MOZART IN THE JUNGLE, BİRİNCİ SEZON

 

images-5

MOZART IN THE JUNGLE:

“Ardımda hiçbir şey yok, her şey karşımda duruyor. Tıpkı yollarda olduğu gibi.” Jack Kerouac

“Muazzam yeteneklere sahip bir adam sonsuza dek aynı yerde kalırsa yeteneklerini kaybeder.”

“Gerçek sanat bütün önyargıların önündedir.”

Ölüm olmadan yaşam olmaz.”

Nefesli çalgılar ailesinden, 1170 yılından önce “hautbois”olarak anılan yani haut/yüksek ve bois/ahşap nefesli çalgı bileşik kelimelerinden türetilen obua adlı müzik aletini çalan Stanford’da gazetecilik, Berkeley’de ise müzik eğitimi almış Blair Tindall’ın yirmi üç yıllık müzikal geçmişi boyunca yaşamış olduğu tecrübelerinden faydalanarak kaleme aldığı 2005 yılında yayınlanan aynı adlı romanının televizyon adaptasyonu “Mozart in the Jungle”. Parlak bir ilk sezon ve iki adet Golden Globe adaylığı var. Adaylıklardan biri şahsına münhasır maestro Rodrigo’yu başında poşusuyla, Yaser Arafat’ı anımsatan Gael Garcia Bernal canlandırıyor tüm çılgınlığı, dehası ve karışık aklıyla. Latin kökenleri, Latin aksanlı İngilizcesi, rejoice reklamıymışçasına pazarlanmaya çalışılan çılgın saçlarıyla kabul etmek gerekirse son derece egzantirik bir kişilik. Dehası küçüklüğünden beri taşıdığı altın bileziğiyken, onu şekillendirebileceği bir parça ilham peşinde koşup duruyor, beraberinde de New York Senfoni Orkestrası elemanlarını sürüklüyor. Kendisinden önceki yaşlı, kuralcı ve sürmeli maestro Thomas rolünde ise “Otomatik Portakal”ın başrol oyuncusu Malcolm McDowell var. Kırk üç doğumlu aktörün mesleki geçmişi destan niteliğinde. Kah upuzun filmografisi, kah bembeyaz saçlarıyla aynı jenerasyondan ve kendisi gibi İngiliz olan meslektaşı Derek Jacobi’yi anımsatıyor. Sezonun ilk bölümünün hemen hemen ilk dakikalarında başlıyor Rodrigo ile aralarındaki çekişme. Joshua Bell’in müthiş keman solosunun ardından eski maestro tahtını yeni maestroya devredecek ve bunu hazmetmesi çok kolay olmuyor giderek eskimekte olanın. Ona karşı hep iğneleyici ve aleni kıskançlık besliyor. Üstelik düşman çok büyük, çünkü Rodrigo hem seyircinin hem orkestra elemanlarının gönlünü almayı iyi biliyor ve onları gülümsetebiliyor. Her daim orjinal bir fikirle çıkıyor orkestrasının karşısına. Provaya papağan getiriyor, kestikleri çitlerin gerisinde, açık havada, halka açık prova niteliğinde bir performans sergilerken, pizzalar eşliğinde dans ediyorlar gösteri sonrasında. Özel mülke girdikleri polis tarafından keşfedilip, gözaltına alınmazdan önce oluyor elbetbütün bunlar. Rodrigo bir tarafıyla The Knick’in başhekimi deneysel doktor John Thackery gibi, biraz da 221B Baker Street’in bekçisi Sherlock’la benzer özellikler gösteriyor. Liderlik, deha, yaratıcılık farklı bünyelerde benzer sonuçlar gösterebiliyor ve beraberinde farklılığı getiren başarıya, dikensiz yollardan geçilerek varılamayacağını gösteriyor. Rodrigo’nun bir farkı ise dehasına rağmen mütevazı olması ve sonunda manyak ama o da kendi çapında çok başarılı bir kemanist olan eşi sayesinde emsallerine oranla nispeten daha az olan egolarından sıyrılıp doğru kararı vermesi yani orkestranın ve deneyimin ön plana çıkmasını sağlayabilmesi. Şefliği Thomas’a bırakıp, soloya birinci kemanı çıkartıyor ve kendisi onun yerine oturup keman çalıyor. Ama bu arada yüksek bilinçli olsa da kişinin bünyesinin, egosuz, böyle bir mesleği hayata geçirmeye el vereceğini sanmıyorum onu milyonların, milyarların arasından sıyrılmasını sağlayarak bir ve tek yapacak mesleğini icra ederken. Kendini beğenmeden tek kişilik bir şov, önünde orkestra elemanların geride bir sürü seyirci ve beklenen yüksek başarı yani doğru notalar öyle kolay gelmeyebilir. Kısaca herkesin her şeyi yapabilirim dediği bir ülkede, ben de diyorum ki her şeyi yapar görünebilirsin ama sadece tek bir şeyi iyi yaparsın. Bunu yaparken de bir parça güven eksikliğini gösterdiğin anda harcanırsın bir şekilde. Hep tetikte olmak gerek köpekbalıkları tarafından ısırılmamak için. Gençlik hızlıca geçiyor ve çağırmakla gelmiyor. Bir yerlerdeki geride kalmayı sindiremeyen bir ihtiyar senin toprağını eşeleyebiliyor. Ama aynı zamanda sana iyilik yapan saray müzisyencisi olarak hatırlanan Salieri’n de olabiliyor. Hayat işte.

image

image

image

image

image

Thomas’ın veda konuşmasında ailem olarak nitelendirdiği orkestra elemanlarının hepsi ayrı alem. Evlatlar otoriter bir babanın koruyucu kanatları altından sıyrılıp, eğlenceli bir babanın 60 santimlik yeleğinin altına giriyorlar. On dakikalık tuvalet molalarını hiç usanmadan hatırlatan sabırsız birer ilkokul öğrencileri gizli aralarında. Prova aralarında çocuklarından, hava durumundan bahsediyorlar. Yevmiye usülü çalışıyorlar, geçinebilmek için ek işlere gidiyorlar. Başroldeki obuacı Hailey ile aynı zamanda senfonide çalan çellist Cynthia bu ucuz şovlardan birinde tanışıyorlar. Hailey senfonide çalmak için yanıp tutuşurken, ara ara kendini sorgulayıp duruyor o kadar yetenekli olup olmadığına dair. Hailey sayesinde obuacı olarak beşinci sandalyenin sahibi olabilmek için biraz da akşamdan kalma haliyle son dakikada seçmelere gidiyor ama iş kabul edildikten sonra bile o kadar kolay olmuyor. Yılların obuacısı yan koltuğundaki saati dört yüz dolardan özel ders veren Betty, bir yeni yetmenin bir anda yanındaki koltuğa geçmesine şüpheyle bakıyor. Maestroyla uyuduğunu(ne yani yattığını mı deseydim?) ima ediyor ona açık açık ve her fırsatını bulduğunda kızı rencide ediyor. Orkestrada kıdemlilerin çaylaklara çok da sevecen davranmadığını görüyoruz. Betty yalnız yaşlanmanın keyifli olduğunu düşünenlerden. Yeğeni var, kendi çocuğu yok. Fotoğrafını çerçevelettiği ölmüş bir kedisi var, köpeği yok. Güzel döşenmiş bir evi, zengin bir plak koleksiyonu ve evde hazır bulundurduğu otları var gelen misafirlerine ikram ettiği. Hayatından hiç de şikayetçi değil bu bağlamda. Yalnız yaşlanmanın keyfini sürüyorum diyor. Olasılılıklar onu korkutmuyor ya da aklına getirmek istemiyor. Onun bu cümlesinden sonra Cynthia’nın da gülüşü dudaklarında donuyor yavaş yavaş.

image

image

Çaylak ilk profesyonel provasını batırdıktan sonra Rodrigo’ya asistanlık yapmaya başlıyor. Aralarında kelimelere dökülmemiş bir çekim var. Rodrigo ruhunu araştırıp, bastıramadığı öfkesiyle keman parçalayan bir kaçıkla evli, Hailey’se evini eski kız arkadaşıyla paylaşmaya devam eden ve onunla sahnede yakın ve sıcak performans sergileyen bir dansçıyla çıkıyor. Bir umudu tekrar sahneye çıkmak ama yeteneğinin farkında olsa da ara ara üzerine yapışan güvensizliği ve Betty’nin tacizleriyle olduğu yerde duruyor.

image

image

Kariyerinde belli bir yere gelmiş olan Cynthia ise eski maestro Thomas’la uyuyor(ne yani yatıyor mu deseydim?). Thomas evli. Eşi kendi yaşlarında(ne yani yaşlı mı deseydim?) ve çocukları var. Uzun süredir devam etmekte olduğunu hissediyoruz bu ilişkinin. Karısının da Cynthia’yı bildiği ortaya çıkıyor. Cynthia ise Thomas hiç habersiz ortadan yok olduktan sonra bir gecelik bir ilişki yaşamak için gene yaşlı bir adam tercih ediyor. Bir, bir baba istiyor olabilir bir sevgiliden çok, iki, yaşlı adamları güvenilir buluyor olabilir, üç ikisi birden ve dört tüm bunlara ek olarak alışkanlıktan. Belki de aradığı ve istediği hala Thomas’tır, kim bilir? Nitekim orkestranın pikolocusu(küçük flüt) Bob bile şaşırıyor Cynthia’nın kendisiyle flört etmesine. Bob’un pikolosu onda kompleks yapmış sanki biraz. Halbuki Cynthia’nın vurmalı, yaylı ve hem caz hem klasikçilerle engin tecrübeleri olmuş zamanında. Bu seferlik bir pikolo neden olmasın? Bob’un sabah kalkar kalkmaz keyifle söylediği Sia’nın Chandelier’inin klasik usül versiyonu ise çok hoştu doğrusu.

image

images-4

images-8

Mozart_104_day_02_3564.NEF

Dizide tatlı tatlı üzerinde durulansa aradaki uçurumlar. En bariziyse yaş farkları ve beraberinde getirdiği mevki farkları ve hayata bakış açıları. Bir diğeri sanatı satın alan zengin kesimle, emekçi müzisyenler. Çellist Cynthia ve pikolocu Bob. Thomas kendisiyle röportaj için gelen programcıya(kendisi aynı zamanda dizinin yaratıcılarından Jason Schwartzman) kameraların nerede olduğunu soruyor. Hepsi çantamda bu bir podcast olacak derken Thomas hayal kırıklığına uğruyor. Thomas teknolojiden bihaber. Bir başka türlü hayal kırıklığını ise röportaj esnasında yaşıyor. Şaşırtıcı şekilde röportajın odak noktası Rodrigo oluyor. Klasik müziğin kalıpları içerisine sığmayan, tartışmalı politik kararları ve halk onayına sunduğu halüsinojenlerle adından söz ettirmeyi başaran değnekli şaman, takım elbiseler içindeki beyaz adamdan daha çok dikkat çekiyor. New York’un sanatsal kültürünün yüreği göçmenlerin getirdiği yeni tecrübelere bağlıdır dediği ’88 yılındaki kendi beyanını hatırlayamıyor Thomas. Üzerinden çok yıllar geçmiş ve o, artık statükocu bir adam olmuş çıkmış bile. Müzisyenlerinse dile getirmekte zorlandıkları, evrensel bir sorunları var ve buna tüm gerçek sanatçıların da pekala da dahil edilebileceği. Bu insanlar müziği para için mi yapıyorlar yoksa para kazanmak için mi müzik yapıyorlar, bir zaman sonra sorgular hale geliyorlar. Kendi kuyruğunu yiyen yılan gibiler ve bu bir kısır döngü, bir paradoks. Zira yönetim hastalık ödeneklerini %40 azaltmaya ve emeklilik maaşlarını da yarıya indirmeye çalışıyor. Pek de mütevazı olmayan bir malikanede bağış toplanmadan önce varlıklı ev sahibesi Rodrigo’nun kulağını büküyor biraz eğlence olmadan bağış olmayacağına dair. Bir dahi de olsan bir gün ödün vermen gereken şeyler çıkabiliyor karşına. Onların da eski zaman saraydan beslenen yazarlardan ve bestecilerden bir farkları kalmıyor ve Orson Welles’in sarf etmiş olduğu “Hayatım boyunca enerjimin ve yeteneklerimin ancak %2’sini kullanabildim. Geri kalan %98’i küçük insanlarla itişmekle geçti.” söz öbeğinin içerisinde geçen ilk yüzdenin daha çok olmasını diliyor insan, elinden gelen bir şey olmadığı zaman, gökyüzüne doğru bakarken yada benim gibi eğmiş başını yazmaya çalışırken.

images-3

Hailey bocalıyor, saçmalıyor, küçük düşüyor, kahveci güzeli, şoför, kırtasiyeci, sekreter oluyor. Ama yine de bu dünyadaki en önemli şey olan kendini bulma hikayesi onun bir şekilde başarmış olduğunu gösteriyor. Ve ilk sezonun son bölümü herkes için olumlu bitiyor. Hailey Rodrigo’nun ayarlamasıyla ilk performans gecesinde sahne alıyor yanında Betty olmadan ve hem düzgün hem de iyi çalıyor. Cynthia ve orkestradan bir arkadaşı ise erkenden açılış gecesine geldiklerinde ne yapacaklarını bilmez haldeler, çünkü uzun zamandır, ilk defa Thomas’sız sahne alacaklar ve nasıl olacağını onlar da kestiremiyor gibiler. Bir kez daha anlıyoruz ki aslında kalıpları yıkmak mümkün, adetleri ve alışkanlıkları değiştirmek de. Ama öyle kolay kolay olmuyor her şey. Yılların alışkanlığını yok etmek ve bir yerde yeniden başlayarak tutunmak, kimyaların tutması, dokuların uyuşması çok zor ve Rodrigo’nun çok güç bir işin üstesinden geldiğini görüyoruz. Bu dizinin ana temalarından birisi ve en önemlisi bu: Tutunmak ve tutulmak. Bir boşluğu doldurmak ve kendi tarzını ortaya koyarak bunu yapabilmek. Rodrigo bağış gecesine katıldığı gün bir kaçış olarak belki de Beyaz At’ı ve Alice’i görüyor. Alice’le oturup sohbet ediyor. Kütüphanede ise ilham peşindeyken Mozart’la konuşuyor. “En şanslı kişiler, en küstah olanlardır, hiç kimsenin ne yergisine ne de övgüsüne değer veririm.” diyen Mozart’ın sözleri, kendi kafasındaki düşünceler aslında. Yolunu bulmaya, kendi kendine yol açmaya, bir çözüm bulmaya çalışan tek ses kendi iç sesi. “Ben senin yaşındayken ölüydüm.” diyor Mozart uzaktan seslenirken. Bu doğru işte. “Daha dün annemizin kollarında yaşarken”in de bestecisi sadece otuz beş yaşında iken hayata gözlerini yummuştur. İlk bestesini beş yaşında yaptığı düşünülürse yeterince yaşamıştır. “Tüm dünya bir sahnedir.” diyen Thomas’sa bir çeşit metamorfoz geçirdiği Küba seyahatinden sonra başarılı geçen açılış gecesinin ardından Cynthia’nın övgü dolu sözleri karşısında “Bunu senin söylemen benim için geri kalan herkesten daha fazla şey ifade ediyor ve geri kalan bütün adamlar ve kadınlar yalnızca birer oyuncuydu.” sözleriyle önemsenilen ve sevilen olmanın karşılığında önemsediğin ve sevdiğin bir kişiden duyabileceğin en güzel sözlerden birini sarf ediyor Cynthia’ya. Dünyanın Bütün Sabahları’ndaki “Müziği kimin için yaparız?” sorusunu getiriyor akıllara.

images-6

images-7

image

THE KNICK

“Vücuttaki kan pıhtılaşıyor, bazı organlar yirmi dört saat sonra çürümeye başlıyorlar ya; saçlar, tırnaklar ölümden sonra daha bir süre uzamaya devam ediyorlar. Kalp durunca duygular ve düşünceler de duruyor mu, yoksa kılcal damarlarda kalan kan sayesinde belli belirsiz bir hayat sürüp gidiyor mu?” KÖR BAYKUŞ/SADIK HİDAYET

“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıktan yiyen, kemiren yaralar.” KÖR BAYKUŞ/SADIK HİDAYET

DOKTOR JOHN THACKERY:

image
Tanrı’nın bir rakibi var.

.. Ve bir hastane vardır 1900’lerin başında New York’da, şehrin merkezinde, The Knickerbocker adında. Ve bu hastanenin cerrahi bölümünün bir de ekip başı vardır; kokain bağımlısı, Nobel sevdalısı, siyah ırk sevmez, sarı ırk sever, yarı kaçık, yalnız yaşayan, bekar, beyaz, kuzguni siyah saçlarına tek beyaz tel düşmemiş, bıyıklı, beyaz ayakkabı giyen, bol bol karın deşen, ateist doktoru “Thackery”adında. Dönem itibariyle cerrahide branşlaşmamış doktorlar her tür ameliyata girerler. Bir gün beyin ameliyatı yaparlarken, bir başka gün bağırsakları masaya çıkartırlar ya da bir başka hastanın beyninde oluşan baloncuğu nazikçe almak üzere kafa derisini soymuşlardır bile. İzleyicilerin gözü önünde tuhaf şeyler gelir başlarına ameliyat esnasında. Hastanenin kısa devre yapan elektrik sistemi yüzünden ameliyat masasındaki baygın haldeki hastanın iç organları tutuşuverir, yangını söndürmek isteyen hemşire elektriğe kapılır ve ölür. Herkes bakakalır. Ameliyatlara eldivensiz giren doktorlar, dirseklerine kadar kana bulanırlar. Röntgen yeni icat edilmiştir, kokain benzeri uyuşturucu maddeler reçetesiz eczanelerde satılmaktadır. Karaborsaya düşmediği sürece uygun fiyatlara satıldığı tahmin edilmektedir. Doktorlar hem tebabet yaparlar, hem de zoraki mucittirler imkansızlıklardan ötürü. Salgın hastalık olarak tifo yaygındır. Antibiyotikler olmadığından septisemiden hastalar kaybedilmektedir.

Hem annenin hem de karnındaki bebeğin plasenta previa yüzünden ameliyat masasında kalması sonucu intihar eden Thackery’nin üstadı Doktor Christiansen’ın ölmeden önce titrek sesiyle yaptığı “hala yetersiziz” itirafı, atların çektiği ambulans arabaların, atlar çalındığında ise insan gücüyle çekilen aynı ambülans arabaların şehrin sokaklarındaki arz-ı endamı dönem ve imkansızlıkları hakkında yeterince ipucu vermektedir izleyiciye. Thackery ve Christiansen’ın arasındaki usta çırak ilişkisinde, ustadan gördüğünü yapan Thackery’nin kokain bağımlılığının özgüvenli kollarına kendini teslim edişinden hocasına duyduğu inancın boyutlarını görmüş oluruz. Sesinin tonunu yükseltmeden, saygı çerçevesinde konuştuğu tek kişidir üstadı. Çevresindekilerin bu hiç yorulmayan ve özgüveni tavan yapmış cerrahın başarı ve uzun çalışma saatlerine dayanma yetisinin nereden geldiğini anlamaları ise uzun bir zaman alır. Ne zaman ki Filipinler’de savaş çıkar, kokain taşıyan gemiler korsan saldırısına uğrar ve Amerika’ya gelemez, kokain de karaborsaya düşer; yoksunluk krizi çeken Thackery işi eczane soymaya kadar vardırır. 12 miligramlık doza çıkabilmiş bağımlı doktorumuza onuncu bölüm sonunda yatırıldığı hastanede krizleri tatlı tatlı atlatabilmesi için bir başka madde vermeye başlarlar. Bir bağımlılığı önlemek, yok etmek için, yüksek ihtimal bir başka bağımlılığa yol açacak maddeyi yani eroin’i devreye sokar doktorları. Bir bağımlılık bir başka bağımlılığa yol açacaktır gelecekte. İlk on bölümü Steven Soderbergh imzalı Knick, şimdiden ikinci sezon bölümleri için onay almış durumda ve uzun zamandır izlediğim en başarılı ve müstesna hastane dizilerinden biri, belki de en iyisi. Bunda aynı zamanda dönem dizisi oluşunun, Soderbergh imzasının, cesur ama gerçekçi ameliyat sahnelerinin ve ırkçılığa özünde insanın özündeki iyilik, kötülük ve hakkaniyet açısından bakışının da payı var kanımca.

DOKTOR ALGERNON EDWARDS:

image

Hastane sahibinin kızıyla ilerleyen bölümlerde gönül bağı kurup, üstüne üstlük hamile bırakan Paris’te aldığı tıp eğitiminden sonra, müştemilat olarak çalışan ailesinin yanına New York’a gelen siyahi Doktor Algernon, yer edinebilmek ve kendini kabul ettirtebilmek için insanüstü bir çaba sarf eder New York’daki hastane ve yüksek sosyete çevresinde. Fakat iş, sağlık sektöründen pay almaya ve çarkın bir dişlisi olmaya geldiğinde, hele de adam yerine konmaya geldiğinde, maalesef ki beyazların kabul edildiği hastanelere alınmayan ve bir anda hiç sebepsiz, toptan linç edilmek üzere hedef oluveren bir kitleye dönüşen zencilerin yirminci yüzyılın başlarındaki durumları da aktarılır aynı zamanda arka planda. Başarılı bir ameliyattan sonra paylaşılan şişedeki içkiye onun dudakları dahil edilmez. Gündüz baş etmeye çalıştığı önyargılar, hor görülme, çaresizlik gibi duygularla başa çıkabilmek için geceleri gittiği barlarda kavga çıkartıp, bir iyice pataklattırır kendini ki uzun ve yalnız gecelerinde, aklı, kendi özyıkımına tanıklık edemesin. Onun da dünyayla başa çıkma yöntemi budur kendince. Fiziksel acıyla, ruhunda açılan yaraları örtbas eder; yalnızlığını, kadınsızlığını, ırkçı bakışların odağı olan ten rengini unutur bir nebze kapaklandığı asfaltlarda.

HEMŞİRE LUCY ELKINS:

image image

İnsanın mazoşist tarafının saklandığı yerden elbet bir gün, bir anda çıkacağının örneklerinden biri Hemşire Lucy’nin bedeninde göz önüne seriliyor. Hayatının ayarını yediği Doktor Thackery’e aşık oluyor soğukkanlı, esrarengiz hemşire. Bir başka talibini görmezden geliyor ona duyduğu hayranlık sosuyla marine edilmiş aşkı yüzünden. Her şeyi göze alıyor onun için. İşin içine şehvet de giriyor haliyle. Ona duyduğu inanç yüzünden, mahvına neden olacağını bile bile kokain hırsızlığı yapıyor, uygunsuz ortamlara girip çıkıyor, uygunsuz şeyler yapıyor. Geleceğini riske atıyor ve tüm bunları yaparken de hiç gocunmuyor. Ara ara kokain kullanıyorlar beraber kendi isteğiyle, sevişmeden önce. Güçlü, başarılı, özgüveni yüksek bir adama duyulan aşkın sınırları giderek belirsizleşiyor ve çiftin konumları da yer değiştiriyor bir süre sonra. Koruyan, kollayan, esirgeyen anne konumuna terfi ediyor Hemşire Lucy, ateşli aşıktan. Herkeslerden saklayarak yaşadıkları aşk, gün yüzüne çıkıyor sonunda ister istemez. Hemşire tek sefer soğukkanlılığını kaybediyor, sanki çelik bir zırh var üzerinde, kurşun geçirmez de bir kalbi. Tatlılıkla seviyor Doktor’u. Lime lime olmuş damarlarından, delik deşik kollarından, olmadı ayak parmaklarının arasından, o da olmadı cinsel organındaki damardan kokaini enjekte etmek için çabalıyor. Duyduğu hayranlıktan, her dediğini yapıyor, her söylediğini doğru biliyor. Thackery’nin ekibindeki doktorlar kadar güveniyor ona. Her insanın yaşamı boyunca kendine yol açacak, yol gösterecek bir ışığa ihtiyaç duyduğunu anlıyoruz. İnansak da, inanmasak da Tanrı bizimle konuşmuyor, konuşsa da biz henüz anlayacak kapasitede olmadığımızdan, bize en yakın Tanrı figürünün peşine düşüyoruz. Herkesin arkasından gidecek birilerine ihtiyacı vardır yaşantısı boyunca, tam da kaybolmuşken, umutsuzluğa düşmüşken. Onun cisimlenmiş hali, etten kemikten hali, tüm ve gizli boşluklarımızı dolduracak hali, ruhumuzu kurtaracak, acımızı dindirecek hali üstleniyor bütün bu rolleri. Lucy’nin gözünde, Doktor Thackery’de cisimleniyor tüm bu özellikler.

HERMAN BARROW:

image

Bir hastane müdürü düşünün kadavra dilencisi olmuş, çareyi de parçaladığı domuzları yakma işlemini bitirdikten sonra, ölen kişilerin akrabalarına küllerini koyduğu porselen kabı beş dolardan satmakta bulmuş. Bir hastane müdürü düşünün hükümet gibi karısı var ve hükümet gibi giyinmek, yardım derneklerine destek olmak, zengin görüntüsünü devam ettirmek için, zengin kumaşlı esvaplar giyiniyor ehil terzilerin elinden çıkmış. Herman’sa hastanenin olan parayı çoğaltmak isterken borsada kaybedip, mafyaya borçlanıyor, borcu borçla kapatamayınca bir dişini canlı canlı kerpetenle çeken, kıymetli organını yumruklayan adamlardan yakayı sıyırmak için elinden geleni yapıyor. Teselliyi de bir fahişenin kollarında buluyor. Onu kurtarma vaatleri ise boşa çıkıyor. Adam kendini kurtaramıyor, bir başkasını kurtarmak şöyle dursun. Gittikçe de dibe vuruyor. Mafyayı, bir başka mafyaya kırdırtıp, kendine yeni sahipler buluyor, bir musibetin kucağından sıyrılıp, bir diğerinin ocağına düşüyor. İşi caddelerde çalışan hayat kadınlarını mafyaya taşıyan polisle işbirliğine kadar götürüyor. Ara ara pezevenkliğin kıyısında bile yüzüyor hastane müdürü olarak. Paçayı kurtarmak için yalan söylüyor. Derinlerde kalmış iyi tarafı bir fahişenin kollarında çıkıyor meydana bir parça; ama iş hayatında sinsi ve açık kovalıyor fırsat buldukça. Gene de her şeye rağmen yedinci bölümde hem hastanesini, hem de hastalarını müdafaa ediyor o da. Bir türlü ahlaklı ve prensip sahibi olmayı başaramaması ise kılıbıklığından kaynaklı zannımca. Ama bulaştığı işler açısından diziye renk katıyor ve olmazsa olmazlardan kesinlikle. Zincirleme bela hep onun peşinde çünkü.

DOKTOR EVERETT GALLINGER:

image

Bir adamın hayatının nasıl bir anda yok olduğuna tanık oluyoruz nezdinde. Ailesi parçalanıyor. Öz kızları kendi bulaştırdığı mikrop yüzünden menenjitten ölüyor. Hekim olarak hiçbir şey yapamıyor. Fotoğraf çektiriyorlar kucaklarındaki ölü bebekleriyle karı koca, kızlarını unutmamak için, ondan bir hatıra kalsın diye. Üzerine karısı ölümü kabullenemiyor ve travmatik bir yas dönemi geçiriyor. Evlatlık olarak aldıkları bir bebeğin de ölümüne sebebiyet veriyor ya da öldürüyor onu. Bunun üzerine akıl hastanesine kapatılıyor. Akıl hastalığının bir virüsten kaynaklandığını söyleyen eşini emanet ettiği hastane doktoru tüm dişlerini çekiyor genç ve güzel kadının. Bağırsaklarını da aynı virüs yüzünden alabileceklerini söylüyor. Tedavi yöntemleri o kadar acımasız ki, insanın kanını donduruyor ve beyinde biten bir hastalık, vücuttan organların çekip çıkarılmasıyla tedavi edilmeye çalışılınıyor.

İlahi ama gereksiz acımasızlıktaki yeryüzündeki adalet kısmı en çok Doktor Gallinger karakterinde yaşanıyor. Sağlıklı ve yakışıklı cerrah aralarındaki en ırkçı doktor aslında. Algernon’un ekibe dahil oluşunu, ondan akıl almayı, onun ekip başı olmasını içine sindiremiyor bir türlü. Evinde de benzer ırkçı konuşmalar geçiyor karı koca arasında. Kızına bulaştırdığı mikroba kendi sakarlığı, bir anlık dikkatsizliği ve fevri çıkışı sebep oluyor. Sonuçsa felaket oluyor. Kızını ve evlatlığını mezara gönderip, karısını akıl hastanesine kapattırmak zorunda kalıyor.

SISTER HARRIET & TOM CLEARY:

image

Evlere kürtaj servisi yapıyor Harriet gece çökünce, tebdil-i kıyafet içerisinde. Aynı zamanda rahibe; içkisi var, sigarası var, bir barda erkeklerle oturup viskileri yuvarlayabiliyor ve yeri geldiğinde karşı tarafa ders vermek için Tanrı’ya sığınmak ya da havale etmek gibi daha usulüne ve konumuna uygun yöntemler yerine lafı gediğine koymayı tercih ediyor. Hem amme hizmeti yapıyor, hem para kazanıyor, kazandırtıyor, hem de yardım kutusuna karşı cömert davranıyor. Bravo valla. Erkeksi bir tarafı olduğundan ve sert mizacından olsa gerek Harry diye çağrılıyor. Kadınlara karşı son derece duyarlı ve incitmemeye çalışarak işlemleri gerçekleştiriyor. Kürtajın yasal olmadığı dönemlerde kadınların kendi evlerinde içlerinde taşıdıkları bebeklerini bilinçsizce düşürmeye çalışırken akıl almaz yöntemler kullanıp, kanamadan istemeyerek kendilerini öldürmemelerini sağlıyor. Bir rahibeden çok bir ebe, bir hemşire o aslında. Öngörüsü yüksek. Hastanenin kapatılarak, şehir dışına taşınacağını önceden tahmin ediyor mesela. Yedinci bölümde elinde havaya kaldırdığı haç, linç edilmek istenen siyahların zarar görmemesini sağlıyor. Kızışmış, kindar halk, Tanrı’nın kızına bir şey yapamıyor(Dizinin en sevdiğim sahnesiydi ve en sevdiğim karakteri).

image

İri cüssesi, bozuk ağzı, vicdana geldiği bölümler de dikkate alındığında özünde sağlam miktarda para yapıp, şehirden kaçmak peşindeki bir karakter Tom Cleary. 911’in at arabalı hali. Sister Harriet’i iş üzerinde yakaladıktan sonra zoraki iş ortaklığını kabul ettirtiyor. Ama dediğim gibi o bile imana geliyor ve rahibeyle iyi bir ikili oluveriyorlar. Atları çalındığında vargücüyle/ipgücüyle çekiyor ambülansı bir beygir gibi. Yokluktan ve hiçlikten geliyor olduğundan hayat onu kolay şaşırtmıyor. Tam bir haya adamı, sokağın nabzını tutuyor, havayı kokluyor, küçük köstebekleri var, tez elden haber ulaştırıyorlar. Elinde cop, aynı zamanda hastanenin güvenliğinden de sorumlu.

image

On bölümlük bir sezonun özetini yapacak olursak, ekip başının baş üstadı kendini vurarak öldürmüştü daha ilk bölümde. Ondan boşalan koltuğu kendince doldurmaya çalışan Thackery ise kokainsizlikten girdiği nöbetlerden alnının akıyla çıkmayı başaramayıp kendini bağımlılık merkezinde buldu. Doktor Algernon Edwards rengi yüzünden baba olup, istediği kızı alamadı, kendini kullanılmış hissedip, hırsından daha büyük adamları kışkırtıp, daha büyük adamlara kendini dövdürttü. Cornelia sapık kayınbabaya rağmen oğluyla dünyaevine girdi. Everett baş asistan olayım derken ailesini kaybetti ve uzaklaştırma aldı. Lucy aşkının meyvesini yiyemeden, doktorun yoksunluk nöbetlerinde öfkesinden payını aldı. Kadınlar saksı ve süs bitkileri olarak görülmeye devam edildiler. Bir sürü kadın doğumda, kürtajda öldü, bir sürü insan da ameliyatta. Salgın hastalıklar vardı. Polis etik davranmadı. Rüşvet vardı. Mafya vardı. Zorbalık vardı. Ateşli silahlar icat olmuştu. Sokaklarda at arabaları vardı. Göçmenler virüs bulaştıran insanlar olarak görüldü. Berbat koşullarda, penceresiz evlerde yaşadılar. İnşaat mafyasının onlara layık gördüğü yaşam koşulları bunlardı çünkü. Küçük çocuklar okumadı, vardiyalı çalıştı. İş ve işçi güvenliği yoktu. Şehirde isyan başladığında erkekler acısını en önce hayat kadınlarından çıkardı. Zenciler hastaneye arka kapıdan girebildiler, onlar için değişen bir şey olmadı. Yoksullar çok yoksul, zenginler çok zengindi. Her şeye rağmen insanlar yedi, içti, sevişti, kimi öldü, kimi kurtuldu.

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑