PATMOS

P.Ö.(PATMOS’tan ÖNCE):

image

Hızlı feribotla geçmeye çalışıyoruz karşı yakaya. Yolda tam dört defa stop ediyoruz. Motorların çekiş gücü yetersiz imiş; bunun üzerine denizin üzerinde bir süre beklemeye koyuluyoruz bakalım ne olacak der gibisinden. Bir şekil kaptan sarsıyor, ayıltıyor, hale yola sokuyor minik gemisini ve yokuş çıkmakta zorlanan ve azar azar kızıp, bol bol homurdanan beygir gücü düşük, Rus iklimine yatkın Şirince’ye çıkarken bin dereden su getiren bir Lada gibi, yükü ağır bir arabaymışçasına molalarda kendine geldikten sonra ha gayret yola koyuluyoruz bir daha, bir daha. Köpük köpük oluyor pencereler dalgalardan, dışarıyı görmek ne mümkün! Yanımdaki adam hep konuşuyor, hiç susmuyor. Onun yanındaki adam ise daima susuyor. İyi bir ikili olmuşlar sanki. Aynı iki adamdan daima konuşan sıkıntılı da. Perdeleri çekiyor, nerede olduğuna bakıyor. Kah telefonda kah ayakta, hanımlarsa arkada; bir içeride bir dışarıda, terasla evin içi arasında mekik dokuyormuşçasına da rahat, yerinden her kalkışında bermudasını düzeltiyor ve balkondan edindiği mahalle dedikodularını aktarırcasına anlatıyor denizin ortasında görmüş olduğu tüm adaları, tekneleri, olayları, denizciliğe dair tüm bilgileri öğreniyorum kendisinden bir anda ama ne ben Moby Dick’i yazacak olan Melville’im, ne de Kaptan Ahab olabilirim. Derken bir Ahab geliyor işte. İsmi Şafak, Arnavut Şafak. İri gövdesini sığdırdığı bir tabureye geçip bu iki adamı karşısına alıp başlıyor anlatmaya Adaları Modaları… Şimdi herkes susuyor, tek Şafak konuşuyor, Arnavut Şafak. Adalardan hepsi birer şehirmişçesine bahsediyor. O şehir şöyle, bu şehir böyle diyor. Anlatıyor da anlatıyor. Mayorka’da bir gecede 1350 euro yemiş, diskoda barda, o zamanlar kuyumcu dükkanı varmış. Herkese kızıyor ve yüksek sesle cüretkarca söyleyebiliyor bunu. Yanımdaki iki adam, ikisi de susmuş, meraklı gözlerle anlamaya çalışıyor gibiler ne ile karşı karşıya olduklarının. Ama uslu uslu da dinliyorlar Şafak’ı.

Nihayet Leros’tayız. Fırlayarak çıkıyorum içeriden ama gene de vize kuyruğunda ortalardayım. Mussolini’nin evinin olduğu ada burası. İtalya’ya gelmişim gibi hissediyorum. Limandan çıkar çıkmaz Patmos biletimi alıyorum. Dodekanese’lerle gideceğim ve bir saatten az vaktim olduğunu öğreniyorum. Aynı feribottan indiğim çiftten kadın nefis bir Yunanca ile konuşuyor görevliyle. Ne yapabiliriz diye bakıyoruz birbirimize. Onlar kalacaklarını söylüyorlar bu adada en az bir gece, bense Patmos için sabırsızlanıyorum durduğum yerde. Oradan ayrılır ayrılmaz karşıda durmakta olan hani şu hep ağır ağır giden, üst katında yer tutmak gayretindeki beyaz tenli İngiliz turistlerin saatlerce süren seyahat sonucu kıpkırmızı bir burun ve pespembe bir tenle karaya ayak basabildikleri iki katlı tekneye gözüm takılıyor. Onlar iki buçukta kalkacaklarmış ve evet, Patmos’a. Pişman oluyorum bileti aldığıma. Gerisin geri gişeye gelip bilet iadesi yapıyor, ikide geri gelmenin planlarını yapıyorum tilki tilki. Limandan ayrılır ayrılmaz bilet ve tur satan bir çeşit turizm enformasyon bürosu buluyorum. İçeri girdiğimde çat pat ingilizcesiyle görevli Yunanlıyla konuşan bir adam buluyorum ve ne cümlelerinin sonu geliyor ne de sitemlerinin. Yüzünü bana döndüğünde bir çift çakır gözle göz göze geliyorum ve arkasını dönerken bile hiç susmayan çenesiyle. Oturmaya giderken de konuşuyor. Bense gitmek istediğim yerlerden ve az vaktimden şikayetçi olduğumdan ve anlamsız sitemlerimi en iyi aynı dili konuştuğum biriyle paylaşacağımı hissederek dönüyorum çakıra. Ona Mussolini’nin evini görmek istediğimden bahsediyorum. Adanın öte tarafında olduğunu ve hiç gerek olmadığını, taksi parama yazık olduğunu söylüyor. Agios Isidoros şapelini soruyorum, şapel, mapel, manastır aynı şey, zaten oranın da bir özelliği yok diyor. Sonra da ekliyor Türkler buraya hiç gelmesin, ben bıktım onlardan, kaçıyorum durmadan diyor. Adamın tipliği bana da sirayet ediyor. Adam gidip görmek istediğim her yeri baltalamış oluyor. Hevesimi kaçırıyor, adadan soğuyorum ve beni kaçırmayı başarmış oluyor. Soluğu bilet alıp, sonra iade edip verdiğim görevlinin minik kulübesinin önünde alıyorum. Beni vurmayacaksınız ya diyorum ve tekrar bilet kestiriyorum. Sinir geldi bu adadan, sinir geldi Art Nouveau’dan. Feribottaki yol arkadaşlarım Kos’a bilet alırken, suskun olanın eşi sitem ediyor bu sefer, İstanbul’dan uçakla daha ucuz olurdu bunca yol parası verip duruyoruz diyor. Hak veriyorum ama bizim paramız yenik euro karşısında ve her şeyi üç katıyla çarpıyorsun ister istemez çok tutuyor yekun. Suskun adam, çok konuşana para vermeye çalışıyor, diğeri sen zenginsin biliyoruz, sonra verirsin diyor, çok enteresan bir espri anlayışı var bu kimsenin ve acaba bu da bana sirayet eder mi diye düşünmeye başlıyorum. Önceden ayarladıkları taksilerine binip, gene önceden ayarlanmış otellerine gitmek üzere yola koyuluyorlar. Bir kadın yaklaşıyor yanıma, İngilizce sormak istediklerini benim aracılığımla iletiyoruz karşı tarafa. Buradan Patmos’a geçmek istediğini söylüyor, bugün dönecekmiş tekrar. Bugün pazartesi ve tatil günleri diyorum. Kalmanız gerek diyorum. Bir saatliğine onca yol çekilmez diyorum. Leros’u gezmeye karar veriyor. Bir günlüğüne Rodos’a gidiyor insanlar. Saatlerce yol gidip, geldikten sonra ise geri dönüyorlar. Bir gece bir yerde kalmdadan hiçbir şey anlamıyorsun halbuki. Hayalet gibi gezip dönüyorsun oraya buraya atlayarak, bir sürü güzellikleri de atlayarak. Bense geciken Dodekenese’e ait katamaranımı beklemeye koyuluyorum diğer yolcularla birlikte limanda. Beklerken de güvenliğin çokluğu çekiyor dikkatimi. Sanki 70’lerden bir Costa Gavras filmindeymişimcesine…20140915_120710

Leros bir hayalkırıklığı gibi geliyor ve her ne kadar şehir pardon ada kaybı pardon zaman kaybı yaşamış olduğuma dair kendime kızsam da zira Kos üzerinden de gidebilirdim Patmos’a, güverteye çıktığımda her şey, hepsi siliniyor bir anda. Güvertenin ön tarafındayım. Ve arkası dönük bir adam var rüzgara karşı dimdik duran. Sımsıkı tutunmuş demirlere. Rüzgar gömleğinin yakasını uçuruyor. Rüzgar gömleğini havalandırıyor. Rüzgar deli gibi esiyor. En çok kulaklarından çarpıyor insanı. Kimisi kulaklarını tıkayarak durabiliyor. Ama o rüzgara karşı “I’m the king of the world!” der gibi(Umarım batarsak da yüzeyde kalan tek kişilik yerini bana verir ve Titanic’in müziği ağlamsak şarkı ile sulara gömülmeyiz!) kımıldamadan duruyor. Yolculardan bazıları yere oturmuş, kimisi kitap okuyor, kimisi hiç konuşmadan kendisiyle, dünyayla hesaplaşıyor. Ben de bu kategoriye dahil oluyorum hemencecik. Yorulanlar ayrılıyorlar aramızdan. Lipsi ilk durak, ilk liman. Şirin görünüyor uzaktan. Telaşlı kalabalığı aldıktan sonra yola koyuluyoruz tekrar. Tekerlekli bavullar, sırt çantaları, omuz çantaları, ayaklı ayaksız dünyalar taşınıyor bir yerden diğerine. Ne çok kirli çamaşırlar saklı kim bilir içlerinde?

20140915_131029

P.(PATMOS):

20140916_084426

20140915_120717

20140916_112412

Nihayet. Nihayet en çok görmek istediğim adadayım. Nihayet Patmos’tayım. Thomas’ın aile işletmesi Rodon Otel’in çatı katında, hiç fırsat bulup oturamayacağım çift cephe manzaralı odasının balkonundan bakıyorum şehre pardon adaya. Tanıdıkça daha çok seveceğim hissi doğuyor içime. Burası Skala merkez, Chora(Kora) ise tepede. Thomas’ın motorunun arkasına binip, bir Fiat Panda kiralıyoruz beraber acenteden. Otel merkezden iki sokak geride ve sayılı adımlarla deniz kenarında buluveriyorum kendimi. Her şey yakın, hayat kolay burada. Limandan in, oteline gir, arabanı olmadı motorunu kirala, denize git, yemeğini ye, kahveni iç, alışverişini yap, huzurla daya ayaklarını trabzanlara, şükret sonra da burada olduğuna. Şükür şükür şükür… Verdiklerine, yaşattıklarına şükür. Minnet minnet minnet… Gözümü açtığım her yeni gün için, mutlu birkaç an için, burada olduğum için. Çarşaf gibi deniz, parlayan güneş için, etrafımda düzgün insanlar olduğu için. Daha da mutluluk nedir ki?

20140915_143644

image

20140916_112859

20140915_213212

20140915_123527

20140915_144730

Denize girmek için bulduğum iki koyun ikisi de birbirinden bakir. Bir tanesinde tek bir kişi var sadece denize giren. Bense acıktığımdan yakınında restoran olanı seçiyorum, yani nispeten kalabalık olanını. Hesabı ödüyorum ve tüm eşyamı arabada bırakıyorum. Üzerimde incecik bir peştemal, ve elimde arabanın anahtarı var. Ouzo etkisini gösteriyor, uzanıyorum mütebessim. Tek sırıtan benim. Yanımdaki yalnız Fransız kadına soruyorum etrafta duş olup olmadığını, ana aksanının gülünçleştirdiği bir İngilizce ile yanıtlıyor sorumu. Yok. Denize giriyorum ve çıkıyorum. Bir erkek sesi gene çat pat İngilizcesiyle iyi yüzücüsünüz diyor. Nereli olduğunu soruyorum. Alman ve Hannover tarafından imiş. Beni soruyor. Türkiye cevabım onu o kadar şaşırtıyor ki bu sefer dehşetle havlunuz yok diyor. Yok. Ne yapabilirim? Arabaya ıslak ıslak oturuşuma bakıyor yüzündeki aynı dehşetle. Gözlerindeki bana dair soru işaretleri birer şimşek gibi çakıyor art arda. Onu benimle ilgili kaygılarıyla başbaşa bırakıp yola koyuluyorum.

Duş alıp sokağa çıkmamla beraber havayı kararmış buluyorum. Ahtapot sevdası burada da bitecek gibi değil. Deniz ürünlerini tüketmek insanların aklını kurcalayan bir mevzu burada da. Avrupa’daki restoranların mutfaklarından yayılan domuz etinin kendine has kokusu sokak aralarında sıcaktan bunalan mutfak personelinin havalandırmak için kapılarını açtığında burnunuza çarpmıyor çoğu zaman. Herkes balık tüketiyor buralarda çünkü.

—-.—-

20140916_091828

image

Sekizde açılacak manastır için heyecandan altıda uyanıp, kahvaltı bulamayacağım ihtimaline karşılık saat yediye yirmi kalaya kadar gözlerimi dinlendirip, işlerimi ağırdan alıp, balkonumun manzarasından birkaç dakika manzarayı seyre koyulduktan sonra ancak düşüyorum yola sabırsız içinde. Kutsal Kıyamet Manastırı ilk durağım oluyor. Giriş ücretini veriyor ve aşağıya iniyorum merdivenlerden. İçeride ayin var ve sabahın erken saatlerinde duyduğum rahibin sesi bana uzun zamandır kendi kendime sorduğum sorunun cevabını veriyor. Kutsal olan insan sesi, büyü gibi, enstrümansız, yalın, hiç anlamadığın dilde, hiç anlamadığın sözler ve belki çok şeyler söylüyorlar. İçli ve düzgün bir insan sesi ve onu duyduğun anlar kutsal sadece.

image

Son basamağa indiğimde rahibi görüyorum cübbesi üzerinde, arkası dönük; uzun boylu ve azametli. Kıyafet zorunluluğunu anımsıyorum. Üzerimde askılı blüz, altımda dizlerimin az üzerinde kloş bir etek, ayaklarımda parmak arası terliklerim ve kırmızı ojelerim var. Beni böyle görmesin istiyorum. Arkasını hiç dönmesin istiyorum. Uzun rahibe etekleri var üç adım ötemde. Hamle yapıp yapmamak arasında gidip geliyorum. Ya eteğe uzanacağım yahut beni görmesini engellemek üzere duvarın ardına gizleneceğim. Yanlış hamleyi yapıyorum bile. Artık çok geç. Elimde etek başımdan mı geçireyim, altımdan mı giyeyim diye çekiştirip dururken rahip dönüyor tüm görkemiyle. Göz göze geliyoruz. Beni baştan aşağı süzüyor ve tüm ciddiyetiyle lastik kısmından çekiştirdiğim eteğe bakıyor ve arkasını dönüyor tekrar. Etek çok uzun ve göğsümün üzerine kadar çekiyorum. İçeri giriyorum. Bir kişi var. O da yaşlı bir kadın. Alelade kesilmiş, ojesiz tırnakları var. Yarım kollu bir elbise giymiş, arada burnunu çekiyor ama hep yere bakıyor düşünceli düşünceli. Onun yanına oturuyorum, çantamı dışarıda bırakarak. Çanları çalan zangoç, ilahiyi okuyan bir adam daha var içeride ve akustik olağanüstü. Sesler duvarlara çarpıyor ve aksediyor, papaz ve adam düet yaparcasına okuyorlar ilahileri. Dinliyorum, dinliyorum. Bir mum yakıyorum. Geri oturuyorum. Rahibin ciddiyeti beni vuruyor. Hiç göz temasımız olmuyor. İçeri gidiyor, oradayken ezberden okuyor, dönüyor dolaşıyor upuzun haçlarla süslenmiş esvabı, uzun sakalları bana Tolstoy’u çağrıştırıyor. Küçük gözleri var ve ara ara sağ eliyle sağ gözünü ovuşturuyor. Ağır ağır hareket ediyor. Kendi hayat telaşımı ve oraya buraya koşturup duruşumu düşünüyorum. Oysa ki burada zaman durmuş gibi.

İnsanlar ayin dinlemeye yeni yeni geliyorlar, tur otobüsleri ve insan kalabalığı başlamış demek ki gün henüz daha yeni başlamış. Bense Aziz Yuhanna Manastırı’na doğru yola koyuluyorum. Hazine yani müze kısmı henüz açılmamış ve burada da kıyafet zorunluluğu var. Şallardan birini etek yapıyorum kendime, kollarınız diyor bir görevli. Bir diğer şalı da kollarıma doluyor, Meksikalılar’a benziyorum bu halimle. Müzede fotoğraf çekmek yasak. Çıkışta genç rahip adaylarına “Kali mera!” deyip geçiyorum önlerinden. Hevesle cevap veriyorlar bana. Şallardan kurtulup yola çıkıyorum. Arabaya biniyorum son kez muhteşem manzaraya bakarak. Elli metre ileride az evvel bana selam vermiş olan rahip adaylarından birini alıyorum arabaya. Skala’ya götürebileceğimi söylüyorum kendisini. Bir de buraya  çocuk sahibi olmayı dileyen kadınların gelip, dua ettiğinden ve dileklerinin gerçekleştiğinden bahsediyorum. Nerede olduğunu soruyorum. Ayin için geldiğim yerde olduğunu söylüyor. Tekrar mağaraya gidiyoruz. Dünkü peştemalimle omuzlarımı örtüyorum. Eteği belime geçiriyorum bu sefer kapıda. Sabah ayinini dinlediğim rahiple göz göze geliyorum. Gene mi sen derken bile ihtiyatlı ve sert. Bir kabuğu var ve beni meraklandırıyor bu vakur tavırları. Gülsün istiyorum. Sussun gene ama bir ancık gülsün. Ben tebessüme de razıyım. Genç Rahip adayı beni anlatıyor baş rahibe. Müslüman diyor, Türkiye’den gelmiş(sanki bu kısmın üzerinde durmasaydı iyi olurdu) diyor ve çocuğu olmuyormuş buraya onun için gelmiş diyor(bu kanıya nereden kapıldı anlamıyorum, ben sadece bunun gerçek olup olmadığını sormuştum kendisine) ve ben bir anda ayin bitiminde haç farizelerini yerine getirmiş olmanın huzuru yüzlerini kaplamış nur yüzlü Hıristiyanların önünde buluveriyorum kendimi. Tanrım bir baba aday adayım bile yok. Tanrım ben çocuğum olmasını istediğimden bile emin değilim, zaten bu dünyaya çocuk getirmek istediğimden de hiç emin olmamıştım, hareketli bir şeyle ne yapar, nasıl başa çıkabilirim hiç bilmiyorum. Bir fren sistemleri bile yok basınca duran. Neden buradayım onu bile bilmiyorum ama başrahip beni yanına çağırdığında kendimden geçercesine yanına gidiyorum zaten başka çarem de yok ve kırk devletten, kırk milletten, kırk türlü insanın önünde şaşkın şaşkın rahibin karşısına geçip kendimi teslim ediyorum. Benim iyi niyetli rahip adayım ise topluluğa dönüp, İngilizce olarak ne kadar çok çocuk sahibi olmak istediğimi filan söylüyor. Rahip beni kutsuyor. Bir tülbent geçiriyor başıma, duasını okuyor, kafamın içinde atlar koşturuyorlar dörtnala dizginleyemediğim, ne yapacağımı bilemiyorum. Sonra eşiği öpmemi söylüyor, dizlerimin üzerine çöküyorum ve öpüyorum. Sonra dua etmem gerektiğini söylüyorlar. Besmele mi çeksem, şu durumda uygun olur mu acaba diye düşünüyorum. İyice sersemlemiş şekilde ayağa kalktıktan sonra rahip camekanın arkasındaki ikonayı öpmemi söylüyor. Can havliyle onu da öpüyorum. Ama fazla sert yapıştırıyorum dudaklarımı, camı kıracağım nerdeyse. O anda hep ciddi olan rahibi gülümsetmeyi başarıyorum. Bana gülüyor. Hiç bilmiyor ki ne istediğini hiç bilmeyen bir dünyalı burada dizlerinin üzerinde onu buraya savurtan hayata boyun eğmiş duruyor karşısında. Kendi payıma düşen ayin kısmı bitiyor. Arkamı dönüyorum ve ellerinde peçeteler gözyaşlarını silmeye çalışan ve beni izleyen kadınlarla göz göze geliyorum. Hepsi bana içten dileklerini sunuyorlar. Tanrım hepsi benim bu emeğimin karşılıksız kalmamasını istiyor ve yüreklerinden yakarıyorlar Tanrı’ya bir çocuğum olsun diye. İbretle izlenmişim bana saatler gibi gelen dakikalar boyunca. Teşekkür edip, gün ışığına kavuşuyoruz nihayet. Genç  rahip adayı bana böyle bir ritüel olduğundan habersiz olduğunu, ilk defa böyle bir şeyle karşılaştığını söylüyor ve o da bana denk gelmiş. Bakar mısınız? Zangoçla karşılaşıyoruz, sohbet ediyorlar ayaküstü. Herkes bana bir değişik bakıyor sanki. Hediyelik eşyalar satılan yerden bir bilezik hediye ediyor bana rahip adayı. Elbette ki çocuğum olması için. Görevlilere de soruyor. Onlar da en uygun hediyeyi buluyorlar benim için. Elbette ki çocuğum olması için. Cüzdanımda taşımam gerektiğini söylüyorlar. O zaman çocuğum olabilecekmiş. İyi ama…

20140918_220907

Arabaya bindiğimizde iyice sersemlemiş olduğumdan tuhaf sorular sormaya başlıyorum:
-“Son derece uzun ve irisiniz. Güçlü görünüyorsunuz. Buradaki tüm rahipler öyle. Seçilmiş gibisiniz.”
-“Evet. Sizin din adamlarınız farklı mı?”
-“Bizde imam olmak için gerekli fiziksel şartlar yok(Dışımdan). Hiç yakışıklı ve karizmatik imam görmedim hayatımda ama düzgün din adamları tanıdım okuyan, düşünen, aklı başında, sofulukla yobazlığın ayrımında olan ve Kur’an’ı kalpten sevdirebilecek kadar donanımlı olan(İçimden).
-“Rahipler içki içebilir mi?”
-“Evet bir kadeh, yemekle beraber ama her gün değil ve sarhoş olmayacak miktarlarda.”
-“Hiç Türkiye’de bulundunuz mu?”
-“Evet, Kuşadası, İzmir, Antalya, Ayvalık ve İstanbul.”
-“Hiç Kur’an’ı okudunuz mu?”
-“Sekiz defa. Meryem Ana’nın annesi bizde Anna, Kur’an’da ise Ümran olarak geçer. İçeride o kısmı okundu İncil’in.”
-“Sizler evlenebiliyor muydunuz?”
Bu son soru asla sorulmadı. Asla. Aklımı, yarım kaçırmış olabilirim az evvel yaşadıklarımdan ötürü; ama az bir kısmı benimle birlikte ve Patmos’a gelip hiç hesapta yokken çocuk sahibi olmak için çektiklerim ortadayken ve hiç tanımadığım insanlar bütün bu yaşadıklarıma tanık olmuşken ve ben figüran olarak çıktığım sahnede bir başına ve bir şey bilmeden ve bir şeyden anlamadan komutlarla rolümü oynarken ve seyircilerim tarafından kalpten ve ilahi bir coşkuyla içten içe alkışlanırken ve bunca gerçekçiyken, her şey bunca gerçekken, birde evlilik konusunu açsam yanlış anlaşılabilirim gibi geldi bir an.

image

Kendime gelmek için denize giriyorum aynı sahilde başka başka insanlarla. Su pırıl pırıl önümde. İki kez giriyor, çıkışta aynı peştamalime sarınmadan önce üzerine uzanıveriyorum birkaç dakikalığına bir ağacın altına ve işte o ağacın altı size:

20140916_111735

Bir an aklımdan genç rahip adayı geçiyor Skala’ya geldiğimde. Düşündüğüm anda ellerinde torbalarla geçiyor önümden. Öne doğru kaykıla kaykıla yürüyor bir başına. Ben ara sokakta olduğumdan beni görmüyor. Söylemiş olduğu gibi manastır alışverişini yapmış, merkeze geçiyor. Bu dünyadayken asla çözemediğim gizemleri var hayatın. Bu anda onlardan biriydi. Geldi ve geçti.

Otel ücretini ödüyorum, pasaportumu alıyorum, arabayı teslim edip, limana bırakılıyorum ve nihayet meydandaki Plaza Cafe’ye geçip oturuyorum. Elinde siparişleri kime getirdiğini hiç bilmeyen aklı karışmış bir garson var burada. İhtiyar delikanlı turlayıp duruyor masaları ve siparişler kimindi acaba diye sorup duruyor her masada nazikçe. Bir genç var onu takip eden. Böyle bir siparişin hiç verilmemiş olması şüphesi var sanki gözlerde.

Limana yaklaşan ve Leros’tan gelmekte olan gemiden inenler arasında bir geçe geçirip dönmek isteyen çifti görüyorum. Seslenmek istiyorum ama isimlerini bilmiyorum. Onlar da öylece geçiyorlar önümden. Hiç konuşmamamız gerekmiş belki de.

P.S.(PATMOS’tan SONRA):

image

Dönüşte ise üç liman var uğradığımız Kos’a gelirken: Lipsi, Leros ve Kalimnos. İki buçuk saatlik yolculuk esnasında gene güverteye çıkıyorum. Limanlara geri geri yanaştığımızdan arka tarafa geçip inen binen yolculara bakıp, rüzgara karşı ön tarafa geçiyorum. Tek ayağı sarılı bir adam gelip oturuyor yere. Sırt çantasını sırtına dayanak yapıyor önce. Satın almış olduğu sandviçi yere koyuyor. O kadar pasaklı ki. Bereket naylon poşetin içinde olduğunu görüyorum, seviniyorum. Naylon poşeti dişleriyle açınca tekrar başa dönüyorum. Perişan ama mutlu görünüyor. Mutlu mesut yiyor sandviçini. Arada yere koyuyor, arada ısırıyor. Titiz insanın dayanacağı şeyler değil yaptıkları. Ne yaparsın? Hayat onun hayatı. Sandviç onun sandviçi.

20140916_145706

Kos’ta iner inmez ferribot saatini öğrenip, karnımı doyurmak için her zaman gittiğim restorana gidiyorum. Kalamari ve bir bira söylüyorum. Dükkanın sahibi gelip benimle sohbete başlıyor. Bana tek bir adamın ki o da İtalyan’mış yaşadığı adadan bahsediyor. Bir de karısı varmış. Sonra da on sekiz kişilik diğer adadan. Pserimos’muş bu ada ve kışınmış bu rakam. Bir okul varmış adada, tek bir de öğrencisi. Kalanların kimler olduğunu düşünmeye başlıyorum; bir öğretmen(her sınıfa hitap etmesi gerek ya da her şeyi bilmesi), bir rahip elbette aynı zamanda zangoç olsa, doktor belki ve bir eczane(eczacı bu insanlara ilaç diye ne satar ne kazanır, o ayrı konu), hastane yokmuş zaten. Bir kişi ölse kalan on yedi kişi o kişiyi gömse; cenazeyi yıkasa, kefene koysa, mezarını kazsa, haçını dikse, üzülse arkasından, ağlasa, bir yudum şarap içse, şerefine kadeh kaldırsa, böyle böyle ömrü tüketse bir adada…

20140915_141142

Adalar malum Osmanlı’nın ve İtalyanlar’ın boyunduruğunda ayakta kalma savaşı vermişler. Osmanlı gitti din kardeşi geldi derken, farklı farklı zulümler görmüşler. Kos’taki Türk mahallesinin varlığından bahsediyoruz.  Bir sürü Türk var burada yaşayan, belki biraz da ondan elini atsan Türk etrafta. Tanıdığını, eşini dostunu görmeye gelen Türkler her yerde. Nüfus çok olduğundan da butik zihniyetinde değil buradaki dükkanlar Patmos’taki gibi. Leros ve Patmos’a Türk gitmiyor, alışverişin olmadığı yerde bizimkiler barınamıyor demişti bir kadın. Gerçekten de çeşit çeşit baharatların, hediyelik eşyaların satıldığı Kos’ta, Patmos’taki rafine tatları bulmak öyle kolay olmuyor. Patmos’taki Nektar’ın sahibi Irene ve yardımcısı Küba’lı dev gibi bir adamdan aldığım zeytinlerin tadını ise asla unutmam.

http://www.patmos-island.com/shopping/nektar/1#.VBnciWIaySN

Kalimnos’tan ve Saint Savvas’tan bahsediyorum restoran sahibine. Buralarda çok sevildiğinden bahsediyor, benim ondan bahsetmeme şaşırıyor sadece. Kos’a da geldiğini söylüyor yaşarken. Onu tanıyan insanların varlığından da bahsediyor. Sonra tüm din adamlarını sevmediğini söylüyor. Bense doktorunda iyisi var, kötüsü var diyorum. Aynı noktada birleşiyoruz. Nihayetinde Tek bir Tanrı var. Aynı Tanrı var. Ve hepimiz Aynı Tanrı’nın Çocuklarıyız. O yaka bu yaka diye değişmiyor işte.

Özet olarak dönüşte Dimitri Enişte’nin kestiği biletle ve onun tanıdığı ayrıcalıkla ancak vize kuyruğundan bir sürü insandan önce geçip zar zor yetişiyorum feribotuma. İyi ki var imiş. Ve ben de iyi ki Patmos’ta diretmişim, iyi ki gelmişim buralara. Daha bir sürü güzellik, binbir türlü insan, bir sürü derin düşünceyle ayrılıyorum adadan. Hiç unutmayacağım ve sanırım asla unutulamayacağım izler bıraktık karşılıklı olarak. Hala anne olmak istemiyorum ama herkes o kadar istedi ki benim adıma, benim için, sanıyorum kalırsam da çok sürpriz olmayacaktır. Şimdi şimdi yapma fırsatı buluyorum yaşadıklarımın muhasebesini. Ben çok seviyorum Yunan Adalarını ve dokunarak konuşan Yunan halkını, biraz(!) çapkın Rum erkeklerini, cin gibi kadınlarını, gevezeliklerini, sabah sabah hiç üşenmeden bir şapele, bir kiliseye gidip bir mum yakışlarını, kalpten dua edişlerini, ağız dolusu gülüşlerini, tarihin içtenliksiz gölgesine rağmen bütünleşmiş hikayelerimizi…

image

Sevgiler…

KALİMNOS

20140707_124209

Kali Mera:İyi günler

Kali Spera:İyi Akşamlar

Kali Nichta:İyi Geceler

Yammas:Selam

Parakalo:Lütfen

Efkarysto:Teşekkürler

Nai:Evet

Ohe:Hayır

Oraya:Harika

Kala:İyi

Poli kala:Çok iyi

Bravo:Bravo

Endaksi:Ok

Poso kani?:Ne kadar?

Yatee?:Neden?

Ti kanis?:Nasılsın?

Pou?:Nereye?

Voithia!:Yardım et!

Sagapo: Ti amo

Turkiya?:Karşı yakadan mı?

20140707_123959

20140707_105043

Adalar sayesinde birkaç kelime Yunanca öğrenmiş bulunmaktayım. En çok da Fedon sayesinde “sagapo”nun sırrını çözmüş mutlu azınlıktanım. Bir çeyrek Girit kanım sayesinde ise türlü çeşitli otun takipçisi ve zeytinyağlıların müdavimiyim. Sizlerle de kalan basit ve günlük konuşma dilinin nazik ve çok işe yarayan kelimelerini paylaşayım istedim. Bu kadarı bile yetiyor. Zaten ada halkları İngilizce olarak vaziyeti idare edebiliyor yedisinden yetmişine, zaten ondan da iyi Türkçe biliyorlar. Yukarıdaki birkaç kelime Yunanca ise benim yanıma kar kalıyor.

Arkamdan koşar adım gelmekte olan şeyin kendimin olduğunu görüp de uyandığım bir sabahın erken saatlerinde Kalimnos’a gitmek üzere yola çıkmak için daha iyi bir neden düşünemiyorum. Denizler, okyanuslar, karalar yetmedi çöller aşanların da bir sabah benzer bir rüya görmüş olabileceklerine dair çok derin hisler oluşuveriyor içimde bir anda. Sonraki bir anda ise hepsi geçiveriyor. Anlar anları tutmuyor. Ahh ne kadar yazık!

Otuz deniz mili yani yaklaşık elli ya da altmış kilometre hızla Ege’deki fırtınanın son gününde açıklardaki çok büyük sayılmayan ama gene de hızlı feribotun bir sağa bir sola kıvrılırken camlarına vurmakta olan ve bir parça da acımasız görünen dalgalarını aşa aşa varıyoruz Kalimnos’a. Bir sürü adacıktan geçiyoruz üzerlerinde yerleşim yeri olmayan. Açıklarda bir sürü yelkenli var. Bir parça daha uzakta ise yük gemileri. Hiçbir şey hissettirmiyor uzaktaki varlıkları içlerinde canlıların olması da.

Keçilerin pardon dağcıların rağbet ettiği bir ada Kalimnos. Feribottan iner inmez geçtiğiniz gümrükten indiğiniz anda merkez Pothia tarafından karşılanıyorsunuz. Dodekan(Dodekanisos) yani Yunan Oniki Adaları arasında yüzölçümüyle dördüncü sıradaki ada oldukça kurak ve dağlık. Ekim’in ortasında başlayacak olan dağcılık ve tırmanış festivalinin afişleri var. Şimdiyse imkansızmış gibi görünüyor güneş bu kadar yakarkan. Bizim taşralarımızda bile görmediğim kadar eski binalar devlet kurumu olarak hizmet veriyor. Fakat çalışanlarla turistleri ayırt etmek güç çünkü hepimiz bir giyiniyoruz. Parmak arası, şort ve askılı blüz. Turizm ve enformasyon bürosunu buluyorum aynı sıradaki ve içeriye giriyorum. Benden önce gelmiş olan farklı milletlerden insanlar enformasyon almak için bekleşiyorlar ve fakat tek bir enformasyon veren var ve çok hoş bir bey ve solak ve düzgün bir İngilizcesi ve kibar bir aksanı ve güzel bir yüzü ve hoş bir fiziği ve yüzüksüz bir sol eli var. Adını soruyorum. “Yiorgos” imiş. Yüzünü çevreleyen bir parça da sakalı var ve bir pazartesi sabahı için güleryüzlü olması da cabası. Her neyse Yiorgos(Yorgoş olarak telaffuz etmişti) beni yeterince bilgilendiriyor ve şehir turundan önce birkaç müze gezmek üzere sahillerinde yürümeye başlıyorum. Free shop fiyatına alkol ve tütün maddelerinin satıldığı bir sürü market var. Fiyatlar çok makul. Heryer ouzo, heryer Yeni Rakı. Bir sürü kafeterya yanyana dizilmiş, bir sürü kahve var yerli amcaların oturduğu. Bizdeki kahvelerden farkı onların da turist gibi oturup kağıt oynamadan kahve, çay ya da ouzo içip fazla sohbet etmeden geleni geçeni izliyor olmaları. Karşılıklı bakışmakla yetiniyoruz, o kadar. Balıkçılar var tezgahlarında balık çeşitleriyle; ahtapotun kilosu on euro. Alınmaktan çok poz poz fotoğraf karelerinde ölümsüzleşmekle meşguller. Yabancı turistlerin en sevdiği şey sergideki ölü ahtapot fotoğrafçılığı. Tezgahlardaki diğer balıklarsa alıcılarını bekliyor ve kursaklara karışıp balçıklaşmadan tek kare pozun içine bile giremiyorlar. Sıradan ve benzer yığınların içinde, kendi gibilerin içinde, kiloyla tartılıp nasıl yenilmek istedikleri bile sorulmadan kah kızgın tavada alt üst edilerek, kah buğulama olsun diye içine çevresine patates domates soğan yerleştirilerek, varlıklarına şükran bile duyulmadan gönderiliyorlar mideye.

Kalimnos Ev Müzesi, Dünya Deniz Müzesi ve Arkeoloji Müzeleri gezilecek yerler arasında. İlkinde geleneksel kıyafetler, ev araç ve gereçleri, eski zaman fotoğrafları ve genel olarak kadının evindeki ve sokaktaki yaşamına dair ne varsa sergilenen bir müze. Eskiden yüzük takmazlarmış evlendiklerinde. Bir kadının evli olduğu yemenisinden ayırt edilirmiş. Evli olanlar kartal motifli baş örtüsü kullanırmış. Peki ya evli ve fingirdekse. Düşüncelere dalıyorum:”Bu adada doğmuşum. Ailem buralı. Sünger avcısı bir kocam var erken yaşta evlendirildiğim. Hiç sevmiyorum onu. Sevmek nedir bilmiyorum ki. Kimse öğretmemiş. Ama fingirdekliği ve başörtüsü kurallarını çok iyi biliyorum. Başörtüm evlisin diyor, ruhum herkesle flört etmek, herkesle fingirdeşmek istiyor. Adaya dışarıdan gelen erkeklerden alamıyorum gözlerimi. Daha sadece onsekiz yaşındayım. Ama işte başörtüm şey. Ney ney?”

20140707_110848

20140707_110930

20140707_111545

20140707_110939Süngerler ve sünger avcılığı adanın halen daha en önemli geçim kaynağı. Hediyelik eşya olarak satılan sevimsiz magnetolar, ray ban taklidi gözlükler ve yöre desenli tuzluk biberlikler dışında götürülebilecek en makbul hediyeler belki de.

SAINT SAVVAS:

20140707_123520

Aziz bizde bilinen, Agios ise Yunanca bilinen adı. “Aziz Savas”:Kurtarıcı, iyileştirici, çileci, koruyucu aziz. Adanın en tepesinde mezarı. İster uygun fiyatlı motorsikletler(günlüğü on euro), ister marka marka değişen araçlarla(günlüğü 35 euro), hiç olmadı merkezden on euro’ya götürüldüğünüz şehir turu kapsamında gezilip görülecek ve buna değecek bir yerde yatıyor Saint Savvas. Ada ayaklar altında ve ben ne yazık ki canla başla mikrofondan konuşan tatlı Yunan kızını bile ne çirkin sesi var diye eleştiren orta sınıf olup bunu söylediğinde hiç hoşlanmayacak olan kendi bülbül sesli bir araba dolusu Türk ve Kürt vatandaşı ile beraberim. Benim de dahil olduğum ve eleştirmeyi en iyi, en çok bilen en yüce sınıf olan sınıfım para bulup, şöhret bile olsa değişmeyecek bu yadırgatıcı huyları ve kendi aralarında hep alkışlanmaktan doğruyla yanlışı bulmaktan çok uzak insanlar topluluğu olarak hep olumlanırlanıyorlar her zaman olduğu gibi. Hayata espri kattığını sanıp, otla bokla dalga geçer böyleleri. Ve cidden gerzekçe sorular sorar dururlar: “Ben geldiğimde rahibeler vardı, şimdi neden yoklar?” gibi. Hepimiz biliriz o andan sonra o beyin caka sattığı kızlarının yanında burada bizden önce bulunmuş olduğunu.

Zangocu olmadığından çalmayan çanları, Aziz’in yattığı ve ona bağlı mum dikilip adak adanan bir bölme, bir şapel ve küçük küçük evlerden ibaret burası. Bir çeşit manastır kompleksi. İçeri girerken sepetin içindeki etekleri giymek gerekiyor eğer kendi etek boyunuz kısa ise. Rehber kız Savvas’ın mucizesinden bahsediyor. İyileştirici gücünden ve camekanlı bölümün önünde şimdi dünya gözüyle yansıyan görüntüsünden. Evet yansıyor. Ben gördüm. Göz yanılsaması mı, bilemem. Ben birşey bilmiyorum zaten.

Saint Savvas’ın olduğu camekanla kaplı bölüme geliyorum kalabalığın içinden süzülerek. Yüzünü bir örtüyle kapatmışlar. Örtü artık yüzünün şeklini almış sanki. Bir anda otobüs dolusu çılgın kalabalık yok oluyor ve ben nereye gittiklerini anlamıyorum bile. Biz yalnızız. Hiç ses yok. Beynim boşalıyor sanki. Başkalarının benimle aynı hisleri paylaşmaları için ben olmaları gerek, şu an, şimdi. Benim gözlerimden bakmaları gerek ya da benim hislerimi sihirli bir şekilde anlatmam gerek. Çok zor. Ama kıyamet gününe kadar ruhlar dolaşıyor. Bir perde var aramızda, inceden bir tül. Tülün gerisindeki bir an benimleydi. Güçlü ruhların sahipleriyse yaşadıkları zaman diliminde seçilmiş nefs sahipleri.

Bir mum alıp yakıyorum diğer bir mumun aleviyle. Kumun üzeri apaydınlık oluyor. Biliyorum ne şekilde olursa olsun ben buraya tekrar geleceğim ve dileğimin gerçekleştiğini söyleyeceğim ve nefs sahibi olamayan ben dünyevi isteğimin gerçekleştiğini fısıldayacağım hiç utanmadan. Hiç utanmadan, hiç gücenmeden tekrarlayacağım ve bir mum daha yakacağım diğer gelişimde. O zaman çok çok uzaklardan gelmiş olacağım.

Bizimkiler üçer beşer yakıyorlar mumları ve gidiyorlar hiç para atmaya tenezzül etmeden. Halbuki bir euro beş mumunun namusunu kurtaracaktı.

20140707_122542

20140707_123356

20140707_122729

Deniz ve şehir manzaralı yatan bir başka erenlerden Yuşa Hazretlerinin türbesi vardır Anadolu Kavağında. İnsanı sersemletir kuşbakışı İstanbul manzarasıyla. Çöllerde geçen zorlu yıllar, açlık perhizleri, çilehanelerde yaşanan suskunluk yıllarından tek kelime etmeden sıyrılıp, aklına mukayyet olarak yaşamını devam ettirebilmek, insan sarrafına dönüşmeden insanları görebilme ve kabullenebilme yeteneği, adanmışlık, bunlar çok kolay şeyler değil. Bir kum parçası olmadan çok önce yaşadığın, seni oradan oraya sürükleyen ve hiç nefes aldırmayan rüzgarın önünde kah kum fırtınalarının içine dalarak, kah okyanuslar aşarak ulaştığın bir bilinmezde aslında olduğun ve dönüştüğün şeyden memnuniyetsiz olmak en büyük ceza, son büyük acı belki de. Kibir kibir kibir yok et kendini ki hiç böbürlenmeden seveyim kendimi. Peygamber sabrı değil sevgisi ver kalbime ki tahammül edebileyim bir sürü şeye. Sen dirlik ver artık yerinde olmayan kalbime.

Sıcaktan bunalanlar için Vilhadia’da mola verdik. Çok şirin halka açık plajları var. Şezlongsuz, konforsuz, kumun üzerine yayılı insanlar ecrimisil kaygısına düşmemiş işletme sahipleri ve uygun fiyatlı kafeleri ve bol tuzlu Yunan deniziyle hizmet veriyorlar müşterilerine. Masouri’den geçiyoruz. Burası merkezden daha güzel ve şirin. Denize girenleri almak üzere döneceğiz diyor rehber. Bir sürü pansiyon, otel, tatlı tatlı sohbet edebileceğin kafeleri var. Nihayet Telendos Adası’nı görüyoruz. Rivayetiyle meşhur genç kızı andırıyor diyorlar sanki varmışçasına gözleri, burnu ve ağzıyla. Myrties’ten beş dakika uzaklıktaki adaya motorlarla geçiliyor ve inan aklıma sen geliyorsun karşıya geçerken. Ama geçiş beş dakika ve sen saniyelerle oradasın. Sonra başka hayatlar, başka insanlar.

20140707_130447

Hiç daha küçük bir adada bulunmamıştım ve bir ucundan diğer ucuna kısa bir seyahat ada hayatı hakkında fikir sahibi olmanıza yetiyor. Kış geldiğinde üzerinde bir notla adanın kapandığını hayal ediyorum. Hayır, öyle olmuyormuş. Az kişiyle de olsa adanın adasında yaşam devam ediyormuş. Burada insanlar çok daha sakin ve huzurlu. Yığınlardan uzaklaştıkça insanlar huzur buluyor sanki.

Sayısız kilise ve manastıra ev sahipliği yapıyor ada ve bu haliyle Patmos’tan sonra Hıristiyanların ikinci Hac yeri olsa gerek Adalardaki, özellikle de Saint Savvas’ın varlığı bunu pekiştiriyor. Çan sesleri adanın merkezine iner inmez daha çok çalınır oluyor kulağımıza. “Dalgaları Aşmak”, dalgaları hissetmek… Kapkara güneş gözlüklerime rağmen yakıcı güneşe karşı siper ettiğim gözlerimle Pothia’dan yani zeminden yukarı doğru kaldırıyorum başımı. Saint Savvas kum gibi görünüyor.

20140707_155221

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑