BİR YERDE

“Gölgem değil, özlemim avutsun seni gittiğin yerlerde.”

image

Yerine ben mecnun oldum ve çöllerdeyim yine(bu işte bir terslik olmasın sakın!). Burası ne sıcak, ne soğuk.. en azından İstanbul’un soğuğu kadar işlemiyor insanın içine. Marakeş’ten sonra sevecek yerler biter sanmıştım halbuki ve yine tam da umudu kesmişken, bir coğrafya daha göz kırptı bana. Sanki sen gibi, seni anımsattı bir şey burada bana. Tam adını koyamıyorum ama çöl mimarisi ve hepsi benzer sonuçta, daha bilemiyorum, gidiyorum sadece. Hindistan’da olacağım çok yakında. Sonra belki Endonezya. “Gravity”de “Ganj Nehri’nde güneşi görmelisin, olağanüstü.” der yerçekimsiz ortamda bu dünyanın dışında bir adam bir kadına giderayak/ölürayak. Hayatının son zamanlarında hepimiz hayatla dalga geçmeyi bırakıp, alayı-kini-öfkeyi-bağımlılıklarımızı bir kenara atıp kendimiz olacağız ve biz bilmesek de Tanrı bunun için de son bir kez göz kırpmış olacak. Son sarf ettiğimiz cümleler(ne çok son diyorum bakar mısınız, korkum mu beni şüpheye düşürüyor yoksa şüphe mi beni kör kuyunun diplerine çekiyor?) bizi anlatacak, bir hayatın manifestosu olacak o cümleler. Son zamanlarda ne zaman önemli bir şey söylüyorum hissine kapılsam, ölmeme az kaldı diye düşünmeye başlıyorum. Bende “Ölüm bitti, o yok artık.” diyebilecek miyim acaba? Ölmek de bir iş değil mi nihayetinde? Hastalandığını öğreniyorsun ve başlıyorsun beklemeye, emekiliğine gün sayar gibi tekrar tekrar hesaplar yapmaya, birikitirdiğin insanlara, ötelediklerine, kıyıda köşede kalmış yenmemiş paralarına bakıyorsun, kefen paran-doktor paran-kalanlarda varsa çocuklarına, eşine, dostuna; sonra.. sonra her iş gibi bir gün senin nihai işinde son buluyor, kısaca işin bitiyor. Acısız olmasını diliyorsun, tatlı tatlı uykuda gelse keşke ya da ölüm bizi gündelik işlerimizde bulsa diyorsun. Bense cebime doldurduğum taşların ağırlığıyla bir nehirde boğulma cesaretini gösterebilecek kadar cesur değilim henüz, o yüzden  sürpriz bir sonum olacak şaşırtıcı derecede sıradan bir şekilde.

“Mehr Licht” mi”Mehr Nicht” mi diye uzun uzun kafa yormuş öfkeli dolayısıyla kırılgan Bernhard “Goethe Öleyazıyor”da(bunca yakışıklılıkla yazar olunmaz ki), Goethe gibi bir dehanın son zamanlarına denk gelen pespaye Krauter’in şansını anlatırken ironi dolu satırlarında. “Hayatımın İnsanı” dediği bir kadın vardı, o kadının yerinde olmak isteyen çok kadınlar tanıdım(bir tanesi için çok uzağa gitmeye gerek yok, tam karşınızda, platonik aşkın sonsuz gücüne -vuslata erilemediğinden sonsuz tabirini kullandım- inanmış bir insanın sevgiyi paylaştırmasının sevap olduğunu düşündürtmesidir referansım; tıpkı miras gibi, hak geçmesin kimseye, eşit dağıtmalı herkese, bazen bonkör bazen cimri bu hayatta insanoğlu ve böyle bir çeşidiz bizlerde işte).

Java’daki Nilüfer Çiçeği şeklindeki en büyük Budist tapınağı olan Borobudur’da ise tasavvufa da kaynaklık etmiş olan vazgeçiş, teslimiyet ve tevazu sözcükleri fısıldanır kulaklara. İnsan hırsların hatırlatılmadığı yerde mutlu oluyor ve bırakmak gerekiyor, istememek gerekiyor, isteyince, direnince ve diretince ve sonunda elde edince de mutlu olamıyor ki insan. Ama kalbimi bırakmam mümkün olmadığından, sen de geliyorsun benimle beraber tıpış tıpış, mecbursun buna. Yoksa sen bilirsin ve görürsün ıssızda kalmak neymiş? Ben kaldım, çok fena oluyor. Gene gel benimle, gücenme bana, kızarsın geçer unutursun biter.

“Yanmaktır, efendim, biricik çâresi aşkın;

Ağlatma da yak, hâl-i perişanıma bakma.”    Yaman Dede

Bir kitap okudum sıkışık zamanlarda kalakalmış insanlar üzerine. Bir adamın tecavüzünden kurtulabilmek için fahişe olduğunu söylemen gereken bir coğrafya bahsettiğim ve o coğrafyanın savaşmaktan sevişmeyi unutmuş adamları ve burkalarının arkasına gizlenip, çile çeken kadınları üzerine. Gizleri kalbine mühürlenmiş kadın, sadece bitkisel hayattayken, bir çeşit suni teneffüsle yaşatmaya çalıştığı adamının kulağına  fısıldayabiliyor sırlarını. Görülmeyen, isimsiz bir kadın o da diğerleri gibi, çünkü hiç sevilmemiş ve burkası onun kadifeden perdesi. Hiç sevilmemiş bir kadını sevebilmenin kutsaliyetini anlatmaya başlıyor aynı adlı filmi de ikinci yarıdan sonra. Mümkün müdür acaba? Benzer temalı bir Suudi Arabistan filmi var, tüm kalbimle oscar’ı almasını dilediğim ama aday bile olamayan. “Wadjda”. Simsiyah çarşaflara bürünmüş kadınlar ve çarşafa girmelerine az kalmış kadıncıklar var başrollerde. Kadın kadının kurdu oluyor erkek egemen dünyada bu kez. Namaz kılarken omuz omuza veriyorlar iyice, şeytan geçemesin diye; et ete değiyor ama. Hayatta Vecide’ler kazansa keşke. Ve Şili’den “Gloria”, Romanya’dan “Child’s Pose”da aday olamadılar. Çok yazık. Halbuki dans etmeyi  seven iki kadından Gloria güzel gülüyordu, Cornelia ise içli içli ağlıyordu ve erkekler kaçarken onlar duruyorlardı.  Erkekler Tanrı’nın kaçış halindeki suretleri olmasınlar sakın? Sakın ola büyük konuşma, olmaz olmaz deme bu hayatta; olur olur.. bir bakmışın kaçar vaziyetteki bir surete aşık olmuş bulunmuşsun, kim bilir? Hadi bakalım, ayıkla pirincin taşını. 

http://m.youtube.com/watch?v=3koigluYOH0

http://m.youtube.com/watch?v=Ax8lYeZIh44

http://m.youtube.com/watch?v=-KGu9OJxsxQ

—-.—-

Beni o kadar çok sev ki, kendimi bir şey sanayım.

Hayatı hazmedemediğin zamanlar vardır ve kaçacak yer arar durursun kendine; oraya mı gitsem, şurada mı olsam diye. Tesellisiz ağla derim ben böyle zamanlarda. Ama ağla. Rahatlarsın çünkü. Gözyaşı dökmek güzeldir, tuzlu tuzlu. Biriktirdiklerin de beraberinde çıkarlar fışkırarak. Sev gözyaşlarını her zaman, çünkü çok yaşananlar gizli o gözyaşlarında..

Radyoda bir şarkı var ve aklımı başımdan almaya yetti. “How long will I love you?/Seni daha ne kadar seveceğim?” diyor ve ben inan bilmiyorum, belki sonsuza kadar, belki sadece ölene kadar. Tek çiçekle bahar gelmiyor diyordu Tolstoy ve aralık bitmek üzere olsa da, daha çok var bahara. Avuntu olmadan yaşanmıyor, kışın sonu bahar hem de ilkbahar. Öleceğimi bilsem tek avuntum olacaktır mevsimleri hissedebileceğim bir yere gidiyor olma fikri. Ben orada da bekler dururum baharı ve yazı ve sonra her bahar aşık olurum. Bir ölünün sevebilmesi mümkündür çünkü ve ruhlar da hissederler mevsimleri. Güzel havalarda onlar da coşar. Buğulanmış bir cama isimlerini yazarlar. Tek nefeste hissedersin eğer o sana hissettirirse. Bir süre sonra camdaki isim akmaya başlar, buğular çözülür. Tesellisiz ağlayanların gözyaşlarıdır onlar. Ben de böyle yapmalıyım. Tesellisiz ağlamalıyım, içtenlikle, kimse veya hiçbir şey avutamamalı beni. O zaman gerekli bedelleri ödemiş, cezamı çekmiş olurum, kalbime gömülenler açığa çıkar. Artık daha çok sevmeye, daha çok vermeye gönüllü olurum. İşte o zaman ben olurum, işte o zaman insan olurum. İnsan olmak her ne demekse.. Merak edip bakıyor insan haliyle, işte size insanın sözlük anlamı: Memeliler (Mammalia) sınıfının,insangiller (Hominidae) familyasından, iki ayağı üzerinde duran ve yürüyen, kolları kısa, vücudunun birçok yerlerinde tüyler azalmış, çeneleri belirli, beyinleri çok gelişmiş, kafatası yuvarlak ve yüz açısı yüksek, konuşabilen tek yaratık. Ama sayın sözlük, itiraz ve itiraf ediyorum ve Tanrı şahidimdir ki; “İnsan susar.” diyorum. İnsan bir gün, an gelir susar ve sustuğu o an dinlemeyi öğrenir. İnsanlar sorar, eşeler dururlar sizi ve sizi siz yapanları ve siz susarsınız “tek”. O anlara ulaşabildiyseniz eğer; yani susmayı öğrendiyseniz artık hayat sizindir. Hayat heyecanın bittiğinde, hayatı öğrendin demektir sonunda. Varoluşumuzun içinde gizli gizli barınmakta olan ve bizim genel olarak kötüye kullandığımız ya da nasıl kullanmayı bilmediğimiz durumlarımızı -pembe panter kılıklı şeytan da buna dahil- kısa bölümlerle anlatmaya çalışan, geçişlerdeki kopukluğu önemsemeyen bir filmin(Post Tenebras Lux) rahatsız edici sahneleri üşüşüyor kafama. Asap bozucu sahnelerin, kışkırtıcı bir şekilde verilip akılda kalabilmesi yönetmenin başarısı ve her şey şaşırtıcı şekilde gerçekçiydi. Reygadas, Malick’in yolundan ilerliyor sanki. Agresifleşmeden ve sıradanlık içerisinde veriyor tüm sertliği ve telaşsızca oturduğumuz koltuklarımızdan yüksek tevazu içerisinde bu sakin hayvanın sınırlarını sorgulatıyor bize, yargılatmadan. Evrime karşı pasif bir direniş halinde gibi yönetmen. Bizi çok tanıdık yerden yakalıyor, filmin başındaki yer ve gök olaylarına çok başka anlamlar yükleyen o küçük kız çocuğuyuz biz. Etrafındaki köpekler de çok tanıdıklar, havlayıp koşturup duran ve insanlara bir türlü laf anlatamayan ve hep havaya doğru uluyan..

—-.—-

Seni seviyorum ve sen bunu hiç bilmeyeceksin. Ne acı. Ben şanslıyım, bakma. Seven benim. Önce kızsam da, sonradan kazanan benim. Sırt çevirip kaçansa sensin.

Saçak altı kurudur, misafirin yoludur, benim de gitmem gerek uzaklara, misafirim burada sonuçta. Bir kadın vardı ve bana “Musibete de şükret.”demişti. Öyle ya, şükür, buna da şükür. Senden gelen musibete de şükür.

Seni hep sevdim. Bana sevgi gerekti çünkü. Ve dönüp baktığımda etrafımdaki herkes sevgisizdi. Sakın beni unutma. Sarhoşken birbirine kabul ettirtilmeye çalışılan o saçma sapan sözler hep unutulur; ama hani dilinin buğusu kalır ve gerçek olur ya.. ahh işte onlar gerçekleşseydi.. Belki.. Hiç gerçekleşmemesini istediği şeyleri arayıp duran bir insanın son sözleri bunlar, gidemeden.

Şu kader meselesini çok büyütmemek gerekiyor, ben çok büyütmüşüm gereksizce. Halbuki yazdıklarını yaşıyorsun işte. Gözyaşlarının ve gülücüklerinin pırıltısından bahsetmelisin bana. Her ikisinde beynin hangi tarafı uyarılır söyle bana. Hangisi daha kuvvetli? Eğer aşk kuvvetli bir duyguysa, güldüren mi yoksa ağlatan mı daha güçlü düşün sadece, hayatımın kahramanı. Bense seni değil, seni sevmeyi sevdim. Sakın beni unutma.. Kim söylemişse, yalan söylemiş. Aşk tek kişilik, yoksa adı meşk olurdu ve ayakta yolcu kabul edilmiyor, sen arada kaynamayı sevsen de. Ve aynaya baktığında çekil aradan, çekil; çünkü bir gün gelecek karşıdan karşıya geçemez olacaksın trafikte. Bir trafik ki sorma, keşmekeş. İşte o zaman iste, yolların açılmasını dile, trafik akmasın, dursun de, gör bak çekilecekler aradan, bir kuş gibi geçeceksin karşıya, hatta süzüleceksin, yollar açılacak önünde ve kapılar, gerçekleşmesini istediğin tüm isteklerin senin kendi hırsların, komplekslerin; kurtul onlardan, boşalt semerindekileri, yeni doğmuş bir tayın kürdan gibi bacaklarıyla ilk defa doğrulmaya çalıştığı gibi tutun hayata, yıllarca yürüyememiş felçli bir kötürüm gibi, bitkisel hayattan yeni uyanmış, beynin yıllarca komut  verememekten yürümeyi unutmuş bacaklarına sahip olduğunu hayal et, ilk adım, ilk öpüş, ilk nefes sanki. Seni çok seviyorum, inan buna. Beni kerelerce oku satır aralarında. Yüz kere, bin kere, milyon kere. Her kelimemde sen gizlisin, sakın unutma.

—-.—-

Ülkem çalkalanıyor şimdilerde. Günlerin ve yılların birikmiş öfkesi vardı benim de bir zamanlar üzerimde. Çok öfkeliydim her şeye ve herkese. Oldu bitti ve ben rahatladım sanki, daha fazla öfke biriktirmemeyi öğrendim uzaklarda. Şimdi bakıyorum da, dövize çevirmediğimiz her kuruşun acısını çekeceğiz belki ama cezasız değil hiçbir şey ve cezaları olsun işgaliyetleri beyinlerimizdeki. Allah aratmasın sizi bize ve mahçup etmesin bizi dünya aleme.

“Bükmemekte mesele ne boynunu  ne fikrini ne vicdanını;

Kendi keyfin için diyar diyar gezinmek

İlahi güzelliklerine doğanın hayret ederek

Ve sanat ve ilham yaratıları karşısında

Titreyip coşmalı insanın sarsılan ruhu.

İşte mutluluk bunda! İşte hak bunda…”.    Puşkin.

 

SAINT PETERSBURG

                                                          SAINT PETERSBURG

“Yeryüzünde insan ruhları üzerinde Petersburg kadar karanlık, keskin, tuhaf etkiler yapan bir başka şehre çok az rastlanır ve karakteriyle tüm Rusya üzerinde etkilidir.” Suç & Ceza’dan

IMG_1755

Pulkovo Havalimanı’na indiğimde  merakımın beni iyiden iyiye sessizleştirmeye başladığını kavrıyorum. Neyle karşılaşacağımı bilemiyorum. Dostoyevski’nin haleti ruhiyesinin izdüşümü çamurla kaplı yollar, at arabaları, silindir şapkalar biliyorum ki bir fanteziden ibaret. İkinci dünya savaşı esnasında tam 872 gün ablukaya alınmış, ülkeyle bağlantısı kesilmiş şehirde açlıktan yamyamlığın başladığı söylentileri günümüze kadar gelmiş bir sefaletin içine düşecek halimiz de yok; onu takiben yaşanan Soğuk Savaş biteli on yıllar geçti ve haliyle her üç kişiden biri Amerika’nın en büyük korkusu yuri(gagarin olan değil) olabilirim diye beni yanlışlıkla kaçırıp(korkunç ingilizce aksanıma rağmen), beynime çip yerleştirip Amerikan Elçiliğinin önünde bana kendimi patlattırtamayacak. Gelmeden önce defalarca kendimizi korumamız için neredeyse tebligat çıkartılacak olan R.O.M.(Rus Organ Mafyası) ya da R.F. M.(Rus Fuhuş Mafyası) için bir kur tekvando kursuna gitmeyi bile düşünen paranoyak zihinlerden kendimi korumayı başarabilecek miydim peki(bir kur rusça daha mantıklı değil mi sizce de?) Buradan şunu çıkartıyorum: hepimizin başka bir şehre ya da ülkeye giderken internet ve gezi kitapları sayesinde ufak da olsa bir fikri olmuştur. Bizi, içimizden taşıp kabaran ruhumuzu oraya yönlendiren bir takım çekici ögeler ön planda olmuştur hep. Kimisi bir saraya takılır, kimisi bir müzeye, kimisi bir duvara, bir göl manzarasına, mevsimsel güzelliğine, vs. vs. ama ben gibiler o coğrafyayla şekillenmiş; saçının, gözünün, teninin rengini almış insanların çeşitliliğini görmek, tanımak için gidiyorlardır aslında.Tarih insanları süsleyen bir fon. Sana kimliğini veren, aidiyet duygusu hissetmeni sağlayan, yer yer ağlatıp terk etme noktasına getirten, bazen şartlarıyla öldüren hatta diri diri gömdürten(uzağa gitmeye gerek yok, yakın coğrafya, şimdiki zaman, bkz. İran) ve sen öldükten sonra ancak yerini alabildiğin bir geçmiş. Bazısı iyi ya da kötü anılıyor yaptıklarıyla. Osmanlıların tabiriyle Deli(bataktan bir cennet yaratmak normal akılla olamadığından ve maalesef Osmanlı’ya ait hiç mi iz kalmaz şuralarda sende delir, sende yap demekten…) Petro’nun ve Katerina’ların hırslarıyla var olmuş bir şehrin son halini görmeye gidiyoruz. Soğuk ve sevimsiz ve hiçbir şeysiz bir koridordan geçip, pasaport kontrolüne giriyoruz. Güzide şansıma bir kadına rast geliyorum. İmzam tutmuyormuş. Bunu ben ve arkamda oluşan kuyruğun idrak etmesi beş dakikamıza patlıyor. Kadın sadece rusça konuşuyor, bense her lisanda(mizacımda hep var olmuş olan ve haliyle dışsal faktörler işin içine giriverince aniden geliveren suçluluk duygusundan ötürü içsel tepkim sefil bir yaranma içgüdüsü olarak dışa yansıyor ve aciz bir şekilde “I can’t speak your language!” bu benim suçum ve evet gelmeden bir kurcuk Rusça öğrenmeliydim.). Anlatılmış korkunç hikayeler mesela uzun ve acı dolu sorgulamalardan sonra tıpış tıpış ülkelerine geri gönderilmiş(sonraki uçak kaçta acaba?) vatandaşların dilden dile aktarılmış ve çarpıtılmış hikayeleriyle gelmiştim ama o an vardır ya kendi kendinize sorarsınız acaba gerçek miydi diye, o o andı ve ben takla at deseler atabilirdim. Kulübedeki sarışın, kırpmalı bayan en nihayet olur verdiğinde, kahpe bizans diyorum ama içimden. An itibariyle anlatımda hala daha bagaj kısmına gelemediğimi görüyor ve bu yazının gereksiz uzun olacağı geçiyor aklımdan. Daha şehri göremedim bile ve sizlerde. Trafikleri Boğaz trafiğini aratmıyor cidden. Otel merkezde değil ama bu bana toplu taşım araçlarını ve metrolarını kullanmam için bir şans veriyor. No svinini=No Pork=No domuz demek. Kişinin kendine kalmış ne eti yediği. Yediğin etin huyu sana geçiyor derler, bu aynı zamanda o insandan bir parçayı içinde taşıdığın anlamına gelmiyor mu, protein kana karışmıyor mu(bir kur tıp dersi almalıydım, ya da biyoloji, kimya da olur)? Ben borç çorbasıyla vaziyeti idare ediyorum. Çok doyurucu yediğiniz her şey. Türkiye’de bir paket bisküvi yiyip açlık hisseden bünye burada iki bisküviyle doyma noktasına geliyor(acaba svininili miydi tüm o bisküviler?) burada yalan yanlış, malzemeden kaçırma, gıda maddeleri üzerinde akıl almaz üçkağıtlar filan yok. Her şey tam kıvamında ve doyurucu. Nevsky’deki mağazalar bize ülkemizi hatırlatıyor. Colin’s, Mavi gözüme çarpanlardı. Birde sanki bizimmiş gibi hissedip, bağrımıza bastığımız Mango’da olmazsa olmazıydı. Fiyatlara gelince tekstil çoğu bizden gittiğinden ve burada daha pahalı olduğundan almanızı tavsiye etmem ama günlük saray turunuzdan sonra sadece ayaklarınızın günümüz çağına adapte olması ve yüzyıllık geçişi yapmanız icap ettiğinden bir uğramakta fayda var( nasıl yani? Saray, Ayvazovsky, kabarık etekler, prensler, çarlar, kiliseler, Gorki, Puşkin, otelinize giderken karşınıza çıkan 35 metrekarelik komünist rejimde devletin halka bir örnek sunduğu hap kadar evler, üzerine Mango-Zara mı? Karma felsefesi böyle bir şey olsa gerek.) Şehir 1703 yılında yani 18. yy.’da terbiye ve dehanın çağında Birinci Petro tarafından gençliğinin verdiği yılmaz bir cesaret ve müthiş özgüvenle, doğaya meydan okunarak bu bataklı ve kararsız topraklar üzerine kurulmuştur. Şehir kurulurken binlerce insanın hayatı mahvolmuş, şehrin kaderindeki feci ve karanlık günler buna bağlanmıştır. Tam üç yıl işgale direnen şehir ve şehrin cesur insanları Prag gibi hemen teslim olmamış ve zafer coşkusunu meydandaki Astoria Otel’de kutlayacak olan istilacı ayaklara geçit vermemiştir. 1724-1824-1924(tesadüfün böylesi) tarihlerinde Neva Nehri’nin taşması sonucu 3 büyük taşkın yaşamış düz arazi üzerine kurulmuş topraklar çok uzak bir tarih olmayan 2024 için kara kara düşündürmektedir insanları. Siz siz olun ben gibi soğuk havalarda değil de mayıs-temmuz ortasına kadar olan süre içerisinde gelin ki, Beyaz Geceler’i yaşayabilin. Yoksa yüksek basınç üzerine hava durumundaki yirmi derecelik düşüş de eklendiğinde dönesiye kadar kendinize gelemeyebilirsiniz(Gözlerimi açtım ve hiçbir şey görmedim!). Ve eğer sınırlı gününüz varsa çabuk olun çünkü bu şehri üç gün içinde bitirmiş olmanız için yüksek kondisynlu bir atom karınca olmanız gerekiyor.

IMG_1484 IMG_1499 IMG_1561 IMG_1567 İşte size atom karıncanın günlüğü: Birinci Gün: Peter&Paul Katedrali, Isaac Katedrali, Kazan Katedrali, İsa’nın Dirilişi nam-ı diğer Dökülen Kan Üzerine Kurtarıcılık Katedrali’ni hızlı bir şekilde gezdiğinizde öğlene doğru anlatılmakla bitmeyen Hermitage’a varmış oluyorsunuz. Eski Rusya mimarlığı için bir olayın hatırası olarak kilise inşa etmek yıllanmış bir gelenektir. Yeniden Diriliş Uğrunda Katedral imparatorun tam bu ölümcül yarayı aldığı yerde kurulmuştur. İçeri girdiğinizde görkem ve heybetin cisimlenmiş hali karşılar sizi. İçini gezemediğim Isaac Meydanı’ndaki Isaac Katedrali’nin inşasının tam 40 yıl sürmüş olduğunu ve imparatorluğun ana katedrali olduğunu hesaba katarsak hiç olmazsa girişine nazır parktan fotoğrafını çekerek ayrılıyorum. Hermitage: Fransızca kökenli bir kelime Hermitage. Bu h’yi okumayabileceğimiz anlamına da geliyor. İnziva yeri anlamı. Keşiş kulübesi ya da. Ama bugün her yıl milyonlarca insanı ağırlıyor ve ismi duyulmamış sanatçıların eserleri burada kimlik kazanıyor. Dünyada doğum günü olan tek müze. Her yıl Aziz Katerina gününde(7 Aralık) kurucusunun adına kutlanıyor. Ipad ve Iphone’da ücretli/ücretsiz aplikasyonları var. Dilediğinizce gezip, ufak çapta bir fikir sahibi olabiliyorsunuz. İlber Hoca’nın dediğine ise katılıyorum. İlk turu bilgili bir rehberle yapmanızda fayda var; çünkü hiç olmazsa en önemli salonları ve eserleri kısa anlatımlar ve bir Rus’un gözünden dinliyorsunuz ve bu da size değişik fikirler veriyor. Tur bitiminde, ki artık ayaklarınız yok yahut siz hissetmez oldunuz, tüm odalar, tüm eserler birbirine karışmış gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Her oda ayrı bir sürprize, yeni yeni kapılara açılıyor. Olağanüstü ne ise; Hermitage o. Oda bekçileri hep kadın ve kimi odalarda fotoğraf çekiliyor, kimisinde ise yasak ve siz bunu öğrenene kadar eğer bekçilerin gözlerine soka soka fotoğraf çekmiş iseniz tiz sesli ve son derece öfkeli ve formalı bir kadın bir anda çıkıverdiği yerden direk rehberinize doğru ilerliyor ve yüksek perdeden kendisini lisansını almakla tehdit ediyor. Rusça tek kelime anlamadığınızdan, rehberinizin size dönmesini bekliyorsunuz. O da korkuyla çekmeyin diyor. İlber Hoca Türkler Hermitage’ı gezmeyi bilmiyorlar demişti. Bense sınıflandırmaya çalıştım. Birinci sınıf işi bilenler, onlar tek geziyorlar ve audio kiralıyorlar ve gözleri hep eserlerde, göz teması kurmanız mümkün değil. Çünkü bir esrime söz konusu. İkinci sınıf meraklı ve istekli olanlar. Her söyleneni can kulağıyla dinliyorlar, gelmeden derslerine çalışmışlar, diğer müzelerle karşılaştırma yapabiliyorlar, bilgiçlik taslamıyorlar. Üçüncü sınıf gene iyi dinleyicilerden oluşuyor ve her çektikleri karede kendileri de olsun istiyorlar ve sosyal paylaşım sitelerinde konum bildiriyorlar(hermitage’dayım bebeğim, geziyorum tozuyorum, kültür patlaması yaşıyorum). Dördüncü sınıf en bombası. Moskova, Saint Petersburg fark etmez Rus kızı olsun deyip, bir kaç resmin önünde fotoğraf çektirdikten sonra babama göstereyim de oğlum müze geziyor desin dedikten yarım saat sonra pizza yemek için gruptan ayrılan ve geceleri revü şovlarına akan(genelde genç nesil) bir kesimden oluşuyor. Benim hangi gruba dahil olduğumu sorduğunuzu duyar gibiyim. Bende işi gücü bırakmış, bir tarihçinin tespitini sınıflandırmaya çalışan ve Türkler ne ediyor acaba grubundanım. Bu arada çok şeyler kaçırdığımı da düşünmekteyim. Rehberimizse Leonardo’nun eserlerinin de olduğu odaya geldiğimizde iyi ki bu iki eseri bizde diyor. Leo’nun eserlerine olan gıpta Rus’ların Avrupa’ya öykünmelerinin ne ilk ne de son dışavurumu. Vatikan’a benzeyen kabartmaları, ondan daha güzel belki, ışıl ışıl her yer, her şey; ama çoğu taklit. Krallar ve kraliçeler, güçlerinin o yüzyıldaki göstergesi olan saraylarını ve bir adam bir şehri, Avrupa’ya meydan okumak için kurmuş sanki(hırslanmaya gör). Karşısı Finlandiya, Bodrum-Kos arası kadar ha var ha yok. O dönemlerde büyük beyaz kuşlar yok, insanlar uzun uzun yolları aşmak zorundalar ama karadan ama denizden. Birde turist kavramı yok 18. yüzyılda. Başka bir ülkenin sınırına geldiğinizde ne amaçla geldiğinizi soran memurlarda. http://www.hermitagemuseum.org/html_En/index.html. http://www.hermitageapp.com/e_egypt.html http://www.russiamap.org/images/full/city-spb-tour.jpg IMG_1633 IMG_1614 IMG_1599 IMG_1611 IMG_1598 İkinci Gün: En zorlu gün bugün olsa gerek. Çünkü günün menüsü bir hayli uzakta ve iyice bastıran kar ekim ayında olmamıza rağmen bir hayli artmış durumda. Uzun uzun yolları aşıp nihayet varıyoruz Peterhof’a. Rus Versailles’ına. Korkutulduğumuz trafikse programımızda bir aksama yaratmıyor.Linkini vereceğim harita nereden nereye gittiğimiz hakkında bir fikir sahibi olmanıza yarayacaktır. Bundan sonrası Finlandiya artık. Kuzey batıya gelmişiz. Önce Sarayın içini geziyoruz, sonra sayısı yüzü aşan meşhur Peterhof fıskiyeleriyle tanışıyoruz. Şakacı Çar’ın parktan geçerken açılıveren gizli fıskiyeleri 2’den sonra açılıyormuş. Islanmadan vaziyeti idare ediyoruz kısaca. En çok aklımda kalan “Monplaisir Sarayı”( adından olsa gerek) ve “Satranç Dağı”( satranç tahtası şeklindeki görüntüsünden olsa gerek). “Katerina  Sarayı” olarak bilinen ama mimarı Rastrelli’nin İmparatoriçe Elizaveta Petrovna için değiştirdiği Çar köyü’ndeyiz yani “Tsarskoye Selo”dayız. “Kehribar Odası”nda fotoğraf çekilmesi yasak ve önceki tecrübelerimiz bize ders olduğundan, elimiz makinelere gitmiyor.  “Taht Odası”da ondan aşağı kalır gibi değil. Ama kelimenin tam anlamıyla olağanüstü bir abartı var. Hermitage’ın eserlerinin bolluğu yanında burada da her bir odanın iç dekorasyonu insanın aklını başından alıyor. Her bir oda ayrı bir dünya ve ayrı bir renkle dekore edilmiş. Kilolarca altın kullanılmış dış süslemeleri için. Duvarları, kapıları, yerleri, bilhassa tavan resimleri insanın nereye bakacağını bilememesine neden oluyor. Ben en çok tavanlardaki figürleri sevdim. Pavlovsk ve Konstantinovskiy Sarayı için vaktimiz kalmadı. Onlar bir başka tarihli gezinin özneleri olabilecekler. IMG_1663 IMG_1669 IMG_1720 IMG_1712 Üçüncü Gün: Bugün ayrılık vakti ve akşam kalkacak olan uçak için erken yola çıkmamız gerekiyor. Saraydan ve ihtişamdan gözleri doymuş ve yorulmuş ve sade ülkeme dönme yolundaki bir bünye için ruha ne derece iyi gelir bilinmez ama ruhu huzursuz bir adamın evinde sükuneti bulmayı amaçlayarak düşüyorum yollara. Beş hatlı bir metrosu var Saint Petersburg’un. Benimse hat değiştirmem gerek Gostiny Dvor’dan sonraki istasyonda inip, Dostoyevskaya’ya gidiyorum adı üzerinde Dostoyevski’nin Evi’ne. Metrodan iner inmez yol sorma derdine düşüyorum. Size şunu rahatlıkla söyleyebilirim burada İngilizce bilen kişi sayısı çok az. “Dostoyevsky’s House”la sonuca ulaşabileceğimi sanmıyorum ama bu işten zevk aldığımı düşünmeye başlıyorum gitgide. Çocuk arabasıyla bebeklerini gezdiren anneler en zarif avlarım oluyor. Çok nazikler ama anlaşamıyoruz. Bir pazar günü insanı kesen bir ayazda hızlı hızlı bebek arabalarını ittiren annelerin bu kısacık mesafede sayılarının çokluğu beni şaşırtıyor. En nihayet orta yaşlı kolkola gelen bir çifti gözüme kestiriyorum. Aramızdaki dialog şöyle gelişiyor: Ben: Do you speak English (ingilizce bilir misiniz)? Erkek: Ask (sor). Ben: Dostoyevsky’s House (Dostoyevsky’nin evi)? Erkek: Walk (Yürü). A hundred meter(100 metre). Stop(dur). Turn from one, two, three, four right(dön bir, iki, üç,dörtten). In the first, at the corner(ilkinde, köşede). Ben: Thank you! Erkek: Not thank you(teşekkür istemez)… Burada her gittiğiniz müzede, sarayda paltonuzu vestiyere hiç tartışmasız bırakmak zorundasınız. Dostoyevski’nin evini kolay bulup bulmadığımı sorduğunuzu duyar gibiyim. Ben dörtten döndüm, köşe başındaki apartman olduğunu çıkarmam biraz zamanımı aldı. Navigasyon şart dediğinizi de duyar gibiyim ama o zaman tüm bu güzel dialogları yerel halkla yaşamam mümkün olmayacak ve ben iletişim kurmaya çalışmayı seviyorum. Bu sanki beni mekanik bir aletle yolumu bulmaktan daha güçlü kılıyor. Çok tatlı bir madame var girişte çalışan. Türkçe menüsü olmayan bir audio kiralıyorum. Yirmi iki bölümden oluşan haşmetmahın evini gezmeye başlıyorum. Hiçbir evde üç yıldan fazla oturamamış kendileri. Bizi şapkası, şemsiyeleri karşılıyor. Çalışma ve misafir odaları, çocuklu bir evde olabilecek bir sürü ıvır zıvır da cabası.  Güzel bir el yazısı var, masanın üzerinde bırakmış olduğu el yazması mektubu, çocuklarının oyuncakları. Çıkışta bilimum Dostoyevsky t-shirt’ü, kalemi, takvimi, ayracı, kupasının olduğu tezgahtan rubleleriniz kaldıysa eğer eşe dosta hediyelik eşyalar alabilirsiniz. Özel bir hayranlığınız var ise Nevsky’e de yakın olması itibariyle bir uğrayın derim. Benimse yolum uzun ve Kunstkamera’ya doğru yola çıkmam gerkeiyor. Yürüyerek ve bol bol sorarak tekrar yollara düşüyorum. Neva’ da bir tekne gezintisi düşlüyorum ama vakit az ve hava soğuk. Hakkımı Etnografya Müzesi’nden yana kullanacağım. Neva’nın üzerindeyim ve yanımdan geçmekte olan bir erkeğe yol soruyorum. Bana ben de oraya gidiyorum diyor(ve evet biraz da olsa ingilizce biliyor). Beraber yürümeye başlıyoruz. Arada fotoğraf çekmeye çelışıyorum ama adamı da gözden kaçırmamam gerekiyor sanki. İçeri giriyorum. Gişede yan yana geliyoruz. Yerli yabancı bir sürü turist var. Elimi cüzdanıma götürüyorum ama hiç rublem kalmadığını görüyorum. Dolar uzatıyorum, gişedeki kız olmaz diyor. Kart uzatıyorum, geçmiyor diyor. Bir anda kapana kısılıyorum. Kahramanım yanımda. İki bilet alıyor ellişer rubleden. Bu şu demek oluyor. Borçlandım ben. Cin fikirler kafamda dolaşmaya başlıyor. Müze gezimiz biter bitmez cesurca kahve içmeyi teklif ediyorum kendilerine. Beni müzenin kafeteryasına götürüyor ve aynı şeyler. On ruble daha borçlanıyorum. O çay içiyor ben kahve. Ne iş yaptığını soruyorum. Money driver diyor. Hiç anlamıyorum. Moskova’da oturduğunu öğreniyorum. Siz çıkartabildiniz mi mesleğini. Yazımın sonunu beklemek zorundasınız. Bu arada düşünün bakalım. Bilenler benim ve Kuzmin Gena’nın ruhunu takip etsin. Saint Petersburg’a gelip, benim ve Kuzmin’in oturduğu rahatsız taburelerde tünesin ve sıcak bir şeyler içsin… Ruslar çay seviyor, ne de olsa Karadeniz’in öte yakası. Evlerinde ne kadar çok çay içerseniz o kadar memnun kalıyorlarmış. Biz birer fincandan sonra Uslu uslu çıkıyoruz müzeden. Biraz parklarını dolaşıyoruz, biraz anlaşmaya çalışıyoruz. Petro’ya bizim ülkede deli derler diyorum. O bir bilim adamıydı diyor. Bende bizimkiler akıllıydı diyorum, gülüyoruz. Ceninleri hatırlıyorum hastalıkların tedavisinde kullanılmış olan. Birde eski korku filmlerindeki yaratık karakterlerin bu iki başlı tek gövdeli ya da basık suratlı ya da  ezik kafalı ama esrarengiz ve ürkünç görüntülerden etkilenilerek yaratılmış olduğunu öğreniyorum. Yani yalnız sağlık sektörüne değil, sinema sektörüne de bir hizmet söz konusu. Çıkışta yürüyoruz otele doğru ama Primorskaya’da kaldığımdan metroya binmem gerek ve jeton alacak dahi tek kuruşum yok. Beraber metroya biniyoruz. Biraz alışveriş yapmam gerektiğini söylüyorum. Bir markete giriyoruz. Çok lezzetli siyah ekmekleri var. Pancar suyu kullanılıyormuş, kek gibi tadı var. Yolda yürürken onun şaşkın bakışları altında bir dilim ikram ediyorum. Utanarak alıyor. Neden olduğunu anlamıyorum. Ben afiyetle yerken, aptallaşmış bir suratla yiyor ekmek dilimini. Yemese olmayacakmış gibi. Yemek yiyecek vaktimiz yok ve ucu ucuna gidiyoruz otelime. Kendisine bir dilim daha ikram ediyorum bu arada. Ama yemiyor. Bana ayıp olmasın diye aldığını anlıyorum. Montunun cebine koyuyor. Serçeler geliyor aklıma. Sonra söylüyor bir anda. Bizde fakirler yer ekmek diyor. İyi bir adama denk geldim diye düşünüyorum. Onun sayesinde müzeye girebildim ve bunu ona söylüyorum çok geç olmadan, teşekkür ediyorum. Gerek yok diyor. Kızlar rus erkekleri hiç fena değil ve teşekkür etmenizden hiç hoşlanmıyorlar. Yarım günüm hiç tanımadığım bir rusla geçti ve iç organlarım ve retinam hala yerinde. Havaalanı servisine bindiğimde bana öpücük atıyor Kuzmin. Yol boyunca tırtıkladığım ekmek de bana hep onu hatırlatıyor. İnsan ekmeğini paylaştığı birine kalpten bir şeyler hissediyor. Sevgi aşktan kutsal.

—-.—-

Ben artık dönüş yolundayım ve eğer unutmadıysanız sizi buralara taşıması muhtemel sorumun cevabını veriyorum: Kuzmin Gena para taşıyan bir banka arabasının şöförü ve evet o bir “money driver”. Ve evet Chris de Burgh’ün hemen hemen her şehir ya da ülkeye istinaden bestelemiş olduğu bir şarkısı var. http://m.youtube.com/watch?v=dvoswP8TyTA

IMG_1777 IMG_1766 IMG_1768 IMG_1559 IMG_1807 IMG_1810

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑