BOZCAADA / TENEDOS, BİRİNCİ BÖLÜM

20160924_153404

BOZCAADA / TENEDOS, BİRİNCİ BÖLÜM :

GİRİŞ :

Geride bırakmaya çalıştıklarım, içinde bulunduğum hayli karışık hisler ve hep beklenen tarifi her geçen gün değişen muğlak bir gelecek. Geçmişle şimdiki zaman arasında keskin ve kesin bir çizgi yok insanın kişisel tarihinde. O çizginin varolma olasılığı dahi şüpheli. Olsa olsa isimler, yüzler-kimi hatlarıyla andığın, sözler en çok acıtanlar kim bilir, tarihler, birkaç hikaye; hepi topu bundan ibaret hepsi. Geçmiş dediğin nedir ki? Şimdi ne zaman başladı, ne zaman şimdi oldu, şimdi oldu da ne oldu… Bundan sonra ne var, o var’ların içinde neler var, aynı var’lar bir zamanlar şimdi olan ama şimdi kurumuş ve dalından kopmuş solgun bir yaprak gibi ordan oraya savrulup ölmeye çalışırlarken hışırtılar içinde, gelecek gelmiş ve şimdi olmuş, şimdiyse geçmiş olmuş bile. Rüzgar olmasaydı eğer sessizce ölecekti o yapraklar teker teker. Çığlıkları kendilerini yakacaktı içten içe. Kum gibi olacaktılar toprağı döve döve. Kursakta sıkışmış, renkleri birbirine karışmış yiyecekler misali kenetlenip birbirleri olacaklardı tek sessiz ses olarak bundan böyle. Yerinse umrunda olmayacaktı bu serzeniş. Yerini sağlamlaştıracaktı olduğu yerde. Duygusuz bir zırh altımızda, geçilmez bir mavilikse üzerimizde. Sıkıştık kaldık biz canlılar orta yerde. Bir yol gösterici bekler dururum ben böyle günlerde; başımı okşasın benim hiç usanmadan ve inandırıcı bir sesle “geçer geçer” desin diye ya da “selam selam” sözünü işitmek uğruna canımı veririm azgın dalgaların ortasında. Ne bir boş söz ne de günaha sokacak bir şey(Vakıa Suresi, 25 ve 26. Ayetler) olsun bundan böyle. Her yeni gün eşsizdir gözümde. Yol göstericim gelsin diye bekler dururum köşemde. Ama öyle olmuyor işte. Tek yol göstericim titrek bir fener kaldı elimde, o tek ışığım benim bundan böyle. Belki de ışık benim, sen ne bilirsin ki? İnsansın benim gibi. Berbatsın ben kadar. Ne vahim hatalar yaptın, ben bilirim. Şiddetle de tekrar ettin durdun aynı hataları eline her fırsat geçtiğinde. Hiddet ve asabiyette bir ölü gibi olacaktın hani? Hani? Kırdığın kalplerin toplamından bir köprü kurdun nihayet. Sevap günahtan doğsun bu sefer dedin. Haklıydın da. Beynin tersten çalışır senin. Sondan başlarsın hep geriye doğru saymaya. Girişler ücretsiz, geçişler de. Bir iyilik ettin madem, tam olsun tamamına ersin. Sen en son kitabımsın benim. İnan buna değersin. Bilme daha iyi olur böylelikle ilhamsız nasıl yaşandığını görürüm gözlerinde. İlhamım sensin, öznem sensin şu soon geniş zamanlar içinde ve evet iki o ile. Zamanlardan söz açılmışken ben en çok geniş zamanları severim. Bu da gelir bu da geçer diyen bir ozanın sözleriyle çıktım bu sefer yola. Eyüp sabrı ile gitmiş Mısır’a, ben sabırsızlığımla buradayım bir cumartesi akşamı üzeri Bozcaada’da.

20160925_183403-1

BOZCAADA :

Kırk diyen var, otuz sekiz de. Bu da yaklaşık olarak Ada’nın ölçülüp biçildikten sonra kapladığı kilometrekare sayısının rakamlara indirgenmiş toprak miktarı, yani yüzölçümü. Çarşısı da yaklaşık sekiz kilometrekarelik bir alandan oluşuyor olabilir. Bu rakam da değişiyor olabilir, yani rakamla altı olabilir, on olabilir ama daha çok değil. Altıdan daha az olursa herhalde hem esnafı hem yazlıkçısı ölür sıkıntısından, bir aşağı bir yukarı al sana altı kilometrekarelik yaşam alanı. Turizme yönelik hizmet sektörü bu kadarcık alanda hizmet vermek uğraşısı içerisinde günleri kovalarken, bakmayın şikayetlenseler bile mutlular da bir yandan. Neden mi? Çünkü Ada hayatı, Ada havası, Ada balığı, Ada üzümü, Ada şarabı ve Ada işte yani kısacası. Bazen kapalıdır diyen tek bir tane kitapçıya, kıyılarında balık lokantalarına, sokak aralarındaki bir sürü açık hava meyhanesine, şarap evlerine, bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki hediyelik eşya dükkanlarına, esnaf lokantalarına, pastanelere, bir postane,  bir Ziraat Bankasına, bir sürü de atm’ye, bir müzeye, bir antikacıya, Polente Deniz Fenerine, Ayazma’ya, süslü püslü pansiyonlara, süslü püslü de sokaklara sahip, güzel şarapları ya da güzel havasından mıdır kim bilir sabahları baş ağrısına bulaşmadan güne başlayabileceğiniz anakara bağlantısız bir küçücük adası burası, Bozcaadası.

Bir garip gezi yazıları yazmaya başlayışımın son derece farkında oluşumun dördüncü yılında bu ikinci Bozcaada yazım, buradaysa üçüncü bulunuşum. İlk defa kırık bir sonbahar akşamında buradayım. İlkbaharın umudu, yazın cıvıltısı yok bu defa. Poyrazdan lodosa bir esinti, soğuk akşam üstleri ve geceleri, Yine de şarap daha çok şarap var Ada’da, daha da ne olsun ki? Bu sene yedincisi düzenlenen Yerel Tatlar Festivali adı altında zorlu bir organizasyona insan taşıyan Ada vapuru yorgun bir gün geçiriyor. Yemek yemeyi başaramayanlarsa Ada havası almanın mutluluğu içersindeler. Çatal bulamadığımdan, asma yaprağını kaşık yapıp bulgurlu pilavı kavrayacak şekilde dürüp büküp ağzıma atıyorum. İkinci hamle için hevesim kaçıyor bir anda. Hiç bulgur bulamaç havamda değilim. Tavuklu pilav da. Zaten ne anlarım ben lokal lezzetten, damak tadından. Akşam düzenlenecek olan konserin sürpriz konuklarıysa beş kişiden oluşan ve komşu yakadan gelen misafirlerimiz. Tatlı Yunan ezgileriyle uyumlu Ada havasını çekiyorum içime bir sürü şarap içince. Sigarayı unutmuş ciğerlerim açılıyor iyiden iyiye. Ohh diyorum oturduğum yerde kendi kendime.

20160925_104726

20160925_105452

BOZCAADA MÜZESİ :

Adet olduğu üzere Ada’nın kendi bilincine bir sene süresince neler kattığını öğrenmek maksadıyla Hakan Gürüney’in bireysel mücadelesiyle biriktiree biriktiree biraraya getirmiş olduğu türlü çeşitte koleksiyonlardan oluşan Bozcaada Müzesi’ne neler neler kattığını dinliyorum kendi ağzından. Fesler ve deniz kabukları ilk göze çarpan yenilikler oluyor. Son derece emekli ve yapımı için özel bir kalıp gerektiren fesler o dönemde Macaristan ve Çekoslovakya’dan getirtiliyormuş. Ara Güler fotoğrafları ve evin maketinin olduğu girişten hemen sağdaki oda ise değişikliklerden ilk nasibini alacak olan bölümmüş. Kitapların sergilendiği bölüme geçtiğimde Ada aşıklarının sayısının bir hayli fazla olduğunu idrak ediyorum. Kimi romanlarının meskeni yapmış Ada’yı, kimininkinde başrol sadece Ada’ymış. Ben dolaşırken bi yukarıyı bi aşağıyı, meraksız bir adamla, sitemkar bir kadından oluşan bir çift geliyor müzeye. Adam içeriye girmek istemiyor. Kadın bireysel kavgasını yapıyor çiftinin diğer yarısıyla önce, sonra da hevesimi öldürüyorsun, hiçbir şey yapmak istemiyorsun dediği erkeği bırakıp müze hakkında bilgi almak üzere içeriye giriyor. Artık eskisi kadar genç olmayan ve kendi içinde yoğun yaşayan Bozcaada Müzesi bir kavgayı daha sessizce dinleyip sindiriyor kendi içinde. Benim de yaptığım üzere.

20160925_183131

AYDIN ve AHH MÜNEVVER :

Bana dünyanın orta yerindeki bir ceviz kabuğunun içinde olma hissinin ne demek olduğunu öğreten Münevver’in eşi Aydın’la açılıyorum denize. Kırık bir sonbahar akşamında, üzerime en kalın ne varsa alarak çıkıyorum yola. Amacımsa… bir amacım yok aslında. Belki Hemingway’den etkilenmiş olabilirim biraz. Melville’den Moby Dick belki. Aydın’sa bir Kaptan Ahab değil. Baba mesleğini icra ediyor yalnızca. Bir yanda fırtınalı deniz, diğer yanda Aydın ve hikayeleri. Açıldıkça dalgalar büyüyor. O dikkat dediğinde daha sıkı tutunuyorum sağlı sollu. Ve o her büyük dalgadan sonra kontrol amaçlı bana dönüyor. Bakıyor yerimde miyim diye. Bakıyor bulantım var mı, dayanabiliyor muyum diye. Bir yandan da bıyık altından gülüyor sen kaşındın diye. Bir sürü bir sürü çalkantıdan sonra en nihayet aklım yerine oturuyor sanki. Alabora olur mu tekne diye sorabiliyorum. “Bu ne ki!” diyor. Bu hiç demek ki. Batmayacağımızı anladığım anda rahatlıyorum ama deniz rahattan anlamıyor, zaten rahatlık vermek gibi bir derdi de yok. Açıklara çıktığımız andan itibaren en dev dalgasını geliyor çarpıyor ve üstüm başım her yerim az önce yakalanmış tek bir kalamar misali oluyor. Havanın kötülüğüne rağmen bizden cesaret alan diğer balıkçı tekneleri de irili ufaklı sarıyorlar çevremizi. Genç bir çocuk zodiac’la geliyor keskinleşen dalgaları aşarak. En tehlikeli işi de o yapıyor. Ben ne kadar keyfi çıksam da, bu insanlar ekmek parası için denizdeler. Tutabildikleri balıkları restoranlara satacaklar. Olmadı akşam yemeği yapacaklar. Kilosu kırk lira kalamarın. Palamutunsa zamanı şimdi. Yerken burun kıvırdığım balıklara yakalanırlarken harcanmış binbir emeği görünce lokmaya ve emeğe saygı duymak gerektiği gerçeğini kavrıyorum tam da av mevsiminde. Bir tane kalamar var koskoca yoğurt kovasının içinde. Boncuk gözleriyle bakıyor bana. Aydın affetmez seni diyorum içimden. Aydın’sa bana izlediği filmleri anlatıyor teker teker. Pi’nin Hayatı ve Kusursuz Fırtına’yı izlemiş olması değişik geliyor. Aslında Aydın denizcilikle ilgili tüm Hollywood filmlerini izlemiş ve bu konuda benden iyi. Karanlık Sular’ın konusunu anlatıyor uzun uzun. Pi’deki Richard Parker’dan etkilenmişe benziyor. Bilse Richard Parker’dan daha vahşi, daha tehlikeli bir şeyle aynı teknede bulunduğunu, bir Bengal kaplanını tercih edecektir tahminimce.

20160925_195334-1
Boncuk gözlü şanssız kalamar
İşte böyle Aydın, her mavi onun mavisi. Bu tekne de onun evi. Ada’da kaldığı süre boyunca burada uyuyor uyanıyormuş. Havanın güzel olduğu zamanlarda denize çıkarlarmış ve güzel sofra kurarlarmış beraber tabii ki erkek erkeğe. Sonra sabaha kadar sohbet muhabbet. Aydın, Münevver’den sonra içkiyi bırakmış ama o zamana dek güzelce içmiş her fırsatta. Bir anda Aydın siliniyor gözümün önünden. Münevver geliyor tek başına ilk önce. “Kırk beş kilo var mısın Münevver?”diye soruyorum karşımdaki tüysiklet kadına. “Varım” diyor Münevver. “Çok yorulmuştum, dinleniyorum şimdi” diyor. “Hayat mücadelesi zordu benimse dayanma gücüm çok yoktu ama belli etmiyordum kimselere” diyor. “Çok fedakarmışsın” diyorum. “Hiç pişman değilim. Gene yaşasam, gene aynı insan olurdum. Pişman değilim kendimi harcadıysam, yapabileceğim ne varsa yaptım ömrüm yettiğince. Ölmem de boşuna değilmiş, Aydın içmez oldu bu vesileyle. Yemini benim üzerimden. İçemedi benden sonra tek damla bile. Birimizden birimizin yaşaması gerekti. Oymuş ömrü olan koskoca dünya üzerinde, bir Ada’nın bir köşesinde. Bir sır vereyim sana, dünyanın çilesini çekmek hem çok zor hem de boş. Ne çok çekersen, o derece şanssızsın söyleyeyim ben sana gizlice aramızda kalması şartı ile.”

Münevver gidiyor gülümseyerek. Hafifti, iyice hafiflemiş. Denizin üzerinde nazlı nazlı ilerliyor nazik bedeni. Ayakları suyun üzerinde ustalıkla gidiyor sanki altındaki pamuk tarlası. Yolunuz Ada’ya düşerse eğer Münevver oralarda bir yerdedir. Ben rastlaştıysam eğer, sizin karşılaşmanız da an meselesi. Eğer isterse size varlığını belli edecektir. Ahh Münevver. Çabuk pes ettin sanki. Terk ettin gittin bizi. Görürseniz eğer bir selamımı iletiverin bari.

Tek başına kaldığımı sanıyorum Münevver de gidince. Halbuki Deniz var çevremi olduğu gibi kaplayan. Alınıyor sanki onu adamdan saymadığımdan. Suskun ama sinirli ve hırçın bir kadın sanki. Ürkütüyor bazen insanı. Tavrı, rengi, dalgaları.

Uzaklardaki tekneler birer gezegen sanki. Yakınlık kuramıyorum bir tanesiyle bile. Dünyanın kendisi de çok uzak burdan bakınca. Evrende bir ceviz kabuğunun içinde gibiyim tıpkı Aydın’ın söylediği gibi. Bir o yana bir bu yana sallanıp duruyorum çaresizce. İçimdeki Bengal kaplanı yatıştı artık. Bir kirpi çıktı geldi oturdu kalbime onun yerine. Kimseleri yaklaştırmıyor yanına yöresine. Yaşlandı artık. Hali de yok çok fazla şeye. Şaşkın bakıyor hemen önündeki kovanın içindeki bir tanecik yalnız kalamara ıslak gözlerle, bugünlük kısmet bu kadar diye. Kısmet filan aramıyormuş. Ne aradığını hala bilmiyormuş. Sadece bekliyormuş oturduğu yerde.

20160925_190044

20160925_191124

YUNANİSTAN, BEŞİNCİ VE SON BÖLÜM : GİRİT

20160608_093841

YUNANİSTAN, BEŞİNCİ VE SON BÖLÜM : GİRİT

“Hiçbir şey ummuyorum; hiçbir şeyden korkmuyorum; özgürüm.” Giritli Alexis Zorba

Hepten katılıyorum delifişek Zorba’ya. Bu özgürlükten ötürü de gezi yazımın son bölümünü bir süre ara verdikten sonra yazabiliyorum ancak. Tek nedenim bu öyle mi? Değil; çünkü karşılıklı zaman sorunumuz olduğunu düşünmüyorum. Neden? Çünkü bir türlü tamamına eremediğimden ve hep bir şeylerin eksik kaldığını düşündüğümden, ayrıca ekranları başında o kadar da hevesli bir okuyucu kitlesi göremediğimden, tembellikten ve öldürmek, bayıltmak ve cinnet getirtmek  için gelen sıcak sıcak çok sıcak havalar yüzünden bir klimanın altından diğerine çaresizlikler içerisinde koşuşturmam yüzünden, aklımı tam anlamıyla toplayamayıp, konsantre olamadığımdan ve üzerine de bir ufak Çeşme turu yapmış ve dağılmış olmamdan ötürü belki de ama nihayet karşınızdayım, buradayım, gitmedim hiçbir yere. Sizler de oturun oturduğunuz yerde ki, başlayalım bir güzel Akdeniz’in beşinci, Yunanistan’ın en büyük adasını gezmeye.

20160608_100947

20160608_10092620160608_095607

20160608_094252

Gemi Hanya’ya ve dolaysıyla limana yaklaştığında ilk inenlerden oluyorum ve bunu koşa koşa yapıyorum. Gemi hayatı, kalabalık, insanlara şirin gözükmeye çalışmamak ve bu hususta ısrarcı olmak, gemi kaptanının yaptığı anonslarda belirttiği üzere kuzeyden sert esen rüzgarlarla sallana sallana gittiğin kamaranda gece on bir’den sabah saat üç’e kadar bitişik komşundaki şiddetli kavgayı dinlemek yıldırdığından olsa gerek canımı zor atıyorum karaya. Çiftler bazen birbirlerini mahvetmek üzere bir araya geliyorlar sanki. Dört saat boyunca önce bağırıp çağırıp sonra kah ağlayıp kah tuhaf sesler çıkartarak tatillerini kendilerine, uyumam gereken saatleri bana zehir eden çift geliyor aklıma. Farsça konuşuyorlardı pardon bağırıyorlardı ve anlamadığım bir lisan da olsa tek bildiğim hiç durmadan birbirlerini suçlayıp durduklarıydı. Yoksa insan dört saat ne diye bağırır? Sayelerinde öfkeyle kalkıyorum yataktan. Onlar bağırdı çağırdı sakinleşti, ben dinledim durdum, hiç uyumadım. Hem uykusuz, hem aksi, hem mutsuz hem de aptal gibiyim şimdi. Ne bir planım var ne de programım. Gemiden ilk fırlayan bu yüzden ben oluyorum. Hanya’ya gitmek üzere kalkan otobüsler var. Bir otobüs dolusu İranlıyla gideceğiz Hanya’ya eğer binmeyi başarabilirlerse. Çok şaşkın hareket ediyorlar, kalabalıklıkları onları geveze ve zevzek yaptığından kendilerinden başkasını düşünmüyorlar, otobüs onların kararsızlığından hemen kalkamıyor, şoför ya sabır çekiyor ve kadınlar her zamanki gibi erken kalkmış, uzun uzun makyaj yapmışlar.

Yol aldıkça dikkatim dağılmaya başlıyor. Evlere, balkonlarına, mimariye, yollarda ve trafikte gördüğüm insanlara bakıyorum. Bir ada değil de bir şehirdeyim sanki. Hem de çok kalabalık bir şehir. Kazancakis’in ‘Zorba’sının ruhunu bulmak için boş yere umut etmemeye karar veriyorum. O zamandan bu zamana köprünün altından çok sular akmış. Hayat filozofu bir yol arkadaşı bulmanın imkansızlığından belki de sığınmak zorunda kaldım Kazancakis’in romanına. Gülten Akın’dan Kazancakis’e geçişim şaşırtmasın lütfen sizi. Ben böyleyim daldan dala konarım. Duraklarda kısa süreliğine konaklarım. Yaradılışımdandır içimdeki huzursuzluk, kim bilir?

20160608_105019

Limandan kalkmış olan otobüsten indiğimizde ancak Hanya’ya geldiğimi idrak ediyorum. Göz aşinalığım olan herkesten uzaklaşıyorum bile isteye ve de seve seve. Kuzey ülkelerinden gelen çok yoğun bir nüfus sarıyor bir süre sonra etrafımı. Bir yerin yerlisini bulmanın ne zor şey olduğunu hatırlatıyor insana, hele ki büyük şehirlerde. Köylerine gitmek gerekiyor ne yapıp edip. Ne sezgilerine göre hareket eden Zorba’yı, ne de atalarımın izini bulabileceğim anlaşılıyor iyice, bu garip kalabalığın içinde. “Burada olmamın bir nedeni olması gerekiyordu ama” diyorum kendi kendime. Düşünüyorum içimden sessiz bir hayvan gibi. İçim içimi yiyor oluyor liman kısmına geldiğimde. Doğu’nun Venedik’i, bana, İstanbul’un ve Boğazlar’ın eski zamanlarının fotoğraflarını anımsatıyor. Yüzyıllar öncesinin ruhu sinmiş taş binalara. Dokuysa bu bölgede korunabilmiş bozulmadan. Denize nazır restoranlar ve kafelerde bunu bozamamış. Tanca’da oturmuş ilham kovalayan şairler, yazarlar geliyor gözümün önüne. Bir sürü ruh dolaşıyor çevremde. Fotoğraf çekme telaşım çok anlamsız geliyor. Bir kafeye oturup, Yunan kahvesi söylüyorum. Hava kapalı ve yağmur gelebilir her an için. Olsun diyorum, yağsın üzerime. Belki susamıştır şairin dili. Yazamaz olduğundan artık, bir damla su iyi gelecektir kendisine. Belki de Hanya’yı görmek iyi gelecektir ona, Konya’yı görmüşken defalarca. Hanya’nın kelime anlamına bakıyorum ilk defa. Rumca “hanlar” demekmiş. Hanlar, hamamlar belki de, bir deniz feneri ileride, Küçük Hasan Paşa Camisiyse hemen köşede, tarihi Hanya Limanı içerisinde. Çarşısında bulunan Katolik Kilisesi’ne komşu Folklor Müzesini bir çırpıda geziyorum vaktim yettiğince. Fotoğraflar, albümler, mutfak eşyaları, dönemin yöresel kıyafetleriyle bezenmiş odalar. Bir sürü detay kaplıyor etrafımı. Penceresindeyse kilise manzarası. İki euro’da müze parası.

20160608_143755

20160608_143951

Ara sokaklarından garajına varıyorum ve gidiş dönüş olmak üzere Resmo’ya biletimi alıyorum. Bir saatte Girit’in bir idari bölümünden diğerine gidiyorum en ön koltukta. Yol arkadaşım üç yaşlarında İsveçli sarışın bir minik olacakken şoför uyarıyor derhal anne ve babasını çocuklar ön koltukta oturamaz diye. Halbuki uslu uslu oturmuştu yanıma çitlembik, mavi gözleriyle de benimle iyi anlaşmak isteğinin tedbirli ve utangaç bakışlarını atmıştı hemen alttan alta. Ama olmadı işte. Annesi bağlandığı koltuktan emniyet kemerini çözerek kurtardı onu. Onun yerine kendini kurtaracak kadar İngilizcesi olmayan bir güvenlik görevlisiyle geldim Resmo’ya. O da sarışındı. Üç yaşındaki ilk ve kısa süreli yol arkadaşımdan da 40 yıl ve on dakika fazla oturdu yanımda. Bense neden Resmo’ya gidiyorum diye sordum durdum kendi kendime bu bir saat süresince. Sonra da koşa koşa önce ara sokaklarından birkaç fotoğraf çeke çeke, sonra da deniz tarafında balıkçılar, iç kesimde oteller ve pansiyonlar barındıran ve bir de kale yolu olan viyadüklü yoldan indim nihayet düzlüğe. Bozcaada Ayazma’dan geçtim, Foça’ya indim bir anda. Eski Foça ama. Yenisi taş yığını ne de olsa. Fakat Eski Foça’dan çok daha şirin bir yermiş burası. Fırsat bulursam balık yemeye çalışacağım bir saat filan ayırıp. Kalabalık masalarda şaraplar içiliyor keyifle, şarkılar söylüyor insanlar. Aklım kalıyor bir an. Lindos kadar olmasa da daracık sokakları olan eski şehrine giriyorum ve burası bir şekilde çok çok hoş bir kıyı kasabası havası taşıdığından ve Hanya ne kadar büyük bir şehre benziyorsa, burası da tam aksine şirin bir cennet olduğundan olsa gerek ummadığınız bir kalabalık tarafından karşılanıyorsunuz içerilerde de. Fakat çok hoş doğrusu. Bol bol tahta kaşık satıyorlar dükkanlarda,; Poseidon’un üç uçlu mızrağı misali büyük tahta çatallar, kepçeler, boy boy kaşıklar… İnsanlar her yerde dolaylı yollardan aş derdinde. Hayat böyle.

20160608_133016

20160608_124702

20160608_124757

20160608_132224

20160608_133120

Resmo’ya beraber seyahat edemediğim ufaklık çıkıyor karşıma, yolda ve kök söktürüyor babasına gelmeyeceğim, gitmeyeceğim hatta durmayacağım diye. Asfalta tutkalla yapışmış gibi. Babası kımıldatamıyor yerinden. Sarı damar. Babası sabırlı davranıyor onun huysuzluğu karşısında. Bir de o siyah çoraplar dizine kadar, o kadar komik görünüyorlar ki yan yana. Kızlar babalarını bir tarafa çekiştirip dururlar yaşamları boyunca. Büyüyünce dertler azalacak, çekiştirmeler bitecek sanmasın bütün o kız babaları. Şiddetlenerek artacaktır, buna emin olun. İki kız babası benimki de. Oradan biliyorum ve söyleyebiliyorum sonsuz bir güvenle.

20160608_130932 (3)

Bir sürü dükkan, bir  o kadar insan, pek az kedi ve köpek sahipsiz dolaşan 
Denizde dalga, güneş nihayet yukarıda, bir kadeh şarap yuvarlamalı biraz vakit bulunca.
Bir kadeh şarap, biraz da kalamar, aperatif olarak kalamata bunlardan başka
Masalar doldukça, garsonlar koşturup durdukça, alkol şişede durduğu gibi durmadığından, keyfim geliyor bak en sonunda.”

Paylaştığım bu saçmalığı yazarken ne düşündüm bilmiyorum ama not etmiş olduğumdan illaki, biraz da birkaç satır fazla olsun diye belki, bazen de insanın kafasının içindeki en ahmakça düşüncelerini ve en gamsız anlarını paylaşması gerektiğine olan inancımdan ötürü biraz da paylaşmış bulunuyorum bu satırları. Daha da ne diyeyim size? Portishead’den SOS’i dinliyorum bir yandan. “Çok güzeldi, çok iyiydi.” diyor. Yani bir zamanlar öyle imiş. Şimdiyse ulaşmaya çalışsa da aklını kapatan bir sevgili var. Beth Gibbons’sa parçanın ruhunu değiştirmiş karizmatik sesi ve tarzıyla.

Kazancakis’in romanı “Zorba”dan yaptığım alıntıyı ne kadar uygulayabiliyorum hayatımda diye düşünüyorum ve hemen akabinde paylaşıyorum şimdi burada dürüstçe. Katılmak ve onaylamak başka yaşam felsefesi yapıp uygulamaksa bambaşka olan bir durum bu aslında. Ben mesela bir çok şey umuyorum hayattan aksini söylesem de, medet umuyorum en çok biçare kulundan. Kendim için bir sürü şey istiyorum bunu açıkça söyleyemiyorum yalnızca. Hiçbir şeyden korkmuyorum diyordum ya, çok şeyden korkuyorum aslında. Korkum güvensizliğimden en fazla. Kimseye güvenmiyorum mesela. Herkes haindir çıkarları doğrultusunda, ben de dahilim bu gruba. Bir gün bir canlı bombaya tesadüf etmekten ve zerrelerimin duvarlara yapışmasından ve bir kefeni bile dolduramamaktan, ayrıca trafikte seyir halindeyken kaza yapmaktan ya da kazanın gelip beni bulmasından ve arabanın camının gelip de boynumu koparmasından ve bu sefer de dikilmediğim takdirde tek parça olarak kefene girememekten, bir manyağın bana takıp enseme kurşun sıkmasından ki bu sefer de yüzümün bütünlüğü bozulacak ve yine kefene yakışmayacağımdan, garip saatlerde eve dönerken ya da yurtdışında ıssız ara sokaklarda, mezarlıklarda derinleştim derinleşeceğim diye dalgın dalgın gezinirken bir tecavüzcünün hedefi olmaktan, yobazın fesadından, söylediklerimden ve söyleyemediklerimden ve daha da sayıp moralinizi bozacağını bildiğim birçok şeyden ödüm patlarken hani korkmuyordum hiçbir şeyden! Özgürlükse bu dünyada canlı kalmış, nefes alan son yakın hısım akrabanın da ölümüyle gerçekleşecek bir durum olduğundan şu an için mümkün gözükmüyor eğer ben elimi kana bulamazsam. Ve bu dünyada hele ki bu ülkede özgürlüğünü kısıtlayan şeyden bol bir şey olmadığı bilindiğinden demek ki özgür bile değilmişim.Ben çok yanlış anlamışım hayatı, çok geç anladım. Bundan sonra Zorba var elimde tekrar okuyacağım. Belki Kazancakis’tir o hep aradığım hayat filozofu hayat ve yol arkadaşım.

”Hepimiz bir yerlerde hayatlarımızın canına okuyoruz azar azar ya da bulunuyor o hayatların canına okumaya meraklılar. ”

20160608_132102

 

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑