bırakıp bu sefer bir üniversite öğrencisiyle yoluma devam ediyorum. Tatlı fırlama kendileri. Yirmili yaşların kendine özgü enerjisiyle dopdolu bir genç kız var yanımda ve onunla geçireceğim dakikalar daha da kısıtlı. Şu bir şeyler istediğin ama ne istediğini bilmediğin yaşlardan bahsediyorum. Sürekli güldüğün ama neye ve ne için güldüğünü bilmediğin yaşlar. Çok şey yapmak isteyip ama henüz erken olduğunu bilmediğin yaşlar. O yaşlara açarsın gözlerini ve sonra kapatırsın göz kapaklarını. Bir bakmışsın geçmiş tüm o kıymetli zamanlar, sen ise değerini içindeki iç sıkıntısı ve bir sürü beklenti yüzünden kavrayamamışsındır. Bana fısıldadığı ismi ikinci romanımın bir karakteridir. Çok özgündü ve aniden çıkıverdi ağzından. Bu kadar olmaz demeyin üçüncü yol arkadaşım Cumhuriyet Üniversitesi’nde Hoca. İzmir’de okumuş. Memleketine gelmiş. Onun da yaşını hiç sormadım ama en hüzünlü yol arkadaşımdı ve tevazu sahibi ve kontrollü olan. Seçilmiş cümlelerindeki yüklem, duygularının önünü kapatıyordu sanki. Halbuki şairane bir taraf sezmiştim onda tüm Sivaslılarda olduğu gibi. Beni en doğru pastaneye götürdü ve bıraktı. Sonra ben de hep o en doğru pastaneye gittim. “Hakan Pastanesi”nde harika pastalar yedim.

DİVRİĞİ:

20140303_114707

Sabah trenine binmek için evvel erken yola çıkıyorum. Amacım akşamında tam anlayamadığım ve sürekli olarak yol arkadaşlarımla kafam meşgul olduğundan gündüz gözüyle çevremi tanımak adına sallana sallana hızlı trene doğru yol almak. Anadolu kültürüne çok yabancı olmayan ben bir şeyin farkına varıyor ve ayılıveriyorum sabah sabah. Özellikle karşıdan karşıya geçmeniz gereken bir sürü yol var ise eğer, bunu bu şehirde asla sallana sallana yapamayacaksınız. İlk ders: Burası sakin bir Ege kasabası değil. İkinci ders: Son derece atak olmalısınız ve eğer bir trafik ışığı olmayan yerden karşı kıyıya geçme gayreti içerisinde iseniz eğer muhakkak trafiğin akmakta olduğu yöne dikkatli dikkatli ve bin kez daha dikkatli bakıp ve hatta gözünüzü ayırmadan ve mümkünse kafanız doksan derecelik bir açıyla o yöne kilitlenmiş bir halde koşar hatta uçar adım yürümelisiniz. Ders üç: Tüm bunları neden dedim diye sorar buldum sizleri, haklısınız meraka düşmekte, zira ben de nihayetinde beni gören arabaların ve şoför mahallindeki sahiplerinin neden beni gördükten sonra hızlanıp üzerime üzerime daha bir telaşla ve gazı körükleyerek ve coşarak geldiklerini idrak edebildim sonunda. Anadolu’da birleşik üçler olarak anılan ve önem sırasına göre dizilmiş olan “at-avrat-silah” üçlemesinden ilki olan at kısmı; göçebe hayattan yerleşik düzene geçmiş erkek denen olgunun önce üzerinde şimdilerde ise içerisinde şekil aldığı, daha da önemlisi güç aldığı bir gösteri aracına dönüşmüşken ve eskinin cirit şimdinin ralli şampiyonu beyler Orta Asya’dan Anadolu’ya getirmiş oldukları bu savaş oyununda Aheste yerine Rahvan, Dörtnal hatta Hücum Dörtnal tarzı bir sürüş sergilerken, pek yüz vermedikleri dizginin yerini fren alırken, mızrak ise bir gaz pedalına dönüşmüştür kanımca; dolayısıyla oyun esnasında isabet alıp ölen kişiye denen Şehit mertebesine son derece sıradan bir şekilde erişmek istemiyorsanız ve arkanızdan “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan oldu.” denmesini de eklemelerini istemiyorsanız eğer, tüm dikkatinizi trafiğe vermeniz gerekmektedir karşıdan karşıya geçerken. Ve ben de öyle yapıyorum, sağımı solumu yine kavrayamadan soluğu garda alıyorum. İki adet kompartımandan oluşan ve karayoluna nazaran daha hızlı olabileceğini tahmin ettiğimden dokuz dakika kala trene biniyorum. Gidiş dönüş biletlerinin üzerinde de yazdığı gibi tam iki saat yirmi yedi dakikada gidiyor ve dakikası dakikasına iki saat yirmibir dakikada da dönüyorum. Bazen aheste, bazen dörtnal ilerliyoruz. Dağları aşarak ve ezerek geçiyoruz. Tam kalbinden geçiyoruz bir coğrafyanın. Sakin akan dereler, türlü türlü sıradağlar var. Kilometrelerce gittikten sonra sürüsünü güden bir çoban görüyorum uzaklarda. Kimin daha çok yabancılık ve yalnızlık çektiğini düşünüyorum. Kendimi bir parçası olmadığım-ne doğma, ne büyüme, ne ana ne babadan-topraklara yakın hissediyorum. Hiç korkmuyorum insanlarından, karından, kışından, köylerinden, erkeklerinden. Bana güven veriyor her adımım. Hiçbir şehirde hissetmediğim farklı bir şey bu. Bir Antakya’da iyi hissetmiştim kendimi, şimdi de Sivas’ta. Orası çok sıcaktı, burası çok soğuk. Antakya’da çok terlememiştim, burada ise çiçekler tomurcuklanmış, hain bir kış yok insanın içine içine işleyen, olsa bile ben kabullendim şimdiden, geldiği gibi gider elbet, alt tarafı bir mevsimdir geçer elbet. Taksi dahil hiçbir vasıta bulup çıkamayacağınız yükseklere tırmanıyorsunuz Divriği’ye vardığınızda. Hiçbir ev, köy, cami, lokanta düz ayak değil burada. Çok acıktığımı anlayıp, bir bankaya giriyorum. Bana “Konak Lokantası”nı tarif ediyorlar. Sivas köftesi söylüyorum ayranla. Porsiyonlar fazla ve çeşitli, üstelik kasada ne kadar ucuz olduğunu görüyorum. Büyük şehirlerde her tür kazığı atmaya alışık bünyeler burada merhamete gelirler usulca kanımca. Vakit öğle arası olduğundan bir bir arabalar teşrif etmeye başlıyorlar. Önce jandarma geliyor, sonra memurlar. Kadınlı erkekli yerleşiyorlar masalara. Bense kapıya en yakın masayı seçiyorum. Tam ayranımı yudumlarken bir grup daha teşrif ediyor içeri. İlk giren mavi saçlı bir kız oluyor. Ardından gençten bir çocuk ve en nihayet orta yaş üstü mavi gözlü bir bey içeri giriyor. Birbirimize şaşkınlıkla bakıyoruz. Ortamın verdiği tuhaf ilkellik ve herkesin ahbaplığının yanında bizimkisi çok çok uzaktan gelme bir tanışıklık gibi oluyor. Halbuki daha önce hiç karşılaşmadık ve sadece içimizden soruyoruz sen kimdin acaba diye. 20140303_122807 20140303_123007 20140303_124134 20140303_123446 20140303_123233 20140303_123801 20140303_130655 20140303_131239

20140303_130045

Hesabı ödeyip, tekrar rampa yukarı tırmanmaya başlıyorum. Sonunda Unesco’nun koruma altına aldığı “Divriği Ulu Cami” ile karşı karşıyayım. Güvenlik elemanları var kapısında, içerisinde ise fotoğraf sergisi. Ne yazık ki mayıs-haziran ayına denk gelemeyişimden ötürü ikindi üzeri oluşan erkek silüetini kaçırıyorum. Akustik olağanüstü, mimarinin yanında. Aya Yorgi’yi çağrıştırıyor içerisi. Üst katlara her biri on-on beş santimi bulan basamaklarından inip çıkmaktan anam ağlıyor. Gençler daha temkinli. Önden gidene soruyorlar, değer mi diye. Kendilerini helak etmeden gerisin geri dönüyorlar. Bense Konaklar Sokağı’nı gezip, Apdullah Paşa Konağı’na doğru yol alıyorum. Alt kattaki kafeteryayı işleten hanımlardan konağın anahtarını alıp, başlıyorum gezmeye. Tavan işlemeleri çok güzel. Konağın muhteşem bir dağ manzarası var. Hanımlardan biriyle konuşuyorum, İstanbul’dan gelmişler. Burası memleketleri ama çocuklar istememişler önce. Dağın manzarası ürkütmüş onları. “Üzerimize üzerimize geliyor gibi.” demişler. Gerçekten de öyle, dağın bize bakan yüzeyi ha desen ayaklanacak, üzerimize yürüyecekmiş gibi geliyor. Ya dağ dile gelirse ve konuşursa? Ama umarım hiç konuşmaz. Umarım hep susar. Sanki bilerek susturulmuş gibi bakıyor bu dağlar insana. Gençlere gelince alışmışlardır sanırım. İnsan her şeye, herkese alışıyor çünkü. Bu Tanrının bize bahşettiği meziyetlerden olsa gerek. Zamanla unutmak ve zamanla kabullenmek. Tam teslimiyetse en sonunda geliyor. Yoksa bırak suskun dağları, bir sürü dangalağa dayanmak çok zor olurdu eminim.

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑