ESCAPE AT DANNEMORA

images.jpeg-3

ESCAPE AT DANNEMORA :

“Kocalar daima öğrenir. Öyle ya da böyle.” Richard Matt

“Evli olmayanlar evlilikten anlamaz. Bazen evli olanlar da evlilikten bir halt anlamaz.” Tilly Mitchell

“Terzihane amiri ile doktorculuk oynamak iyi bir fikir mi?” Richard Matt

GİRİŞ: 

“Netflix var, Showtime var, HBO var; her gün reklamı yapılan onlarca dizi var. Oyuncusuna göre mi, yönetmenine göre mi, türüne göre mi seçiyorum izleyeceğim dizileri” sorusuna yanıt olarak diyeceğim ki, her sene devamını beklediğim seriler VAR, daha piyasaya çıkmadan projenin oyuncu oyuncu dolaştığı, ihalenin beklediğim isimlerde kaldığı diziler VAR, çok iyi yönetmenlerin çektiği diziler VAR ki kimisi sinemadan geçme, kimisi televizyon dünyasında hem de çok genç yaşta sağlam isim yapmış isimler bunlar, sonra erenler ve evliyalar VAR(şakaydı, onlar Hollywood’da ne arar), Coen Kardeşler gibi prodüksiyonu üstlenmiş çok sıkı adamlar VAR, ülkesine göre farklı karakterleri olan diziler VAR-Nordisk’ler mesela tüm soğukkanlılıklarıyla, gençlerin yeni tutkusu olan Kore dizileri, Dark ve Perfume gibi Alman suç dizileri, Generation War ve Babylon Berlin gibi dönem dizileri, La Casa de Papel gibi İspanholalar arz-ı endam etmekteler ekranlarda şu son yıllarda. Bunca güzellik arasında seçim yapmak güç olsa da, kaşına kaşıya geldik buraya kadar. Biraz da ıkına sıkına. Sinek ısırığı gibiydi bazen etkileri, bazen de zona. Olive Kitteridge, Patrick Melrose, Sharp Objects, Seven Seconds, Wallander ve tüm arıza karakterlerin yer aldığı dramalar arasında Olive birinci sırada yer aldı, daha da uzun bir zaman öyle kalacağa benziyor, elbette Frances McDormand farkıyla.

2011 yılıydı, Todd Haynes’in yönettiği, görüntüleri Ed Lachman, müzikleriyse Carter Burwell’a ait, Kate Winslet’ın Mildred Pierce’ı canlandırdığı aynı isimli beş bölümlük bir yeniden yapımı da aynı heyecanla beklemiştim. Sizce neye ya da kime göre beklemiş de izlemiş olabilirim bu diziyi, elbette ki ekibin tamamı önemliydi benim için. Harika bir ilk sezon yaşanmıştı True Detective’de 2014 yılında, sonra beklentilerin nispeten altında kaldığı söylenen ikinci bir sezon çıkıverdi 2015’de ve o da hiç de öyle yabana atılacak cinsten değildi. Aradan geçen yıllar getirir mi götürür mü bilmesem de, 2019 senesinin ocak ayının on üç’ünde yayınlanacak olan üçüncü sezonunun ilk bölümünü izlemeyi iple çekmekteyim(uzattım farkındayım). Nic Pizzolatto neler yazdı, diziyi nasıl kurguladı ve nasıl sonlandıracak merakla beklemekteyim. Sinema ve büyüsünün yanında bu kadar heyecanla dizi beklemek bir parça sinemaya ihanet gibi algınsa da, şu saydığım kadarıyla da olsa, bunca başarılı yazar, oyuncu, yönetmen bir araya gelse, ortaya neler çıkmaz ki? Sinemanın ani ve vurucu etkisinden kaynaklanan ve bir anda filizlenen aşklar bir yana, her hafta iple çekilen dizilerle yaşanan uzun süreli açık ilişkiler diğer yana. İkisinin de tadı başka-olsa-gerek. Her neyse gelelim neden Dannemora’yı bu kadar önemsediğime ya da üzerine yazmak için seçtiğime. Prison Break, Orange is the New Black’lerde hapishanelerde geçmekteydi, ama yazmadım çünkü izlemedim. Bu bir Green Mile da değil, Shawshank Redemption hiç değil. Bir dizi iyiyse ve bu iyiliği sezonlar boyunca sürdürebilmişse eğer izlenir elbette bıkmadan. Bakınız GOT(Game of Thrones)’un fantastik realitesine. George R. R. Martin’in ağarttığı sakalların boşuna olmadığının ispatı olarak, sekizinci ve son sezon için Nisan ayını beklemek zorundayız mecburen. Dannemora’ya gelecek olursak eğer 2015’de yaşanmış gerçek karakterlerden uyarlanmış bir diziydi ve Medium’dan sonra yıllardır görmediğim Patricia Arquette’in nasıl bir Tilly olacağını merak etmiştim ki süperdi; cehennemi kafasında taşımış, sonra Che’yi sırtlanmış, Traffic’in Javier’i, Sicario’nun Alejandro’su Benicio vardı bir yanda, iddiasız gibi duran ama hep iddialı projelerde yerini iyice sağlamlaştıran sakin mizaçlı ve de endamlı Paul Dano’nun neler yapabileceğini görmek istedim öte yandan. Yönetmen koltuğundaki sürpriz isim Ben Stiller beni en çok şaşırtan kişi oldu. İyi kurgulanmış bölümlerin baş mimarı olarak son derece başarılıydı. Bir de Fargo’dan beri ortalama zekaya ve yaşam standardına sahip Amerikan insanının trajik ve trajikomik hallerini izlemekten çok keyif aldığımdan mıdır nedir, hakkında çıkan yazıları da gördükten sonra dizi hakkında kendi beğenilerimi en iyi ben bildiğimden çok yüksek beklentilerle oturdum dizinin başına. Oldukça sıradan gibi görünen hayatların ne gibi tutkular barındırdığını görmüş olduk ki aslında düşününce tutku deyince başka partnerlere yönelen bir kadın var önümüzde. Kendi zaafindan çok, kafesteki adamların zaaflarından yararlanıyor, aslında onları kullanıyor. İki mahkum ve evli bir kadının gözlerinin dönmesi sonucunda gözleri tamamen kapalı vaziyette neleri göze almış olduklarını gördük ki burada kaybedecekleri en fazla olan kişi Tilly idi. Çünkü özgürdü, çünkü evliydi, çünkü bir oğlu, kocası ve çevresi vardı. Amerikalı bir dehanın nasıl ve neden deha olduğu, gen haritası filan benim çok da ilgimi çekmezken, aptallar daha çok aptallık yapabilsinler diye mıknatısla çekiliyorlar sanki aptallıklar silsilesinin içine. İşte bu ve pek çok nedenden ötürü Dannemora’yı izledim, bazen çok eğlendim, açıkçası Tilly’nin yüksek libidosu karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim. Biraz alaycı bir üslupla ele alacağım dizimize geçmekte fayda olduğunu düşünmekteyim.

escaped_prisoners-accomplice

998aafe8-ac5b-4a10-9a46-f470cc93a5a8

db23c107-b8fc-4940-b83b-5793cdea395e

ESCAPE AT DANNEMORA :

El Condor Pasa ile açılmasının uygun olacağını düşündürten ama bir başka parçayla açılan dizinin ilk dakikalarında gökyüzünde uçan kuşun görüntüsünü, yeldeğirmenleri ve resmi plakalı bir aracın asfaltın üzerinde ilerleyişi takip ediyor. Karların ardından karşımıza çıkan manzarada Dannemora’da yer alan Clinton Islahevi’ni ve gittikçe yaklaştığımızda kapısında bekleyen polis ve haber alma araçlarını, bir yandan da K-9’ları ortalıkta cirit atarken görüyoruz, tarihler Haziran 2015’i gösteriyor. New York eyaletine bağlı bir genel müfettiş olan hemcinsi Catherine Scott tarafından sorguya çekilmeye başlanan sarışın, gözlüklü, tombik, Dalton kostümlü, pasif tonlamayla konuşan, şaşkaloz görünümlü kadının isminin Joyce Mitchell olduğunu, herkesin ona Tilly dediğini öğreniyoruz. Yirmi bir yıldır aynı adamla evli olan Tilly 51 yaşında imiş ve hapisten kaçmış olan iki mahkumla mercimeği fırına verip vermediği soruluyor kendisine. Tilly inkar etse de, bizler 7 Ocak 2015’de yani Charlie Hebdo’nun öldürüldüğü haberini alan ve o esnada arabaya binmiş, işyerlerine gitmekte olan Tilly ve Lyle Mitchell çiftiyle Clinton Hapishanesine geldiğimizde herkesin kardan ve soğuktan bıkkınlık geçirdiğini görüyoruz önce. Kanada, Montreal’e 65 kilometre uzaklıktaki bölgenin soğuk olması ise çok normalken, hiç durmadan kar küremenin, bunun için karanlıklarda uyanmanın, kalın kalın paltoların içine sığınmanın, aksi halde eksi yirmi yedi derecelik soğuğa katlanmanın mümkün olamayacağının yarattığı bıkkınlığı da hesaba katmak gerekiyor. Aklınıza gelebilecek her yere sadece arabayla ulaşımın mümkün olduğu tipik Amerikan manzarası var karşımızda ve Tilly hapishanenin terzihanesinde amir olarak çalışmakta, üstelik o tarihlerde Paul Dano’nun canlandırdığı  David Sweat ile mercimeği bir hayli fırına vermiş olduğunu da görüyoruz bize anlatılanlar çerçevesinde. Tüm bunlara şahit, hummalı bir şekilde kendini dikiş nakışa vermiş kaslı dövmeli kollarıyla dikiş makineleriyle haşır neşir olan ve uzun zamandır kadınsız kalmış mahkumlar ilişkinin kokusunu çoktan almışlar bile. Hal böyle olunca da gizliden bu olaya şahit yüzlerdeki imalar, kaş gözler yapmalar, bıyık altından gülmeler, manidar sessizlikler arasında gidip geliyorlar kendi aralarında. Bu yaşananların bir başka yakın takipçisiyse Meksika kökenli Richard Matt oluyor. Kıdemden, yaştan ya da başka nedenlerden ötürü Latin kökenli ahalinin ve de gardiyan Gene Palmer’ın saygısını kazanmış olan ve resim kabiliyeti olan Richard’ın resim yapmasına yardımcı olduğu kişi de David oluyor. Hapishane ortamında kolayca malzeme buluyorlar sayesinde. David terzihaneden uzaklaştırıldığında, Richard’ın Tilly’nin aktivite partneri olarak onun yerini alması çok uzun zamanını almıyor. Tilly’i kolaylıkla tavlıyor deyim yerindeyse. Kısaca aktör değişse de, makine odası bir şekilde canlı kalıyor sayelerinde. 

Peki Allah’ın bildiğini kuldan saklamak mümkün değilken, nasıl oluyor da Tilly’nin kocasının kulağına gelmiyor bütün bu yaşananlar? Elbette ki geliyor, adamın yüzüne söylüyor çalışma arkadaşları, fakat Lyle’ın kendisine ve karısına duyduğu sonsuz güven sayesinde sonuna kadar reddediyor Tilly’nin böylesi bir ilişki içerisinde olabileceği gerçeğini. Altıncı bölümde sırasıyla David ve Richard’ın ne sebepten hapse düştüklerini izledikten sonra, 1993 yılında, o zamanlar daha da gamsız olan Tilly’nin ilk kocasından ve benzer şekilde yeknesak giden hayatından sıtkı sıyrılmışken bu sefer de Lyle’la ilk kocasını aldattığını öğreniyoruz. Yani Tilly bizim bildiğimiz kadarıyla canı sıkıldığında, bunalıma girdiğinde, en mühimi de iyi huylu da olsalar kocalarından sıkıldığı anda bir fırsatını bulup onları aldatıyor kolaylıkla. Kendisi ne genç ve taze iken, üstelik vasatın bir hayli altı ve tombul toraman bakımsız bir kadınken bile öyle cüretkarca hareket ediyor ki, edimlerinin bir süre sonra onun yaşam şekli olduğunu düşünür halde buluyorsunuz kendinizi. Hapishanede onca adamın arasında açık saçık giyinebiliyor ki en nihayet amirinden uyarı alıyor. Cinsel açıdan kural tanımaz ve menopozla birlikte bile akıllanmıyor. İşler ciddiye binip David ve Richard kaçış planlarını gerçekleştireceklerini, dolayısıyla hep beraber Meksika sınırına gideceklerini öğrendiğinde ancak bunu yapamayacağını anlıyor. İyi bir kocası, iki köpeği ve yerleşik bir düzeni varken, iki kanun kaçağıyla kaçamayacağına kanaat getiriyor. Neyse ki. Bir hayal olarak gördüğü şeyin gerçekleşmesine ramak kala geliyor kendine. Bu şekilde bir kaçışın mümkün olmayacağını düşündüğünden olsa gerek, temin ettiği malzemeler sayesinde özgürlüğüne kavuşacak olan iki adamın yanında kendine bir yer olmadığını anlıyor ve son dakikada deyim yerindeyse satıyor iki göz ağısını birden. Çünkü can güvenliği ile ilgili endişeler duyuyor ilk defa. Bu mahkumlar içerdeyken denetim altındalar, oysa ki hayatın içine karışmış, özgür ama denetimsizken, üstelik de birer kaçakken onlarla nasıl baş edeceği sorunu var ilk başta. Kafesin içindekine her şeyi yapabilecekken ve sana bağımlı iken, kuş/lar kafesten kaçtığında ne yapacak/lar işte onu bilmiyor/uz.

6233c9e3-5203-4443-9c18-6db41b0c5ccb

Altıncı bölüm itibariyle David ve Richard’ın hikayesi bir anda çıkıyor karşımıza. Dannemora’da yaşananlara anbean tanıklık etmekten mahkumların neden ve nasıl içeriye düşmüş olabileceklerini düşünmüyoruz. Çünkü bizler de ister istemez Tilly’ninkine benzer bir rüzgara kapılmışız gidiyoruz. Tilly’nin rüzgarına en çok da. Hapishane odasında Jack London okuyabilen, kaçarken onu hız olarak yavaşlatan Richard’ı geride bırakmayı hiç düşünmemiş olan David zamanında bir parçası olduğu polis cinayetinin tanığı imiş daha çok, arabayla üzerinden geçmiş olsa da, adamcağızı defalarca silahla vuran bir başkası oluyor ve anlıyoruz ki David’in kabilesi korkunç. Cinayetin işlendiği tarihse 4 Temmuz 2002. Richard’a gelince bir zamanlarki patronunu öldürdüğü yetmiyormuş gibi, bir de parçalayarak nehre atmış. Testereyle güç bela parçalıyor yaşlı adamı. Bu cinayetin işlendiği tarihse 3 Aralık 1997. David cinayeti üstlenmiyor olsa da, bastırmaya çalıştığı vahşi tarafı ilk fırsatta açığa çıkıyor özgür kaldıklarında. Çok daha gözükara ve öldürmek için  ateş açabilecek durumda. Her ne olursa olsun cinayete karışmış ya da bulaşmış bir hele birden çok mahkumla bırak kaçmayı, ilişki yaşamak bile çok büyük cesaret istiyor. Bu yaşananları yaşanmadı diyerek Ben Stiller’a ateş püsküren gerçek Tilly’e, bir noktaya kadar hak vermemek elde değil. Olay çok taze ve zaten zamanında çok fazla kıyamet koparmış olayın geride kalan kahramanları olarak kocası, oğlu ve sanki hepsi kocaman birer aptalmış gibi gösterilen Dannemora halkının düştüğü durumu gayet güzel anlayabiliyorum ve bu iddialı projede yer alan isimler için bu durumun ne kadar riskli olduğunu düşünmeden edemiyorum ve de soruyorum: Kim ister? Hayatının mahrem anlarının ortalama izleyicinin beğenisine sunulmasını kim ister? Üstelik de Tilly altıncı bölümde ve devamında, tıpkı ilk bölümde olduğu gibi, yeryüzüne kocalarını aldatmak üzere indirilmiş bir dişi şeytan olarak karikatürize edilmişse. Ve dizinin izleyicisi olan pek çok insan, en çok da yöre halkı onu tanısınlar tanımasınlar bu dizide yer alan Tilly her nasılsa öyle anımsayacaklar.

Son olarak;

“Aptal o.o.p. yalnızsa ben ne yapayım?” David Sweat

benicio-del-toro-patricia-arquette-paul-dano

 

YOUTH – GENÇLİK

image

YOUTH/GENÇLİK:

“Monarşiyi çok hoş bulurum. Çünkü çok zayıf. Birini ortadan kaldırıyorsunuz ve aniden tüm dünya değişiveriyor. Evlilikte olduğu gibi.” Şövalyelik ünvanını reddeden Fred

“Gençken her şey çok yakın görünür. Bu gelecektir. Yaşlanınca her şey çok uzak görünür. Bu da geçmiştir.”  Mick

“Her zaman eve gidiyorum. Her zaman babamın evine gidiyorum.” Novalis

İncelikli ve nitelikli senaryosundan öte, sırtını kelimelerin gücüne dayamış, sinemanın büyüsünü kare kare içimize sindirmemize neden olacak, aynı zamanda sinema tarihinin unutulmaz sahnelerine ve karakterlerine selam gönderen anlardan oluşma mizansenler yaratan, fonda İsviçre Alpler’inin muhteşem manzarası olmakla birlikte ana tanrıça Everest’in ve K2’nin de adını anmadan geçmeyecek kadar nazik, oyunculara mimiklerini kullanma zenginliğini yaşatan genç sayılabilecek bir yönetmenden henüz kendisininkini görmediği yaşlılığa dair çok sıkı gözlemlere dayalı enfes bir güzelleme “Youth”. Karşınızda kelimelerin inci gibi sıralandığı bir roman var sanki öncüllerini yaşatan, bilakis tekrarlamaktan uzak. Referans olarak Novalis’in satırları akıyor gözünüzün önünde. Klasik müziğin eşsizliğine, sanatın ve cinselliğin özgürleştirici gücüne, monarşinin görünen elleriyle yaşattığı dayatma gücüne, özgürlüğün kokusuna, dostluğa, aşka, ölüme, yeni başlangıçlara ya da son bir gayrete, aile olmaya çalışmanın ve esasında evliliğin ne olduğuna ve ne şartlar altında sürdürülmeye çalışıldığına, prostata, çöküşlere, kibire, yanlış anlaşılmaya, manzaranın ve doğanın eşsizliğinden takılıp kaldığınız ve sanki akmadığını sandığınız hayatın ve doğanın insanoğluna bir parça acımasız gelse de kendi ritmi içinde nasıl da ahenkle ama ağır ağır aktığına şahit olduğunuz, güzel oyuncular ve iyi oyunculuklarla bezeli, artık kendi sinemasını oluşturmuş bir auteur yönetmenin kendi bildiğimi okurum ben deme lüksüyle hareket edebildiği, bir üst sınıf, üst akıl ve bilgelik işi film var karşınızda. Sevip sevmemeniz hayattaki tercihlerinize bağlı biraz da. “Youth” herkese hitap etmeyebilir bu açıdan.

image

images

image

Gençlik bir dönem hızlıca geçilen, yaşlılıksa bir başka dönem ağır aksak ilerleyen. Uzadığı takdirde hiç geçmeyen bir hastalık gibi. Yaşlanan kalp değil, o öyle ya da böyle durduğu yerde atmaya çalışıyor kendince. Yaşlanan zaman oluyor. Ve enerji olarak düşen ama tenin ateşine teslim olmaya içten içe rıza gösteren beden aynı kalple bir başka zamana güçlükle ayak uydurabiliyor bir yaştan sonra. Ama attığı sürece de istekleri hiç bitmiyor, iç geçiriyor, eski enerjisini bulabilmek çaresizliği içinde yanıp kavruluyor adeta. Enerjin tükendiğinde ve durup oturmak zorunda kaldığında ise başka hayatlara merak duymaya başlıyorsun çaresizlikten. Tıpkı üzerine bahis oynadıkları karı kocanın cinsel hayatı karşısında ağızları açık kalan Fred ve Mick gibi. Bir orman kaçamağında, hiç de dilsiz olmadığını keşfediyorlar yemek masasında konuşmayan çiftin. Söz manayı kirlettiğinden belki, belki de Haneke’nin söylemiş olduğu gibi yetişkinlerin dünyasında konuşmak bazen her şeyi mahvettiğinden, özellikle iki ayrı kutuptaki, farklı iki ruh taşıyan kadınla erkeğin sırrı tek adreste çözülüyor. Bize de gülümseyerek izlemek kalıyor. Bu sahne çok yaratıcıydı Sorrentino(kendi adıma konuşuyorum şu an). Ve Fred’le Mick’in arasındaki bahisler kapanıyor bir daha açılmamak üzere. Bizlerse kaç yaşına gelirsek gelelim insanın insandan öğreneceği çok şey olduğuna şahit oluyoruz bir kez daha.

image

Film, vaat ettiklerini sunmak için sabırsızlanıyormuşçasına görüntülerden önce müzikle başlıyor büyük bir kaygısızlıkla. Ve vaat ettiklerine son derece yakışan bir fon müziğiyle dönüyoruz kamera eşliğinde kadın vokalin etrafında. Pikapta dönüp duran bir Lp gibiyiz. Lp döndükçe aynı insanların dans ederek müziğe eşlik ettiklerini görüyoruz. Gerçek hayatta da nefes aldığı müddetçe kendi ekseni etrafında dönüp duruyor insan, hep aynı insanlarla. Yönetmense bir hayli iddialı ve iki saatlik baş döndürücü bir deneyim vaadiyle dikiliyor karşımıza. Baş aktör “müzik” ve bunu hissettiriyor fırsat buldukça. Kalanlarsa onun büyüklüğüne hizmet ediyorlar. Bunu iki başrol oyuncusunun önem sırasından anlıyoruz. Kompozitör olan ve filmin etrafında döndüğü Fred ve onun en yakın dostu olan kadın filmlerinin unutulmaz yönetmeni Mick var ikinci adam olarak kalabalık senaryo ordusuyla. Fred son on yılında yalnız olarak geldiği toplamda ise yirmi yıldır yaz aylarında tatilini geçirdiği İsviçre’deki aynı otelin bahçesinde bir masada, kraliçenin haziran ayında vermesini istediği konser teklifini reddetmekle meşgulken, aynı zamanda şövalyelik unvanını kabul ettirtmeye çalışan, dersine çalışmadan gelmiş bilgisiz Buckingham Sarayı etkinlik bürosu çalışanına ince ince dersini veriyor. Fred emekli olmuş olsa da mesleği onun hayatı ve biraz özlemden, biraz da kafasına göre hareket etme lüksü olduğundan inekler ve onların çanlarından çıkan ezgiyi yönetiyor büyük bir zevkle. Şeker kağıtlarından çıkan hışırtıların bile bir ritmi var onun elinde. Sadık dostu ve aşk konusunda her şeyi bilen Mick onu müzik konusunda hep motive ediyor. Yaptığı müziğin insanlar üzerindeki etkisinin oldukça farkında, yaptığın müzik insanlar üzerinde şaşkınlık duygusu yaratıyor derken. Heyecanlı, hayatı seven Mick’in yanında hayatı yeterince sevemeyen duyarsız Fred ve ikisinin dostluğu filmin en önemli teması aslında. Bir röportajında insanları ve kendini sevmediğini söyleyen Sorrentino’yu bu açıdan Fred karakterinde bulmak mümkün.

Kızı Lena’nın ağzından duyduğumuz eşcinsel deneyimlerini yazmış olduğu bir mektup sayesinde karısının da bu sırrını öğrendiğini duyuyoruz Fred’le birlilkte aynı zamanda. Fred’in Mick’e duyduğu sevgi ise arkadaşlık bazında sadece. Fred’in kızı, Mick’in oğluyla evli ve Mick’in oğlunun ihaneti kalan dostluklarına gölge düşürmüyor neyse ki ve erkeklerin dostluğu bir başka oluyor sanki. Dostlukta dostuna sadece güzel şeyleri anlatırsın diyor Mick. Öyle olmalı sanki, karşı taraf ağlama duvarı değil ki. İnsan dediğin taş değil ki.

image

image

image

Siyah kemik çerçeveli gözlükleriyle Fellini’nin alter egosu Marcello Mastroianni’yi andırıyor Michael Caine. Harvey Keitel’le beraber yakın plan çekimlerinde yaşlılara mahsus ve hem mahzun hem de biçare köpekler gibi ıslak ve düşmüş gözleriyle baktığında insanda merhamet duygusu uyandırıyor. Filmin geçtiği yer yaş ortalamasının çok yüksek olduğu İsviçre’deki spa konseptli bir otel olduğundan bornozlu bornozsuz yaşlı bedenler bir parça gençleşmek ve genç hissetmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Çamur ve kil maskeleri, buharlı havuzlar, özel masajlar, doktor kontrolleri, mis gibi dağ havası ve yalnız beyler için sevgisiz de olsa escort hizmetleri.. Ama bunların hiçbiri hayatının özetinden geriye ona kalan tek şey olan “duygulara” rağmen Mick’in sade intiharını önleyemiyor. Üstün bir gayret ve sade bir tonla hayata konan son noktaya şahit oluyoruz. Küt sesiyle betona çarpan insan bedeninin çıkardığı ses. Mick’ten gelen son ses. Seslere duyarlı maestro ise kadim dostunu  Kraliçe Elizabeth ve Prens Philip’in önünde seyircisini selamlamadan önce neşeyle gülerkenki  mutlu haliyle hatırlıyor gözleri dolu dolu. Kimler için müzik yaptığını sorgulatıyor bu an. Herkes, her şey gelip geçiyor ve bizler zamanında tutkuyla yaslandığımız ve zaman geçtikçe yaşatmak gayretine düştüğümüz hislerimizle kalıyoruz hayatta. Hisler olmazsa nasıl yaşanır bu dünyada hiçbir fikrim yok en az Mick kadar.

image

Her birinin varlığı filmin tamamına anlam katmış yan karakterlerden en enteresanı ise yusyuvarlak göbeği, sırtının tamamını kaplayan Karl Marx dövmesi ve beraberinde taşıdığı oksijen çantasıyla yaşamını sürdürmeye çalışan ve kendisi gibi eski bir futbol yıldızını canlandıran solak Maradona. Yeşil sahaların yıldız oyuncusu obezitesi ve nefes darlığıyla tenis sahasında gördüğü topu gözüne kestiriyor ve ilk fırsatta çıplak ayaklarıyla saydırmaya başlıyor. Meşin gibi olmuş ayaklarıyla topu havalara gönderiyor acımasızca, ayağı erişmediğindeyse göbeği oluyor seferber. Bir adamın daha tutkusuna şahit oluyoruz. Gençlik onun için de geçmiş ve o da, zaten gelmiş olan geleceğimi düşünüyorum derken tuhaf bir ironi var sözlerinde. Hayranları tel örgünün ardından imzasını isterken hüsrana uğramış, entellektüel ama kibirli ve sıkı gözlemci oyuncu Jimmy Tree rolündeki Paul Dano’nun gözü profesyonel olduğu çağlarından artık eser kalmamış yıldız futbolcunun bedenine ve bastonuna takılıyor. Kimsenin olduğu gibi kalmasını istemeyen yaşlılık sağanak gibi bastırıyor sanki haber vermeden. Ve kimsenin kafasında çöküşe ne zaman geçtiklerine dair tam bir tarih yok ve kimseler netleştiremiyor bu evreye nasıl gelindiğini ve dönüm noktasının tam olarak ne zaman olduğunu.

image

Daha acıklı olduğu varsayılan baba oğul hikayesi yerine sıkıntılı bir baba kız hikayesi var yavaş yavaş ilerlemekte olan. Kızı ve asistanı olan Lena babasını suçluyor ilgisizliği ve annesini ve kendisini müzikten sonra ikinci plana attığı için. Buzlar Lena’nın tekrar aşık olmasıyla eriyor. Öfkesini babasını suçlayarak dindirmeye çalışıyor ilk başlarda ve babasını yeterince hırpaladıktan sonra Tanrı Fred’e acıyor biraz da ve Lena fantastik bir karkater olan dağcı Luca’yla tanışıyor. Yerden ve aynı hizadan bakmaktan çıldırmış ve birçok güzelliği kaçırmakta olan insanoğluna yukarıdan bakınca her şeyin ne kadar güzel göründüğünü söyleyen bir adam Luca ve bu sahnedeki yan karakterlerden biri de çook yukarıdan, ulaşılmaz bir yerlerden geliyor ve yönetmenin işini kolaylaştırıyor kısmen. Lena’nın ilgi bulutları dağılıyor babasının üzerindeki. Luca’ya çeviriyor yüzünü. Fred’se yıllar sonra ve sadık dostu öldükten sonra en nihayet, karısı Melanie’yi Venedik’te kaldığı hastanede ziyarete gidiyor. Duygularını belli etmeyen, çevresine karşı ilgisiz adam kendisinden bihaber karısına çözülüyor sonunda:”Birbirimizi tek bir basit şarkı olarak düşündüğümüzü bilmeliler.” diyerek. Melanie Venedik manzarasına bakıyor yüzünde korkunç bir çığlık çıkmaya hazır ama bir nedenden ötürü yüzünde asılı kalmış gibi. Sanki korkunç bir şey görmüş ve o korkunç şey her neyse hiç gitmeyecek ve hayalete dönmüş bedenini sonsuza dek terk etmeyecekmiş gibi.

“Youth” koşarak geldiğimiz yaşlılığımıza ağıt bir nevi. Normal şartlarda kazasız belasız yaşadığımız takdirde ölmeden önce gelip içine gireceğimiz biraz eski püskü bir pansiyon gibi yaşlılık. Sadeliklerden hoşlandığımız çağımızda, dostlarımızın bizi ölerek terk edip, ilk gidenlerden değilsek ve son gidenlerden olacaksak eğer yalnız öleceğimizi bildiğimiz zamanlar artık fazla geldiğimiz dünya üzerinde. Rahatımız, konforumuz yerinde olsa da, düşüncelere ve onları büyütmemize bolca vakit bulacağımız beden yorgunu, biraz çocuklaştığımız ve hep mızmızlandığımız en çok da yalnız kalmaktan ve bir başına ölmekten gizli gizli ölmekten de çok korktuğumuz zamanlar. Film boyunca Sorrentino elinden geldiğince tezatlıklarla anlatmış yaşlılığı. Filmin ismiyle başlamış doğanın acımasız döngüsüne ve meseleyi en can alıcı noktasından yakalamış bence. Ben çok beğendim, iyi bir yönetmenin elinden çıkma hayata dair söyleyecek çok şeyi olan bu filmi. Tüylerinizi sakin sakin diken diken edecek finali çok hoş, çok zevkliydi. Umarım fırsat bulur da izlersiniz. Benden bu kadar, şimdilik.

image

image

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑